27 Mayıs 2014 Salı

TAHRİK ET VE KENETLEN...

Türkiye'de siyasal yaşam, nereseyse son 12 yıldan beri, bu iki başlığın etrafında özetleniyor. Siyasal iktidarın, 2002 öncesinde siyasal iktidara gelme koşulları, siyasal istikrarsızlık, ekonomik kriz ve yolsuzluklar zincirinde kıvranan koalisyonların ardından, "mağduriyet-iktidar-istikrar" üçgeninde gelişen bir sarmalla birlikte oluşmuştu. Ne var ki, 2007'den itibaren, "tahrik et ve kenetlen" siyaseti, medyada o çok yazılan "algı operasyonları" ile adeta yeni bir hegemon-otoriter yapının evrimini sağladı.
"Yeni Türkiye" başlığında ifade edilenlerin, aslında Osmanlı'ya dönüşle bir ilgisi yoktu. Çankaya'ya AKP'den bir cumhurbaşkanının seçilmesi, adeta bir "devrim" olarak pazarlanmıştı. Kimileri bunun Cumhuriyet'ten bir rövanş mizanseni olduğunu iddia ediyorlardı. O zaman, 2009'dan itibaren, dışişleri bakanlığını üstlenmiş Davutoğlu'nun deyimiyle, bir "yeni Osmanlı" ya da "Osmanlı'ya dönüş" durumu ile mi karşı karşıyaydık? Sorunun yanıtını Prof.Dr. Nilüfer Göle çok yerinde bir değerlendirmeyle veriyor. Göle, Modern Mahrem isimli bilimsel yapıtıyla, siyasal İslam iktidara gelmeden önce, modernite ve mahremiyetin etkileşimini ele almıştı. Bu bağlamda Göle'nin son röportajına odaklandığımızda,  "...Muhafazakârlıktan yola çıkan bir hareket gelenekle bağımızı koparıyor. Gelenekle bir ilişkisi yok artık, sürekli bir yeni arayışı içinde. O yüzden yükselen ülkelere benziyor, Avrupa eski kıtası içindeki yerini köhne buluyor. Dikey kentler, güçlü liderler, aşırı tüketim ve kapitalizmin farklı zaman dilimlerinin yaşandığı ülkeler. Çin, Malezya, Hindistan gibi..." sözleri dikkat çekiyor. (Cansu Çamlıbel, "Erdoğan'ı Unutalım One Minute", Hürriyet, 26 Mayıs 2014, http://www.hurriyet.com.tr/gundem/26486200.asp)
İlginç olan, AKP'nin döneceği bir "ancien régime " yok. Kastettiğimiz "Cumhuriyet'in hangi öncesi" sorusudur. 1922 mi, 1918 mi, 1913 mü, 1908 mi, 1876 mı derken, bu liste uzayıp gider. "Yeni Türkiye" artık, Osmanlı'yı sadece bir tarihsel kurgu argümanı, var olan rejimi yozlaştırma unsuru olarak ele alıp, ancak yenisini koyamama sıkıntısı içindedir. 
