23 Aralık 2013 Pazartesi

HEGEMONYA'NIN KRİZİ...

İsmet Paşa'nın, toplumsal olayları yorumlamakla ilgili, en veciz uyarılarından birisi, "24 saat beklemek" ile ilgiliydi. Kendisini sağlığında göremesem de, onun ekolünden yetişen bir nefer olarak, bu ilkeyi korumaya hep özen gösterdim. Bir de akademik özen işin içine girince, pek çok dostum, zaman zaman "aşırı temkinli" olmakla beni değerlendirdi. Oysa, birebir araştırma yapmadığım konularda kalem oynatmak, son yılların moda deyimiyle, uzaktan izleyip, "büyük fotoğrafı görmekle" mümkün olabiliyor. Bu dediğimiz de elbette neden-sonuç ilişkilerini irdelemekle, birtakım analizleri realize etmekle mümkün kılınabiliyor. Hiç kuşkusuz, bir blog yazısında, bilimsel bir çalışmayı ortaya koymak mümkün değil. Bununla birlikte, süreci tarihe not etmek ve kısa vadede başka insanlarla görüşlerinizi paylaşmak, teknolojik olanaklarla bir fırsata dönüşüyor.
Ülkemizde 17 Aralık'ta başlayan, "yolsuzluk ve rüşvet operasyonu", pek çok farklı yönden ele alındı. Kimi konuyu, ABD'nin Türkiye-İran arasında, "altın takasına" dayalı, ABD ambargolarını delen ticaretine yönelik dolaylı müdahalesine bağladı, kimi Hükümet-Cemaat ilişkisi açısından fikirler yürüttü, kimi de 2014'teki siyasi hesaplara dayalı yorumlar yaptı.
Aslında altı çizilen tahminlerin, reel politikte, belli karşılıkları vardı. Hatta belki de, herbir başlık, gerçeğin belli bir parçasını ifade ediyordu. Oysa kimse, tüm bu gerçeğe yakın gerekçelere rağmen, içinde bulunduğumuz vahim durumu göremedi. Operasyondan sonra Erdoğan, aynı Gezi olaylarında olduğu gibi, şehir şehir geziyor, mitingler yapıyor. Haziran 2013'te sayın Başbakan, Gezi eylemcilerini, kendi taraftarlarına şikayet ediyordu. Şimdilerde "ironi" konusu olan, evde tutulamayan "milyonlar", artık başka bir benzetmeyle ele alınıyor. Aralık 2013'te ise Başbakan, polis ve savcıları halka şikayet ediyor. Ayrıca, Ilımlı İslam tasarımıyla koşut giden büyük müttefik ABD ve büyükelçisi, bu suçlamalardan payını alıyor. Gezi'de de Batı suçlanmıştı. Meşruiyetin, dış konjonktürde kırılan önemli ayaklarından biri budur.
Bir başka parantezde, iç dinamiklerle konuyu mercek altına aldığımızda, ne de olsa Futbol Cumhuriyeti haline geldiğimize göre, seçmenlerin daha iyi anlayacağı bir dille konuyu ifade edelim. Fenerbahçe, "Şike Operasyonu" sonucunda yapılan yargının, sonuçlarıyla birlikte ortadan kaldırılmasını istiyor. Neden olarak ta, çok önemli bir noktadan hareket ediyor. Bizzat Başbakan, "yargının içinde çete var" diyerek, yargı kararlarının, "güvenilmez" olduğu vurgulamasını yapıyor.
Dikkat edilecek olursa, herhangi bir yargılama sürecinde, hele konunun toplumsal-siyasal etkileri varsa, hukuki değerlendirmeler değil, siyasal vaziyet alışlar, iktidar partisi ya da Gülen Cemaati etkisi üzerinden tahminler yapılıyor.
Bu sadece futbolda değil, Ergenekon, Balyoz dahil, vesayetin kaldırılması zemininde savunulan, toplu davaları akıllara getiriyor. Sözkonusu davalarda, "sabahın 5'inde insanların gözaltına alınması", "medyayla hazırlık soruşturmasındaki gizlilik ilkesinin ihlali", yine "medya yoluyla yargısız infaz" yakınmaları, "sahte deliller" suçlaması, bu sefer, siyasal iktidardan geliyor.
Dönemin popüler ve emrine "zırhlı araba" verilen savcısı, şimdilerde siyasal iktidarın hedefinde...
Ergenekon'da, "Türkiye'nin barsakları temizleniyor" diyen, iktidar yetkilileri ve birtakım kalemşörler şaşkın. Sözde liberaller, Cemaat'le ana muhalefet arasında, kendilerine "yeni adresler" bulma peşinde.
AKP-Gülen Cemaati arasında biten koalisyon, o dönemde, "anciént regime" elitlerini tasfiye ederken, Fuller'in "Yeni Türkiye Cumhuriyeti" kitabı yok satıyordu.
Geldiğimiz noktada, yeni kurulmaya çalışılan hegemonya, tam da kendi yöntemleriyle krize girerken, kendi unsurları arasındaki "iktidar kavgası"yla, "meşruiyet krizine" giriyor.
Bağımsız yargı, hukuk devleti gibi çoğulcu ve çağdaş demokrasinin -olmazsa olmazları- adli kolluk yönetmeliğinde yapılan acele ve kuvvetler ayrılığı ilkesini zedeleyen değişikliklerle bir kez daha yara alırken, soru işaretleri şurada yoğunlaşıyor.
Yıllardan beri devlet içinde "paralel devlet mekanizmaları"nın oluştuğunu reddeden Başbakan, "yargı içinde çete var" diyorsa, bu hegemonyanın tam da meşruiyet göbeğinden yapısal bir kriz içinde olduğunun tespitidir. Peki sade vatandaş, hukuka güvenmeyecek te, nereye güvenecek?
Bu soru, içi boşalan hegemonyanın olduğu kadar, ülkemizin geleceğini ilgilendiren, en temel sorudur... 

16 Aralık 2013 Pazartesi

İÇTE DE "DEĞERLİ YALNIZLIK"...

MFÖ'nün ünlü parçası nasıl başlıyordu? "Nereden başlasam, nasıl anlatsam..."
Hoş, ünlü şarkı Bodrum'u anlatıyordu, ama meramımız, AKP'nin sadece "dış politika"da değil, "iç politika"da da içine düştüğü "değerli yalnızlık" politikası...
"Değerli yalnızlık", AKP kurmaylarınca uydurulmuş bir başlık. Neden başlık diyorum, zira dış politikada bir kampanyanın adından söz ediyorum.
Fanatik bir FENERBAHÇE taraftarı olarak, Hakan Şükür ismi, rakip takımla anılır diye düşünülebilir. Oysa Şükür, bir spor kulübünden ziyade, Gülen ya da kendi deyimleriyle "hizmet hareketi"ne ait olarak kaydedilebilir.
Şükür'ün AKP'den istifasına neden şaşar insanlar? Muhafazakar tandanslı bir "siyasal parti"yle, İslamcı kodlara sahip bir "hareket"te, özgür iradeden söz etmek ne kadar mümkündür?
O yüzden "özne" Hakan Şükür değildir. Problematik, AKP-Gülen kavgasıdır. AKP, kendi siyasal müttefikleriyle köprüleri atmış, sadece "karizmatik liderliğe" sığınmaya başlamıştır.
AKP, dış politikada yaşadığı "değerli yalnızlığı", artık iç politikada da yaşamaktadır. Bu hikayeyi çok gördük. Yeni bir siyasal döneme hazırlanırken, AKP'nin bölgesel ve küresel dengelerle attığı köprüleri iyi gözlemlemek gerekir.
Objektif koşulları tükenen iktidar, artık küresel kodlara sahip "Gülen hareketi"yle yapısal bir kavganın içine girmiştir.
Gülen hareketi'nden arta kalan, AKP'nin yaşadığı "yalnızlık"tır.
Gülen sonrası oylar ve siyasal destek kime kalacaktır?
Sağ ve Sol'da satranç bunun üzerine oynanacaktır.
Ne var ki, "karizmatik liderlik" ve "hizmet"in rekabeti tam da bu meyanda gerçekleşecektir.
Yeter ki, laik, demokratik ve toplumsal muhalefet buradan ders alsın ve rüzgara kapılmasın... 

12 Aralık 2013 Perşembe

"BALBAY'A ÖZGÜRLÜK..."

Yazının başlığı, aynı zamanda Balbay'ın "uzun tutukluluğu"na karşı verilen mücadelenin simgesi, adı haline gelmişti.
9 Aralık 2013 akşamı, CHP İzmir milletvekili, Cumhuriyet gazetesi yazarı Mustafa Balbay, Anayasa Mahkemesi'nin uzun tutukluluk konusunda aldığı karardan sonra, yerel mahkemenin de bu karara uymasıyla tahliye edildi. Ergenekon davasında, Özel Yetkili Mahkeme'nin Ağustos 2013'de verdiği hükümler, kamuoyu vicdanında çok tartışılmış, Mustafa Balbay da, 34 yıl hüküm giymişti. Bununla birlikte, temyize giden karar, Yargıtay'da kesinleşmediğinden, Balbay hala sanık sıfatında ve tutukluluğu neredeyse 5 yılı bulan bir aşamaya gelmişti.
Mustafa Balbay, pozitif enerjisi, gülümseyen yüzüyle, kin ve nefret değil, uzlaşma mesajları verdi. 10 Aralık'ta ise, TBMM'de milletvekili yemini ederek, mesaisine başladı. 14 Aralık'ta ise, seçim bölgesi İzmir'de açılışlara katılacak ve CHP İzmir İl Başkanlığı'nı ziyaret edecek.
2007 Haziran'ında "Ümraniye Soruşturması" olarak gündeme gelen, 2008'de başlayan ve adına dalga denilen, seri ve kitlesel tutuklamalarla kamuoyunun gündemini uzun süre meşgul eden Ergenekon davasının yerel mahkemedeki süreci, 2013'te bittiyse de, Yargıtay aşaması sürüyor.
Sözkonusu davaya koşut olarak, subayların yargılandığı Balyoz Davası da Özel Yetkili Mahkeme aşamasından sonra, Yargıtay'da onandı ve hükümler kesinleşti.
Malum, Ergenekon davasında, sapla saman birbirine karıştı. Akademik dünyadan, gazetecilerden ve subaylardan oluşan sanıklar, birbiriyle bağdaştırıldı. Bavullarda sözde belge taşıyan, sözde gazeteci, şimdi Cemaat-Hükümet geriliminde, siyasal iktidarı tehdit ediyor, elinde yeni bavullar olduğunu ifade ediyor.
Mustafa Balbay da, malum davada, gazeteci kimliği ve aktif kişiliğiyle dikkat çekti. Cezaevi'ndeyken milletvekili seçildi, görevine ancak 2.5 yıl sonra başlayabildi.
Oda TV davasındaki sanıkların (başka davalardan halen tutuklu Hanefi Avcı ve Yalçın Küçük dahil) tahliye kararları, Redhack davasındaki tahliyelerle, yeni bir trendin somutlaştığı gözüküyor.
Kimi bunu yaklaşan yerel seçimler ve Cumhurbaşkanlığı seçimlerine, kimi Gezi sürecine, kimi Cemaat-Hükümet gerilimine, kimi de farklı yaklaşımlara dayandırıyor.
Aslında dile getirdiğimiz yorumlar bile, önemli bir sorunu işaret ediyor. Yargının siyasal iktidar ya da malum Cemaat'in etkisinde olduğu iddiaları ve imaları, ne kadar derin bir "problematik" içinde olduğumuzu gösteriyor.
Türkiye'nin sahip olduğu modernleşme birikimi, içinde yer aldığı Batılı değerler sistemi ve dahil olduğu kurumsal ittifaklar; küresel standartlarda bir piyasa ekonomisi, çoğulcu demokrasi ve bağımsız yargıyı gerektiriyor. Bu bir bakıma çağcıl anlamdaki "ulusal güvenlik parametreleri"dir.
Ne geçmişteki askeri vesayet, ne de günümüzde tartışılan sivil vesayet biçimleri, bu ihtiyaçlara yanıt vermektedir.
Cumhuriyet'in kurucu değerleri ile küresel zemindeki taleplerin çakıştığı nokta, tam da bu dediklerimizi teyit ediyor.
Umarım ki, "Balbay'a özgürlük", hem tartışmalı davaların "yeniden yargılama" ile  kamuoyu vicdanında yer almasına, hem de uzun tutukluluk hallerinin sona ermesine vesile olur.
Tekrar geçmiş olsun sevgili Balbay...

8 Aralık 2013 Pazar

"SAĞ"DAN OY ALMAK?

Ülkemizde siyaset, Batılı terimlerle Türk siyasal yaşamının dinamiklerinin tanımlanması, bu çerçevede, ulusal-küresel yüzeydeki kavram tartışmaları ve kafa karışıklıkları çerçevesinde geçer.
Bir bakıma 1950 genel seçimlerinden itibaren, bir türlü "tek başına iktidara gelemeyen" CHP, buna karşın, iktidara gelmesine rağmen, siyasal yaşama veda eden Sağ partiler gibi bir durumla karşı karşıyayız. Elbette temel soruyu sormak, tam da sözkonusu bağlamda gündeme geliyor. Türkiye'de Sağ'ı ve Sol'u tarif etmek... Merak etmeyin, böylesine devasa bir işe girişmeyeceğim. Ancak şu kadarına yer verelim ki, CHP'de son zamanlarda "Sağ'dan oy almak" başlıklı tartışmalara ve yoğunlukla DSP'den gelen ve CHP'de aktif olan yöneticilere bir ışık tutalım.

Kitabımızın künyesini vererek işe başlayalım:

Frederick W.Frey, The Turkish Political Elite, Massachusetts Institute of Technology, Cambridge, Massachusetts, 1965

