30 Temmuz 2015 Perşembe

İSRAİL'İN KIBRIS'TAKİ ARAYIŞI...

2010'daki "Mavi Marmara" hadisesinden sonra, Türkiye-İsrail ilişkilerinde, önemli sorunlar doğduğu bilinen bir gerçek. Batı ülkelerinin ulusal parlamentolarında ardarda "Filistin devleti"nin tanınma kararlarının alındığı, İran'ın BM Güvenlik Konseyi daimi üyeleri ve Almanya (P5+1) ülkeleriyle vardığı "nükleer uzlaşma" sonrası ABD-İran arasındaki diyaloğun geliştiği bir ortamda, İsrail başbakanı Netenyahu'nun "tecrit" halinden kurtulma stratejisinde, Doğu Akdeniz'in konumu ayrı bir önem taşıyor.
Netenyahu hükümeti, 2010 sonrasında, Yunanistan ve Kıbrıs Rum Kesimi'yle ilişkilerini geliştirmeye başladı. Türkiye-İsrail gerginliği sonrası, İsrail askeri uçaklarının "hava eğitimi" konusunda, Türkiye tarafından iptal edilen Konya yerine, Yunan hava sahasında etkinlik icra etme uzlaşısı, işbirliğinin ilk adımı olarak kaydedilebilirdi. Oysa işin, askeri olduğu kadar ekonomik cephesinde, enerji kaynakları ve İsrail doğal gazının Batı piyasalarına ulaştırılması gereksinimi ortaya çıktı. Kıbrıs ve Yunanistan üzerinde, binlerce kilometreyi aşan bir boru hattıyla bu iş başarılabilir mi? Yunanistan'ın üyesi olmakla birlikte, sorunlu olduğu AB, bu çerçevedeki maliyetli bir projeye sponsor olur mu? Bu bağlamda ister istemez Türkiye'nin de dahil olduğu, "münhasır ekonomik alanlar" ve Doğu Akdeniz'deki petrol, doğal gaz ve balıkçılık dahil, "ekonomik paylaşımlar" konusu ön plana çıkıyor. Türkiye'yi dışlayan bir Doğu Akdeniz uzlaşısında, son zamanlarda yoğunluğu artan Kıbrıs görüşmelerinin akibeti nasıl etkileniyor? Zira KKTC'nin yeni cumhurbaşkanı ile Kıbrıs Rum Kesimi'nin lideri, Kıbrıs'ta kalıcı barışın Türkiye'nin lehine olacağını, bu sayede Türkiye'nin Doğu Akdeniz'deki enerji kaynaklarından yararlanma yolunun açılacağını vurguluyorlar. Tam da bu zeminde İsrail'in işlevi ve siyasaları göze çarpıyor. Uçuş mesafesiyle 45 dk.'lık bir mesafedeki adaya, İsrailli yatırımcıların ilgisi büyüyor. Türkiye-İsrail arasında, "özür" maddesinin