Sözkonusu paradoksu, İslamcı kesimde çok tepki çeken, Mavi Marmara değerlendirmemde ele almıştım.  "Yeni Türkiye"nin en önemli bileşenlerinden biri İsrail karşıtlığı üzerine bir duruşun inşa edilmesidir. Yazımda şunları vurgulamıştım:  "Mavi Marmara Gazze’yi fethetmeye değil, Gazze üzerinden İstanbul’u fethetmeye gönderildi."  (Deniz Tansi, "Mavi Marmara Neyi Simgeliyor", Hasturktv, 27 Aralık 2010, http://www.hasturktv.com/arsiv/1439.htm) 
Türkiye-İsrail yakınlaşmasının ele alındığı, Doğu Akdeniz'deki enerji dengelerinin hatta Kıbrıs sorununun olası çözümünün, Türkiye-İsrail barışına endekslendiği bu günlerde, neden Mavi Marmara'ya baskın yapan İsrail ordusunun genelkurmay başkanı, askeri istihbarat başkanı ve deniz-hava kuvvetleri komutanları konusunda , fiilen uygulanması mümkün olmayan bir "yakalama kararı" alındı. Zira, kitleyi "kenetleme" yollarından en önemlisi, İsrail ve Yahudi karşıtlığı üzerinden sağlanıyor. 
2007'deki "367 krizi", "Cumhuriyet mitingleri" ve genel seçimler, ardından 2007 referandumu, 2010'daki "çakma 12 Eylül mağduriyeti" ve referandum, 2013'teki "Gezi olayları", 2014'te "tape mağduriyetleri" ve yerel seçim örneklerinden anlaşılabileceği gibi, her seferinde kutuplaştırılan ortamda, önce "karşıt seçmeni tahrik ederek sokağa dökme", ardından evde tutamadığı kendi seçmenini "kenetleme" üzerine yapılan siyaset, günümüzde Alevi yurttaşlarımız üzerindeki tahriklerle sürüyor.
Bu meyanda, Cumhurbaşkanlığı seçim kampanyasında, Mavi Marmara'daki İsrailli komutanların yakalanması kararı, 2.Gezi söylentileri ve Alevi yurttaşların sokağa dökülmesi, beklenen %60'ı getirecek mi?
Siyasal iktidarın en son isteyeceği şey, siyasal ortamın durulması ve normalleşmesidir.
O yüzden, şunu söyleyeyim, tahrik olmamak ve siyasal iktidarın hitap ettiği kesimlerin kenetlenmemesini sağlamak önemlidir.
Bu elbette demokratik hak arama özgürlüğümüzün rafa kaldırılması anlamına gelmez.
Ancak tahrik aşağıdan değil, yukarıdan geliyor.
Benden söylemesi...