Frey, Türk politik elitini analiz ederken, şöyle bir değerlendirme yapıyor. CHP'yi, askeri ve sivil bürokratik elitin (1. elitin) temsil ettiği bir siyasal parti olarak analiz ederken, DP'yi, 1930'lu yıllardaki "devletçilik" politikaları temelinde güçlenen ticari burjuvazi ve köylülük parantezinde ele almıştır. (2. elit). Frey, "2. elitte", köylülüğü değil, ticari burjuvaziyi ön planda ifade etmiştir.
DP ve ardılı olan siyasal partiler, kapitalist gelişme arttıkça, özellikle 1980 sonrası köylülüğü geride bırakırken, küçük ve orta ölçekli ticari burjuvazi, 1960'ların sonundan itibaren Milli Görüş'te, anti-komünizm başlığındaki "Ülkücü Hareket" ise, Orta Anadolu'daki esnaf tabanında ve gençlik içinde örgütlenmiştir.
CHP'deki "Demokratik Sol" hareket ise, TİP'te gelişen, sınıfsal sendikaların destekledği Sosyalist hareket ve AP'de temsil edilen Merkez Sağ arasında, İsmet Paşa'nın deyimiyle "Ortanın Solu" ifadeisyle gündeme gelmiştir.
1970'lerde CHP'nin, MC'de koalisyon yapan Sağ ittifaka karşı, Güçbirliği Cephesi'nde müttefikleri Sosyalist fraksiyonlar olmuştur. Ancak Ecevit, 1977'den sonra, "kimseye diyet borcumuz yok" diyerek, "dışımızdaki Sol" konusunu işlemiştir.
1977'de CHP, Sol'dan vazgeçerek değil, tam tersi "bizim Solculuğumuzun sınırını halk çizer" diyerek, "toprak işleyenin, su kullananın" sözleriyle, birinci parti olmuş, ancak iktidar olamamıştı.(Kıbrıs Barış Harekatı ve Haşhaş ekimi yasağı'na karşı verilen mücadeleyi de unutmadan bir değerlendirme yapmak gerekir.)
1980'lerde CHP'nin kapalı olduğu zamanlarda, Sosyal Demokrasi kavramı, daha kurumsal bir bağlamda ele alınmış, Ecevit, SHP'den ayrı, DSP siyasetiyle, CHP'deki "Demokratik Sol" hareketi, yasaklı olduğu dönemler dahil, devam ettirme iddiasında bulunmuştur.
1992'de "yeniden açılan CHP", Baykal'la "3. bir parti" olarak kurulurken, CHP-SHP birleşmesi, CHP çatısı altında, 1995'te realize edilmiş, ancak hem oylar düşmüş, hem de 1999'da  baraj altında kalınmıştır. İşin ilginç yanı, CHP'nin eski genel başkanı Ecevit ve lideri olduğu DSP, bu seçimlerde "birinci parti" olmuştur.
2002'de ise, CHP'de genel başkanlığa yeniden dönen "Baykal'ın CHP"si "ana muhalefet" olurken, DSP, ancak %1.5 oy alabilmiştir. Sonra da toparlanamamıştır. Baykal da 2010'da malum "kaset skandalı" ile, CHP liderliğini bırakmak zorunda kalmıştır.
CHP, 1970'lerde, varoşlara "Demokratik Sol"la uzanırken, kent merkezindeki oylarını da muhafaza etmiştir. 1980'lerde "kimlik politikası" belli bir ivme kazanırken, 1990'larda "ulusal" mahreçli siyasalar kuvvet kazanmıştır.
2009 yerel seçimlerinden beri, muhafazakarlaşan seçmene ulaşma gayreti dikkat çekmektedir. "Çarşafa rozet takma" çabasında da görüldüğü üzere, eklektik yaklaşımlarla "oy kazanma"nın mümkün olmadığı ortadadır. Gramsci'nin hegemonya kavramında görüldüğü gibi, yeni inşa edilen toplumsal yapının kodlarını içselleştirme seçeneği, son derece sakıncalı bir yaklaşımı gözler önüne sermektedir. Aslında muhafazakarlık olarak dile getirilen süreç, gerçek anlamıyla İslamcılaşma'dır. Muhafazakarlık, Batılı bir siyasal terimdir ve yaşananlarla ilgisi yoktur. Sol'un özgürlükçülüğünün, İslamcı hegemonya kodlarını tekrarlayarak, liberter olmayan bir "yapay özgürlükler" söylemine teslim olması, mümkün değildir.
Sol elbette "aydınlanmacı"dır, Fransız devriminde dile getirildiği gibi, "özgürlükçü, eşitlikçi ve kardeşlikçi"dir. Enformasyon toplumunun Sol'unda, değişimlerin yansıtılması kaçınılmazdır. Sosyal Demokrat bir Sol, pazar ekonomisi içinde, sosyal dengeyi sağlayacak yaklaşımları, ortaya koyacaktır. Bunlar da, yeniden keşfedilen şeyler değildir. Daha 1985'te Prof.Dr. Asaf Savaş Akat ve Prof.Dr. Seyfettin Gürsel, DSP programını yazarken, pazar ekonomisiyle, Sosyal Demokrasi'nin, Batı'da yaşanan "barış"ını dile getirmişlerdi. Tekrar tekrar aynı yere dönmeye gerek yok. Pazar ekonomisini "Amerika'yı yeniden keşfeder" gibi gündeme getirmek yersizdir. Zira o "barış" çoktan gerçekleşmiştir.
Günümüzde CHP'den talep edilen "merkez Sağ" ve merkez Sol" parti olmasıdır. Gelişmiş demokrasilerde henüz bunu beceren yoktur. AKP, Sağ seçmenin oyunu almaktadır. Partinin İslamcı kodları, neden "muhafazakar demokrat" olarak lanse edilmiştir. Son derece basittir. Merkez Sağ'dan oy almak için, başarılı bir "kimlik algısı" yaratma operasyonudur. Ancak iktidar partisinin "ideolojik çekirdeği" yerli yerinde durmaktadır.
CHP'nin Sol başlığında temsil ettiği, Sosyal Demokrat/Demokratik Sol kimlikle, Cumhuriyet'i kuran "kurucu değerleri", bir fazlalık değil, partinin "gerçek kimliği"nin açılımıdır. CHP'nin, Sağ'ın "gri" olarak açıklanan (ki bu %26 neye göre, hangi segmentlerde ele alındı) kesiminden "oy alması", Sağ adaylarla değil, CHP'nin sosyolojik örgütlenmesiyle, hedeflediği kesimleri, dönüştürmesiyle mümkün kılınabilir. CHP'nin "değişimi" başkalaşmadan olmalıdır. İslamcı söyleme "ayak uydurulduğu" takdirde, muhalefet olmak dahi, bir başka ütopyaya dönüşebilir. CHP, iktidara gelmeden önce, toplumu dönüştürmek zorundadır. Bugünkü iktidar, dönüştürdüğü toplumsal dokuyu, üstyapıyı ele geçirdikten sonra, eylemli hale getirmiş, ulaşamadığı kesimleri de, bu yolla "terbiye" etmeye başlamıştır.

Bu minvalde, CHP'nin iktidar olma formülünde, malum "cemaatle" işbirliği de iktidar getirmez. Bu nafile bir arayıştır.

(Bkz: http://deniztansi.blogspot.com/2012/05/gulenle-sol-cikmaz-deniz-tansi-chp.html)

CHP, "ideolojik bir total" üzerine değil, (zira kitle partisidir), demokratik ortak payda temelinde, laik bir ulusal yapıyı, pazar ekonomisi içinde, sosyal devlet başlığında, Batılı değerlerle işlemeli, hakim ideolojik kodlara kendini mahkum etmemelidir. Bu bağlamda, Sağ'dan gelen adaylar elbette olabilir ama partinin örgütsel yapısı ve kendi adayları "öz partisinde garip" hale getirilmeden, istisnai olarak gündeme gelmelidir.
Sağ'dan değil, toplumun "tüm mağdurları"ndan oy almak hedeflenmelidir.
Benden söylemesi...

29 Kasım 2013 Cuma

POST MODERN ÇAĞ'DA "İKTİDAR SAVAŞLARI"...

Türk siyasal yaşamının tarihsel referanslarını yinelemeden, son dönemde yaşanan "politik gerilimi", kullandığım başlık çerçevesinde ele almak, daha geçerli bir yaklaşımı ifade eder diye düşündüm. Malum, demokratik ülkelerde, siyasal rekabet, iktidar ve muhalefet partileri arasında gerçekleşir. Bu çerçevede bireysel haklar, yurttaşlık,  sivil toplumun örgütlenmesi, ifade özgürlüğü, medya özgürlüğü, seçme-seçilme hakları ve daha pek çok başlığı ele alabiliriz. "Kuvvetler ayrılığı" ve  "yargı bağımsızlığı" da unutmamak gerekir elbet.
Gelgelelim, ülkemizdeki "iktidar denklemi", hegemon bir zeminde biçimlenirken, siyasal İslamcılık'la liberal entelijansiyanın "kısa süren" evliliği, kafaları alt üst eden bir durumu ortaya koydu. Siyasal İslam, liberal entelektüeller aracılığıyla, sözde demokratik yapıyı kurar ve sivil toplumu öne çıkartırken, 2007 sonrası süreçte, demokratik hakların budandığı, hegemon söylemin medya ve yargı eliyle icra edildiği bir tablo yarattı.
Böylece "muhafazakar demokrat" etiketiyle ilmek ilmek dokunan, "askeri vesayet sonrası" diye tanımlanan yapı, "28 Şubat sonrası" refleksiyle tanıtıldı.
Sendikalar, meslek odaları, sivil toplum örgütleri, "muhafazakar" siyasetin vesayetinde kalınca, ortada şöyle bir boşluk oluştu. Yaşamın diyalektik kodları ihmal edilince, Özal döneminin (kategorik farklılıklar olsa da) sorunsalı hortladı. O da "rakipsizlik" oldu. Özal da sıklıkla "alternatifsiziz" derdi. Demokratik yaşamda asla kabul edilemeyecek bir durumu ifade eden "seçeneksiz" ve "rakipsiz" iktidar formülü, ister istemez, otoriter bir siyaseti, tepeden tırnağa realize etmeye başladı.
"İktidar yozlaştırır, mutlak iktidar, mutlak yozlaştırır" sözünün anımsattığı gibi, "seçeneksizlik" siyasal iktidara yaramadı. Gittikçe otoriterleşen ve buyurganlaşan bir "iktidar" algısı, 3 genel seçim, 2 yerel seçim ve 2 referandum zaferleri anımsandığında, sürekli kendini devam ettiren siyasal güç, kendisini Menderes'ten beri Türk Sağı'nın içine düştüğü, "milli irade sarmalı"na kapılmasına neden oldu. Şöyle ki, kendilerini zaman içinde "milli irade" denen soyut kavramın yerine koymaya başlayan "mutlak Sağ iktidarlar", zaman içinde, kendilerini "millet"in yerine koyuyorlar. Bu da, sözkonusu siyasal iktidarlara dönük her tür siyasal karşı duruşun, "millete ve vatana ihanet"le suçlanması sonucunu doğuruyor. Ve artan siyasal gerilim, siyasete birşey kazandırmıyor. Sürekli siyasal krizler ve rejim bunalımları, ana siyasetin ve toplumun gündeminden düşmüyor.
Günümüzde, "sivil toplum"un ve "demokratik muhalefet"in kanallarının tıkalı olduğu süreçte, ilginçtir "muhafazakar demokrat" iktidarın muhalefeti, bir başka İslamcı yapıdan kendini ifade etmeye başladı. Üstelik altı çizilen zemin, bir siyasal parti değil, kendisini "sivil toplum" olarak tanımlayan, Gülen cemaati oldu. Klasik "tarikat" yapılanmasından çok daha geniş, elbette temeli "biat"a dayanan sözkonusu "hareket"in "sivil toplum" olması elbette büyük bir tartışma olsa da, siyasal iktidarın, liberal kesimle biten evliliği, Gülen hareketi için sonlanmadı. Küresel yüzeyde, gerek yurtdışındaki okulları, gerek akademik referanslarıyla kendini dile getiren "hareket", siyasal iktidarla en temel zıtlaşmasını 2010'da yaşadı. İsrail'le yaşanan "Mavi Marmara" krizinden sonra, Gülen, iktidarı eleştirirken, kendisine en yakın kalemlerden Zaman yazarı Hüseyin Gülerce, "Saddamlaşmamak" gerektiğini belirten, sert ifadeler kullandı.
Güncel tartışmalar içinde, Erdoğan'ın başbakan olarak katıldığı, 2004'teki MGK bildirisinde, "Nurculuk faaliyetleri"nin mercek altına alındığı kararı iddiası, "belge"siyle malum gazateci "taraf"ından yayınlanınca, tartışma büyüdü. Çelişkilerin daha yapısal olduğu ortaya konulmaya başlandı. Kavga, özellikle "dershaneler" cephesinden çok sert geçiyor. Kimi süreci Şubat 2012'de MİT müsteşarı hakkındaki "dava girişimi"ne bağlıyor.
Konunun temelinde şu var. AKP-Gülen cemaati arasındaki koalisyon, bir "post-modern" koalisyondu. Zira taraflardan birisi bir siyasal parti, diğeri de kendisini farklı ifadelerle tanımlayan İslamcı bir hareketti. Her ne kadar "İslamcılık" ortak bir payda olarak görülse de, iktidar, "karizmatik liderliğe" güvenerek, Gülen hareketinin bürokrasi ve yargıdaki gücünü tırpanlamaya başladı. MİT müsteşarı üzerinden yürüyen tartışmada, "son hedefin" başbakan olduğu söylendi. Gülen hareketi, küresel uyumunu sürdürürken, siyasal iktidarın "değerli yalnızlık" içine girmesi, aradaki temel zıtlıkları arttırdı.
Bozulan koalisyon, bir "post-modern" koalisyondur. İki türdeş yapının değil, farklı işlevlere sahip oluşumların birlikteliği, "güç savaşı"ndan dağılma noktasına gelmiştir. Demokratik seçeneksizliğin kronikleştiği çerçevede, muhalefet te ancak böyle bir zeminden çıkıyor. Bununla birlikte, hegemon yapının, ortak dili muhafazakarlıkta birleşen bir siyasal rekabetin, inşa edilen "yeni toplumsal" dokuyu parçalayacağı beklentisi boşunadır.
Demokratik muhalefet ortaya çıkmadıkça, cumhurbaşkanlığı rekabeti dahil, yaşanan tüm siyasal tartışmalar, mevcut siyasal iklimin yansımaları olarak kalacaktır. Üslup ne kadar ağır olursa olsun... 

23 Kasım 2013 Cumartesi

STRATEJİK ŞAŞKINLIK...

"Stratejik derinlik", "stratejik özerklik", "değerli yalnızlık" derken, siyasal iktidar, dış politika bağlamında "stratejik şaşkınlık"ta çakılıp kaldı.
Bu günlerdeki politik gelişmelere baktığınızda, gerçekten de insanın başının dönmemesi mümkün değil. Erdoğan'ın Rusya gezisinde, "bizi AB'den kurtarın, Şangay İşbirliği Örgütü'ne alın" demesi, aslında Türkiye'deki "Avrasyacılar" açısından da kafa karıştırıcı bir öneri oldu:) Gelgelelim, siyasal iktidarn sözkonusu niyeti, bu gezide spontan olarak gelişmedi, son yıllarda Türkiye'nin bu konuda çeşitli girişimleri vardı.
Peki, Çin'den "füze alımı" kararını nasıl değerlendirmeli? ABD ve NATO, ısrarla NATO sistemine uyumlu olmayacak bir füze sistemine karşı tepkiler ortaya koyuyor. Türkiye'nin yanıtı "maliyetler" üzerinde odaklanıyor. Çin'in füzeler için "ortak üretim" teklifleri de ayrı bir başlık. Halbuki Çin'le 20 Eylül-4 Ekim 2010'da Konya'da gerçekleşen hava tatbikatı, Kasım 2010'daki "ortak eğitim tatbikatları" anımsandığında, ilişkilerin belli bir derinliğe kavuştuğu gözlemlenebiliyor. Unutmayalım ki, Türkiye ABD ve Britanya'yla uyguladığı Anatolian Eagle tatbikatını Ekim 2010'da uluslararasından ulusala dönüştürmek zorunda kalmıştı. Zira Türkiye, Mayıs 2010'daki "Mavi Marmara krizi"nden sonra, Ekim 2010'da sözkonusu tatbikattan İsrail'i çıkarmış, ABD ve Britanya da durumu protesto ederek, tatbikattan çekilmişlerdi.
Peki Suriye'deki şaşkınlığa ne demeli? Mart 2011'den birkaç ay sonra, Esad'ın iktidardan düşeceğini hesaplayan siyasal iktidar, bir anda El Kaide destekli El Nusra'nın "tek destekleyicisi" konumuna sürüklendi. ÖSO'yla etkin işbirliği bile geride kaldı. Suriye'de Esad'ın müttefiki İran'la, sadece Suriye politikasında değil, Maliki çerçevesinde Irak politikasında da derin çelişkiler oluştu.
Ve en sonunda Mısır'da Türk Büyükelçisi "persona non grata" yani "istenmeyen kişi" ilan edildi. Askeri yönetimin devirdiği İhvan'ı destekleyen politikaları sonucu, Türkiye'nin Mısır'la ilişkileri neredeyse "0" noktasına yaklaştı. Halbuki "sözde Arap Baharı" eşliğinde, Mısır-Suriye hattında oluşacak "İhvan kuşağı", AKP ile bir "üçgen" oluşturacaktı. Esad'ın direnmesi, İhvancı Mursi'nin devrilmesi, hesapları alt üst etti. Üstelik Suriye'de oluşan "Kürt bölgesi", Barzani'nin denetimi dışında PKK'nın güdümündeki PYD öncülüğünde oluştu. PKK, Türkiye'de bulamadığı fırsatı, PYD eliyle, Rojava'daki teritoryal alanda buldu.
Bu hesaba göre, İsrail-Suriye-İran-Mısır, Türkiye açısından "problemli ülkeler" kategorisinde değerlendiriliyor. Mısır'daki cuntanın Suudi Arabistan ve Körfez ülkeleri tarafından sponsorluğu yapıldığı hatırlanırsa, bu ekseni de mi, karşıt cepheye yazacağız? Bu manzarada acaba Barzani mi "tek dost" kaldı?
ABD-NATO-AB çizgisiyle yaşanan yapısal krizler de eklendiğinde, kafalar gerçekten de çok karışıyor. "0 sorun"dan, "herkesle soruna" dönüşen dış politika, "stratejik derinlik"te kaybolmuş gözüküyor.
Türk dış politikasının iki temel ilkesi, "laiklik" ve "rasyonellik" unutulunca, genel bilanço ancak "stratejik şaşkınlık"la açıklanıyor.    