aşıldığı, "tazminat" ve "Gazze ablukasının kaldırılması" koşullarının masada durduğu bir yüzeyde, "topyekün barış" konusu gündeme gelir mi? Bu soruyu yanıtlamak için henüz erken. Türkiye'nin İsrail'le ilişkilerini normalleştirdiği ve Kıbrıs'ta kalıcı barışın sağlandığı bir momentumda, Doğu Akdeniz politikaları rahatlayacak mı? Cazip açıklamalar ve gergin bekleyişler, çelişik beklentileri eş zamanlı olarak harmanlıyor.
Netenyahu, Kıbrıs Rum Kesimi'ne yaptığı ve 12 saatin altında süren günü birlik ziyaretinde, enerji konularının yanısıra, İran ve Hizbullah tehdidine dikkat çekti. İran'la ilgili endişeleri, Batı kamuoyundan eskisi kadar ilgi çekmeyen İsrail başbakanı, Kıbrıs üzerinden Avrupa'ya "terör tehdidi"ni vurgulamayı tercih etti. Geçen ay Kıbrıs Rum Kesimi'nde hapsedilen bir Lübnanlı'nın üzerinde patlayıcı yapımında kullanılan amonyum nitrat bulunması ve bu kişinin Hizbullah'la bağlantılı olduğunun ortaya çıkarılması, Netenyahu için önemli bir fırsattı. Dolayısıyla Hizbullah'ın sadece Lübnan'da değil, Kıbrıs'ta ve AB ülkelerindeki olası terör faaliyetlerini ifade eden bir argüman kazanmış oldu.
Netenyahu Kıbrıs'taki değerlendirmelerinde sadece Hizbullah'a ve İran'a değil, IŞİD'e de dikkat çekti. Son zamanlarda Sina üzerinden IŞİD tehlikesini daha çok hisseden İsrail, bu vesileyle Ortadoğu'daki terör tehditleri ve Avrupa ülkeleri, ABD açısından İsrail'in konumunu öne çıkartmaya çabaladı.
İsrail Kıbrıs üzerinden sadece Yunanistan'la değil, AB ile de "ekonomik-güvenlik" ekseninde işbirliği kurmak, tecrid algısını kırmak için ilişkilerini yoğunlaştırmaya gayret ediyor.
Türkiye'nin dahil olmadığı bir Doğu Akdeniz ikliminde, buna benzer çabaların tek başına sonuç değiştirici bir tablo ortaya koyamadığı gözüküyor.  
İsrail de Batı dünyasıyla ilişkilerini, şimdilik olsa da Yunanistan-Kıbrıs Rum Kesimi üzerinden, "düşük profilli" bir parantezle sürdürmeye çalışıyor.
Enerji işbirliği beklentileri yüksek olsa da, maliyetler ve AB'nin tutumu, çok parlak bir atılım vaat etmiyor...  