18 Mayıs 2014 Pazar

19 MAYIS 2014...

Siyasal iktidarın, ulusal bayramlara karşı soğuk duruşu malum. Bir doğal felaket ya da acı olduğunda, eğer bir ulusal günle çakışıyorsa, akıllara ilk gelen, sözkonusu ulusal günün kutlanmasının yasaklanması oluyor.
Soma'da yaşanan felaket, her geçen gün başka bir boyut alıyor. Resmi rakamlara göre, 300'den fazla işçimizin yaşamını kaybettiği elim hadisede, siyasal iktidar, taziye için gittikleri yerde, acılı insanlara "tekme tokat" girişmeyi, hakaret etmeyi gayet yerinde gördü. Maden şirketi ve sahibi ısrarla kollanmaya çalışılırken, 5 gün sonra, kamuoyu baskısıyla, sahibi dahil seri gözaltılar başladı. Gerçi Zarrab'ın durumu düşünüldüğünde, adı geçen gözaltıların, deyim yerinseyse birer gaz alma olduğu, rahatlıkla anlaşılabiliyor.
13 Mayıs'ta Soma'daki kaza duyulduktan 1 gün sonra, "ulusal yas" ilan edildi. 14 Mayıs'ta "yas kararı" alınırken, hemen 19 Mayıs törenlerini iptal etmek akıllara geldi. Siyasal iktidar mensuplarının, kamuoyuna yansıyan düğün törenleri, milletvekillerinin yoğun ilgisi, 19 Mayıs'ta gösterilen hassasiyetin, düğünlerde pek karşılığı olmadığını ortaya koydu.
Elbette yasal açıdan bir "düğün yasaklaması" olamaz. Bu kişilerin vicdanına kalmış bir konudur. Gelgelelim 19 Mayıs konusunda, hem kamuoyuna "algı çarpıtması" yapılıyor, hem de işin asıl çerçevesi unutturuluyor.
Bugünkü iktidarın "gömlek değiştirmeden" önceki geçmişi, Milli Görüş siyasetiyle bağlantılıydı. Genelde Erbakan hoca ve yardımcıları aniden hastalanırlar, hemen rapor alırlar, törenlere katılmaktan "kurtulurlar"dı. Şimdi de sözkonusu gelenek, Çankaya'dan kabinenin ve yerel yönetimlerin çeşitli unsurlarına dek sürüyor. Dolayısıyla, işin asıl çerçevesi, 19 Mayıs'ın örtük anlamında yatmaktadır. 19 Mayıs 1919, mateme aykırı, bir cümbüş, eğlence ortamı değildir. 19 Mayıs bir isyandır, Türk Devrimi'nin atılan en büyük hamlesidir, başlangıçtır. Atatürk'ün manevi ağırlığına tahammül edemeyenler, elbette törenlerde vurgulanan içeriklerden rahatsız olmaktadırlar. Algı çarpıtmasında, özellikle çeşitli yöntemler ihmal edilmeye çalışıyor. Toplumsal bir yas yaşanırken, törenlerin biçimi ağırlaştırılabilir, farklı boyutlarda uygulamalar yapılabilir.
Ancak işin zemini İSYAN'dan duyulan rahatsızlıktır. Yıllarca resmi törenlerde, stadyumlarda, ezbere yapılan törenler, birer formalite olarak görülüyordu. Oysa 19 Mayıs dahil, çeşitli ulusal günlerin anlamı, tasfiye edilmeye çalışıldıkları dönemde, daha iyi kavrandı, resmi tören mantığı aşıldı, toplum kendi bayramlarına sahip çıkmaya başladı.
Şimdilerde bazı meczupların, Cumhuriyet'i "90 yıllık reklam arası" gördükleri zeminde, Osmanlı'ya yapılan öykünmeler, "hangi Osmanlı" sorusunu akıllara getiriyor. Ortadoğu ağırlıklı Osmanlı, 1912-1918'i kapsadığına göre, demek ki, 600 yıllık tarihin son 6 yılı baz alınıyor. Üstelik Cumhuriyet, Osmanlı'da başlayan modernleşme sürecinin bir sonucudur, bir günde ortaya çıkmamıştır.
Siyaset biliminin en önemli isimlerinden Duvergér, Atatürk'ün başlattığı Ulusal Kurtuluş Savaşı'nı, dünyadaki toplumsal devrim süreçlerinden birinin kaynağı olarak görür. Diğer kaynak, 19. yüzyılda keskinleşen toplumsal sınıf mücadeleleridir.
Ulusal Kurtuluş, TBMM, Cumhuriyet, Devrimler; bir kesimde ciddi anlamda rahatsızlık yaratmaktadır. 19 Mayıs 2014, isyanın, devrimin sadece anımsandığı değil, kendini yenilediği bir anlayışın SÜREKLİ DEVRİM'in yansımasıdır.
Soma'da yaşananlara duyulan isyan, içimizdeki keder ve yas, Samsun'dan doğan isyanın, ulusal kurtuluşun, devrimlerin kararlılığıyla harmanlanacaktır. Ve "yaşamda en gerçek yok göstericinin bilim olduğu" gerçeği ile  DEVRİMCİ CUMHURİYET'i sahibinin, yani halkın ellerinde yeniden ayağa kaldıracaktır.

