28 Aralık 2015 Pazartesi

2016'DA BİR SANDIK DAHA MI VAR?

http://politikaakademisi.org/2015/12/28/2016da-bir-sandik-daha-mi-var/

Türkiye, 2016 yılına girerken, siyasal açıdan bir sarmalın içinde yer alıyor. Ekonomik ve siyasal gündemde ele alınacak pek çok konu başlığı varken, özellikle 2014’deki Cumhurbaşkanlığı seçiminden sonra, ülke, Başkanlık ve özerklik ekseninde siyasal-toplumsal bir hesaplaşmayla çalkalanıyor. Gerçekten de, toplumun gündeminde her iki konu da yer alıyor mu? Bu bir polemik konusu; ne var ki Ortadoğu’da yaşananlar ve ülkemiz siyasetinin dinamikleri, başka bir siyasetin mümkün olmasını engelliyor.
Aslında, 2005’te, dönemin Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan Diyarbakır’ı ziyaret ettiğinde, Kürtlerle ilgili “yeni açılımlar” beklentisi yaratılmıştı. Tıpkı 1991 genel seçimlerinin ardından DYP-SHP koalisyonunun kurulmasının akabinde, Demirel ve İnönü’nün Diyarbakır’ı ziyaret etmesinde olduğu gibi, ülke genelinde ve bölgede olumlu bir atmosfer vardı. O dönemde, Başbakan Demirel, merkez sağ ve sosyal demokrat koalisyonun lideri olarak, yardımcısı İnönü ile birlikte, Diyarbakır’da “Kürt realitesini tanıyoruz” demişti. 1991 parlamentosundaki “yemin tartışmaları”, Çiller’in Başbakanlığı sırasında 1994’te DEP’li milletvekillerinin TBMM önünde gözaltına alınması, faili meçhuller derken, o dönemde ancak “bir arpa boyu yol” alınmıştı.  1999’da PKK terör örgütünün başı Öcalan Türkiye’ye teslim edildiğinde, terörün sona ermesiyle ilgili, yine büyük bir umut ve beklenti yakalanmıştı. Gelgelelim, terör örgütünün başı, uyum yasalarıyla ölüm cezasından kurtulup, İmralı’da “müebbet cezası”na çarptırıldıktan sonra, gün geçtikçe siyasallaştı ve devletin bürokratik kurumlarıyla girildiği iddia edien diyaloglardan sonra, sıranın siyasete gelmesi beklendiyse de, yine “eskiye dönüş” başladı.
7 Şubat 2012’de MİT müsteşarı Hakan Fidan’ın mahkeme tarafından çağrılması, kamuoyundan saklanan Oslo görüşmelerini açığa çıkarttıysa da, hem istihbarat şefi mahkemeye gitmedi, hem de çıkarılan ivedi yasalarla “yasal koruma” içine girdi. Sözü edilen görüşmeler, terör örgütü ile devletin istihbari kurumu ve bürokratları arasında, bir Batılı ülkenin “hakemliğinde” gerçekleştirildiği öne sürülen görüşmelerdi. Ve adı da “çözüm süreci”yle birlikte anılıyordu. “Akil adamlar”, bu işin PR’ını yapacak, nihayet “kesin çözüm” bulunacaktı! Peki beklenti neydi? Hem Öcalan’ın serbest kalacağı, hem özerkliğin anayasal zemine kavuşacağı, hem de Başkanlık sisteminin yürürlüğe gireceği, yani “ulus-devlet”i bitiren bir federasyon, hatta terör örgütü başının deyimiyle, “Ortadoğu konfederasyonu”nun başlangıcı bir “globaliter” devletti?..
2015, seçim senesiydi… 28 Şubat 2015’de, tüm bu yaşananların ardından, siyasal iktidar ve HDP’li yöneticilerin verdiği fotoğrafla, seçim sonrası kapsamlı bir anayasal değişikliğin işareti veriliyordu. Yeni anayasa, Başkanlık ve özerklik demekti? Ancak hesaplanamayan durum, Erdoğan’ın bu sefer Cumhurbaşkanı olarak süreci sonlandırmasıydı. “Dolmabahçe mutabakatı”nı reddeden Erdoğan, 2015 Nevruz’unda, terör örgütü başının Diyarbakır’da okunacak metnindeki yüksek beklentiyi düşürdü, yerine “düşük profil”li bir açıklama okundu. HDP Genel Başkanı Selahattin Demirtaş’ın 2014 Ağustos’unda % 9’u aşan Cumhurbaşkanlığı seçimindeki oyları, 2015’te Batı’dan da aldığı oylarla HDP’yi parlamentoya taşıdı. Burada ilginç bir siyasal hesaplaşma oldu. Erdoğan, “mutabakat”ı reddetmeden önce, HDP Genel Başkanı “tek tümcelik” grup konuşmasında, “Seni başkan yaptırmayacağız” demişti. Böylece, HDP’ye Batı illerinden verilen “ödünç oylar”, Erdoğan karşıtlığı üzerinde konsolide olan bir sol yüzeyde somutlaştı. Bu arada, terör örgütünün KCK yapılanması, seçim sonrasında, “sözde ateşkes”i bozacaklarını duyurmuştu.
7 Haziran 2015-1 Kasım 2015 arasındaki “belirsizlik” döneminde, Temmuz 2015’te yeniden başlayan terör saldırıları, Suruç patlamasının gölgesinde kaldı. IŞİD’in üstlendiği Suruç’un yanısıra, PKK da yeni terör saldırıları düzenlemeye başlamış, kimilerine göre, “terör ve belirsizlik” ortamında, “kararsız oylar”, siyasal iktidarda konsolide olmuştu. Üstelik bu saldırıların içinde, yine IŞİD’le anılan ve ülkemiz tarihindeki en kanlı terör saldırısı olan Ankara faciası da vardı.