http://cyprus-mail.com/2015/07/28/netanyahu-in-cyprus/

http://www.jpost.com/Israel-News/Politics-And-Diplomacy/Netanyahu-Iran-and-Hezbollah-have-terrorist-network-throughout-Europe-410409

26 Temmuz 2015 Pazar

ORTADOĞU EKSENİNDE TÜRKİYE'DEKİ TERÖR SARMALI...

Türkiye, gündemin kolaylıkla değiştiği, bir önceki ay, bir sonrakinin tahmin edilmesinde güçlük yaşandığı bir ülke. 7 Haziran 2015 genel seçimlerinin üzerinden, neredeyse 2 ay geçecek. Parlamentoda hiçbir siyasal parti salt çoğunluğe ele geçiremediğinden dolayı, teknik olarak 'koalisyon hükümeti' kurulması, bir başka deyimle, tek bir partinin değil, en az iki siyasal partinin işbirliğiyle bir kabinenin oluşturulması gerekiyor. AKP'nin 2002'den beri devam eden siyasal iktidarında, 3 genel seçim, 3 yerel seçim, 2 referandum, 1 cumhurbaşkanlığı seçimi başarısı bulunuyordu. Bu çerçevede AKP, 2 cumhurbaşkanı, 3 başbakan seçtirdi.
AKP'nin 'siyasal İslam'da, 'Milli Görüş'ten ayrılan siyaseti, özellikle 2007'deki cumhurbaşkanlığı seçiminden sonra, Ortadoğu'ya dönük, Osmanlıcı, bölgesel nüfuzu planlayan bir dış politika ile belirlendi. ABD'nin 2001'deki '11 Eylül saldırıları'ndan sonraki siyasetiyle örtüşen, piyasa ekonomisi, biçimsel demokrasi ve ABD çıkarlarıyla barışık 'Ilımlı İslam' siyasası, AKP açısından, 2011 sonrası, Suriye özelindeki kaos ve Mısır'daki kısa dönemli İhvan siyasetiyle bir ivme kazandı. Ne var ki, Mısır'daki askeri darbe ve Suriye'de 4.5 yıldan beri direnen Esad iktidarı, bölgedeki iddialı AKP siyaseti için, bir kabusa dönüşmeye başladı. 
'7 Haziran sonrası'nın 'AKP sonrası'na dönüşememesi, HDP'nin parlamentodaki varlığının, hem AKP'nin 'tek başına iktidarı'na ve 'başkanlık hayali'ne set çekmesi, hem de siyasal iktidarın, bürokrasi aracılığıyla, PKK terör örgütü başı Öcalan'la İmralı cezaevinde yürüttüğü ve adına 'çözüm süreci' verilen müzakereler, işleri bir 'siyasal çıkmaz'a sürükledi. Seçim öncesinde, 'Dolmabahçe mutabakatı' diye ifade edilen AKP-HDP'nin 'kurumsal kimlikleri'nde pekiştirilen 'süreç', 21 Mart 2015'te Diyarbakır'daki Nevruz kutlamaları'nda 'anayasal değişimi' de kapsayan bir 'öneriler paketi'yle ilerleyecekti. Tüm hesaplar, AKP-HDP arasında 'başkanlık-federasyon' pazarlığı zemininde vurgulanıyordu. Gelgelelim, Erdoğan, Mart 2015'te hem 'Dolmabahçe mutabakatı'nı reddeti, hem Nevruz beklentilerini boşa çıkardı, hem de seçim öncesinde 'milliyetçi bir söylem' kullandı. Erdoğan, AKP dönemindeki 'reformların' yeterli olduğunu belirterek, "Kürt sorunu yoktur' çizgisine geldi. Böylece 2005'ten itibaren, "Kürt sorunundaki ezberleri bozma" yolunda süren, 'AKP'nin Kürt açılımları", bir on yılın sonunda, klasik bakış açısına döndü.
Bir başka çerçevede, AKP'nin 'Suriye politikası', Suriye'deki İslamcı gruplara verilen destek, IŞİD'in Suriye'deki kazanımlarına karşı sessizlik ve Irak'taki Kürt bölgesinde Barzani'yle yaşanan işbirliğinin tersine, Suriye'de PKK'nın uzantısı PYD'den duyulan rahatsızlık, PYD'nin Afrin'le, Kobani ve Cizire kantonlarının devletleşmeye başlaması, AKP'nin politikalarında bir birikim yarattı.