9 Mayıs 2014 Cuma

IRAK SEÇİMLERİ VE BÖLGENİN GELECEĞİ

30 Nisan 2014'te Irak'ta milletvekili genel seçimleri yapıldı. Kesin  sonuçların 25 Mayıs'ta açıklanacağı seçimler, gelecekteki tablo açısından, gözlemcilerin ilk yorumlarına göre, kısa vadede bir siyasal değişim getirmedi. Ne var ki soru işaretleri arttı, belki de "belirsizlik durumu" daha da pekişti.
2003'teki ABD işgali öncesinde, Sünni Arap elitin yönettiği BAAS rejimi, 2005 Irak anayasasından sonra, Şii Arap çoğunluk ve Sünni Kürtler arasındaki koalisyonun yönettiği, "yeni Irak"a dönüştü.
Ancak "yeni Irak", 2011 Aralık ayında sona eren ABD işgalinden sonra, Şii başbakan Maliki'nin, "merkezi yönetimi" güçlendirmeye çalıştığı ve diğer unsurlarla çekiştiği bir siyasal-toplumsal rekabete sahne oldu. 2011'de yaşanan Arap Baharı, Irak açısından yeni sorunların da doğmasına yol açtı. Henüz ABD işgali sona ermeden başlayan olaylarda, özellikle Mart 2011'de Suriye'ye yansıyan "gecikmiş Arap Baharı", Irak içindeki etnik, mezhepsel grupların, farklı ittifak ve uzantılarının Suriye'ye yönelik izdüşümlerini ortaya koydu.
Türkiye'deki "deyimle", her bir Irak içi alt kimlik siyasetinin "paralel yapıları", Suriye'de yaşam buldu, Suriye'deki fragmantasyonu arttırdı. Böylece daha karmaşık, kompleks bir büyük fotoğraf, Doğu Akdeniz'den Basra Körfezi'ne uzanan bir kronik içe dönük patlamayı beslemeye başladı.
Seçim sonuçlarında görünen ilk izlenim, Irak başbakanı Maliki'nin "Hukuk Devleti Koalisyonu", "Sadr Hareketi", Barzani'nin "Kürdistan Demokratik Partisi" ve Allavi'nin "Irak Ulusal İttifakı"nın başat siyasal oluşumlar bağlamında öne çıktıklarıdır. Muwatin olarak bilinen Irak Yüksek İslam Konseyi de, seçimden ikinci parti olarak çıkmıştır. Sünni Araplar'ın El Hadba partisi de üçüncü siyasal parti olarak, parlamentoda yerini almıştır. Maliki, aralarındaki siyasal ayrımlara rağmen, Şii Arap oluşumlarla birlikte koalisyon oluşturma çabası içindedir. Böylece ABD'nin çizdiği "Şii Arap-Sünni Kürt koalisyonu" rotası, Şii Araplar'ın, %60 gibi bir sayısal çoğunluğunun siyaseten de Irak'ı yönetmesi gayreti ile dönüştürülmeye çalıştırılmaktadır.
Sünni Kürtler'in "ayrı Kürt devleti" kartı ceplerinde dursa da, Sünni Araplar için, geriletildikleri Irak siyasetinde, özellikle El Kaide sarmalına girme riskleri büyüktür. Irak Şam İslam Devleti (IŞİD) ve El Nusra, bu çerçevede Irak El Kaidesi içindeki ayrımları da ifade etmekte, IŞİD, El Kaide tarafından da aforoz edilmektedir. IŞİD ve El Nusra, Suriye içindeki militan unsurlarıyla, dikkat çekmekte, IŞİD, Suriye'de elde ettiği nüfuz bölgeleri dışında, Irak'ta da Felluce-Tuzhurmatu hattında hükümranlık alanı yaratmaktadır. Devletsiz kalan Sünni Araplar, farklı militan grupların etkisinde, daha büyük bir sorunun temelini teşkil edebilirler.
Maliki eğer Şii Arap unsurların dışında koalisyon kurmayı isterse, Barzani ve Talabani ile hükümet kurmaya sayısı yetmemektedir. Her durumda, diğer Şii Arap ve yetmezse Sünni Arap ortaklara gereksinim duyacaktır. Görünen odur ki, Maliki, öncelikle Şii Arap unsurlara ağırlık verecek, bu da İran etkisi, Sünni Kürt ayrılıkçılığı, Sünni Arap isyanı ve El Kaide yapılanması gibi algıları besleyecektir.
Maliki-Barzani arasındaki siyasal gerilim, Irak Kürdistan Bölgesel Yönetimi'nin Türkiye dahil, başka ülkelerle imzaladığı petrol protokolleri, merkezi yönetim-bölgesel yönetim ikiliğini daha da derinleştirmektedir. Öte yandan Barzani bölgesi, Suriye'de üç kantonda özerkliğini ilan eden PYD yönetimindeki Rojava bölgesinden çekinmekte, hendekler kazmakta, Suriye Kürtleri'ni ancak kendi vesayeti altıında yaşama hakkına mahkum bırakmaya çalışmaktadır. Rojava'daki Kürt yönetimini, kendi açısından "paralel Kürt yönetimi" olarak değerlendirmekte, rahatsız olmaktadır.  
Hani çok ünlü bir filmden esinlerenerek, "Irak cephesinde yeni bir şey yok" diyebiliriz ancak, Irak ve Ortadoğu'nun geleceği açısından endişe verici bir gelecek, kendisini belirsizlik düzleminde yeniden üreterek, parçalı, yarım devletlerden oluşacak bir haritayı, 1916 Sykes Picot ve 1920 San Remo çerçevesinde güncelledi diye anlatabiliriz...