Suriye’deki kaos, IŞİD dahil İslamcı militan örgütlerle iddia edilen ilişkilerin yanında, PKK terör örgütü, Suriye’deki “paralel” yapılanması PYD ile, Türkiye-Suriye sınırında, bir antite oluşmasına vesile oldu. Üstelik 1 Kasım sonrasında, KCK yapılanmasının, devletin kamu yönetimine paralel örgütlenmesini yaşama geçirerek, hem alternatif bir yönetim modeli oluşturma, bunu da “özyönetim” ya da “özerklik” adı altında, “halk ayaklanması” adı verilen taktiksel süreçlerle, zorla dayatma gayreti, ülkeyi kanlı bir senaryoya sürükledi. Bir yandan “çözüm süreci” adı verilen dönemde, terör örgütünün yapılanması karşısındaki durağanlık, öte yandan “terörle mücadele” sırasında, halkın arasına karışan terör örgütü mensuplarıyla yaşanan çatışmalar ve ne yazık ki, sivil kayıpların ağırlaşması, karşımıza kanlı bir bilanço çıkarıyor.
Ülkede her bir siyasal tartışma, ekonomik konular, tek bir eksene hapsediliyor. O da, “Başkanlık-özerklik” ekseninin yansımaları ve olası yeni hamleleriyle sınırlanıyor. Muhalefet zemininde ise, ana muhalefet partisi, bizzat genel başkanı aracılığıyla, 2011 ve 2015 genel seçimleri öncesinde, “Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartı”ndaki çekincelerin kaldırılmasını vaat ederek, bugünkü polemiklerde yer alan, “özyönetim” ya da “özerklik” olmasa da, “idari özerklik” konusunda kapıyı aralamıştı. Partinin yetkili kurullarında, 2011’de yer almayan bu “vaad”in, 2015’teki durumu da tartışmalıdır. Ve bütüncül bir siyasetin parçası olarak değil de, daha çok eklektik bir öneri olarak yerini korumaktadır. MHP klasik çizgisinde, siyasal iktidarın gölgesinde kalırken, HDP de terör örgütünün vesayeti altındadır. Siyaset, deyim yerindeyse çözüm üretemez duruma gelmiştir.
Suriye özelinde yaşananlar, Rusya’nın 30 Eylül 2015’te başlayan müdahalesiyle boyut değiştirmiş, “PYD koridoru”ndaki 98 km’lik ara, Rus takviyesiyle “kapanma” durumuna gelmiştir. Nitekim geçen hafta sonu, söz konusu hattın güney tarafında, PYD tarafından “Fırat’ın batısı”na geçilmiştir. Bizzat Türkiye’deki yetkililerin ilan ettiği “kırmızı çizgi” böylece geçilmiş, Rusya’yla “uçak düşürme” sonrası gerginleşen Türkiye, 24 Kasım 2015 sonrasında, bu ülkeye yönelik manevralarını “sıfırlamak” durumunda kalmıştır. İşin çıkmaz yanı, Türkiye’nin Suriye’deki faaliyetlerinin daha çok cihadçı terörle birlikte anılması ve savlanmasıdır. Zaten vurguladığımız 98 km’lik ara ve güneydeki devamı da IŞİD bölgesidir.
Rusya-İran-Suriye-Hizbullah “çemberi”nde güvenlik sorunları yaşayan ülkemiz, İsrail’le ve Batı’yla ilişkilerini anımsamak ve yaşama geçirmek durumunda kalmıştır. Zaten NATO üyesi ve ABD müttefiki olan Türkiye’nin Doğu Akdeniz ve Ortadoğu’da, “bölgesel vesayet” temelinde olan arayışları, ciddi anlamda zafiyete uğramıştı. Irak’ta Barzani’yle dayanışma içine giren Türkiye, Suriye’de “PYD koridoru” karşısında, ciddi güvenlik endişeleri yaşamaya başlamıştır. Zira, PYD-PKK çizgisi, Türkiye içindeki “terör kampanyası”yla, sınırın iki yanında, “fiili bir durum” yaratma arayışı içindedir.
İşin bunca yapısal boyutları varken, 27 Aralık 2015’te DTK adı verilen “bölgesel yapılanma”, Türkiye’ye karşı “özyönetim”i dayatan 14 maddelik bir bildirge yayınlamıştır. Söz konusu bildirge, 2015 öncesinde olduğu gibi, kapsamlı anayasal değişiklikleri ve olası referandumları içermektedir. Siyasal iktidar ve HDP arasındaki gerilimde, parlamento içinde, ne başkanlık, ne de özerklik için, referandum için bile olsa bir çoğunluk rakamına ulaşılamamaktadır. Bunca gerilim acaba bir seçimle daha sonuçlanır mı? Siyasal iktidarın olası seçim için, parlamentoda çoğunluğu var. Buna dayanarak, “HDP”siz hatta “MHP”siz parlamento tasarımında, referanduma dahi gerek kalmadan, parlamento içinde, anayasayı tek başına değiştirme sayısına, 367’ye kavuşulabilir mi? Bu kolaylıkla “başkanlık tasarımı”nı tamamlarken, “terör kampanyası”nda belli bir noktaya ulaşan HDP-PKK çizgisi,  özerklik konusunu yeni sistem içinde olgunlaştırabilir mi?
Soru çok, yanıtları henüz yok. Siyaset toparlanırsa, belki çözüm önerilerini alabiliriz.  2016’da herkese barış, huzur ve mutluluklar dilerim…