Seçim sonrasında, henüz koalisyon kurulmadan, ya da erken seçimin netleşmediği zeminde, verili zeminde baş döndürücü ve de ne yazık ki kanlı gelişmeler yaşanmaya başlandı. 11 Temmuz'da PKK terör örgütünün KCK yapılanması, 'çözüm süreci'nin ve 'sözde ateşkes'in bittiğini açıkladı. AKP-HDP'nin seçim sonrasındaki siyasal  zıtlaşması, HDP-PKK yüzeyindeki siyasal beklentilerin karşılanamadığı gibi daha da geriye düşmesi, 'terör'ün yeniden bir siyasi araç haline getirilmesi, başka siyasi stratejilerle karşılaştırıldı. Şöyle ki, siyasal iktidar ve cumhurbaşkanlığının, 45 günlük süreçte hükümet kurulamaması durumunda, olası 'tekrar seçim'de, PKK'nın yoğunlaşacak terör eylemleriyle, HDP'nin baraj altında kalması ve AKP'nin yeniden iktidar olmasına endekslenen bir 'kaos siyaseti' dillendirildi. 
Bu arada 20 Temmuz'da, Kobani'ye giden gençlerin, Suruç'taki basın açıklaması sırasında, canlı bombanın hedefi olmaları, 31 yurttaşımızın acı kaybı,  IŞİD tehdidinin geldiği noktanın sergilenmesi açısından bir dönüm noktası oldu. IŞİD, 23 Temmuz'da Türk askerini şehit ederek, Libya'dan Afganistan'a uzanan ekseninde, Türk Silahlı Kuvvetlerini de çatıştığı güçlerin arasına kattı. 
24 Temmuz sabahı Türk Hava Kuvvetleri'nin Suriye'de IŞİD ve Irak't PKK mevzilerine başladığı bombardıman, Türk emniyetinin IŞİD ve PKK terör yapılanmalarına karşı gerçekleştirdiği operasyonlar, bir yandan da PKK'nın askerlerimizi ve polisimizi şehit eden saldırıları, işçi kaçırmalar, iş makinaları yakmalar, yol kesmeler, büyük şehirlerde de benzer terör eylemlerinin tekrarı, bir anda kamuoyunun paniğe sürüklenmesine neden oldu. Bir haftadan beri, 'güvensizlik' yaşayan yurttaşlar, yaşanan süreçle ilgili tatmin edici açıklamalara muhatap olamıyorlar.
ABD'nin 1. ve 2 Körfez savaşları sonucunda Irak'ta tasfiye edilen 'devlet otoritesi', Suriye'de 2011'den beri yaşanan iç kargaşa, IŞİD'e geniş alanda bir yapılanma olanağı sağlarken, Hatay'dan Hakkari'ye uzanan 1300 km'lik sınırımızın kontrol edilemez bir yüzeye dönüşmesine neden oldu.
Türkiye, devletsizleşen Ortadoğu coğrafyasında, Suriye'den sadece mülteci akını değil, gelen mültecilerin arasına karışan, farklı terör grup ve yöneticilerinin sızmasına neden olan bir durumla karşı karşıya geldi.
Ülkemiz, IŞİD ve PKK dahil, pek çok terör grubunun tehdidi altında. Uygulanan dış politika ve Suriye özelindeki yanlışların ağır faturası ödeniyor. Öte yandan, Türkiye'yi de aşan bir sürekli kaos ve kargaşa, bölünen coğrafyalar gerçeği var.
Terörle mücadele ve demokratik rejimi bir arada yürütecek, yeni bir iradeye ihtiyaç var. 'Terör sarmalı', bir günlük değil, bölgeyi orta vadede belirsizlikle besleyecek bir potansiyeli içeriyor.
Kaos ve düzen, birbirleriyle zıt, aynı zamanda da karşılıklı olarak, kendi içlerinde birbirini belirleyen bir sürekli sarmalı işaret etmektedir. Her düzen, bir kaos sonrasıdır. Bugünkü dünya düzeni de, ikinci dünya savaşındaki kaos ve savaşın ardından yapılandırılmıştır.
Yeni bir düzenden söz edebilmek için bir dizi soruya yanıt vermek gerekmektedir:
1- "Çözüm süreci"nin eleştisi ya da özeleştirisini kim verecek. Eğer doğru idiyse, bugün yaşananlar nedir? Yanlışsa hesabını demokratik zeminde kim verecek?
2- "Suriye politikası"nın hesabı nasıl verilecek? IŞİD'le ilgili ülkemizi işaret eden iddialara açıklık getirilebiliyor mu?
3- Yaşanan "terör sarmalı"nın geleceği nasıl olacak?
4- Yeni irade ve düzen, hangi yüzeyde kendisini ortaya koyacak?
Bu sorulara yanıt vermeden, mevcut siyasetin eleştirisi verilmeden uygulanacak politikalar, belirsiz bir geleceği işaret etmektedir.
Sorunlarsa ivedi ve yaşamsaldır...