KAYNAKÇA:

Opinion: "Why Iraq elections can't fix chaos left behind US", Fawaz A. Gerges, CNN, May 1, 2014
http://edition.cnn.com/2014/04/30/opinion/iraq-election-gerges/

"Iraq elections unlikely to bridge sectarian divide", Michael Stephens, Aljazeera, 29 Ap, 2014,  http://www.aljazeera.com/indepth/opinion/2014/04/iraq-election-unlikely-bridge-sec-2014428882392899.html

"Iraq's election: Shia vs Shia",  Economist Blog, May 7, 2014. http://www.economist.com/blogs/pomegranate/2014/05/iraq-s-election

"Iraq experiences an unusual election season", Abdulrahman al Rashed, Alarabiya, May 5, 2014. http://english.alarabiya.net/en/views/news/middle-east/2014/05/05/Iraq-experiences-an-unusual-election-season.html


8 Mayıs 2014 Perşembe

ÖZERKLİK MESAİSİ?

Türkiye'de medyaya, 8 Mayıs 2014 itibarıyla, ilginç bir haber düştü. Buna göre, HDP Grup Başkanvekili Pervin Buldan, hükümet ile PKK terör örgütünün başı Öcalan'ın "özerklik" konusunda anlaştığını, İmralı'ya ziyarete gelen HDP heyetine, sözde "kalıcı barış" için, Öcalan'ın bizzat iki şart ileri sürdüğünü ve aktarılması istediğini kaydetti.
(http://www.cumhuriyet.com.tr/haber/siyaset/69477/_Hukumet_ile_Ocalan___ozerklik__icin_anlasti_.html)
Buldan'ın aktardığı iki şart aslında iki yasal düzenlemeyi içeriyor. Birincisi "bölgesel özerklik yasası", diğeri de "demokratik sivil toplum yasası" olarak, Buldan tarafından anons ediliyor.
Başlıkları dile getirilen, içerikleri henüz kamuoyuyla paylaşılmayan yasal düzenlemeler, ne kadar gerçeği yansıtıyor? Öte yandan, bu tür bir mutabakat olmasa, Buldan neden böyle bir demeç versin?
Türkiye'de Özal döneminden beri, iki anayasal değişiklik, farklı fırsatlar kollanarak, ortaya koyuluyor. Başkanlık sistemiyle, Türkiye'de "kararların daha hızlı alınacağı", Anayasa'daki ifadesiyle, "yönetimde istikrar" sağlanacağı belirtiliyor. Diğeri de, gerek şart olarak belirtilmemekle birlikte, "özerklik" adıyla olmasa da, "federasyon" başlığında, "yerinden yönetim" ya da "yerindenlik" parantezinde ele alınıyor.
Ancak tahmin edileceği gibi, Başkanlık sistemi, ABD'deki gibi değil, alaturka bir yaklaşımla, "kuvvetler birliği"ne dayalı, otoriter bir tek adam yönetimi olarak anlatılıyor. Böyle olunca Türk Sağı'nın Rousseau'dan devşirdiği "genel irade"nin "milli irade" hali gündeme geliyor. "Milli iradeci" başkanlık, federatif bir yapılanmayla nasıl buluşacak diye sorulduğunda, işler karışıyor. İstihbari anlamda yapılan yeni yasal düzenlemelerle artık kanuni hale gelen "Öcalan'la İmralı'daki müzakere süreci" ile, belli bir teritoryal alanda, ülke sınırları içinde, farklı bir hukuk uygulanması meşrulaştırılmaya çalışıyor. Böylece "seküler Kürt hareketi" ile "İslamcı iktidar" arasında, bir "Araf noktası" oluşturuluyor.