18 Aralık 2015 Cuma

TÜRKİYE-İSRAİL ÜÇGENİ 2015...

http://politikaakademisi.org/2015/12/18/turkiye-israil-ucgeni/

17 Aralık 2015 gecesi Türk ve İsrail medyasına düşen haberler, iki ülkenin, ilişkilerin normalleşmesi için anlaştıklarını duyuruyordu.  (Hürriyet, “İsrailli yetkili: Türkiye ile anlaştık”, 17/12/2015.http://www.hurriyet.com.tr/israilli-yetkili-turkiye-ile-anlastik-40028524).
Bilindiği üzere, Mayıs 2010’da yaşanan olaylar sonrasında, Türkiye, BM İnsan Hakları Komisyonu’nun yanı sıra, BM bünyesinde Palmer Komisyonu’nun kurulmasını kabul etmiş, Cenevre merkezli İnsan Hakları Komisyonu Türkiye’yi haklı bulurken, Palmer Komisyonu Türkiye ve İsrail’e ortak sorumluluklar yüklemişti. Eylül 2011’de Palmer Komisyonu kararını açıkladıktan sonra, Türkiye, o dönem Dışişleri Bakanlığı görevini sürdüren Prof. Dr.Ahmet Davutoğlu aracılığıyla, İsrail’le ilişkilerin dondurulduğunu içeren bir çıkış yaptı. Ve söz konusu konuşmada, “ilişkilerin normalleşmesi” için 3 koşul sıraladı. Birinci koşul özür, ikinci koşul Mavi Marmara’da İsrailli komandolar tarafından öldürülen Türk yurttaşları için tazminat ve üçüncü koşul ise Gazze’ye yönelik İsrail’in deniz ablukasının kaldırılmasıydı.
ABD Başkanları içinde, Filistin’de barış süreci başlatamayan Başkanlardan biri olarak tarihe geçen Obama yönetimi, iki müttefikinin Doğu Akdeniz’deki gerginliğine çok fazla müdahil olamadı. Bölgede İhvancı rejimlerle “sözde baharlar” peşinde koşan “ABD Demokratları”, 2015 itibarıyla yeni arayışları ifade etmek durumunda kaldı. Buna karşın, Türkiye-İsrail ilişkilerinde yeni dönemin kapısını aralayan, ABD’nin her daim süren telkinlerinden çok, Rusya’nın Çarlık döneminden beri süregelen “sıcak denizlere inme” politikasının gerçekliğe kavuşması oldu. Obama, Güney Pasifik’e yönelik ABD stratejisini, neredeyse Ortadoğu’yu ikinci plana atan bir bakışla ortaya koyarken, ortaya çıkan “stratejik boşluğu” Rusya doldurdu. Rusya, Doğu Akdeniz ve Ortadoğu’daki varlığını “IŞİD’e karşı mücadele”ye dayandırarak, bir bakıma meşrulaştırmaya çalıştı. Ve bunda, göreceli olsa da başarılı oldu. En azından, “Suriye kaosu” sonrasında bu ülkeden ve Ortadoğu’daki çeşitli ülkelerden “mülteci göçü” alan AB ülkeleri, Rus operasyonlarına karşı “sessiz bir kabul” içine girdi. 2011’deki “Arap kaosu”nun ardından, bölgede neredeyse “stratejik felaket”e uğrayan ABD ve Batılı ülkeler, eski dengeleri anımsamak zorunda kaldılar.
ABD menşeli “Demokrat” fantezileri, gerek Ilımlı İslam, gerekse mezhepsel politikalarla çıkış ararken, Suriye krizini iyi yönetemedi. Türkiye’nin, Suriye’ye en fazla kara sınırına sahip bölge ülkesi ve ABD müttefiki ile NATO üyesi olması, bu ülkedeki muhalif gruplarla Türkiye’deki siyasal iktidar arasında iddia edilen ilişkiler, ortaya çıkan fotoğrafın önemini arka plana attı. Rusya, Esad yönetimiyle birlikte Lazkiye-Şam arasındaki sahil bölgede tutunurken ve olası parçalanmada en kritik bölgeyi sahiplenirken, PKK terör örgütünün uzantısı PYD, sözde “kantonları” aracılığıyla, 98 km’lik Cerablus-Azez hattı haricinde, Suriye’nin kuzeyine hakim oldu. IŞİD’e ise, “Büyük Suriye Çölü” ile Irak’taki Diyala eyaleti arasındaki derinlik kaldı. Öte yandan Rusya, 24 Kasım 2015’te angajman kuralları çerçevesinde kendi uçağı Türkiye tarafından düşürülünce, bunu bir fırsat sayarak, Türkiye’nin Suriye’deki olası askeri varlığı ve müdahalelerine set çekti. Böyle olunca, İran-Irak’taki merkezi yönetim-Suriye’de Esad ve Lübnan’da Hizbullah’a uzanan bir Şii ekseninde, Rusya, Doğu Akdeniz ile Basra arasında “Ortadoğu’nun kalbi” sayılan bir bölgede kalıcı bir konuk olmaya başladı.