15 Temmuz 2015 Çarşamba

"ÇÖZÜM"DE KİLİTLENEN SİYASET...

7 Haziran 2015 sonrası Türk siyasal yaşamı, 1990'lardan sonra tekrar koalisyon kavramına alışmaya çalışıyor. Uzlaşma kültürünün yerleşemediği, ataerkil toplum yapısının olduğu gibi siyasete yansıdığı, otoriter ve buyurgan siyasal liderliklere 'biat' davranışının 'olağan' görüldüğü siyasal sosyolojik yapımızda, demokratik bir gelişme beklemek, elbette çok zor. Ama imkansız değil.
2002'den beri, kılık kıyafetten, insanların cinsel tercihine, ev yaşamına, inanç ya da inançsızlığına karışan 'total' anlayış, siyasal kurumları, medyayı ve pek çok altyapı-üstyapı kurumunu kısmen de olsa dönüştürdü. Ne var ki küreselleşen sosyo-ekonomik altyapı ve siyasal üstyapı kurumları, bu dönüşümü ya yavaşlattı ya da yön değiştirtti. Dolayısıyla dönüşemeyen ve dönüşemeyecek bir 'total' siyaset, kendi jargonuyla; hem kendini hem de toplumu 'Araf'ta bıraktı.
Medyada genel gündem, adı muhafazakar, kendisi İslamcı olan siyasete değil, daha çok yolsuzluk savlarına odaklandı. Öte yandan, İran'la 'P5+1' ülkelerinin 'nükleer müzakereler'de vardıkları 'tarihi uzlaşma', potansiyel anlamda İran'ı ekonomik-diplomatik yüzeyde yeniden dünya sistemine yönlendirirken, 2000'lerden bugüne uygulanan 'Sünni zeminindeki İslamcı-Osmanlıcı'  söylem ve İhvan'la uygulanmaya çalışılan bölgesel ideolojik vesayet arayışı da sınıfta kaldı.
Yeni bir koalisyon en azından Türk Dış Politikası bağlamında 'fabrika ayarları'na dönüş yaşatır mı? Henüz bu soruyu yanıtlamak için çok erken.
Öte yandan Şubat 2012'de, istihbarat müsteşarını mahkemeye çağıracak kadar ileri giden yargı süreci, 'cemaat-iktidar' kavgasına mal olan 'çözüm süreci' ne alemde diye sormak gerekiyor? Tüm bir sürecin dökümünü yapmayacağım. Yalnız 2015'te yaşananlar, 'çözüm süreci' söyleminin hem ne kadar gel-gitli olduğunu, hem de 2015 parlamentosundaki yeni dengelerle, işin daha da karmaşık bir boyut taşıdığını gösteriyor. Pek çok siyasal gözlemci, 2015 seçimlerinden sonra AKP-HDP arasında, süregelen 'çözüm süreci'nin bir adım öteye geçeceği bir 'siyasal işbirliği' öngörüyordu. Bu elbette dar anlamda 'koalisyon'la açıklanacak bir işbirliği değildi. Anayasanın 'başkanlık-özerklik' ya da 'başkanlık-federasyon' pazarlığıyla değişeceği, ülkenin anayasal-toplumsal yapısının, iki partinin tabanlarının ve küresel-bölgesel dinamiklerin desteğiyle tamamen yeni bir biçim alacağı, neredeyse bir 'mutasyon' tahmini yapılıyordu. Rejimin 'değişmezleri', parlamentoda, olası referandumlarla, terör örgütü liderinin oluruyla, siyasal iktidarın hamleleriyle alt üst olacaktı?
 Oysa, seçimlere 3 ay kala, Cumhurbaşkanı'nın mevcut beklentileri rafa kaldıran müdahaleleri başladı. Şubat 2015'te, AKP-HDP arasındaki 'Dolmabahçe mutabakatı' Erdoğan tarafından, 2015 Nevruz sürecinde reddedildi. Halbuki 'Dolmabahçe mutabakatı'nın bir sonraki aşaması, 21 Mart 2015'te PKK terör örgütü liderinin Diyarbakır'daki Nevruz kutlamalarındaki yazılı açıklamasıyla yaşama geçecek, özerklik ya da federasyona doğru adımların atılacağı anayasal değişiklik stratejisi, bu toplantıda kamuoyuna duyurulacaktı. Erdoğan 'izleme komitesi'nin oluşturulacağı aşamayı yok sayarken, "Kürt sorunu yoktur" tümcesiyle, Kürt sorununda, Türkiye'nin 'klasik çizgisi'ne döneceği mesajı verdi.