17 Kasım 2013 Pazar

YENİ SİYASET "RÜZGARLARI"...

Kendisine ve toplumuna sorumluluk duyan bir aydın, namuslu olmak zorundadır. Nasıl siyasal egemenler denklemindeki baskılardan çekinmiyorsa, mensubu olduğu siyasal tercihi de eleştirmekten çekinmemeli, gerçekleri her alanda söylemeye devam etmelidir. Atatürk'ün dediği gibi, "hakikatleri söylemekten korkmayınız..."
Neredeyse son bir yıldır estirilen "Sarıgül rüzgarı", önce CHP Genel Başkan Yardımcısı Adnan Keskin ve CHP İstanbul İl Başkanı Oğuz Kaan Salıcı'nın, Sarıgül'ü bizzat Şişli Belediyesi'ndeki makamını ziyaret etmesi ve üyelik başvurusunu almasıyla, sonra da PM'de üyeliğinin onaylanmasının ardından, Genel Başkan Kılıçdaroğlu'nun da hazır bulunduğu 9 Kasım 2013'te CHP Genel Merkezi önündeki törenle, üyeliğinin  ilan edilmesiyle, bir noktaya vardı.
Elbette "rüzgar", yerinde durmadı. CHP İstanbul Büyükşehir Belediye Meclis Grubu'na yapılan "sürpriz" katılımın akabinde, 17 Kasım'da CHP İstanbul İl Merkezi önündeki "açık hava toplantısı"yla "yeni siyaset tarzı"nın da ipuçlarını verdi.
Parti genel merkezinin "yöntemi" belirlemesinin ardından CHP'den İstanbul Büyükşehir Belediye Başkan aday adaylığına başvuracağını ilan eden Sarıgül, konuşmasında "yerel" değil, "genel" siyasi mesajlar vermeyi yeğledi. Bol dini referanslı ve Sağ seçmene selam gönderen üslubun yanısıra, iki konu dikkati çekti. Birincisi, Nusaybin'de örülen "duvarla" ilgiliydi. Bu konuda elbette Sarıgül'ün dedikleri doğruydu. Rojava'daki Kürt hareketine karşı, Türkiye'nin bir "duvar örmesi", 21.yüzyılda anlaşılacak gibi değil. İkinci mesaj ise, CHP örgütünün ve seçmeninin pek te alışık olmadığı bir çerçevede "Gülen hareketi"ne yapılan övgülerle ilgiliydi. Dersaneler konusunda siyasal iktidarı eleştiren Sarıgül, bu konuda ihtiyaç olduğu için, dersanelerin ortaya çıktığını söylerken, " Hizmet Hareketi'nin siyasi yollarla önünün kesilmemesi" çağrısında bulundu, Gülen'in 114 ülkedeki okullarında Atatürk ve İstiklal Marşı'nın olduğunu vurgulayarak, hem Gülen hareketine sempati gösterdi , hem de CHP klasik tabanının gazını almaya çalıştı.
Kürt siyaseti ve Gülen hareketini, AKP'nin Barzani'yle olgunlaştırdığı "muhafazakar post-modern koalisyona" karşı, yeni siyasal müttefikler olarak işaret eden Sarıgül, bir büyükşehir belediye başkan "aday adayı" olmaktan çok, genel başkanlık iddiasında olan bir siyasi olarak konuştu. Daha önce, kurmadığı TDH'nın genel sekreteri H. Aydın'ın "Türkiye Birleşik Devletleri" başlığındaki federasyon önerisini de unutmadan bir yerlere yazmak gerek.
Buradan, 2014'te kırılganlığı artacak siyasal iklimin mi parametrelerini tartacağız, yoksa CHP içi tartışmaların mı? Meseleye hala parti içi rekabet boyutundan bakanlar, adaylık beklentisiyle temkinli olanlar, yarınki tabloda ezberleri bozulmuş biçimde, "rüzgar"ın etkisiyle, oradan oraya savrulabilirler.
Demedi demeyin...

16 Kasım 2013 Cumartesi

POST-MODERN KOALİSYON...

Siyasal gündemde bazı tarih ve buluşmalar, özellikle öne çıkarılınca, ister istemez beklentiler de çoğalıyor. Erdoğan'ın 16 Kasım 2013 Diyarbakır ziyareti, bu bağlamda, ulusal medyada, çeşitli başlıklarla inceleniyor. İçinde yaşadığımız Gösteri Toplumu'nda (Bkz: Guy Debord, Society of the Spectacle, Zone Books, New York, 1994 ) siyaset deyim yerindeyse bir temaşa sanatıdır. Debord'un aynı adlı yapıtında belirttiği üzere, siyasetin kendisi, mutlaka popüler figürlerle desteklenmeli, siyasal etkinlikler birer gösteri (şov) havasında geçmelidir.
İşte bu bağlamda, Şivan Perver ve İbrahim Tatlıses'in "düet" yaptıkları "Diyarbakır çıkarması", belirttiğimiz siyaset tarzının tipik bir yansımasıdır.
Öte yandan Erdoğan'ın "Diyarbakır çıkarması"nın asıl "yıldızı", Irak Kürdistan Bölgesel Yönetimi Başkanı ve Irak Kürdistan Demokrat Partisi Genel Başkanı Mesud Barzani'dir. 2005 Irak anayasasına göre, resmi sıfatlara kavuşan Barzani, Kürtler açısından fiilen "devletleşen" ilk lider olarak algılanmaktadır.  
PKK terör örgütü lideri Öcalan'la "İmralı"da yapılan diyalog, PKK'nın "çekilme süreci"nin aksamaya başladığı momentumda, Barzani'nin Diyarbakır ziyareti gerçekleşmiştir. Peki bu çerçevede Barzani, PKK'ya karşı bir koz mudur, yoksa rakip midir? Dile getirdiğimiz soru, bir bakıma indirgemeci bir anlayışı ifade etmektedir. Zira Barzani, zaman zaman ters düştüğü PKK'yı, kendi kontrolündeki Kandil'de barındırmaktadır. Bununla birlikte, PKK ile, İran-Suriye hattında ters düşmektedir. Sözgelimi, Barzani, Suriye'nin Rojava bölgesiyle sınırlarını kapatmıştır. PKK'nın uzantısı kabul edilen PYD'nin Rojava'da ilan ettiği fiili yönetim, biçim olarak Irak Kürdistan Bölgesel Yönetimi'nin "yol haritası"nı andırmaktadır. Ancak Barzani, şimdiye kadar, Türkiye ile ilişkilerinde kimi zaman bir kart, kimi zaman bir unsur olarak ele aldığı PKK-PYD çizgisinin, kendine ait bir bölgeye kavuşmasından rahatsızdır. Kürtler arasındaki "devlet tekeli"ni elinde kaçırma riski, kendisini rahatsız etmektedir.
Türkiye'ye gelişinde, "toplu nikah" ile süslenen "şov algısı", beraberinde, farklı formülleri de akıllara getirmektedir. Barzani, Erdoğan'la Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi ve Diyarbakır Valiliği'ne gitmiştir. İlk ziyaret, bu geziden rahatsız olan PKK-BDP çizgisinin hem içini rahatlatmak, hem de yumuşatmak için bir anlam taşımaktadır. PKK'nın, 2011 Aralık'ta ABD'nin Irak'tan çekildiği süreçten beri, en önemli endişesi, Türkiye-Irak Kürdistan Bölgesel Yönetimi arasındaki bir anlaşmada, dışlanmak, tasfiye edilmek korkusudur.
Bu yüzden zaman zaman terörün yoğunluğunu 2010 ve 2011 yazlarında olduğu gibi arttırmıştır.
Erdoğan'ın Diyarbakır'a gitmeden, "çözüm sürecini taçlandıracağız" mesajı, BDP'li büyükşehir belediyesindeki temaslarla birlikte değerlendirilirse, hala "İmralı" ile "diyalog"un masa üstünde devam ettiği gözlemlenebilir.
1 Mart 2003 tezkeresi TBMM'de reddedildikten sonra, AKP'deki "fireler" hesaplanırken, Barzani'ye yakın 70 AKP milletvekilinin birlikte "hayır" oyu kullandığı spekülasyonları yapılmıştı. Bu elbette Türkiye için yeni bir durumdu. Bir başka ülkede, daha o zaman "bölge" statüsü de kazanmamış, hatta Irak açısından legalize olmamış Barzani'nin, TBMM'de "etkili bir gruba" sahip olduğu imajı rahatsızlık yaratmıştı. Sonra  bu konunun üzerinde çok fazla durulmadı.
Erdoğan, siyasal iktidarı boyunca, çeşitli "Kürt açılımları" gerçekleştirdi. Bugünküne benzer bir tablo, 2005 Ağustos'unda yaşanmış, Başbakan'ın "Diyarbakır çıkarması", bir "çözüm süreci"nin başlangıcı olarak lanse edilmişti. Daha sonra 2009 ilkbaharında, ABD'nin de desteklediği bir başka "açılım" denemesi gerçekleşti. Sonbahar'da "Habur"la gündemden kalktı.
2013'te kamuoyuyla paylaşılan, İmralı adasında PKK terör örgütü lideri Öcalan'la resmileşen diyaloğun ardından ilan edilen "çözüm süreci" ve "demokratikleşme paketi", 2013 sonbaharında, PKK sözcüleri tarafından anons edilen, "çekilmenin durması"yla tıkanıklığa kavuştu.
Kasım 2013'teki "Diyarbakır çıkarması"nda, 2003 tezkere oylamasında üzerinde durulmayan, "Barzani etkisi", şimdi meşru zeminde "Barzani'ye açılım"la mı ortaya konulacak? "Gülen hareketi", AKP ile "asimetrik koalisyon"dan dışlanırken, Barzani mi "asimetrik koalisyon"a dahil olacak? PKK-BDP çizgisi, siyasal ktidar ile Barzani'nin "adı konmamış koalisyonu"na karşı, yerel seçimlerde nasıl bir tavır alacak?
Barzani, ABD-Türkiye ile süren müttefikliğini, PKK'nın, PYD ve PJAK uzantılarına karşı koz olarak mı kullanacak?
Siyasal iktidarın "Barzani açılımı"nın en kritik avantajlarından biri, muhafazakar Sünni bir tabana, İslamcı bir söyleme sahip olarak, Barzani etkisini, muhafazakar kitlelerde hissettirmesidir. Böylece "muhafazakar post-modern koalisyon", mesela AKP içindeki MHP kökenlilerin de rahatsız olmayacağı bir formülle ele alınmakta, yaklaşan 3 seçim garanti altına alınmaya çalışılmaktadır.
BDP'nin "yumuşatılması" ise, seçim öncesi "terörün hortlaması"nın önlenmesi ile bağlantılıdır. "Çözüm" ve "paketler" bir başka "bahar"a saklanmakta, Barzani ile petrol anlaşmaları da, "muhafazakar post modern koalisyon" için verimli bir yüzeyi teşkil etmektedir. ABD memnundur, İran ise beklemektedir.
Irak'la "normalleşen ilişkiler" ise, "Barzani açılımı"nı rahatlatmakta, Maliki'nin Batı açısından tamamen kaybedilmesi engellenmektedir.
Sonuç olarak, bölgede oluşan "post-modern" koalisyon, başka ittifaklar ya da siyasal işbirliklerini, federasyon tartışmalarını, küresel ve bölgesel yeni ortakları içine alma potansiyeline sahiptir. Zaman içinde etkileri daha net biçimde görülecektir.

14 Kasım 2013 Perşembe

"AÇILIM FOREVER"...

Ortadoğu'da Soğuk Savaş sonrası değişimler, bir bakıma "devletsiz bir Ortadoğu" tartışmalarını beraberinde getirmişti. ABD'nin 1991 ve 2003 müdahaleleri sonrası, Irak'ta 2005 anayasasına göre oluşan bölgelerin, yasama-yürütme-yargı erklerine sahip olması, merkezi yönetimin gevşek tutulması, aynı ülke içinde birden fazla "silahlı kuvvetin" olması, "bölünme sonrası" mal ayrımı hesapları, petrol paylaşımı senaryoları gündemde epey yer kapladı.
Suriye'de 2011'den beri süren "sözde Bahar" kapsamında da, farklı örgüt ve kimlikler, ülke içinde mevzi sağlamaya, belli yönetim modelleri oluşturmaya başladılar.
Gerek Irak'ta, gerekse de Suriye'de, var olan çözülme süreçleri içinde, belki de tek derli toplu yapılanma örnekleri, Kürt bölgelerinde verilmeye başlandı. 1980-1988 arasındaki İran-Irak savaşında, fiilen otonomilerini kazanan Irak Kürtleri, 1991'deki 1. Körfez Savaşı'ndan sonra, parlamentolarını kurdular, ulusal para birimlerini oluşturdular, kendi gümrüklerini ve nihayetinde Peşmerge birliklerini, yani düzenli ordularını kurdular. 1. Körfez Savaşı sonrası, Türkiye'nin "yoğun mülteci göçüne" karşı talep ettiği önlemler, BM Güvenlik Konseyi tarafından, 36. paralelin üstünü Irak merkezi kuvvetleri için "uçuşa yasak bölge" haline getirirken, güvenliğinin de Türkiye'nin İncirlik üssünde konuşlanan uluslararası "Çekiç Güç" tarafından gerçekleştirilmesi sağlandı. 2003'teki 2. Körfez Savaşı sonrasında ise, 2005 Irak Anayasası'nda "adı konulan" tek bölgesel yönetim, Kürdistan Bölgesel Yönetimi oldu. Bugün Irak Cumhurbaşkanı olan Celal Talabani'nin Kürdistan Yurtseverler Birliği ile Kürdistan Bölgesel Yönetimi Başkanı olan Mesud Barzani'nin, Kürdistan Demokratik Partisi'nin 1990'lardaki "iç savaşı", Türkiye-ABD hattınca engellenmiş, uzlaşma sağlanmıştı. Barzani, Talabani'ye karşı fiilen üstünlük sağlamış durumdadır. Ancak bu bağlamda Barzani-Talabani rekabeti değil, işbirliği ortaya konulmaktadır.
Barzani açısından, Irak dışında, içinde ülkemizin de bulunduğu diğer üç ülkedeki Kürtler (Suriye ve İran), bir prestij noktası olarak durmaktadır. Bir bakıma Barzani, "petrolünü" diğer Kürtler'le paylaşmazken, kendi bölgesi dışındaki Kürtler'in "hamisi rolünü" oynamaya çalışmaktadır. İlginç bir çerçevede, karşısına rakip olarak PKK terör örgütü çıkmaktadır. PKK, 2011 Aralık tarihini bir "milat" olarak görüyordu. Zira, ABD bu tarihte Irak'tan tamamen çekilince, örgütün bu coğrafyadaki varlığı ne olacaktı? 2007 Kasım'ında, Bush-Erdoğan arasında gerçekleşen Beyaz Saray zirvesi sonrası, Türkiye- Kürdistan Bölgesel Yönetimi arasındaki ilişkiler normalleşmeye, Ankara Bağdat'ın yanısıra, Erbil'le de diplomatik-siyasi ilişkilerini yoğunlaştırmaya başlamıştı. PKK terörü, 2010 ve 2011 yazlarında o yüzden, saldırılarını yoğunlaştırmış, "çekilme öncesi" varlığını "terör" kozuyla anımsatma yolunu seçmişti.
2012'den itibaren, rakibi Barzani'nin kontrolündeki Kandil'den, siyasi içerikli mesajlarını arttıran PKK, Türkiye'de BDP-DTK-İmralı zemininde, siyasallaşmış bir "çözüm süreci" çerçevesini ortaya koymaya başladı. 2013'te  resmileşen "İmralı ile diyalog" başlığı altında, PKK terör örgütünün başı Öcalan'ın kendisi dışında bu "üç merkeze", (BDP-DTK-Kandil)e nüfuz ederek, bir "çekilme takvimi" belirlenmeye, bununla bağlantılı "yeni bir anayasa" önerisi olgunlaştırılmaya çalışıldı.
Terör örgütünün "demokratik konfederalizm", "etnik özerklik" başlığı altındaki önerileri, "çok uluslu anayasa", "ana dilde eğitim", "federatif çözüm" başlıklarına dönüştü.
PKK'nın "üç merkezli" siyasal zeminine, son dönemde, Batı'dan oy alma, "yeni ana muhalefet dizayn" etme başlığında, HDK-HDP yapılanmasının da eklenmesi sözkonusu oldu.
Siyasal iktidarın, seçimler öncesi, "silahların susması", sonra da "çaresine bakarız" eğilimi, artık PKK tarafından "yoğun dikkatle" geri çevriliyor. Örgüt temsilcilerinin "çekilmeyi durdurma" söylemleri, perde arkasındaki pazarlıkta dikkat çeken konular.
Ne var ki artık PKK, Türkiye'de değilse de, Suriye'de bir "teritoryal yönetim alanı" kazanmış durumda. En önemli müttefiklerinden PYD, Rojava olarak adlandırılan, Suriye'nin kuzeydoğusunda kendi meclisini kurdu. Şimdi de hükümet hazırlıkları var. Rojava'daki yapılanmadan en çok rahatsız olanların başında ise, Barzani geliyor.
Tam da böylesine bir tarihsel dönüm noktasında, Başbakan'ın Diyarbakır gezisine, Barzani'nin de katılacağı açıklandı. PKK-PYD hattına karşılık, Türkiye-Barzani arasında bir "muhafazakar blok" oluşturma gayreti gündeme gelir mi, bu Mart 2014 yerel seçimlerine yansır mı?
Barzani ve bölgesinin, ABD tarafından ne kadar "kollandığı" bir kez daha anımsanırsa, şöyle bir tablo ortaya çıkabilir. Mesud Barzani, Kürdistan Bölgesel Yönetimi dışındaki Kürt yapılanmalarında, PKK'nın "çok merkezli" tablolarına karşı, kendisini bir "siyasal çekim merkezi" olarak lanse ederek, ABD-Türkiye yüzeyindeki ittifaklarını, "hamilik pozisyonuyla" güçlendirebilir. Bu da kendisine daha fazla nüfuz sağlar. Türkiye'ye yansıması ise, iktidar partisinin, "Güneydoğu oylarını" garanti alması ve Cumhurbaşkanlığı seçimleri ile milletvekili seçimlerini kazanması formülüyle gündeme gelebilir.
Siyasette "2+2" her zaman dört etmiyor. Başbakan'ın "açılımı taçlandıracağız" dediği, "Barzani'li Diyarbakır" gezisi, bu sefer Barzani'ye "açılım" olarak gündeme gelirse, Öcalan'ın "açılım" beklentisi boşa çıkabilir. Zaten son haberler. Öcalan'ın "4 aylık bir opsiyonu" siyasal iktidara vermesi çerçevesinde dile getiriliyor. Bu da yerel seçimlere denk geliyor.
Böylece her seçim öncesi, ya da seçim aralıklarında "açılım" konusu kamuoyunu meşgul edecek. Bu da "açılım forever" demektir...  