30 Mart 2014 yerel seçimlerinde de görüldüğü gibi, etnik Kürt hareketi, AKP ile belli uzlaşmaları diri tutmaya çalışıyor, hatta Ağustos 2014 Cumhurbaşkanlığı seçimleri öncesi gözlemlendiği üzere, "mahçup bir ittifakı" korumanın telaşı içinde davranıyor. Her ne kadar "biz aslında tüm Türkiye'de özerk bölgeler ve bu çerçevede federasyon istiyoruz" diyorlarsa da, kendi deyimleriyle kurucu irade ve paradigmayı değiştirme konusunda, iktidar ile "mecburi bir birliktelik" içinde duruyorlar. İşin siyasal bilançosuna sıra geldiğinde, teritoryal olarak oy grafiğiyle çizdikleri coğrafi alanda, kamu yönetimi bağlamında "idari vesayet" ve "hiyerarşi"den arınmış bir "yönetim özerkliği" talep ediyorlar.
Teknik anlamda şöyle bir soru gündeme gelebilir. CHP genel başkanı Kılıçdaroğlu'nun 2011 genel seçimleri öncesinde zikrettiği "Avrupa yerel yönetimler özerklik şartında Türkiye'nin çekincelerini kaldırması" taahhüdü, bir nevi "idari özerklik" konusunu ileri süren bir "çerçeve değişikliği"ni barındırıyordu. İktidar ve  Öcalan arasında iddia edilen mutabakat varsa, Erdoğan'ın olası cumhurbaşkanlığı öncesi, idari mi yoksa siyasi özerklik mi gündeme gelecek. Belki de bir alıştırma devresi olarak, "idari özerklik" ele alınma durumunda olabilir.
Buldan aracılığıyla Türk kamuoyuyla paylaşılan mutabakatta, "müzakere çerçeve yasası" ve "hakikatleri araştırma komisyonu"nun da gündeme geleceği anlatılıyor. Türk hukuk sisteminde "çerçeve yasa" usulü olmasa da, eğer "çerçeve yasa" konusu uygulama aşamasına gelirse, yapılacak anayasal değişikliklerle beraber, tüm yasal değişikliklerin, bir ortak çerçeveye oturtulması sözkonusu olacak.
Zaten "hakikatleri araştırma komisyonu" konusunda, bizzat CHP genel başkan yardımcısı Sezgin Tanrıkulu'nun dile getirdiği üzere, ana muhalefetin de aynı öneriyi paylaştığı gözüküyor.
Peki "özerklik mesaisi", iktidar ve ana muhalefetin, her konuda uzlaşamasa da, belli ortak yaklaşımları ve Öcalan'ın talepleri ile belli bir noktaya mı yaklaşacak? Yoksa, Erdoğan'ın Çankaya'ya çıkması durumunda, yeni bir "zamana yayma" taktiği mi ile karşılaşılacak?
İslamcı, otoriter bir yaklaşımla, silahlı etnik hareket, demokratik bir "ortak payda"da mı buluşacak?
Ve buradan "yeni bir paradigma" mı doğacak?
Sorular zaten verili zemini anlatıyor???

3 Mayıs 2014 Cumartesi

İSRAİL'LE YENİ DÖNEM...