Türkiye ve İsrail dışında, bölgede en önemli müttefiki Suudi Arabistan olan ABD, Körfez sermayesi üzerine kurduğu Ortadoğu denkleminde, iki modern müttefikiyle birlikte strateji üretemez duruma geldi. Üstelik Türkiye-Mısır arasındaki “soğuk ilişkiler”, Doğu Akdeniz’deki “Batı” siyasalarını içinde çıkılmaz hale getirdi. Bu günlerde, “bıçaklı intifada” ile uğraşan İsrail ise, bir yandan Avrupa ulusal parlamentolarında, simgesel de olsa Filistin devletinin tanınmasının verdiği rahatsızlıkla meşgulken, Netanyahu-Obama gerilimi, ABD-İsrail hattında “stratejik ortaklık”ı bitirmese de, yeni açılımlar yapmayı engeller bir Demokrat duvarının İsrail açısından ABD’de oluştuğunu gösterdi. Türkiye ve ABD ile de “üçgen” oluşturmaktan uzaklaşan siyasalar, İsrail açısından bir “tecrit” korkusu yarattı. Rusya ile dengeli ilişkiler sürdürseler de, Hizbullah-İran-Suriye ekseninin Rusya tarafından desteklenmesi ve aynı zamanda Rusya’nın bölgedeki kalıcı askeri varlığı, İsrail için yeni riskler doğurdu. Son yıllarda keşfedilen ve önemi gittikçe artan Doğu Akdeniz’deki Leviathan adı verilen zengin İsrail doğalgaz yatakları, Batı piyasalarına ulaşmak için Türkiye üzerinden bir boru hattıyla sevk edilmeyi bekliyor. Doğalgaz konusunu sadece meskenler için düşünenler, hem sanayiyi unutuyorlar, hem de Türkiye’nin buradan elde edeceği stratejik kazanımları göz ardı ediyorlar.
Türkiye içinse, Suriye’de uygulanan bölgesel politikalar hem yoğun mülteci göçü, hem cihatçı gruplarla ilgili ortaya konan savlar, hem de Rusya ile yaşanan kriz boyutunda çıkmaz bir sokağa girdi. İran’dan Irak’a ve oradan Suriye’ye uzanan coğrafyada, Türkiye her bir bölgesel ihtilafta Rusya ile karşı karşıya kalır duruma geldi. Musul yakınlarındaki Başika kampındaki Türk askeri varlığına Bağdat-Moskova ekseninde verilen tepkiler, bunun en somut göstergelerinden birini oluşturmaktadır. Doğu Akdeniz’den Karadeniz’e Rus donanmasıyla muhatap kalan Türkiye, ulusal savunmasının can damarlarından biri olan Montrö Boğazlar Sözleşmesi üzerinde, 2. Dünya Savaşı sonrasına benzer Rus baskıları ve provokasyonları ile karşı karşıyadır.
Verili zeminde tespit edilen tüm bu gelişmeler, Türkiye ve İsrail için bir durum ortaya çıkarmıştır. İç politikada kendi seçmenlerine seslenen her iki ülkedeki muhafazakar iktidarlar, bölge ve dünya gerçekleri ile tanışmak zorunda kalmışlardır. 1948’de kurulan İsrail’i 1949’da tanıyan Türkiye, bölgede yaşanan tüm aykırılıklara rağmen, 1958’den beri süren Çevresel Pakt’la askeri, savunma ve istihbarat alanındaki ilişkileri devam ettirirken, 1996 ve 1997’deki savunma ve ekonomik içerikli anlaşmalarla Soğuk Savaş sonrası ilişkileri yapısal bir birlikteliğe dönüştürmüştür. Ne var ki, 2009’daki Davos ve 2010’daki Mavi Marmara süreciyle, ilişkiler buzdolabına kaldırılmış, 2010-2015 arasında -sınırlı da olsa- “kapı arkası diplomasi” sürmüştür. Obama’nın 2013’teki İsrail ziyaretinde, telefon diplomasisiyle gerçekleştirilen Netenyahu-Erdoğan arasındaki görüşmede Türkiye’nin “özür” şartı yerine getirilirken, “tazminat” ve “ablukanın kaldırılması” koşulları geride kalan maddeler olarak yerini korumuştur. Aslında, “tazminat” konusunda çetin pazarlıklar yaşansa da, asıl sorunun 2007’de Hamas’ın Gazze’de “tek taraflı” ilan ettiği yönetim sonrasında İsrail’in “denizden”, Mısır’ın “karadan” başlattığı “Gazze ablukası”nda düğümlendiği görülmektedir. 2011’de Mübarek devrildikten sonra Mısır “kara ablukası”nı kaldırırken, 2011-2013 döneminde Sina yarımadası sadece Hamas için değil, IŞİD dahil pek çok cihatçı örgütün “eğitim kampı”na dönüştü. İsrail, 2013 sonrası 30 bin askere dayanan bir Güney Birliği kurarken, İhvan yönetimini deviren askeri cunta, yeniden Mısır-Gazze sınırını kontrol altına aldı. Türkiye’nin de hedefi haline geldiği IŞİD terörünün durdurulması için, bölge güvenliğine yönelik Türkiye’nin bakış açısı, “abluka”daki koşulu da belirleyecektir.
Türkiye-İsrail işbirliği, 1998’de PKK terör örgütünün başı Öcalan’ın Suriye’den çıkarılmasında tayin edici olmuştu. Her iki ABD müttefikinden, Soğuk Savaş sonrasında büyük müttefiki SSCB’yi kaybeden Hafız Esad yönetimi, “çifte baskı” hissetmişti. İkili ilişkilerin normalleşmesi sürecinde, yine Suriye ön plana çıkıyor. Bununla birlikte, artık bölgede Rusya faktörü, çok daha fazla algılanıyor.
Daha önce yazdığım bir kitabıma da adını veren “Türkiye-İsrail Üçgeni”ndeki üçüncü ve belirleyici oyuncu ABD’dir. ABD’nin bölgeye dönüşünde, üçgenin diğer oyuncuları, bölgesel zeminde Mısır’la birlikte, Doğu Akdeniz’de rol oynama potansiyeline sahiptir. Bu da, beraberinde “stratejik derinlik” ve “tecrit” sarkacındaki iki ülkenin, bölgesel-küresel çerçevede “fabrika ayarları”na dönmesiyle mümkün olacaktır…