HDP'nin Batı'daki illerden aldığı siyasal oy sinerjisinin altında, Erdoğan'ın 'başkanlık' hedefini engellemek yatıyordu. 'Seni başkan yaptırmayacağız' sloganıyla, AKP-HDP arasındaki olası 'konsensus' ve 'anayasal dönüşüm' tahminleri havada kaldı. PKK terör örgütünün uzantısı durumundaki siyasal parti, AKP'nin 'muhafazakar Kürt' ve CHP'nin 'daha sol'daki seçmenininn yanısıra, 'taktiksel nedenlerle, siyasetin olağan akışında kendisine oy vermeyecek kesimlerden oy aldı.
7 Haziran 2015'teki 'HDP fenomeni', 11 Temmuz 2015'te, HDP siyasetini, 1990'lardaki ayarlarına geri döndürecek bir açıklamayla sarsıldı. PKK'nın KCK yapılanması, 2014 Ağustos Cumhurbaşkanlığı seçimleri öncesinde uzattığı sözde ateşkes sürecini sonlandırma durumunu kamuoyuyla paylaştı. Söz konusu metinde, baraj yapımı ve karakol-kalekol inşaatlarının sürmesi, Türk Silahlı Kuvvetleri'nin görevi gereği 'terörle mücadele' kapsamındaki faaliyetlerine son verdirme gerekçeleri-uyarıları sıralanıyordu. HDP-PKK çizgisinde aktif olan siyasiler ve bazı kalemşörler, sözde ateşkesin bitmediğini, ancak bu açıklamayla bitebileceği ikazları yaptılar. Bir başka deyişle, terör örgütü, kendi koşullarını öne sürerek, kamuoyu nezdinde devlet kurumlarıyla siyasal pazarlığa girişti.
HDP için en temel sorun, PKK'nın terör faaliyetlerini yeniden hızlandırması ve eş zamanlı bir siyasetin sürdürülmesinin olanaksızlığıdır. Bir başka açıdan 'terör've 'parlamenter siyasetin' birlikte yütütülmesi söz konusu değildir. Bu giderek, TBMM'de 80 milletvekili ile temsil edilen bir partinin, 'varoluşsal krize' girmesi demektir. Zira HDP, parlamenter siyasetle, bölge oylarının ve farklı siyasal-kimliksel taleplerinin siyasal sisteme entegre olacağı ve terörün bir daha yaşanmayacağı gibi bir beklentiye yanıt vermeye çalışmıştır. Zaten HDP'ye verilen 'emanet oylar' da tam bu kapsam değerlendirilmelidir.
AKP'nin 'çözüm süreci'nde, 2005 Ağustos'undan beri devam ettirdiği 'zikzaklı politika', artık terör örgütünün 'seçim öncesi geçici sözde ateşkesleri'yle sürüdürülemez bir boyuttadır. Güvenlik eksenli politikalar, 'tozlu raflar'dan çıktığında, PKK terör örgütün Suriye'deki uzantısı PYD ve yönettiği Rojava kantonları, Irak'ta Türkiye'yle iyi ilişkileri süren Kürdistan bölgesel yönetimi ve Barzani liderliği , Suriye-Irak derinliğindeki IŞİD, Türkiye'ye yeni dönemde, İhvan ve S.Arabistan'la ilişkiler yüzeyinde soğuk bakan, dünya sistemine entegre olmaya çalışan Esad'ın müttefiki İran'la muhatap olacaktır.
Yeni bir koalisyonun ilk işi mevcut dosyaları gözden geçirmek ve 'tek kişi'ye dayanan bir siyasal stratejiyi 'tozlu raflar'a kaldırmak mı olacaktır? Yoksa 'tekrar seçim'le çözümsüzlüğün pekişmesi mi yaşama geçecektir? Zaman herşeyin ilacıdır ama hiçbir şey yapmadan, sorunlar bitmez daha da yoğunlaşır.
Şimdi siyaset zamanı...