Kendi deyimleriyle "muhafazakar demokrat", dünyaya göre İslamcı ya da Ilımlı İslamcı olan siyasal iktidar, İsrail'le ilişkilerin normalleşeceği sinyallerini ne zamandan beri veriyor.
İsrail'le ilişkilerde normalleşme arayışında, aslında belli bir zamandan beri "gizli bir diplomasi" yürütülüyordu. Özellikle Mavi Marmara'dan dolayı Türkiye'nin İsrail'den talep ettiği 3 maddenin ilkinin, yani "özür" maddesinin aşılması, bir demir leblebi direnişinin çatlaması anlamına geliyordu. 2013 baharında, ABD Başkanı Obama'nın İsrail ziyaretinde, İsrail başbakanı Netenyahu'nun, uluslararası sularda İsrail komandoları tarafından öldürülen 9 Türk yurttaşı için başbakan Erdoğan'dan "özür dilemesi", gözleri ikinci ve üçüncü maddelere çevirdi.
2008 Aralık-2009 Ocak'ta İsrail tarafından Gazze'ye yönelik gerçekleştirilen "Dökme Kurşun Operasyonu"ndan sonra, Davos'taki "one minutes" krizinden itibaren başlayan Türkiye-İsrail gerilimi, arada sözkonusu gerilimi besleyen, "Anatolian Eagle" tatbikatından İsrail'in çıkartılması, "Ayrılık" dizisinde "İsrail karşıtı sahneler"le, İsrail dışişleri bakan yardımcısının Türk büyükelçisini bekletmesiyle, "alçak koltuk krizi"yle beslenmiş, Mayıs 2010'da "Mavi Marmara" baskınıyla zirveye varmıştı.
Türkiye, "Mavi Marmara"dan sonra, İsrail'le siyasi ilişkilerini düşük düzeyde tutmaya başlamış, askeri ilişki ve anlaşmalarını askıya almış, ekonomik önlem alma gereği duymamıştı. Nitekim, son 4 yılda ikili ilişkilerdeki ekonomik hacim, en üst düzeyine vararak, 4 Milyar $ gibi bir rakama ulaştı.
Türkiye, 2011 Eylül'ünde, "Mavi Marmara krizi"ni değerlendiren Palmer Komisyonu'nun raporunda, Türkiye'nin de eleştirilmesi üzerine, komisyon raporunu ağır bir biçimde tenkit ederken, İsrail'den 3 konudaki talebini, bu aşamada ifade etti. 1-Özür 2-Tazminat 3- Gazze'ye yönelik İsrail ablukasının kaldırılması.
İlk iki madde Mavi Marmara hakkında ileri sürülürken, 3. madde, Gazze'ye yönelik bir talebi ortaya koyuyordu. Nedeni son derece belliydi.
AKP iktidarı, Gazze ve Hamas üzerinden, Ortadoğu'da "bölge liderliği" savını ortaya koyuyor, Erdoğan'ın "İsrail karşıtı söylemi"yle, bir bakıma "Arap sokağı"na hitap ediyordu. Gazze'de Erdoğan posterleri, "Arap Baharı"nda AKP modelinin öne çıkması, tam da bu çerçevede bir siyasal ve bölgesel liderlik gösterisini ete kemiğe büründürüyordu.
2010-2013 arasında yaşanan soğuklukta, 2013 "özür"le bir kapının aralanması olarak yorumlandı. AKP, 2011'de "gecikmiş Arap Baharı"nın Mart'tan itibaren Suriye'ye yansımasıyla, tam da bölge liderliği çerçevesinde, Suriye'ye yönelik bir askeri müdahale ile sadece ekonomik değil askeri açıdan da  bir "vurucu güç" olabileceğini ispat etmeye çalıştı. 2010'a kadar "kardeşim Esad" diye hitap ettiği Suriye lideri Esad'a karşı, çeşitli militan güçlere Türkiye tarafından çeşitli destekler verildi. Türkiye sınırının içine giren mülteci kamplarında, militan unsurların bulunduğu iddiaları, IŞİD ve El Nusra'ya zaman zaman gösterilen kolaylıklar, hala açıklığa kavuşturulamayan ve yeni istihbarat yasasıyla "devlet sırrına" dönüşen tırlar derken, Suriye'nin Rojava bölgesinde "nurtopu" gibi yeni bir Kürdistan doğdu. Üstelik Suriye'de konumlanan "yeni Kürdistan", Irak'ta Türkiye'nin de desteklediği "Barzani'nin Kürdistan Bölgesel Yönetimi" ile ters düştü. Barzani güçleri, Rojava'yı yöneten PYD'nin "kantonlardaki özerk modeli"ne karşı, derin hendekler kazarak, kendi bölgesinin "bütünlüğünü" korumaya çalıştı.