11 Ekim 2015 Pazar

İKİ SEÇİM ARASI TERÖR...

10 Ekim 2015'te yüzü aşkın yurttaşımızın yaşamını kaybettiği terör saldırısından önce, bu yazıyı "iki 11 arası" başlığıyla tasarlamıştım. Zira 7 Haziran sonrasında, 11 Temmuz'da PKK terör örgütünün KCK yapılanması aracılığıyla, 2013 sonrasından beri süren "sözde ateşkes" kararını sonlandırdığı ve terör saldırılarının yoğunlaştığı sürecin, 11 Ekim 2015'te bu kez terör örgütünün Kongra-Gel kolu aracılığıyla bittiği "eylemsizlik" kararıyla ilan edilecekti.
Dün yaşanan saldırı, Suruç'a benzer nitelikler taşımakla birlikte, ülkemizin tarihinde, yaşanan kitlesel olaylar dışında, "en kanlı terör saldırısı" olarak kayıtlara geçti. Resmi veriler zemininde, "iki canlı bomba"dan, kilolarca TNT kalıplı ve bilyelerle takviye edilmiş patlayıcılardan söz ediliyor. Ne yazık ki, Ortadoğu'ya "ayar" vermeye çalışan, bölgesel güç olma iddiasındaki anlayış, bölgesel ve küresel terör örgütlerinin etkinliklerine sahne olan bir yumuşak dokunun varlığına vesile oldu.
2011'den beri Suriye özelinde başlayan, Esad karşıtı militan güçlerle  yakın markaj yürütülen siyasalar, iflas etti. Rusya'nın Suriye'de IŞİD'e ve diğer rejim karşıtı İslamcı gruplara karşı başlattığı havadan ve denizden saldırılar, karadan Esad güçlerinin Rusya yardımıyla sürdürdüğü "kara harekatı", Suriye'de zor durumda kalan örgütlerin dikkatini Türkiye içine yöneltti. Reyhanlı, Diyarbakır, Suruç ve Ankara'da benzer içerikli terör olaylarının gerçekleşmesi, ülkemizin "Ortadoğululaşması" çerçevesinde işaret edicidir.
"Stratejik derinlikle", bölgesel vesayet arayışı, ülke içi yoğun güvenlik kaygısına dönüşmüştür. İktidar mevkilerinden ve yandaş medyasından kamuoyuna yönelik sistemli olarak kullanılan gergin ve kutuplaştırıcı söylem, "ortak acılar" karşısında "birlik" şansını azaltırken, ülke 1970'li ya da 1990'li yıllardan kalma senaryolarla çalkalanmaktadır.
Kasım 1996'daki Susurluk kazasından sonra, günümüzdeki siyasal iktidarın, bir önceki versiyonu koalisyonun büyük ortağıyken, Erbakan, başbakan sıfatıyla, Susurluk karşıtı gösterileri, "glu glu dansı" diyerek hafife almıştı. Günümüzde ise, organize suç örgütü liderleri, sözde terör karşıtı mitingler düzenleyip, "oluk oluk kan akıtacağız" diyorlar, haklarında en ufak takibat, en azından şimdiye kadar açılmıyor.
Susurluk'ta, siyaset-mafya-bürokrasi üçgeninde, devlet içine sızmış ve devlete paralel bir yönetim anlayışı kuran gruplar, "derin devlet" adıyla ortaya çıkarılma yüzeyine gelmişti. Bugün "paralel"den anlaşılan, sadece Gülen grubunun varlığı zemininde tartışılmaktadır. Elbette söz konusu grup ta, yargı ve bürokraside, siyasal iktidarın ses çıkartmadığı bir ortamda, devleti yozlaştran, meşru düzeni kuşatan bir yapılanma içerisine girmişti.
Bugünlerde Gülen grubunun teşhir edilmesi, yolsuzluk soruşturmalarından sonra gündeme gelmiştir. Öte yandan, 11 Temmuz-10 Ekim 2015 arasındaki terör dalgalarında, 130'u aşkın asker ve polisimiz şehit olurken, devletin meşru güçlerini yok sayan, durumdan vazife çıkartıp, "oluk oluk kan akıtmaya" yemin eden organize suç grupları, ülke içindeki demokratik yapı ve anayasal düzeni tehdit eder nitelikte çıkışlar yapmaktadırlar.
1 Kasım 2015 tekrar seçimleri öncesi, "kanlı bir seçim kampanyası" görünümü, ülke siyasetine ve dış dünyaya maalesef verilmiş durumdadır.
Terörün dünya üzerinde değişmeyen bir stratejisi vardır.
1- Kanlı saldırılarla toplumu korkutmak,
2- Sindirilmiş toplumu belli konularda nötralize etmek, sözde tarafsızlık sağlamak,
3- Sinmiş kitleleri yanına çekmek
Türkiye, bölücü ve İslamcı akımların terörünün yanısıra, bölgesel ve küresel terör tehditleriyle baş başa bırakılmıştır. Bir de çeteler, "durumdan vazife çıkararak", meşru devlet otoritesini yok sayar duruma gelmişlerdir.
10 Ekim'deki hain terör saldırısında yaşamını yitiren yurttaşlarımıza Tanrı'dan rahmet diler, yaralılara acil şifalar  temenni ederken, bir kez daha düşünmeliyiz.
1 Kasım'da sandık mutlaka kurulmalı, teröre asla teslim olunmamalı, terör faillerinin bulunması için toplumsal baskı kurulmalı ve DEMOKRASİ'den asla ödün vermeyen bir "ortak irade" ortaya konulmalıdır.
Türkiye komplo teorilerinin ve kanlı tezgahların değil, hür ve demokratik siyasetin, kardeşçe mutlu yaşamanın, eşit yurttaşlığın, laik, sosyal, hukuk devletinin yurdu olmalıdır.
Atatürk'ün bu ülkede ifade ettiği laik Cumhuriyet modeli, evrensel demokrasiyle, Ortadoğu, Balkanlar, Kafkasya ve Orta Asya'ya örnek olacak, Batı'yla bu yüzeyde ortaklıklarını sürdürecek bir vizyon sergilemelidir.
Yarın çok geç, bugün de kaybedilmiş olmadan...