3 Temmuz 2015 Cuma

3.ŞART VE IŞİD...

Ortadoğu'daki gelişmeler, ana akım medya tarafından, "ilk defa gerçekleşen" olaylar dizisi gibi anlatıldığında, gerçekten de şaşırtıcı bir algı oluşturuyor. Mısır'da, 2007 sonrasında yaşanan "güvenlik sorunu", kimi zaman, sadece 2011'deki "Arap uyanışı", 2012'deki İhvan iktidarı ya da 2013'teki "Sisi darbesi"yle ele alınıyor. Oysa Mısır'daki yapısal sorun haline gelen ve Sina yarımadasının kontrolünün kaybedilmeye yüz tuttuğu gelişmeler adım adım yaşandı.
Bu konuyu irdelemek için, 2007 Haziran ayına dönmemiz gerekmektedir. Hamas, 2007'nin ilk yarısında, Suudi Arabistan'ın "sponsorluğunda" El Fetih'le ortak yürütülen hükümetten, ama bir adım ötesinde, 1993 Oslo süreci çerçevesinde, 1996'da oluşturulan Filistin Otoritesi'nden ayrıldı. Örgüt, Filistin devlet başkanı Mahmut Abbas'a bağlı sınır muhafızlarını, Gazze-Mısır arasında görev yaptıkları, Refah sınır kapısından kovdu. Bunun sonucunda, hem Filistin otoritesi bölündü, hem de Gazze, uluslararası hukuk tarafından tanımlanamayan, bir fiili antiteye dönüştü. Bu arada, Hamas'ın o dönem yakın durduğu İran-Suriye ekseni, Gazze'yi İsrail ve Mısır'a karşı kazanıma dönüştürmeye çalıştı. 

Gazze'deki Hamas yönetiminin, tek taraflı durumuna karşı, Mısır-İsrail işbirliğiyle, "çifte abluka" başlatıldı. İsrail'in "denizden", Mısır'ın "karadan" yürüttüğü abluka, bu bölgeye, silah ve mühimmat girişini engelleme, Gazze'nin bir "silah deposu" olmasına karşı önlem olarak duyuruldu. Ne var ki, ablukanın Gazze'ye yönelik insani sonuçları, özellikle gıda ve ilaç temininde önemli sorunlar yarattı. Bu bağlamda, 2007'den sonra pek çok "insani girişim" ablukayı delme adı altında, Gazze'ye ulaşmaya çalıştı. Mayıs 2010'da, ablukadan 3 yıl sonra, bölgeyi rota olarak belirleyen Mavi Marmara da, bu girişimlerin uzantısıydı. Bununla birlikte, "sefer"in ablukadan 3 yıl sonra planlanması, Türkiye'deki siyasal iktidarın fiili desteği, konunun Türk-İsrail ilişkileri açısından, ilişkileri dondurmakla sonuçlanan bir zemine kayması, işi çok farklı bir noktaya taşıdı.

Tekrar Mısır'daki güvenlik sorununa gelirsek; arşivimi karıştırdığımda El Kaide'nin Gazze yapılanması Cund El Ensar'ın Hamas'a karşı saldırıya geçmesini içeren bir notu tespit ettim. 

(Khaled Abu Toameh, “Jund Ansar Allah leader killed himself”, The Jerusalem Post, August 14, 2009. 
http://www.jpost.com/servlet/Satellite?cid=1249418608949&pagename=JPost%2FJPArticle%2FShowFull )