3 Kasım 2013 Pazar

3 KASIM GÜNLÜĞÜ...

3 Kasım 2013, takvimlere dikkatle kaydedilmesi gereken bir tarih oldu. Öncelikle, diğer "toplu görülen davalar"a benzer bir biçimde gündeme gelen, 3 Temmuz 2011'le ifade edilen "şike davası"nın, Fenerbahçe Olağanüstü Kongresi'nde "hesaplaşması" yaşandı.
Dönemin Futbol Federasyonu Başkanı M.Ali Aydınlar, 3 Temmuz'da "19 maçta şike varmış" derken, başkanlığa aday olduğu Fenerbahçe Kongresi'nde "şike yok" dedi. Ancak Aziz Yıldırım, 7 bine yaklaşan oylarıyla, Aydınlar 2 bini biraz aşan oylarla bir hayli geride kaldı. Ve "Fenerbahçe'yi ele geçirmeye" çalışan "sistemli çaba" kaybetti. Bu önemli bir derstir. ÖYM'ler aracılığıyla yürütülen "operasyonel davalar" kamuoyu vicdanında bundan sonra artık zor yer bulacaktır.
3 Kasım 2013'te gündemin yoğunluğu içinde, belki de beklediği ilgiyi çok göremeyen bir başka "oylama" yaşandı. CHP Parti Meclisi, Şişli Belediye Başkanı Mustafa Sarıgül'ün, 2005'teki "ihraç" kararını, isteği üzerine kaldırdı ve CHP'ye üyeliğini kabul etti. Böylece, ısrarla son bir yıldan beri kamuoyu gündeminde, merkez medya aracılığıyla dillendirilen "Sarıgül-CHP" birlikteliği gerçekleşti. Burada ilginç olan, Sarıgül'ün CHP'ye yönelik "yol haritası"nda, bir kişinin partiye üye olmasından ziyade, bir "siyasi hareket"in CHP'ye katılması söz konusu oldu. Kastedilen hareket, Türkiye Değişim Hareketi (TDH)dır. Gerçi Sarıgül gelmeden, arkadaşları partide görev aldı; 2011 genel seçimlerinde, CHP meclis grubunda kendi hareketinde kurmaylık yapan  bir emekli büyükelçi aynı zamanda MYK'da "genel başkan yardımcısı" olarak yer alırken, gençlik kollarından gelen, ANAP kökenli bir muhafazakar siyasi de "CHP'li değilim" diyerek, CHP milletvekili oldu.
Kitle iletişim araçlarında dillendirilen "kehanet"te, bir sonraki aşama, Sarıgül'ün CHP'den İstanbul Büyükşehir Belediye Başkan adaylığıdır. Zaten "kurgu" da bunun üzerine yapılandırılmıştır. Peki daha sonraki aşama nedir? Medyada aslında "iki sonraki aşama" da yorumlanmaktadır. Ancak henüz geçilecek "ara aşamalar" vardır. Sarıgül için "iki aşama sonrası" kehaneti, 2004 boyunca Anadolu'daki mitingleriyle gündeme gelmiş, 2005 Ocak'ındaki CHP Olağanüstü Kurultayı'nda Baykal-Sarıgül rekabeti olarak somutlaşmıştır. 2005'te "hedefine ulaşamayan kehanet", 2014 sonrası ele alınacak mıdır? Merakla beklenen İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı kazanılıp, sonra "başbakanlık" hedefine mi "sihirli bir elle" uzanılacaktır?
"Türkiye Birleşik Devletleri" başlığında belirtilen "federalizm", inançlara saygılı laiklik başlığında Ecevit'ten apartılan, dini cemaatlerle yoğrulan "muhafazakar ton", Erdal İnönü ve Turgut Özal'ı birlikte "harmanlayan", "ANAP'ın dört eğilimi" taktikleri, artık kamuoyunun "teşhir direğinde" yer alacaktır.
Kimse kimsenin ağzını zorla kapatıp, "parti disiplini"dir diyerek, aydınlanmacı şair Tevfik Fikret'in dediği, büyük önder Atatürk'ün ustalıkla yorumladığı üzere, "fikri hür, irfanı hür, vicdanı hür" yorumları susturmaya kalkmasın.
Daha söylenecek çok şey var.
Tesadüfe bakın ki, 3 Kasım, aynı zamanda, Adalet ve Kalkınma Partisi'nin iktidara gelişinin 11. yıldönümü...

30 Ekim 2013 Çarşamba

HDK ÜZERİNE...

Gündemin bu kadar yoğun olduğu süreçte, bir türlü HDK konusuna değinme fırsatım olmadı. Türkiye dinamik bir ülke. Doğal olarak, farklı konjonktürel dönemlerde, değişik zeminlerde siyasal partiler ortaya çıkabiliyor. HDK, Türkiye'nin modern siyasal yaşamında, belki de ilk kez denenen bir yöntemle gündeme geliyor.
İlk bakışta HDK, BDP'de temsil edilen PKK çizgisinin, Batı kentlerinde, daha geniş bir Sol tabana seslenmek, oy tabanını genişletmek gibi bir stratejisinin uzantısı olarak görülebilir. Kısmen doğru olmakla birlikte, eksik bir analizin varlığı göze batmaktadır.
Dikkat edilecek olursa, HDK kendince bir siyasal örgüt şemasına sahipse de, HDK'ya katkı verecek siyasal unsurlar, BDP başta olmak üzere, tüzel kişiliklerini fesh etmeyeceklerdir. Türkiye'deki sosyalist hareketin ksıa geçmişine bakıldığında, bu kadar fraksiyonel yapının aynı harmanda, birbiri içinde eritilmesi zaten gerçekçi görünmemektedir. Kısaca kurulan yapı, bir "şemsiye partisi" olarak tasarlanmıştır.
Bununla birlikte, HDK'nın HDP'ye dönüşmesi bağlamında, 26 Ekim 2013 tarihli kurultayda, malum bir kez daha ilan olunmuş, kurultayda PKK terör örgütünün başı Öcalan'ın mesajı okunmuştur. Bir bakıma "PKK vesayetinde bir şemsiye parti" ülkenin gündemine gelmiştir.
Sosyalist unsurların, Türkiye içinde kitleselleşemediği bir tarihsel realite, deyim yerindeyse "PKK gölgesinde bir temsil" sonucuyla siyaset sahnesine çıkmaktadır. Türkiye'de legal sosyalist hareketin, TİP çatısı altında, 1965 genel seçimlerinde aldığı %3 oy oranı, kendi rekoru olarak, siyasi arşivdeki yerini korumaktadır. Daha sonra sözkonusu oy oranının yanına bile yaklaşılamamıştır.
Günümüzde, PKK'yı bir "kaldıraç" olarak tasarlayanlar, etkili çevrelerin tercih ettiği bir "ana muhalefet" olmaya mı soyunmaktadır? Bir TV programında, yeni yapının unsurlarından olacağı anlaşılan, ÖDP eski genel başkanı Ufuk Uras'ın deyimiyle, HDP'nin farkı, "Kemalist devrimci OLMAMAK" çerçevesinde mi tanımlanacaktır? Siyaset mühendislik kaldırmaz. Buradaki hedefin CHP olduğu apaçık bellidir.
Nihayet "Kemalist olmayan Sol", birilerinin özlemiyle, PKK himayesinde, kitle partisi olma hedefine mi ulaşacaktır?
Sözkonusu girişimin, ülke ve dünya gerçekleriyle uyuşmadığı, "CHP dışı Sol" hasreti çekenler için "bir can simidi" olarak kamuoyuna sunulduğu aşikardır.
Ana muhalefetin kendisini diledikleri gibi dizayn edemeyenler, "yeni ana muhalefet" yaratma heyecanıyla, "olmayana ergi" yöntemlerini denemekte ısrarlılar.
Ne diyelim? Bekleyip göreceğiz...
         

29 Ekim 2013 Salı

CUMHURİYET'İ ANLAMAK...

Cumhuriyet'in 90. yıldönümünü kutladığımız bu günde, tüm yurttaşlarımıza hep birlikte nice bayramlar dilerim.
Peki 90. yılında Cumhuriyet'i gerçekten anlayabildik mi? Cumhuriyet tarihiyle ilgili sayısız kitaplar, makaleler, araştırmalar yayınlandı. Tekrar kronolojik bir değerlendirme yapmayacağım.
Hiç düşündük mü? Şimdilerde pek fazla üzerinde durulmayan "devrim tarihi" derslerinin adı, neyi ifade ediyor. Elbette Devrim'i.
Cumhuriyet'in kendisi bir devrimdir, isyandır, meydan okumadır, gür bir haykırıştır. Kimileri Cumhuriyet'i bir "oldu-bitti" olarak değerlendirirken, tarihin akışı ile pek fazla ilgilenmiyorlar. Bir bakıma "oldu-bitti" algısı ortadayken, 19. yüzyılın başından itibaren, Osmanlı'daki kurumsal ve siyasal modernleşmenin, kesintisiz olarak devamı ve Atatürk'ün önderliğindeki Ulusal Kurtuluş Savaşı sonrası, yine devrimci bir atılımla yaşama geçmesi, bu çerçevede bir siyasal-toplumsal birikimi ortaya koymaktadır.
Günümüzde Cumhuriyet sonrası arayış içine girenler, bir asırlık bir zaman dilimi sonrası acaba anciént regime olarak neyi esas almaktadırlar? 1922 Kasım'ında biten Dolmabahçe iktidarını mı, 1918 öncesi İttihat Terakki iktidarını mı, 1909 öncesi Abdülhamit iktidarını mı?
İlber Ortaylı'nın "İmparatorluğun En Uzun Yüzyılı" kitabını okuyanlar, 19. yüzyılın Osmanlı için tamamen kurumsal ve ardından toplumsal modernleşme hamleleriyle geçtiğini görürler. Dolaysıyla Abdülhamit dahil, Osmanlı sultanları, modernleşme sürecinin dışına çıkmamış ya da çıkamamışlardır.
O zaman günümüzdeki atıflarda, dönemine göre modernleşmede en az bir asır yer almış bir Osmanlı esas alınmaktadır.
Cumhuriyet, süregelen modernizmde, keskin bir dönüşümü, ikircikli modernleşmenin tasfiyesini ortaya koymaktadır. İmparatorluktan ulus-devlete geçiş, Osmanlı'daki evrim sürecinin, Atatürk'ün devrimci vizyonuyla tamamlanması, yeni bir başlangıca sıçramasını ortaya koymaktadır.
"Ulus-devlet sonrası" arayışını dile getirenler, Osmanlı'ya dönüşün restorasyonunu mu, yoksa post-modern bir belirsizliği mi belirtmektedirler? Globaliter bir devlet arayışı, yerel-küresel bağlamda mı ele alınacaktır, özerk yapıların üst kimliksiz bir araya gelmeleriyle nasıl bir hakikat rejimi tasarlanacaktır? İslamcı yapı özlemi, Aleviler'i ve Hanefilik dışındaki Sünni diğer kolları Kürtlük zemininde dışlayacak mıdır?
Kutuplaşmanın bu kadar arttığı bir toplumsal yapıda, "yarın kaygısı" hiç olmadığı kadar yoğunlaşmıştır.
Cumhuriyet'in tarihin akışı içindeki temelleri, yapısal boyutu kavranmadıkça, şaşkınlıklar sürecektir. Bunun için öncelikle Atatürk'ü anlamak gerekmektedir...
    

10 Ekim 2013 Perşembe

ORTADOĞU REJİMİ OLMAK?