29 Eylül 2015 Salı

"OYUN BİTTİ HERKES EVİNE..."

Ülkemize özgü uzun bayram tatili sürecinde, Batı medyasında çıkan iki analiz, ya gözlerden kaçırıldı, ya da bayram rehavetinin azizliğine uğradı. İlk analiz, Financial Times'ta David Gardner'in imzasını taşıyordu. (BBC Türkçe, "Financial Times: Türkiye Kaosa Sürüklenebilir", 23 Eylül 2015, http://www.bbc.com/turkce/haberler/2015/09/150922_ft_turkiye_analiz?ocid=socialflow_twitter) Gardner, 1 Kasım 2015'teki "tekrar seçim"de, yoğunlaşan PKK terörünü, sivil halk üzerindeki KCK yapılanması aracılığıyla   ilçe bazlarında yaşanan "toplu kalkışma girişimleri"ni, devletle, halk ve terör örgütü arasındaki yapısal krizlerden ve çatışmalardan dem vuruyordu. Bu bağlamda seçimlerde "güvenlik gerekçesiyle", Kürt oylarının yok sayılması durumunda, siyasal iktidarla birlikte Erdoğan'ın da meşruiyetini yitirme riskiyle karşı karşıya kaldığını belirtmişti. İç politikadan alıştığımız üzere,  Erdoğan'ın başkanlığı ve Kürtler'in özerkliği korelasyonunun dışında, Erdoğan'ın başkanlığı ya da AKP iktidarını HDP'nin engellemesi denkleminde, PKK terörüyle ilgili tartışmaları ön plana çıkarıyordu.
İkinci analiz ise, daha şiddetli bir vurguyla gündeme getirildi. Foreign Affairs'daki analizde, Türkiye'de siyasal mekanizmanın kontrolü kaybettiği ve "iç savaş" senaryolarının hızlandığı özellikle ifade edildi. (Micha'el Tanchum, "New Kurds on the Block, The Rise of Turkey's Militant Youth, Foreign Affairs, September 23, 2015,  https://www.foreignaffairs.com/articles/turkey/2015-09-23/new-kurds-block)
Elbette, Batı'daki bir iki değerlendirme ve yazıyla Türkiye'yi ele almak mümkün değil. Ne var ki, söz konusu yazıların yoğunluğu bir hayli arttı. Aslında, ister istemez bir sürecin sonuna doğru gelinmesi, farklı kalemlerden benzer ifadelerin dile getirilmesine neden oluyor. Şöyle ki, 2011'de Suriye'de başlayan olaylar, 2001'den beri süren bir deneyin final bölümünün sahnelenmesine neden oldu. ABD, 2001 sonrasında, RAND'ın sosyal laboratuvarlarında üretilen senaryolarda olduğu gibi, 11 Eylül'de kendini korkunç bir saldırıyla deşifre eden "radikal İslam"a karşı, "Ilımlı İslam"ı öne sürmeye çalıştı.

(RAND Project Air Force, "The Muslim World after 9/11", Prepared for the United States Air Force,  http://www.rand.org/content/dam/rand/pubs/monographs/2004/RAND_MG246.pdf)

(Cherly Benard, "Civil Democratic Islam", RAND National Security Division, Library of Congress Cataloging-in-Publication Data, 2003, http://www.rand.org/content/dam/rand/pubs/monograph_reports/2005/MR1716.pdf)

(RAND Center for Middle East Public Policy, Angel Rabasa Cheryl Benard, Lowell H. Schwartz, Peter Sickle, "Building Moderate Muslim Networks",  http://www.rand.org/content/dam/rand/pubs/monographs/2007/RAND_MG574.pdf)

(Cherly Benard, "Five Pillars of Democracy", RAND, http://www.rand.org/pubs/periodicals/rand-review/issues/spring2004/pillars.html)