2010 Mayıs'ında Brezilya ile "Tahran Deklarasyonu"nu deklare eden, 2010'un Haziran'ında BM Güvenlik Konseyi'nde, İran'ın "uranyum zenginleştirme programı"na karşı "ek yaptırımlar"a, hayır oyu veren iktidar, İran'a göstermelik altın ihracatı yaparak, İran'dan doğal gaz başta olmak üzere ticareti ambargoları delme suçlamalarıyla karşı karşıya kaldı. Ne var ki, İran'la siyasal anlamda pek çok konuda ters düştü. Sözgelimi İran Suriye'de Esad'a karşı dış askeri müdahaleleri kendisine yapılmış kabul edileceğini duyururken, Suriye'de Devrim Muhafızları'nın seçkin birliklerini ve Lübnan'daki Hizbullah'ı, Suriye'de Esad için seferber etti. Öte yandan Irak'ta Barzani'ye destek veren Türkiye, merkezi Şii yönetimi destekleyen İran'la derin bir siyasal ayrılığa düştü. Mısır'da İhvan'a destek veren AKP,  2013'teki askeri darbeden sonra karşıt tavır alırken, karşısında Suudi Arabistan ve Körfez ülkelerini buldu.
Sadece dünyada değil, Ortadoğu'da da "değerli yalnızlık" içine giren siyasal iktidar, neden şimdi İsrail'le "kalıcı barış"a ve ilişkilerin normalleşmesine "yeşil ışık" yakıyor. Hiç kuşkusuz, müstakbel barışın sponsoru ABD ile ilişkiler burada en baş etkeni oluşturuyor.
Bir başka açıdan, Doğu Akdeniz'deki "yeni enerji dengeleri", siyasal vaziyet alışları da etkiliyor. Anımsanacağı gibi, Türkiye'yle askeri ilişkiler askıya alınınca, İsrail Yunanistan'la askeri işbirlikleri ve tatbikatlarını yoğunlaştırmıştı. Yunanistan'la gayet olumlu ilişkileri olan Türkiye için, "özel bir tehdit" algısı oluşmadı. İsrail eş zamanlı olarak Kıbrıs Rum Kesimi ile de ilişkilerini geliştirdi. İsrail açıklarında bulunan ve Azeri Socar şirketinin yatırımlarının da ortak olduğu konsorsiyumlar tarafından çıkartılan zengin doğal gaz kaynaklarının Batı piyasalarına kavuşturulması, Kıbrıs'ın güneyinde de yer alan "münhasır ekonomik alanlar"da Türkiye'nin mevcut hakları, Batı ekseninde, şöyle bir tablo oluşturdu: -İsrail doğal gazı, Türkiye üzerinden Batı'ya ulaştırılacak, Kıbrıs'ta olası bir kalıcı barış, Türkiye-Yunanistan-Federal Kıbrıs ve İsrail arasındaki sıkı ekonomik ve askeri işbirliği, Suriye-İran ve Rusya'nın Doğu Akdeniz'deki çıkarlarını geriletecek.- Zira İran hem Suriye, hem Lübnan'daki Hizbullah aracılığıyla Doğu Akdeniz'e uzanmakta, yeni çıkışlar aramaktadır. Hamas-El Fetih barışı, Gazze'deki "tek yanlı yönetimi", yeniden Filistin Otoritesi'ne kazandırır mı? Türkiye'nin İsrail'den 3. maddede belirtilen "Gazze ablukası"nın kaldırılması talebi, sadece Türk yardımlarının bölgeye ulaştırılmasıyla, İhvan sonrası Mısır'ında bakışıyla dönüştürülebilir mi, yoksa dönüştürüldü mü?
Vurgulanan veriler ışığında, Türkiye-İsrail barışı, bölgesel liderlikten, Batı ekseninde bir bölgesel işbirliğine doğru ilerlemekte, Atina'dan, Lefkoşa'ya, Mersin'den Hayfa'ya bir Doğu Akdeniz siyaseti, geleceği biçimlendirmektedir.