Batı medyasında siyasal iktidar hakkında giderek dozu artan sertlikteki haber ve analizler, "objektif koşullar"ın kırıldığı, Türkiye'de siyasal bir iklim değişikliğinin gündeme geleceği olasılığını zihinlere getiriyor. Gelgelelim yapılan kamuoyu araştırmalarında, iktidar partisinin halen açık ara önde olması, objektif-sübjektif koşulların çelişmesi ve analizlerin "dilek ve temenniyle karışık" bir çerçevede ortaya konulmasını yoğunlaştırıyor.
Wall Street Journal (WSJ)'de Türkiye hakkında yapılan çözümleme, tüm bu değerlendirmelerin dışında, ülkemizin giderek "tipik bir Ortadoğu rejimi" haline dönüştüğünü gösteriyor. Gazete, Türkiye'nin "istihbarat şefi" olarak adlandırdığı MİT müsteşarı Hakan Fidan hakkında derin bir analiz yaparken, kendisinin Türk dış politikasında ne kadar etkin olduğunu ifade ediyor.
Güçlü istihbarat, etkin diplomasi elbette her ülke için önem arzediyor. Ne var ki Fidan'ın özellikle Suriye konusunda son zamanlarda Batı'yla çelişen bir politika yürüttüğü iddiası, ayrı bir değer taşıyor. Ortadoğu'nun otoriter rejimlerinde, istihbarat yapılanmalarının diplomaside ve iç politikadaki etkinlikleri, güdümlü bir medya, dikkat çeken bir hariciye, farklı anlaşılmaları da hafızalara kazıyor.
Türkiye'de siyasal iktidar çevrelerinin, sözgelimi ABD-Rusya arasındaki anlaşmayla ve bu anlaşmanın BM Güvenlik Konseyi kararı haline gelmesiyle ete kemiğe bürünen, Suriye'deki kimyasal silahların tasfiyesi konusunda, ne tür bir değişik yaklaşımı olabilir? Davutoğlu'nun kendi kitabının ismi olan "stratejik derinlik" anlayışı, bir büyük gücün yardımıyla, Ortadoğu başta olmak üzere, Türkiye'nin "yakın çevresinde" bir periferi kurma arayışını dile getirirken, "stratejik özerklik" ya da "değerli yalnızlık" adı altında,  ABD'ye ve diğer küresel-bölgesel güçlere karşın bir "özgün" uygulamalar zinciri mi tartışılıyor? İşin ilginci, bu "yalnız" ve "özerk" siyasada, Türk istihbaratının kendi çalışma tercihlerinin belirleyici olduğu savlanıyor.
İstihbarat merkezli bir dış politika, Ortadoğu'nun arkaik rejimlerinden kalan bir miras. Çin'den alınması düşünülen füze sistemi, NATO sistemine uyumsuzluk, İran'la delinen ambargo iddiaları ve fiktif altın ihracatı suçlamaları, Suriye'de ABD-Rusya'ya rağmen, halen müdahil olma arayışı, El Nusra'yla sürekli gündeme getirilen işbirliği, Mısır'da İhvan sonrası, askeri darbeden duyulan memnuniyetsizlikle ABD'ye eleştirel dil kullanma, İsrail'le Mavi Marmara sonrası "özür"den sonra, tazminat ve abluka taleplerinin masada olması, AB giriş sürecinin artık gündem maddesi olmaması ve benzer başlıklar, bir yeniden değerlendirmeyi gerektiriyor. Bu bağlamda bir Ortadoğu rejimi değil, Ortadoğu'ya demokrasinin ve modern ekonominin modeli olmak gerekiyor. Bir NATO üyesi, bir ABD müttefiki, bir AB giriş sürecinde ülke ve bir Avrupa Konseyi üyesi olarak, yürürlükten kalkan "ılımlı modelleri" bir yana bırakarak elbette...   

3 Ekim 2013 Perşembe

SURİYE TEZKERESİ...

3 Ekim 2013 tarihini bir yere iyi kaydetmek gerekiyor. Zira Cumhuriyet tarihimizde, sınır ötesi askeri hareketliliğe izin veren bir tezkere, ilk kez "topraklarımızı koruma" konsepti dışında gündeme geldi ve de kabul edildi. Bu bağlamda uluslararası hukuk zemininde "meşru müdafaa"yı kastediyoruz.
Siyasal iktidarın tezkerede iki maddeyi öne çıkarmasını vurgulamak gerekmektedir. Bunlardan birincisi Suriye'deki "kimyasal silah kullanımı", diğeri de Suriye'den Türkiye'ye gelecek mülteci sayısının "kontrol edilemez" bir boyuta gelmesi olarak gösteriliyor. Bu meyanda milyonlarca mülteciden söz ediliyor.
Suriye'de kimyasal silah kullanımını hangi çerçevede ele alacaksınız? Söz konusu aksiyon, Suriye'deki hükümet kuvvetlerinden geldiğinde Türkiye "müdahale etme" konusunda "durumdan vazife çıkaracak"ken, eğer muhalifler kimyasal silah kullanırsa, "bizim çocuklar" kapsamında görmezden mi gelinecekler? Kimyasal silah kullanımı kimden gelirse gelsin, elbette kabul edilemez. Ne var ki Türkiye, kendince bir "bölge jandarması" olarak mı hareket edecektir? ABD ve Rusya'nın uzlaşarak, Suriye'nin kimyasal silahdan arındırılması kararını BM Güvenlik Konseyi'ne aldırttığı bu günlerde, "değerli yalnızlık", "stratejik özerklik", ya da adına ne derseniz deyin, bir bakıma "kendi başına buyruk" bir tavırla, Türkiye "savaş arayan" bir ülke konumuna mı gelecektir?
Kimyasal silah konusunda kendini bağlayan diğer ülke İsrail'dir. İsrail açısından kimyasal silahtaki "kırmızı çizgi", Suriye'de kullanılması değil, bu silahların İran ve Esad'ın müttefiki Hizbullah'ın eline geçmesi olasılığıdır. Esad'ın ülke içinde güç duruma düşmesi durumunda, elindeki kimyasal silah stoğunu Hizbullah'a transfer etmesi ihtimalinde, İsrail "güç kullanacağı"nı ilan etmiştir. Türkiye ve İsrail gibi bölgedeki "iki ABD müttefiki", kimyasal silah konusunda "paralel" bir tutum izlemektedirler.
Mülteci sayısında "baraj" ne olacaktır? Birinci Körfez Savaşı sonucunda, Irak'tan 500 bin civarında Kürt mülteci Türkiye sınırına dayanınca, Türkiye BM Güvenlik Konseyi'ne başvurmuş, BM Güvenlik Konseyi, 36. paralelin üstünü "uçuşa yasak bölge" haline getirmiş, güvenliğini de İncirlik üssünde konuşlanacak uluslararası askeri güce yani Çekiç Güç'e bırakmıştı. Benzer yasak daha sonra 32. paralelin altına genişletildi. "Uçuşa yasak bölge" sayesinde, günümüzde bölünmeye hazırlanan sözde federal bir Irak var. Ve Kürt realitesi, belki de "3 Ekim tezkeresi" ile Suriye ayağını da ete kemiğe büründürecek.
Siyasal iktidar, onaylanan tezkere ile mülteci sayısındaki artışa koşut olarak, ileride yeni bir "uçuşa yasak bölge"yi, Suriye için de mi düşünüyor? Stratejik orta boy ülke olan Türkiye, Ortadoğu'da "stratejik özerklik" başlığında "kural koymaya" mı çalışmaktadır? El Kaide uzantısı El Nusra ile komşu olan Türkiye, ABD-Rusya zemininde El Kaide'ye karşı "ortak tutumlar" karşısında, ne yapacaktır? El Nusra'ya yapılan siyasal yatırım, daha da artan şiddet sarmalı ile Türkiye'yi de hedef mi alacaktır. Tıpkı 15-20 Kasım 2003'te olduğu gibi???
Ne yazık ki, TBMM'de alınan "tezkere kararı", ülkemizi risklerle dolu bir sürece sürüklerken, MHP'nin fazla zaman kaybetmeden AKP ile birleşme "fırsatı"nı değerlendirmesi gerekir. Yoksa "yalandan muhalefet"i kimse artık kaale almıyor...  
  

30 Eylül 2013 Pazartesi

DEMOKRATİKLEŞ(ME) PAKETİ...

Siyaset yaşamında, hakkında en çok konuşulan, hakkında olumlu değer atfedilen, ne var ki bir türlü "ortak tanımlarda" buluşulamayan kavram herhalde DEMOKRASİ'dir.
İlkokuldan beri hafızalarımıza kazınan tanım, "halkın kendi kendini yönetmesi" idi. Sözkonusu tanım, insana bir hayli garip geliyordu. Zira "kendi kendine" denildiğinde, bir gariplik, anlaşılmazlık, muğlaklık, adına ne derseniz deyin, bir "görünmez duvar" zihinlerde oluşuyordu. "30 Eylül paketi"yle gündeme gelen "Andımız"ın kaldırılmasıyla "demokratikleşmiş" mi oluyorduk, Türklük bir ulusal tanım olmaktan çıkıp, "etnik" bir unsura mı dönüşüyordu? Rivayet muhtelif. Ancak kuşkusuz, Gramsci'nin nitelendirdiği zeminde, hegemonya, "kendi tarihi"ni, "kendi kültürü"nü, "kendi değerleri"ni yerleştirirken, kendi "kimliğini" de endoktrine ediyordu.
O zaman tartışalım. Yeni kimlik nedir? Açıklanan maddelerin yüzeyinde gerçekten yeni bir "Kürt açılımı" mı vardır? Elbette hayır. Aslında ifade olunan kimlik Müslümanlık çerçevesinde ete kemiğe bürünüyorsa da, sıkıntı şuradadır. Hangi Müslümanlık? Sünni-Hanefi bağlamında bir Müslümanlıksa, diğer Sünni mezhepler ne olacak? Alevilik, "ben de Aleviyim" diyerek, bir folklorik öğe konumuna mı indirgenecek? Müslüman olmayan unsurlar, uluslararası kamuoyunun dikkati çerçevesinde, birtakım gaspedilen haklarına kavuşurken, bu arada daha mı ötekileştirilecek? Bir düşünmek lazım.
Sözkonusu pakette "kamuda türban" başlığı dikkat çekerken, hala "azınlık vakıfları"ndaki  iyileştirmenin yapısal anlamda tamamlanmaması, Heybeliada Ruhban Okulu'nun açılması  konusunun ertelenmesi, Aleviler'in taleplerinin "bir başka pakete" bırakılması, "dağ fare doğurdu" izlenimini bırakabilir.
Dinsel ve mezhepsel kimliklerin, başat bir Sünni-Hanefi kimliğinin baskın olduğu ortamda , "tahammül" edilen, "lutfen" var olabildikleri bağlamda, soru dönüp dolaşıp, "hangi kimlik" başlığına takılıyor.
Demokratik yaşamı, soyut değerler bakışında, sadece "sandık"a indirgeyen, demokratik yaşamın, yerellik ve yönetişim zeminini yadsıyan bir "zihni gelenekten" ne beklenebilir?
Bir başka değerlendirmede, yurttaşların eşit unsur olarak, alt kimlikleri inkar edilmeden, laik bir hukuk etrafında bir araya gelmeleri, ulusun da bu temelde tarif edildiği parantezden çıkıldığında, etnik-mezhepsel-dinsel federasyon beklentileri boşunadır. Başat dinsel-mezhepsel kimliğin asıl, diğerlerinin "öteki" ve "azınlık" olduğu, otoriter ve muhafazakar bir kış beklemektedir herkesi...
  

20 Eylül 2013 Cuma

"DEVLETSİZ ORTADOĞU"...

Yaklaşık 2.5 yıldan beri, Suriye hakkında yoğun değerlendirmeler yapmak durumunda kaldık. Bir müddet daha, malum konunun tekrar tekrar ele alınacağı gözüküyor.
O kadar çok şey yazılıp çizildi ki Suriye hakkında, her bir yazı ister istemez, yinelenen birtakım enformasyon ya da analizlerle dolu oluyor.
Ancak en çok baş ağrıtan konu, Suriye'nin yaşanan süreçte "bir özne" olmadığının bir türlü anlaşılamaması, verili zemindeki ideolojiler, bölgesel ve küresel çıkarlar, rekabetler bağlamında, kafa karışıklıklarının artmasıdır.
Suriye'de yaşanan süreçte, her nedense Mart 2011 milat alınıyor. Nedeni ise, "sözde Arap Baharı"nın bu ülkeye önce gösterilerle, sonra da silahlı mücadele ve sonunda "iç savaş"la yansımasıdır. Günümüzde, her ne kadar Esad yönetimi, göreli olarak toparlanmış gözüküyorsa da, arkada 100 bin Suriyeli'nin can kaybı, ülkemizin de dahil olduğu komşulara sığınan milyonlarca mülteci, üstelik farklı militan grupların kurdukları yeni siyasal bölge yönetimleri, kronik ve derinleşmiş bir "belirsizliği" ifade etmektedir.
Aslında bir milat kaydedilecekse, bölge açısından Ağustos 1990 olarak işaret edilmelidir. Saddam'ın Irak'ı Kuveyt macerasına attığı zamandan beri, Ortadoğu'da yeni bir biçimlenme yaşanmaktadır. 1991 ve 2003'teki Körfez Savaşları'yla, Irak'ta adım adım "yeni bir harita" ortaya konmuştur. O zaman da, Suriye'den gelen mülteciler gibi, Türkiye içlerinde 500 bin civarında Iraklı mülteci vardı. 1. Körfez Savaşı sonrası Saddam'ın "ikinci Halepçe" saldırısından çekinen Kürt mülteciler, Türkiye'ye sığınmıştı. Türkiye'nin BM Güvenlik Konseyi'ne başvurusu üzerine, 36. paralelin üstü, Irak merkezi yönetimine yasaklandı. "Uçuşa yasak bölge"nin güvenliği de, Türkiye'de konuşlanacak uluslararası askeri görev birliği Provide Comfort'a (Çekiç Güç)e bırakıldı. Aynı yasak daha sonra, 32. paralelin altına genişletildi. 1991-2003 arasında "uçuşa yasak bölge"de parlamentosu, para birimi, sınır gücü ve peşmerge ordusuyla fiilen oluşan Kürdistan bölgesi, 2005 Irak Anayasası ile Kürdistan Bölgesel Yönetimi adını alıp, anayasal statüye kavuştu. Peki Sünni ve Şii Araplar ne oldu? Şii Araplar ise anayasada "nitelikli çoğunluk" gerektiren bir "hükümet kurma" zorunluğu karşısında, Sünni Kürtler'le "hükümet kurmak" durumunda kaldı. Osmanlı dönemi, İngiliz mandası, krallık ve Cumhuriyet dönemlerinde azınlıkta olmasına karşın, siyasal eliti oluşturan Sünni Araplar ise muhalefette kaldı.
2011 Aralık ayında ABD çekildikten sonra, Şii Araplar ve Sünni Kürtler arasında çelişkiler yoğunlaşırken, Sünni Araplar da Sünni Kürtler gibi, özerklik alanlarını genişletme mücadelesine giriştiler.
Suriye'de El Kaide uzantısı El Nusra, Suriyeli olmayan "uluslararası gönüllüler" ile fiili bir bölge yönetimi kurarken, PYD öncülüğünde Kürtler ayrı bir yönetim yapılandırırken, Esad liderliğinde Nusayriler, egemen olamadıkları topraklarda çatışmalar sürerken, Şam-Lazkiye hattında devlet erkini sağlamlaştırmaya çalışıyorlar. ÖSO ise, Batı'yla çelişkileri düşük düzeyde tutmaya çalışıyor, El Nusra ve PYD ile çatışıyor.
Bir genel değerlendirme ortaya çıktığında, Hatay'dan Hakkari'ye uzanan Suriye-Irak sınırımız boyunca, yaklaşık 1300 km'lik bir hatta, karşımızda "devlet olmayan" muhataplar sıralanıyor.
Tüm yaşananlar, Akdeniz'den Basra'ya, "devletsiz yapılar"ın çoğalacağını gösteriyor. ABD acaba bu yüzeyi, "kontrol edilebilir istikrarsızlık"la manipüle edeceğini mi düşünüyor, yoksa İran'ı izole etmek adına bölgede "devletsiz bir kuşağın" oluşmasını mı tercih ediyor? Pakistan'ın Sovyet işgalindeki Afganistan'da mücahitler açısından bir "dayandığı duvar" olduğunu anımsıyoruz. O dönemden beri, gerek SSCB işgali, gerekse NATO operasyonu sonrası, Afganistan-Pakistan sınırı kevgire döndü. Hatta ABD bu bölgeyi "Afpak" olarak adlandırıyor. Pakistan'daki medreselerde büyüyen talebelerin kurduğu Taliban, sadece Afganistan'da değil, Pakistan Halk Partisi ve Pakistan Müslüman Birliği'nden sonra Pakistan'daki "üçüncü büyük siyasal güç" haline geldi. Bir taraftan da, silahlı şiddeti ve kültürel ağlarıyla, yaşam alanlarını Afpak'ta ele geçiriyor.
ABD-El Kaide arasında 11 Eylül 2001'le başlayan gerilimin, Afganistan operasyonu ve Taliban'ın devrilmesiyle sonuçlandığını anımsasak ta, Suriye hattında El Kaide uzantısı El Nusra'ya, bölgedeki ABD müttefiklerinden gelen yardımlara ne demeli?
El Nusra, aldığı ya da almadığı yardımlara bakmaksızın, Selefi anlayışı ve "devletsizliğini" bölgeye yaymak isteyecektir. Zaten müttefiki de "Irak-Suriye İslam Devleti" örgütü?
Öte yandan Lübnan ve de Türkiye'ye, özellikle "sınır belirsizliği"nden sızmaya, devlet yapılarının metabolizmasını bozmaya çalışacaktır.
Bilmem anlatabildim mi? DEVLETSİZ ORTADOĞU'dur bunun analizi...    