Bu raporlara benzer, pek çok metin, ABD yönetici elitinde tartışıldı, "Amerika yeniden keşfediliyor" gibi, İslam'ı "Ilımlı" çerçevede keşfetmeye, İslamcı perspektifle, liberal demokrasileri, "oxymoron" zeminde meczetmeye çalıştılar. Buradan da "muhafazakar demokrat" ya da "Müslüman demokrat" bir siyaset oluşturabileceklerini, yine "oryantalist" bir çerçevede tahmin ettiler.  
Ülkemiz bu çerçevede ana zemin gibi görülse de, hedef Ortadoğu'da piyasa ekonomisi ve demokratik bir İslamcılık'la iç içe geçmiş, Batı açısından sorun yaratmayacak yeni rejimler oluşturmaktı. Laik Türkiye'de Ilımlı İslam, rejimin seküler yapısından bir geriye gidişti, ne var ki, Türkiye özelindeki deney tutarsa, Ortadoğu'da İslamcı ve Batı'yla sorunu olmayan, "dost rejimler"i üretmek mümkün olabilirdi.
Evdeki hesap elbette çarşıya uymadı, 2011'deki "Arap uyanışı" sonrası, ne Ilımlı İslam, ne de liberal bir siyaset ortaya konuldu, fakat Batı'nın ürktüğü "radikal İslam", Libya'dan Afganistan'a uzanan coğrafyada etkinleşti. Ulus-devlet sınırlarını tartışmaya açan neo liberaller, şimdi sınır tanımayan IŞİD gerçeği ile karşı karşıyalar.
1916 Sykes Picot ve 1920 San Remo ortamında, Batı'nın o günkü gereksinimleri doğrultusunda oluşturulan mandalar ve devletleşen halleri, 1991-2003 1. ve 2. Körfez savaşları, 2011 sonrasındaki "Arap uyanışı"yla adeta çözülmeye başladı, devlet yapıları deyim yerindeyse "peynir gibi dağıldı".
Suriye özelinde yaşananlar, Türkiye'deki "stratejik derinlik" başlığındaki İslamcı hayalleri yerle bir etmekle kalmadı, imparatorluk hayalleri yüzeyindeki Ortadoğu yaklaşımı, yerini mevcut ulus-devlet sınırlarını korumaya bıraktı.
Aslında gelinen aşamadaki en önemli süreç, Ukrayna krizi ve Kırım işgalinin ardından, Rusya'nın Doğu Akdeniz'e kalıcı olarak dönmesidir. ABD'nin gökdelenlerinde, lüks plazalarda, düşünce kuruluşlarındaki İslamcı deneme-yanılmalar, Soğuk Savaş sonrası Rusya'ya önemli bir konumlanma olanağı sağladı. Gürcistan-Rusya arasında Ağustos 2008'de Kafkas Savaşı sürerken, Suriye devlet başkanı Esad'ın Moskova ziyareti gözlerden kaçmıştı. Söz konusu ziyarette, SSCB'nin Lazkiye yakınlarındaki Tartus deniz üssünün, Rusya adına tekrar açılması konusunda uzlaşılmıştı. Suriye kaosuyla birlikte, Rus donanması Doğu Akdeniz'de hem deniz gücünü, hem de Suriye'de genişleyen üsleriyle kara ve hava gücünü arttırdı. Suriye-Irak derinliğinde, IŞİD'in yayılmacı siyasalarına karşı, Rusya-İran destekli Esad yönetiminin konumu işaret edicidir. Suriye sonrası tartışılırken, Esad sonrasının olmayabileceği ele alınıyor. Bu çerçevede Şam-Lazkiye hattında "daraltılmış Esad'lı Suriye", Rusya-İran açısından oldukça verimlidir. Putin BM'deki son konuşmasında IŞİD'e karşı Suriye'de savaşan güçler olarak, Esad yönetimi ve PYD öncülüğündeki Kürt hareketini övmüştür. "Esad'lı geçişin" mümkün olabileceği, Türkiye'de mahçupça ifade edilirken, Suriye özelindeki politika, 2000'lerdeki bölgesel siyasanın sarsıldığını göstermektedir. İktidar partisi yöneticileri, "Esad'la görüştüğümüz için bizi kınıyorlardı" dediği Batı, Esad'a karşı mesafesini korumuş gözükmekle birlikte, Rusya'nın dahil olduğu denklemde, "ortalama bir çözüm" aramaktadır. Tabi bu arada milyonlarca insan mülteci durumuna geldi, yüzbinlerce insan yaşamını kaybetti, pek çok insan sakat kaldı, Avrupa "mülteci sorunu"yla, kendi çelişkilerini, bizzat kendi kıtasında, toplumlarının içinde yaşamaya başladı. Batılı başkentlerin kamuoylarının, kendi ülkelerinde, çözümle ilgili baskısı arttı.
Şimdi de "oyun bitti herkes evine" deniliyor. Bu arada ülkemiz, parçalanan Ortadoğu coğrafyasında, kendi bütünlüğü, toplumsal alaşımı, siyasal ve ekonomik istikrarı açısından, yazının başında dile getirdiğimiz zeminde, "kanlı iç savaş senaryoları"yla ele alınmaya başlandı.
Batılı ülkeler ve siyasaları, elbette uzun uzun ve haklı gerekçelerle eleştirilebilir. Ne var ki, "stratejik derinlik"teki politikalar, artık misyonunu tamamlamıştır.
Fabrika ayarlarına dönerken, siyaseti de yeni baştan ele almak, demokrasiye her zamandan daha fazla sahiplenmemiz lazım...
Ve bu restorasyonu uygularken, ABD müttefiği, NATO üyesi, Avrupa Konseyi kurucu üyesi ve AB giriş sürecinde olduğumuzu unutmadan hareket etmek gerekiyor.
Bu kırılgan coğrafyada, modernleşmedeki farkımız, Atatürk'ün kurduğu Cumhuriyet'in nitelikleri bir yana bırakılırsa, "devletsizlik" belasının, bulaşıcı olduğu, her zaman zihnimizin bir tarafında kayıt altında kalmalıdır. Tarihin hükümleri acımasızdır...  

20 Eylül 2015 Pazar

SAĞ'IN KONSOLİDASYONU VE 1 KASIM...

"Tekrar seçim"lere 40 gün kala, iktidar partisinin seçim teması da belli oldu. Siyasal iktidar "terörle mücadele" konsepti zemininde, Sağ'ın değişik renklerini temsil etme, gereksinim duyulan Merkez Sağ'ın boşluğunu bir nebze de olsa gidermek gibi bir "algı inşası"na girişti.
20 Eylül 2015'te, "tarafsız" Cumhurbaşkanı ve başbakanın katılacağı "teröre karşı" miting, İstanbul Yenikapı'da toplanıyor. Bu toplantıyı hangi kapsamda değerlendirmek gerekiyor? İster istemez, "terörü lanetleyen" miting, AKP'nin fiilen seçim kampanyasının da başlangıcı oluyor. Altını çizdiğimiz çerçevede, ekonomik ve sosyal gündemin geride kaldığı, 7 Haziran'daki "başkanlık" senaryolarının yerini, "terör"ün ön planda olduğu, "tek başına iktidar"a odaklanan siyasal stratejide düğümlendiği bir atmosferin içindeyiz.  
Haziran'dan bu yana değişen en önemli konu, gündemde PKK'nın kanlı terör eylemleri oldu. IŞİD''in Suruç katliamı sonrası, 23 Temmuz sonrası başlayan hava operasyonlarında, IŞİD Irak'ta, PKK Suriye'de vuruldu. Zira Suriye'de ABD'nin PYD rezervi vardı. Suriye'de ise IŞİD'in zayıflatılmasının PYD'ye yarayacağı endişesi bulunmaktaydı. 20 Eylül'de Suriye'deki PYD Kongresi'ne katılan HDP milletvekilleri, yaşanan süreçteki kafa karışıklıklarını da işaret etmektedir. PKK'nın uzantısı konumundaki PYD, IŞİD'e karşı ABD ile müttefik, PKK ise Türkiye'nin toprak bütünlüğüne kasteden bir bölücü terör örgütü konumundadır. PYD Kongresi'ne sadece HDP değil, hem PKK, hem de daha düne kadar arasının kötü olduğu Irak'taki Barzani yönetiminin temsilcileri de katılmıştır. PYD lideri Müslim, Barzani'nin ısrarla vurguladığı, "4 ülkedeki Kürtleri" toparlayacak, Kürdistan Ulusal Kongresi'nin toplanmasını yinelemiş ve desteklemiştir.