Notun alındığı tarih, 2009 Ağustos'unu işaret ediyor. Hamas-Mısır sınırı, 2007'den beri, ablukaya karşın "güvensiz" ve "kontrol edilemez" duruma geldi. Üstelik, 2011'deki "Arap Uyanışı"ndan sonra, Mısır Gazze'ye karşı, "kara ablukası"nı kaldırınca, sadece Gazze-Mısır sınırı değil, Sina yarımadası, militan İslamcı örgütlerin "antrenman alanı"na dönüştü. İsrail, 2011 sonrası, 30 bin askerlik Güney Birliği'ni kurarken, konunun çok daha fazla kapsayıcı, Mısır-İsrail barışını zedeleyici bir aşamaya gelmesinden çekindi. Nitekim, 2012'de işbaşına gelen Mursi'nin liderliğindeki İhvan yönetimi, gerek İsrail'in Kahire Büyükelçiliği'nin basılma girişimine karşı kayıtsız kalması, gerekse Gazze-Mısır geçişlerinde, militan ve silah girişine göz yumması gibi suçlamalarla muhatap oldu. 1978'den beri "Soğuk Barış" olarak nitelendirilen İsrail-Mısır barışının tamamen tasfiye edilmesi olasılığı, 2013'deki Sisi darbesinden sonra durdurulsa da, Sina artık "kontrol edilemez" duruma gelmişti. 
İhvan döneminde Hamas "yeni Mısır"a yaklaşırken, Suriye'deki kaostan sonra Suriye-İran ekseninden uzaklaştı, İhvan'ın da devrilmesiyle, arasının çok iyi olmadığı Suudi Arabistan'ın gölgesini, özellikle ekonomik yüzeyde daha çok hissetmeye başladı.   
2007'den sonraki süreçte, Hamas'ı "laik" olarak nitelendiren Cund El Ensar'ın, 2011 sonrası, Arap Uyanışı zemininde, IŞİD'le hedefleri birleşti, Hamas karşıtı "Selefi cephede", yerel hücreler olarak harekete geçecek bir potansiyeli ortaya koydu. Öte yandan konu, artık elbette İsrail'e uzandı. 
İsrail, daha önce Ürdün'de aktifleşen IŞİD'in Batı Şeria'ya sızmasından endişeleniyordu. Şimdi ironik biçimde, en çok savaştığı Hamas, IŞİD'in tehdidi altında. IŞİD son saldırılarıyla, Mısır'da ilk kez toprak elde etmesinin yanısıra, Sina'daki El Ariş limanını ele geçirme durumuna geldi. 
(Cumhuriyet, "IŞİD Mısır'da ilk kez toprak elde etti", 3 Temmuz 2015, 
http://www.cumhuriyet.com.tr/haber/dunya/312729/ISID__Misir_da_ilk_kez_toprak_elde_etti.html)
Libya'da da etkili olan IŞİD, Mısır'da Sina ve Libya'da Derne'yi, Kuzey Afrika'dan gelen militanların talimgahına dönüştürürken, Libya'dan Suriye'ye uzanan Doğu Akdeniz ve daha dar kapsamda Levant'ı adım adım devletsizleştirerek ele geçiriyor. 
Türkiye-İsrail ilişkilerini donduran Mavi Marmara hadisesinden sonra, ilişkilerin normalleşmesi açısından ileri sürülen 3. ve en son koşul, Gazze'ye yönelik "deniz ablukası"nın İsrail tarafından kaldırılmasıydı. İnsani gerekçelerle anlaşılabilecek bu taleplerin altı çizilmekle birlikte, Sina'ya sızan ve Gazze'ye yönelik saldırıya geçmeye hazırlanan IŞİD'e karşı, "abluka"nın kaldırılması, Doğu Akdeniz'in reel politiğinde ne kadar geçerli? Hala bir bölümü çadırlarda yaşayan ve "tecrid" koşullarından yakınan Gazzeliler, şimdi de "IŞİD vahşeti"ni yaşama riskiyle karşı karşıya.
Türkiye'nin "3. şart"taki talebi, dondurulan ilişkilerin aktifleştirilmesi ve  Türkiye, İsrail, Suudi Arabistan dahil, bölgesel bir işbirliğini zorunlu kılmaktadır. Bir sonraki senaryo, gerçekten ürküntü vermektedir...