15 Ağustos 2013 Perşembe

YEREL SEÇİMLERE GİDERKEN...

Yerel seçimlere, yuvarlak bir hesapla 7.5 ay var. Eylül 2013'den itibaren, hem tatil rehavetinin bitmesi ve siyasetin seçim gündemiyle rotasının belirlenmesi, hem de 6 aylık bir zaman diliminde "geriye sayım"ın başlamasıyla, siyaset daha da hızlanacak. Partiler açısından en önemli konulardan biri "aday belirlemek", en az onun kadar dikkat çeken de "aday belirleme yöntemi".
Sorun aslında, siyasal iktidarın hem kendi değerlerini, hem de siyaset yapma yöntemini, hegemonik olarak, diğer partilere de yansıtmasından kaynaklanıyor. AKP, diğer Sağ partiler gibi, "parti içi demokrasi" diye bir kaygı taşımadığından dolayı, kendi deyimleriyle "temayül" yani "eğilim yoklaması" ve "anket" yöntemini ön plana alıyor. Eğilim yoklaması, siyasal partiler yasasında yeri olmayan, genel merkezin ya da yerel parti örgütünün "denetiminde" yapılan, sonuçları, en son parti genel merkezi olmak üzere, parti üst kurulları tarafından değiştirilebilen bir "parti içi seçim"i öngörüyor. Dolayısıyla, parti örgütünün "gazı alındıktan" sonra, gerek yerel, gerekse de "genel" nedenlerle, adayların yerleri değiştirilebiliyor veya listeden çıkartılabiliyor. Bir de "anket" yöntemi var ki, sorular nasıl belirleniyor, genel merkez hangi araçları, şirketleri kullanıyor, belirsiz?... Bir hayli karışık gibi gözükse de, aslında parti genel merkezi ve partide etkin olan yerel-genel siyasi karar alıcıların, birtakım pazarlıklarla, parti içi vesayeti ortaya koyduğu bir zeminde, adaylar belirleniyor. Göze batmamasının nedeni de, iktidar partisinin, Milli Görüş döneminden beri, üst üste kazandığı seçimlerden dolayı, bu yöntemlerde "bir keramet" olduğu düşünülüyor. Parti içi vesayet, karizmatik liderlik, siyasal başarı, birbiriyle doğrudan bağlantılı olmasa da, adeta adı konmamış bir formül olarak zikrediliyor.
CHP'ye gelince, 1950'lerde "çok partili yaşama" geçilmesinden beri, sistemleştirilmiş bir "önseçim" mekanizmasını yerel ve genel seçimlerde kullanmış ana muhalefet partisi, 1970'lerde Ecevit döneminde çok fazla dokunmadan, 1990'larda Baykal'ın genel başkanlığı ile birlikte, bu yöntemi önce törpülemeye, sonra da "merkez yoklama" ile yer değiştirmeye başladı. Parti içi örgütlenmedeki yapısal koşullar öne sürülerek, sağlıklı üye yapısının olmaması, feodal değerlere göre örgütlenme vb. gibi nedenlerle, örgüte güvenmeden, ancak örgütün seçtiği genel merkezdeki yöneticiler aracılığıyla, yerelde ve genelde adaylar belirlendi. Bunun elbette istisnaları var. Sözgelimi 1999'daki yerel ve genel seçimlerde "önseçim" mekanizması uygulandı ancak bu, partinin baraj altında kaldığı seçimlerdi.
Gelinen noktada, 2010'da genel başkanlığa seçilen Kemal Kılıçdaroğlu'nun Mayıs 2010'da parti örgütüne, kurultayda verdiği söz anımsandığında, "önseçim"in uygulanma umudu doğmuştu. 2011 genel seçimlerinde bu yöntem "bir başka bahara" kaldı. Zira parti "dönüşüm" geçiriyordu ve yönetim henüz yerine oturmamıştı. 2014 Mart yerel seçimleri öncesinde de, "önseçim" umudu, "eğilim yoklaması" ile karşılanmaya çalışılacak gibi gözüküyor. Kamuoyuna yansıdığı kadarıyla, henüz resmi kararlar alınmasa da, CHP PM'nin  Temmuz 2013'deki toplantısında "ilke olarak" eğilim yoklamasının belirlenmesi, ancak son kararın MYK'ya bırakılması, ucu açık bir soru olarak gündemde duruyor. Peki "önseçim"in farkı nedir diye sorulduğunda, ilçe seçim kurullarındaki "hakimler"in güvencesinde , parti mekanizmaları tarafından değiştirilemeyen, "resmi seçim yöntemi"nden söz ediyoruz. İlçe kongre üyeleri ve önseçim delegelerinin oy kullandığı bu yönteme karşı, "tüm üyelerle eğilim yoklaması" demek, popülist anlamda hoşa gitse de, hakim teminatında olmayan, sonuçları değiştirilebilir bir metottan bahsediyoruz. Bir de "anket"i eklediğinizde, "eğilim yoklaması"na rağmen, "seçmen böyle istiyor" sürprizinin, sürpriz olmadan hazır edildiğini de görebilirsiniz. Elbette bu yöntemler, iktidar partisiyle, belli boyutlarda, daha insaflı olsa da, benzerlikler gösteriyor.
Tahmin sorarsanız, şunları söyleyebilirim: Belediye başkan adayları, il ve ilçelerde "merkez yoklaması" ile, belediye meclis üyesi adayları, büyükşehirler dışındaki il genel meclisi adayları eğilim yoklaması ve genel merkez ve başkan adaylarının kontenjan adaylarıyla oluşturulur.
Farklı bir yöntem uygulanırsa, ben yanılmış olurum.
Siyaseten, tahmin ettiğimiz yöntemlerin yanında, Sağ'da, toplumun farklı kesimlerinde isim yapmış, "sürpriz adaylar" sözkonusu olur mu? Bu da başka bir yazının konusu...     

6 Ağustos 2013 Salı

KARA PAZARTESİ 2013...

Adli süreci etkilememek adına hukuka saygı duyanlar azami dikkat gösterirken, "yandaş medya" olarak anılan yayın organlarının, yargı ve kolluk kuvvetlerindeki uzantılarıyla yaptıkları işbirliği sayesinde, yıllar önce kamuoyuna duyurdukları hükümler, "hayaldi gerçek oldu."
Yargı süreci, şimdi yargıtay aşamasına gidiyor. Dolayısıyla konu tartışılmaya devam edecek. "Ergenekon" adı verilen davada, hukuki açıdan pek çok değerlendirme yapıldı ve yapılacak. Ancak konuyu, sadece bu dava ve hükümler çerçevesinde ele almamak gerekmektedir.
"Balyoz", "askeri casusluk" derken, hukuki varlığı sona eren Özel Yetkili Mahkemeler'in, belli davalar üzerinde mesaisine devam etmesi de, ayrı bir tuhaflıklar zincirini ortaya koyuyor.
Ne var ki, hukuken mağdur olanların yaşadıkları öncelik taşımakla birlikte, sözkonusu dava hükümlerinin, uzun yıllar süren tutuklama ve duruşmaların ardından, ivedilikle ele alınması, kamuoyuna yönelik "inandırıcılık" sorununun gündeme gelmesiyle koşut bir durumu ifade etmiştir.
Zaman zaman yine bazı sızdırmalar yapılmakta, KCK, PKK hükümlülerinin de içinde yer alacağı bir "genel af"la, infaz sürecinin tamamlanmayacağı mesajı verilmektedir. Bu tür sorular gündeme geldiğinde ise, yetkililer, "gündemimizde genel af yoktur" diyerek, bir bakıma yapay olarak yaratılan beklentiyi rafa kaldırmakta, bir nevi yetkilerin kimde olduğunu anımsatmaktadırlar.
Peki dava sonuçlarıyla birlikte ele alındığında, hukuki zeminde hüküm alanlar, kamu vicdanında mahkum olmuşlar mıdır? Anlaşılan burada, "algı yönetimi" istenen neticeyi vermemiştir. Zira, yıllar süren ve çelişkileri kamuoyunun gözleri önüne konan yüzeyde, "Gezi sonrası" koşullar da eklendiğinde, "temyiz"le, "genel af"la ve "sağlık" koşullarıyla, hükümlerin sertliğine karşın, hükümlülerin sayısıyla ilgili, süreç içinde bir eritme politikası uygulanacak mıdır? Zaman içinde göreceğiz.
Ancak önemli olan nokta, 200 yıllık modernleşme birikimi ve 90 yıllık Cumhuriyet deneyimi sonrası, "kurucu elit"in, bir savaş ya da olağanüstü hal olmadan, ekonomik-sosyal dönüşümler yaşamadan, uluslararası toplumun tepkisini çekerek, 10 yıllık bir zaman dilimi içinde değiştirilebileceği zannıdır.  
2008'de "bağırsakların temizlenmesi"nden söz eden, TV ve gazetedeki köşelerinde "kontrgerilla"nın tasfiyesini iddia edenler, bugünkü manzara karşısında acaba ne diyecekler? Gerçi hala bildik nağmeleri söyleyenler var ama beklemedikleri bir dönemde, "dava bitti".
Yeni bir kurucu elit, YAŞ'la, bürokrasideki kadrolaşmayla hemen devşirilir mi?
Tarih dersini ve Türk siyasal yaşamını okumadan, işte bu kadar oluyor... 

28 Temmuz 2013 Pazar

KKTC SEÇİMLERİ 2013...

28 Temmuz 2013'te yapılan genel seçimler, KKTC'de yapısal bir dönüşüm yaratmaktan çok, bir "nöbet değişimi"ni gündeme getirdi.
İlk bakışta, 2009'dan beri iktidardan uzak kalan ve 2010'da Cumhurbaşkanlığı seçimini kaybeden CTP'nin, 2013'te tekrar "1. parti" olması önemli olsa da, "tek başına iktidar" olamaması, hükümet kurmak için Sağ bir ortağa gereksinim duyması, işini güçleştiriyor. Benzer bir tablo Aralık 2003 genel seçimlerinde de görülmüş, CTP-DP koalisyonu, Talat'ın başbakanlığında kurulmuştu. Baba Denktaş, 24 Nisan 2004'teki Annan Planı referandumunda "hayır" için ne kadar karşı bir kampanya düzenlediyse, oğul Denktaş, DP lideri ve başbakan yardımcısı olarak, referandumda "tarafsız" kaldı, seçmenlerini "serbest" bıraktı. Ülkesinin geleceğiyle ilgili bu kadar önemli bir oylamada, "kendi kaderini tayin etme"de "tarafsız" kalmanın ölçütü, "hükümette kalmak" üzerine oturmuştu.
O günlerde Türkiye'de, liberallerin, Batılı başkent ve medyanın etkisiyle, AKP iktidarının bakışında, 2004 Aralık'ta "AB ile müzakere için tarih alma" önceliğiyle "evet" fırtınası esiyordu. KKTC'deki %65 evet, Kıbrıs Rum Kesimi'ndeki %75 oyla, hükümsüz kaldı. Rum Kesimi tek başına AB üyesi olurken, KKTC dışarıda kaldı. KKTC'ye "evet" oyunda verilen güvence, dışarıda kalınsa da, KKTC'ye yönelik "doğrudan ambargoların" kalkması çerçevesindeydi. Buna rağmen, Talat 2005'te Cumhurbaşkanı seçildi, DP ise sonradan hükümetten tasfiye oldu. Bu arada geçen yıllar süresince, 2005 Temmuz'unda  Türkiye AB ile Ankara Anlaşması'nın yeni AB üyelerine uyarlanması için "ek protokol" imzaladı. O zaman da öncelik 2005 Ekim'inde "müzakerelere başlama" konusuydu ve siyasal iktidar bu noktada kayıp istemiyordu. Ek protokolle, Türkiye'nin hava ve deniz limanlarını diğer yeni üyelerle birlikte, Rum Kesimi'ne de açması öngörülüyordu. Hükümet ek bir deklarasyonla, Rum Kesimi'ni tanımadığını açıklasa da, Eylül 2005'te AB COREPER, deklarasyonu hükümsüz ilan etti.
Müzakerelere simgesel olarak başlandı, bununla beraber "ek protokol"ün uygulanmaması ve  parlamento onayından geçmemesi üzerine, 2006 Kasım'ında 8 müzakere başlığı AB tarafından askıya alındı. O günden bu yana AB müzakereleri ağır aksak yürüyor.
Talat ise, 2010'da BM denetiminde yeni " müzakere süreci"ne bel bağlasa da, 2009 Nisan'ında UBP seçimleri kazandı ve Eroğlu başbakan oldu, 2010'da da Talat görevini Eroğlu'na bırakmak durumunda kaldı.
2013'te gelinen noktada, UBP'nin "yolsuzluk" ve "skandal"larla zedelenen hükümeti, erken seçimle sona ermek durumunda kalırken, bu krizin ardında Cumhurbaşkanı Eroğlu ile kendi partisinden başbakanı İrsen Küçük'ün siyasal çatışmaları yatıyordu.
Talat döneminde, Talat-Hristofyas arasında ifade edilen "sosyalist kardeşlik" zemininde yürütülen "müzakereler"in de sonucu olmadı.
Yeni süreçte CTP lideri Özkan Yorgancıoğlu'nun, oğul Denktaş'la olası koalisyonu, 2015'e kadar Eroğlu'nun cumhurbaşkanlığı ile görev ifa edecek. Eroğlu yeniden seçilirse, bu hükümet değişimi, "tamamlanmamış bir süreci" ortaya koyacak. Talat gelirse, 2010'daki süreci devam ettirecek yeni bir inisiyatif ortaya koyabilir mi?
Soruları yanıtlayalım:
1- Nikos Anastasiades, 2004'te Rum Kesimi'nde %25'te kalan "evet" oyunu destekleyen bir "liberal" olarak, içinde bulunduğumuz senede Cumhurbaşkanı seçildi. 
2- Rum Kesimi, Yunanistan'da olduğu gibi "ekonomik kriz"in içinde ve kısa vadede hareket etmek istemiyor.
3-  "Ek protokol"ün uygulanmamasından dolayı, 8 müzakere başlığının askıya alındığı 2006 Kasım'ından beri, AB çıpası, siyasal anlamda Türkiye için belirleyici değil. Bunda AB üyelerinin başta Almanya ve Fransa olmak üzere tutumları da etkili oldu. 
4- Ekonomik krizle boğuşan, Yunanistan'daki Samaras hükümetinin gündeminde Kıbrıs konusu öncelikli değil.
5- 2004'te Rum Kesimi'ni "tek taraflı içine" alan AB, ne Türkiye, ne de KKTC'ye "doğrudan ticaret" sözünü yerine getiremedi, üstelik Türkiye-AB ilişkileri bir hayli yıprandı.
6- Ekonomik kriz ve Ortadoğu'da dalgalanmalarla uğraşan ABD'nin Türkiye'ye yönelik olası bir Kıbrıs baskısının reel politikte yeri yok.
7- Türkiye'deki mevcut siyasal iktidar ise AB çıpasını eskisi kadar, en azından dış politikada çok hissetmediği için, KKTC'de daha rahat hareket serbestisi arıyor. Kıbrıs açıklarındaki doğal gaz  ve petrol yatakları, pazarlık kozunu arttırıyor ve acelecilik gerektirmiyor. 2003 sonundaki bağlamıyla, Türkiye'den "sınırsız vize almış" bir CTP de yok artık.
Dolayısıyla, KKTC'deki seçim kısa vadede dengeleri değiştirmeyecek. Kıbrıs dışındaki aktörlerin ekonomik kriz ve Ortadoğu dalgalanmalarıyla yoğun gündemi içinde, sadece bir hükümet değişikliği olarak kalacak.   

21 Temmuz 2013 Pazar

ORTADOĞU'DA "ADI KONULMAYAN" REALİTE...

Şimdiye kadar verili zeminde tartıştığımız üzere, hep "Türkiye'deki Kürt sorunu"ndan söz ettik. Özellikle 12 Eylül 1980 askeri yönetiminin Diyarbakır Cezaevi başta olmak üzere uyguladığı akıl almaz işkence yöntemleri ve baskı politikalarıyla, konu "insan hakları" ve "demokratikleşme" zeminlerinde gündeme geldi. Bu elbette sorunun yaşamsal bir parçasıydı, ne var ki Ortadoğu'da bir "Kürt realitesi" olduğu, genelde görmezden gelindi. Sadece toplumun gözünden kaçırılan bir "gerçek" yoktu, devletin de var olan konuyla ilgili bir hazırlığı ya da uzun vadeli bir perspektifi bulunmamakta idi.
20 Temmuz 2013'te Cizre'den Hakkari'ye dek uzanan hatta "meşaleli kitleler" organize bir kutlama gerçekleştirdiler. Söz konusu kutlama, 20 Temmuz 2012'de Suriye'deki Kürt bölgesinde, PKK'nın uzantısı PYD'nin, "tek taraflı özerklik" ilanının yıldönümünü içeriyordu. Böylece 2011 Mart'ından itibaren, Suriye'de başlatılan, sözde Arap Baharı'nın yansıması bağlamında, Türkiye'deki siyasal iktidarın İhvan, ÖSO ve El Nusra çizgisindeki Esad karşıtı siyasetinin iflası görüldü. Ancak bu işin vurucu yanı değildi. Zaten El Nusra, sadece PYD'yle değil, ÖSO ile de çatışıyor, Suriye dışından gelen "gönüllüler", Suriyeli iktidar ve muhalif tüm grupları rahatsız ediyordu.
Konunun asıl ilginç olan boyutu, Suriye'deki Kürt realitesinin, örgütlü bir yapıyla, belli bir teritoryal alanda "fiili hükümranlık" kurmasıyla ete kemiğe büründü.
Batı'nın Irak-Suriye hakkındaki siyasaları, Kürt gerçeğini, her bir adımda daha da geliştirdi. ABD'nin 1991'deki 1. Körfez Savaşı ve 2003'deki 2.Körfez Savaşı'yla uyguladığı Irak'a yönelik askeri müdahaleler, Barzani'ye Kuzey Irak'ta, 2005 Irak Anayasası'na göre, özerk Kürdistan Bölgesel Yönetimi'ni kazandırdı. Barzani şimdi Türkiye, Suriye ve İran'daki Kürt örgütlere, "Kürdistan Ulusal Kongresi" çağrısı yapıyor. Barzani'nin Kürt gruplar arasında, en dikkat çekici rakibi olan PKK, İran'da PJAK'la, Suriye'de PYD ile bir "siyasal bir varlık" ortaya koyuyor. PYD'nin konumu ise bir "meydan okuma" gösterisi... Suriye'deki PYD antitesinin, Esad tarafından desteklendiği, bir hakikat olsa da, işi tüm derinliğiyle ifade etmiyor.
PKK terör örgütü, Türkiye'de "çözüm süreci" adı altında, İmralı-BDP-DTK yüzeyinde bir "siyasal çıkış" arasa da, PYD aracılığıyla Suriye'de kazanılan "teritoryal alanda" önemli bir "stratejik kazanım"ı sergiliyor.
Gelinen noktada "Ortadoğu'da adı konulmayan realite", günlük değerlendirmelerin ötesinde, geometrik bir sıçrama gösteriyor.
Ortadoğu'da "stratejik derinlik" hayalleri kuran, tarih-mezhep bağlamında bölgesel vesayet kurmaya çalışanlar, derslerine tekrar çalışmak, ezberlerini bozmak zorundalar. Zira Okyanus ötesinde ve bölgedeki "senaryo" çoktan değişti?              

24 Mayıs 2013 Cuma

KADEHLER KİME KALKIYOR???

Oysa herşey ne güzel başlamıştı? 3 Kasım 2002'de iktidara gelen AKP, insanların yaşam tarzına dokunmayacaktı. 11 Eylül 2001 saldırıları sonrası, ABD düşünce kuruluşlarında üretilen, El Kaide'nin Batı düşmanı İslam'ına karşı, piyasa ekonomisi ve demokratik rejimle uyumlu Ilımlı İslam iktidara gelmişti. Üstelik "yeni iktidar" AB sürecine sahip çıkıyor, "müzakere tarihi" almak adına, KKTC gerçeğini "Annan Planı"yla gündemden kaldırmayı dahi göze alıyordu. AKP'nin MGK'yı simgesel hale getirmesi, askeri-sivil bürokratik vesayeti kaldırmasının bir örneği olarak görülüyordu. Laiklik zaten zaman içinde "sakıncalı" ve "1930'lu yılların  demode kavramı" olarak rafa kaldırılıyordu. Ama bu "dincileşme" asla değildi? ABD'nin "seküler" anlayışı, ABD muhafazakarlığıyla nasıl uyumluysa, burada da "laikçilik" yerine, "mahçup" bir sekülarizm, adı konmadan uygulanabilirdi. ABD örneğinden, "küçük bir ayrıntı"yla farkı, belli bir mezhebin dinin tamamını tekeli altına alması ve dinsel yaşam tarzını ülkeye dayatmasıydı.
2007 seçimlerinde halbuki ne kadar heyecanlı idiler? Kendi "AK Partileri"nin oyları arttıkça sevinen, CHP'nin başarısızlığına "oh olsun" diyenler, şimdilerde "kafa çekmeye gitmekten" çekindikleri Asmalımescit'te kadehlerini AKP için kaldırıyorlardı.
Hele 12 Eylül 2010'daki "referandum"da, "yetmez ama evet" sloganları altında, "evet"oylarını yine Asmalımescit'te kutlayan malum tayfa, bu sefer kadehlerini, yargı ve bürokratik vesayetin kaldırılmasına kaldırıyorlardı.
2007'deki cumhurbaşkanlığı seçimi ve 2010'daki referandum sonucu, "muhafazakar demokrat" iktidarın, otoriterleşmesini, AB hedeflerini ötelemesini hızlandırırken, bunlar hala "yok efendim, abartmayın, herşey demokratikleşiyor" diyorlardı.
Hele 2007 Haziran'ında başlayan, toplu tutuklamalarla 6. yılını dolduran "malum davalar"ı, demokratikleşme, derin devletin tasfiyesi diye nitelendirken, içeride yatanları "oh olsun" diyerek,utanmazca tenkit ederken, hala şaşkınlık içindeydiler. Hukuk felaketlerini,"olur böyle şeyler, Türkiye'nin bağırsakları temizleniyor,şekle takılmayın" demeleri, affedilir gibi değildi.
2011'de de "kadehler", AKP zaferine kalktı. Bu sefer "Arap Baharı" ve "Suriye savaşı" çığırtkanı oldular.
Ancak gün geldi, "kıbleleri" şaştı. AKP'yi eleştiren kimileri, "cemaat" şemsiyesine sarıldılar.
Alkol yasakları gündeme geldiğinde, artık iş işten çoktan geçmişti. Siyasal iktidar, hegemonik kodlarını, simgeler aracılığıyla ortaya koyduğundan, bu uygulama, artık bitmiş bir sürecin, yaldızlı harflerle ilan edilmesiydi. Artık bazıları da "akil" ismini aldılar. Bilmedikleri dinin, belli bir mezhebinin kalemşörü haline gelirken, PKK'yla "mezhep" dayanışması yaparken, Aleviliğin ve Aleviler'in "düşmanı" haline geldiler?
Bir kısmı hala gelinen aşamadaki otoriterliğe "yok canım" derken, bir kısmı, şaşkınlıklarını yaşam biçimi haline getirdiler.
Tahmin ettiniz herhalde? 2.Cumhuriyetçiler, liberaller ve otoriter iktidarın "organik olmayan", üvey evlatları.
Şimdi aralarında şunu konuşuyorlar. "Batı zaten arkamızda, biz de içkilerimizi Avrupa'da, ABD'de ve dünyanın diğer yerlerinde içeriz, varsın avam içmesin" diyorlar?
Kadehlerini, Batı'nın geniş bulvarlarında, keyifle yudumladıkları şaraplarının etkisiyle, ardından baktıkları "laik cumhuriyet"in tasfiyesine mi kaldırıyorlar?
Tarihin "hiçlik" sütununda yerlerini almaktan hiç mi utanmıyorlar??? 

11 Mayıs 2013 Cumartesi

REYHANLI ATEŞİ...

İçinde yaşadığımız "medya çağı"nda, yaşanan herhangi bir olay, günlük akışın içinde kayboluyor. Bazen, yaşanan hadisenin durumuna göre, gündemde kalma oranı belki en fazla birkaç günü geçmiyor.
Reyhanlı'da yaşanan "araç bombası" olarak açıklanan, farklı bomba türlerinin de iddia edildiği, ardı ardına yaşanan patlamalarda, şimdiye kadar gelen haberlere göre şimdilik en az 42 kişi yaşamını yitirdi, 100 civarında ise yaralı var.
Ölen her insana ve yurttaşlarımıza Tanrı'dan rahmet, yaralılara acil şifalar dilerim.  
İlk açıklamalara bakalım. Sayın Cumhurbaşkanı, "provokasyonlara dikkat" çekerken, sayın başbakan "çözüm süreci"ni sabote etmeye ve Suriyeli sığınmacıları zanlı göstermeye yönelik bir  saldırı olarak değerlendirme yaptı. Sayın dışişleri bakanı "Türkiye'nin gücünü kimseye test etmeye kalkmasın" sözünü, bilmem kaçıncı kez sarfetti.
Demokrasilerin en temel erdemi, özgüven değil özeleştiridir. Siyasal iktidarın kendisine duyduğu aşırı özgüven,   Suriye konusunu "kişisel mesele" haline getirmesi, Davutoğlu'nun "Ortadoğu'ya düzen veren ülke", "imparatorluk mirası" savları, sonunda Ortadoğu'ya Türkiye düzeni getirmedi ama Türkiye'yi "Ortadoğu"laştırdı.
Türkiye, "Suriye"leşiyor mu, Hatay "Lübnan"laşıyor mu, ancak somut bir gerçek var ki, Türkiye klasik dengelerini ne yazık ki kaybediyor. Sayın başbakan, ABD'de 16 Mayıs'ta Obama'yla gerçekleşeceği zirve öncesi, yabancı medyaya verdiği röportajda, Suriye yönetiminin "kimyasal silah" kullanma iddiasını gündeme getirdi ve ABD öncülüğünde BM Güvenlik Konseyi'nin Suriye'de "uçuşa yasak bölge" kurulması önerisini ortaya koydu.
İçişleri Bakanı Muammer Güler, alel acele yaptığı açıklamada, saldırının sorumlusu olarak, Suriye istihbarat örgütü El Muhaberat'ı gösterirken, asıl demek istediğini sonra ifade etti. "Suriyeli sığınmacılar ve Suriye muhalefeti"nin bir suçu yok diyerek, uygulanan politikayı meşrulaştırmaya çalıştı.
İddiaların doğruluğu ispatlanırsa "nihayet", Suriye'ye savaş açmak için, "şartlar olgunlaşmış" olacak mı? Yurttaşlarımızın Suriyeli sığınmacılara yönelen öfkelerinde, siyasal iktidarın Suriye muhalefetini desteklemesi, çeşitli lojistik yardımlarda bulunması hatta silah desteği savları, elbette öncelikli yer kaplıyor. Suriyeli sığınmacıların, mültecilerin elbette potansiyel suçu yok, bu anlamda da hiçbir toplum kesimi "toptan kuşkulu" ya da "suçlu" ilan edilemez. Bununla birlikte "mülteci" görünümünde kimi Hür Suriye Ordusu mensuplarının, ana muhalefet partisi CHP milletvekillerinin bile girmesine izin verilmeyen bazı kamplarda, "savaş talimi" yapmaları, Suriye'ye silahlı saldırılarda bulunup, sözkonusu kamplara dönmeleri, değindiğimiz öfke patlamasını beslemiştir.    
Yandaş medyanın  Alevi yurttaşlarımızı "yerli BAAS'çılar" diye hedef gösterdiği, buna karşılık Suriye'den gelen bazı Sünni Arap sığınmacıları ve Suriye muhalefetini kendine daha yakın gören zihniyeti, gelinen hezeyanın önemli bir göstergesidir. Hatta "çözüm süreci" bile, Sünni Kürt'lerle "Sünni taassubu ve taşra otoriterliği" yüzeyinde bir "kardeşlik" projesini andırırken, acaba Alevi yurttaşlarımız, yeni sistemin "ötekileri" mi oluyor?
Laik bir politika, içeride ve dışarıda uygulanmayınca, içerden dışarıya bir "mezhep" ekseninin yerleştirilmeye çalışılması, akıl alır gibi değil.
ABD'nin bile El Kaide'nin uzantısı "El Nusra Cephesi"ne, siyasal iktidarın verdiği destek için uyarması, Suriye muhalefetinin içinde aynı zamanda İhvan'ın da geriletilmesini istemesi, ABD'li yetkililerin Esad sonrası Suriye senaryolarında "Sünni hegemonyası" değil de, "çok kimlikli" yapı tasarlamaları, işleri gerçekten de çok karıştırdı.
Tam bu sırada, Esad kuvvetlerinin "kimyasal silah" kulanma konusunun ABD tarafından, "kırmızı çizgi" ilan edilmesi, siyasal iktidarın "kimyasal silah" kullanılma savlarını, gelen Suriyeli sığınmacılar üzerinde tespit senaryoları, Erdoğan'ın ABD gezisi öncesi, "beklenen müdahale" için bir birikim oluşturabilir mi sorusu akıllara geldi.
Reyhanlı'daki saldırıda, siyasal iktidar yetkililerinin ısrarla Suriyeli sığınmacılar ve Suriye muhalefetini koruma kaygısı, dikkate değerdir. Sözkonusu saldırıda "görünmeyen el", Türkiye'yi savaşa sürükleyecek mi?
ABD buna izin verir mi? Hizbullah Türkiye ve İsrail'e eş zamanlı taarruza geçer mi? İran Türkiye'ye karşı sessiz durur mu? Rusya ne yapar?
Soru çok, ama Ortadoğu'da sonsuz bir girdaba girmek üzere olduğumuz kesin?

1 Mayıs 2013 Çarşamba

OTORİTERLİĞİN 1 MAYIS SINAVI?

1 Mayıs İşçi Bayramı kutlu olsun.
Ne yazık ki, 1 Mayıs 2013, daha önce yaşanan benzerlerini tekrar eder bir tarzda, yine kolluk kuvvetlerinin göstericilere orantısız müdahaleleri, İstanbul'un fiili sokağa çıkma yasağına uğraması, yurttaşların anayasal seyahat etme özgürlüğünün engellenmesi, biber gazı ve tazyikli suyla kayda geçti. Önemli bir gösterge olması bağlamında, ana muhalefet partisi CHP kortejinin ve yöneticilerinin de bu şiddetten payını alması dikkat çekti.
Burada vurgulayacağım nokta, 2014'te "başkanlık sistemi"ne geçiş öncesi, otoriterliğin hegemonik bir zeminde yaşama geçmesi değil sadece. Sözkonusu durumla bağlantılı olarak, ısrarla görmezden gelinen bir "liberal-ikinci cumhuriyetçi" çabanın, tarihteki yerini nasıl alacağıyla ilgili bir değerlendirme yapmaya çalışacağım.
Çok değil, bundan bir sene öncesine gidelim. 1 Mayıs 2012'de, kamuoyuna verilen mesaj, siyasal iktidarın, 1 Mayıs'ı "resmi bayram" ilan etmesi ve Taksim'e 1 Mayıs'ı açmasıyla, "ileri demokrasi"nin geldiği nokta, vesayet rejiminin ortadan kalkması vs. gibi çok umutvar sözlerle betimlendi. 12 Eylül 2010'da "yetmez ama evet" propagandası da, siyasal iktidarın "eski mağdur" olarak, demokrasinin önünü açtığı, sivil ve askeri bürokratik vasiliği tasfiye ettiği ile ilgiliydi. Burada elbette "Cumhuriyet"in kurucu değerleri ve bizzat kendisi medyada hedef alındı.
1 Mayıs 2012 sonrasında, Ulusal Bayramlar'ın "ritüelik" niteliklerinin ortadan kaldırılmasının yanısıra, 21 Mart 2013'te Nevruz, "çözüm süreci"nin? etkisiyle, "Apo'nun mesajları"yla Diyarbakır Meydanı'nda kutlandı. Yeni otoriter-hegemonik dönemin üvey evlatları olan "sözde liberal-ikinci cumhuriyetçiler"in bir bölümü "akil adam" olma "mertebesi"ne ulaşırken, 21 Mart'tan 1 Mayıs'a gelemediler, "kuzuların sessizliği"ne gömüldüler.
İktidar milletvekili Bahçekapılı, muhalefet milletvekillerine "Türkiye'de artık sizin gibilere yer yok" derken, BDP'yi istisna olarak bıraktıysa, AKP-BDP eksenli yeni bir siyasal alan mı inşa edilmektedir? İslamcı-Kürtçü bir tahteravalli üzerinden gidildiğinde, Türkiye'deki Kürtler'in PKK-BDP çizgisinden ziyade Hizbullah-Hüdapar çizgisine kayacakları hesabı, "İslam kardeşliği" üzerine bir "çözüm seçeneği"ni gündeme getirir mi? Bu seçenek, "otoriter başkanlık" sistemine, rahatlıkla razı olur mu?
"Nevruz'a evet, 1 Mayıs'a hayır" diyen yaklaşım, Hüdapar'da karşılığını kolaylıkla bulabilir.
"Solsuz bir Türkiye" başlığında, otoriter-muhafazakar bir başkanlık sistemi arayışında, 1 Mayıs ve 1 Mayıs'lara yer yok elbette.
Kimlik siyaseti var, sınıf siyaseti yok bu yüzeyde.
Halbuki, sınıfsal, kimliksel, cinsel, tüm özgürlük arayışlarının temelinde Sol'un özgürlükçü anlayışı ve mücadelesi var.
Demokrasi mücadelesi, tam da 1 Mayıs ikliminde başlayacak.
CHP'nin 1 Mayıs'ta hedef alınması, bir rastlantı değil. Demokrasi mücadelesinin "amiral gemisi" CHP, Cumhuriyet'i korurken, Demokrasi'nin, Sosyal Demokrasi'nin bayrağını yükseltmek durumunda.
1 Mayıs burada bir sonuç değil, başlangıçtır...

26 Nisan 2013 Cuma

TERÖR VE SİYASET...

Terör hiç kuşkusuz, dünyadaki en insanlık dışı, en kural tanımayan mücadele yöntemlerinden biri. "Hafıza-i beşer nisyan ile maluldur" sözünden de anlaşılacağı gibi, toplumsal-siyasal kültürümüzdeki bellek o kadar da kuvvetli değildir.
2012 sonbaharından itibaren, kamuoyuyla paylaşılmaya başlanan, PKK terör örgütü başı Öcalan'la süren "resmi diyalog", en azından 2013 başından beri, siyasal iktidar tarafından artık saklanmıyor. İşin geldiği nokta çok ta "oximoron" bir çerçevede ilerliyor. 12 Eylül 2010'da "yetmez ama evet" propagandası yapan, sonradan liberal geçinen yazar-çizer tayfası, şimdi de otoriter bir başkanlık sistemi ve etnik özerklik nikahında buluşmuş gözüküyorlar.
Örgütün başka bir elebaşısı Karayılan ise, 25 Nisan 2013'te Kandil'den yaptığı açıklamada, "çözüm süreci" adı verilen çerçevede, siyasal iktidarın düştüğü açmazı sergilemekle kalmadı aynı zamanda mevcut bilinmezlerin topoğrafyasını da çizdi.
Ne dedi Karayılan? Öncelikle PKK terör örgütünün Türkiye'den çekilmesini "silahlı bir çekilme"yle açıkladı. Bu bir anlamda örgütün, Irak anayasasına göre, "Kürdistan Bölgesel Yönetimi" olarak anılan bölgeye "silahlı çekilmesi"nin sağlanarak, Türkiye'den bekledikleri taleplerin yerine getirilmesi için "silah kozu"nu koruyacakları anlaşıldı.
Peki nedir talepler? Anayasanın değiştirilerek, modern dünyanın "ulus-devlet" olmayan tek unsuru haline gelmek. Bir bakıma federal devletler ABD ve Almanya dahil, Batı sistemi ulus-devlete göre yapılanmışken, Türkiye'nin kendi adından  ve sosyolojik bağlamda siyasal ulus kavramından da vazgeçerek, "globaliter devlet"/"devletçik" olmasını andıran bir "meydan okuma" ile karşı karşıyayız. Karayılan, siyasal ulustan vazgeçerek, etnik anlamda Kürt kimliğinin anayasaya yazılmasını istiyor. Diğer kimliklerin şansı yok, zira silahları yok?
Ancak bu anlamda bir yapısal değişiklik Karayılan'a yetmiyor. Öcalan dahil PKK militanlarının salıverilmesini istiyor. Gerek siyasal iktidar, gerekse de örgütün temsilcileri "genel af" çıkmayacak diyorlar. Doğrudur, zira PKK'ya göre kendileri "suçlu" olmadığı için, Avrupa Konseyi'nin adlandırmasıyla "PKK militanları", "Kürt aktivistleri" sayıldığından, Cenevre antlaşmasının hükümlerinin uygulanması gündeme geliyor.
En acımasız yöntemlerden biri olsa da terör, siyasal hedeflere ulaşmak için kullanılan yöntemlerden biri,
2013 başından beri, Türkiye'nin "bölücü terör"ün hızlı siyasallaşmasıyla ezberinin bozlulduğu ortada. Oysa Öcalan'ın Türkiye'ye teslim edildiği 1999'dan beri "fiili siyasallaşma" gündeme geliyor.
Bu zor süreçte, üniversitelerimiz de karışıyor, toplumsal dalgalanma oralara yansıyor. Siyasal iktidarın "akilleri" ise, toplumsal kalkışmadan korkarak işlerini iptal ediyorlar ya da erteliyorlar.
ABD'nin Barzani'yi Türkiye'yle entegrasyona sokma çabası pahalıya patlar mı?
Bekleyip göreceğiz...
 

21 Nisan 2013 Pazar

TÜRKİYE'NİN ORTADOĞU DENKLEMİ?

Son zamanlarda dış politika, yapısal anlamda bir kriz olmaktan ziyade, artı ya da eksi sonsuz denilebilecek bir kombinasyonlar yumağına dönüşüyor. Suriye politikasında kaç yüzbin olduğu artık hesap edilemeyen mülteciler, 2 yılı aşkın bir süreden beri yaşanan "fiili iç savaş"a rağmen ayakta kalan Esad yönetimi, Barzani'yle yakınlaşan, Maliki'yle zıtlaşan Irak politikası, İsrail'le "özür sonrası" ağır ilerleyen yeni dönem derken, bilançonun "benzemezler"i artıyor, tutarlı bir resim ortaya çıkamıyor.
Aslında son tahlilde, tüm politikalar ABD patentli denilip, işin içinden kolaylıkla çıkılabilir ama bu çerçevede de ciddi zıtlıklar var. Demokrat Obama yönetimiyle yakın, Cumhuriyetçi Temsilciler Meclisi'yle ağır sorunlu bir dış politikada, yarına dair bir belirli fotoğraf var mı? Yanıtlamak gerçekten zor.
ABD hükümetinin haftasonu mesaisi simgesel açıdan da önemli mesajlar içeriyordu. Bu bağlamda ABD Dışişleri Bakanı Kerry, haftasonunu Türkiye'de İstanbul temaslarına ayırırken, ABD Savunma Bakanı Hagel ise İsrail'e gitti.
Hagel İsrail temaslarında İsrail'e yeni silah satışları önerisi paketi getirirken, Kerry Türkiye'de Suriye muhalefeti ile toplandı, Dışişleri Bakanı Davutoğlu ile bir araya geldi, Erdoğan'ın Mayıs sonunda planladığı Gazze gezisini ertelemesini rica etti. The Sunday Times'in iddialarına göre, özür sonrası Türkiye-İsrail ilişkileri normalleşirse, İsrail'in 1996'daki askeri anlaşmayı revize edip, Akıncılar hava üssünü, "uçak eğitimi" için istediği, karşılığında Arrow füze savunma sistemi dahil, çeşitli savunma sistemlerini Türkiye'ye önereceği ifade edildi.

(http://www.jpost.com/Defense/Article.aspx?ID=310538&R=R1&utm_source=twitterfeed&utm_medium=twitter)

ABD Dış Politikası'nın tıkanan gündeminde, Hürriyet'e yansıyan savlara göre, Cumhuriyetçi parlamenterler, Türkiye-İran ticaretinde Halk Bankası'nın yaptırımları aşmak için kullanıldığını öne sürerken, nükleer trafik ve Hamas gibi unsurları da içine katıp, Financial Task Force'u göreve davet etmesi, yenir yutulur cinsten değil.
(http://www.hurriyet.com.tr/ekonomi/23098859.asp)

Konunun temelinde, Cumhuriyet'te yazdığı dönemlerde, Mustafa Sönmez'in sıklıkla dile getirdiği, altın karşılığı, petrol-doğal gaz alımını içeren İran'la ticaret sürecinde, özellikle "şişirme altın ihracatı"nın küresel finans dengesinde sırıttığı görünümü var.
Kafalar bu kadar karışınca, bir zamanların "0 sorunlu", "Yeni Osmanlı" denklemi, artı sonsuzun büyüsüyle, bir yanı eksi sonsuzda, ancak somut sonuca uzanamayan bir zemini anlatmaya başlıyor.
Herhalde ideolojik ön yargılara karşın, ABD'nin yürütücülüğünde, Türkiye-İsrail ilişkilerindeki gelişim, mevcut siyasal iktidarı zorlasa da, adeta yeniden başlıyor.
Yoksa benzemezler bilinmezlerle birlikte derinleşecek ve şimdilik kendi "Kürt açılımı" ile meşgul olan siyasal iktidar, daha çok hata yapacak.
Uygulanan politikalar küresel bir karşılık bulamazsa, her an maceraya dönüşmeye "aday" gözüküyor...   

18 Nisan 2013 Perşembe

CHP'DE "KANATLAR"...

Uzun zamandır bu konuda bir değerlendirme yapmamaya gayret ediyorum. Zira yapılan tartışmaların, reel siyasetle bir ilintisi olmadığından dolayı, kitle iletişim araçları ve iktidar partisinin etiketlemelerini, parti içinde "kanat" sayan bir algıyı anlamaya çalışıyorum ama a-n-l-a-y-a-m-ı-y-o-r-u-m...
Malum "ulusalcılık", "yenilikçilik" gibi, iktidar antetli yaftaları, kolaylıkla benimseyen şaşkınlığı ifade etmeye çalışıyorum. CHP program ve tüzüğünü okuyanlar, aslında sözkonusu adlandırmaların, ne kadar yapay, ne kadar yaşamda karşılığı olmayan bir durumda olunduğunu tekrar tekrar farkedebilirler.
Gelgelelim, parti içinde yönetim değişikliği gerçekleştikten sonra ve bu bağlamda parti içi tartışmaların daha rahat yapılabildiği bir ortamda, SOSYAL DEMOKRAT düşünce zenginliğinin yansımasından ziyade, başka etiketlerle konuşmak, yine siyasal iktidarın gündemini, bu sefer parti içindeki konum almalarla yinelemek, gerçekten de hayal kırıklığı yaratan cinsten.
CHP'nin Atatürk'ten gelen kurucu kimliği ve 1960'larda, ikinci sanayileşme döneminin getirdiği toplumsal dönüşümde edindiği "Demokratik Sol" siyasal kimlik, yoğun tartışmalar ve parti içi mücadeleler sonucu tarihsel ve siyasal bir sentezle birleştirilmişti.
Bu noktada, ORTANIN SOLU hareketinin lideri Ecevit, değişik zaman dilimlerinde yaptığı açıklamalarda, Türkiye'deki "Demokratik Sol" siyasal hareketin, SOSYAL DEMOKRASİ'nin kurumsallaştığı İskandinav ülkeleri başta olmak üzere, Avrupa'daki SOSYAL DEMOKRAT/DEMOKRATİK SOSYALİST siyasal kimliklerden esinlendiğini ifade etti.
CHP'nin kapatıldığı 12 Eylül ikliminde kurulan siyasal partiler SOSYAL DEMOKRAT siyasal kimliği benimseme konusunda yadırganmadı. Ecevit ise Türkiye bazında SOSYAL DEMOKRASİ-DEMOKRATİK SOL farklılığını, CHP'den ayrı bir siyasal kimliği kabul ettirmek için kullandı.
CHP'nin yeniden açılması, SHP'yle birleşme, birleşik CHP derken, Atatürk'ün "kurucu" ve "inşa edici" iradesi, devlet kuran anlayışı, AYDINLANMACI felsefesi ile SOSYAL DEMOKRASİ'nin evrensel ilkeleri, CHP'nin içinde meczedildi.
Ulusalcılık başlığının isim babası aslında Bülent Ecevit'tir. Ecevit'in öz Türkçe'ye olan yatkınlığı, milliyetçilik kavramını önceleri Ulusçuluk olarak nitelendirirken, sonraları İngilizce'sinin tam karşılığı olarak Ulusalcılık'ı tercih etti. Ecevit'in bu kullanımı bir rastlantı olmaktan çok, siyasal açıdan kendince bilinçli bir tercihti. SHP-DSP, daha sonra CHP-DSP ayrımında, bu sefer "evrensel sol"a karşı  "ulusal sol" "ulusalcı sol" kavramlarını "farklı olma" bağlamında ele aldı. Halbuki Sol zaten evrensel bir kavramdı. Ulusallık ta, Atatürk milliyetçiliği çerçevesinde  "yurtseverlik" bağlamında kullanıldığı için, CHP'nin tarihsel ve siyasal kimliği içinde, "tarihi bir sentez"e oturtulmuştu.
Ulusallık kavramını yadsıyanlar ise, sadece evrensel referanslarla, CHP'nin Türkiye'deki siyasal gelişim ve değişimini, Türkiye gerçeklerini yok sayarak, bir yere kadar gittiler, sonra da tıkandılar.
Ulusalcılık kavramına; Kemalizm kavramına sonraki aşamalarda herkesten çok sahip çıkan siyasal yapılar daha fazla sarıldılar, bu arada Ecevit'in "isim babalığı" unutuldu.
CHP'de 2010 sonrasında, sözkonusu "ayrım" varmış gibi bir hava yaratılması, "zamanın ruhu"nun hegemonik bir bağlamda, CHP'yi "kendi ürettiği" terimlerle tartıştırma gayretinden kaynaklanmaktadır.
Atatürk milliyetçiliği zemininde yurtseverliğe dayalı bir anlayış, AYDINLANMACI köklerle, SOSYAL DEMOKRASİ'nin evrensel ilkeleriyle ve Türkiye pratiğiyle bir bütünlük teşkil etmektedir.
CHP'ye değişik siyasal adreslerden katılımların olması bir zafiyet değildir ama gelenler eski siyasal referanslarını CHP'ye dayatma çabası içinde olmamalıdır.
CHP'de elbet kanatlar olacaktır. Daha merkezde, daha Sol'da arayışlar kendini ifade edecek, partinin siyasal bütünlüğü içinde, parti içi demokrasi yöntemleriyle hakça bir rekabet içinde olacaklar, ancak sonuçta ülkenin ve Parti'nin yararı ön planda olacaktır.
Siyasal iktidarın "çözüm süreci" adını verdiği, içi doldurulmamış, Öcalan'la müzakere, Akil'lerle psikolojik harekat arayışı, CHP içinde bir ayrışma konusu olmamalıdır. Ana muhalefet, neden siyasal iktidarın payandası olsun ki... Kürt sorununda, SHP döneminden beri, konunun kimlik ve feodallik boyutuna dikkat çeken, haksız suçlamalarla kamuoyu gözünde suçlanan, CHP geleneği olmuştur. Şimdi de, bu sorunun çözülmesine karşıymış gibi bir hava yaratılıyor.
SOSYAL DEMOKRASİ, kendi anlayışı çerçevesinde ÖNCE İNSAN der.
Tanzimat dönemini yaşamadığımıza göre, gelenekçi/yenilikçi gibi bir zorlama ayrıma girmektense, Sol siyasal kimliğin içindeki arayışlar, gerçek anlamda "kanat" politikasını ortaya koyacaktır. Yoksa muhafazakar medya, CHP'nin gündemini daha uzun süreler tayin etme hevesi içine girer.
Unutmayın. ÖNCE İNSAN...