http://www.dha.com.tr/pydnin-kongresine-hdp-milletvekilleri-de-katildi_1029791.html#.Vf5-84or1bY.twitter

AKP açısından, 1 Kasım öncesi en önemli sorun "muhafazakar Kürtler" olmuştur. MHP'nin kurucusu Türkeş'in oğlu Tuğrul Türkeş'in, "önce tarafsız hükümete" başbakan yardımcısı olması, sonra da AKP'den Ankara milletvekili adayı gösterilmesi, mevcut kaygıyı arttırmıştır. Bu çerçevede AKP, aşiretler aracılığıyla "muhafazakar Kürt" seçmenleri blok olarak kazanmaya çalışırken, Türkeş soyadıyla, "milliyetçi-muhafazakar" oyları kendi hanesini katmayı hesaplamaktadır.
Şubat 2015'te Dolmabahçe mutabakatı'nı reddeden Erdoğan, "çözüm süreci"ni ötelerken, 11 Temmuz 2015'te sözde ateşkesi KCK aracılığıyla sona erdiren PKK, Mart 2015'te HDP barajı aşsa da aşmasa da "özyönetim" ilan edeceğini duyurmuştır.
KCK vasıtasıyla ortaya konulan "özyönetim", ülkenin anayasal sistemine karşı "paralel bir kamu yönetimi"ni silahlı sivil milislerle dayatmayı içermektedir. Bu meydan okuma Mart 2015 evet Mart 2015'te yapılmış, eylemler de Temmuz 2015'te başlatılmıştır. Ve yineliyorum. Terör örgütünün KCK yapılanması, HDP barajı aşsa da aşmasa da "özyönetim" ilan edeceğini, önceden ilan etmiştir. Kaç ay önce? Temmuz'dan 4 AY ÖNCE...
3 dönemliklerin başta Ali Babacan ve Cemil Çiçek olmak üzere, tekrar AKP listelerine konulması, DP eski genel başkanı Soylu'nun söz konusu listelerdeki konumu, Türkeş'in aday gösterilmesi, Sağ'ı yapısal anlamda olmasa da taktiksel zeminde konsolide etme çabasını sergilemektedir.    
Bu çerçevede, şimdilik gözaltılarla ürkütülen ama henüz yasaklanmayan kamuoyu yoklamalarında, hala koalisyon tablosunun çıkması, iktidar ve Erdoğan açısından bir panik havasının doğmasına neden olmuştur. Türkeş'le kaybedilen Kürt oyları, MHP üzerine yürütülen algı savaşıyla telafi edilmeye çalışılmaktadır.
Kimlikler ve kutuplaşma yüzeyinde sabitleşen 4 partili politik spektrum, AKP'den oy kaymasını engellese de, 7 Haziran'ın etkilerini ortadan kaldıracak bir politik getiriyi siyasal iktidara sunmamıştır.
Gülen'le ayrılan yollar, siyasal iktidar için asimetrik bir koalisyon ortağını kaybetmek anlamına gelmektedir. Operasyonlar, Gülen ve yandaşlarını "paralel" parantezinde hedef haline getirse de, yakın geçmiş, her iki taraf için de bir "kader birliği"ni yoğunlukla anımsatmaktadır.
"Onlar" parantezinde, tüm muhalefeti ve Gülen'i, bu arada yakın zamana kadar "çözüm süreci"ndeki muhatabını değerlendiren siyasal iktidar, 1 Kasım'ı planladıysa da, terör karşıtı söylemin işlevsizleşmesi, ezberleri bozma potansiyeline sahiptir.

15 Ağustos 2015 Cumartesi

KAOSUN KAVŞAKLARI...

Türkiye gerçekten de akıl almaz bir "terör sarmalı"nın içinde gözüküyor. Ne var ki yaşananların hiç biri ne yazık ki sürpriz değil. İnanılmaz bir aymazlıkla gelinen aşama, ülkemizin bütünlüğü ve iç alaşımı açısından yaşamsal riskler taşıyor.
Temmuz 2015, Türkiye'de PKK terörünün yeniden can almaya başladığı bir momentumu işaret etti. Öte yandan IŞİD terörü Türkiye'yi ve gençlerini acımasızca vurdu. "Çifte terör" ateşi altında kalan Cumhuriyet, siyasal hesapların altı ay arayla üst üste iki seçim yaptırma gönüllüsü olduğu zeminde, inanılması güç bir zafiyet gösteriyor.
IŞİD'in, ABD'nin Irak'a yönelik 2003'deki 2.Körfez Savaşı ve 2011'deki Suriye kaosunun ardından, nasıl bir geometrik sıçrama gösterdiği, sadece Suriye ve Irak'ta değil, Libya'dan Afganistan'a uzanan coğrafyada El Kaide'nin yerini aldığı net bir biçimde görülebiliyor. Öte yandan siyasal iktidarın "Esad karşıtı" politikaları, ABD'nin göz yuman davranışları, Esad'ın bir dönem IŞİD'in gelişimine kayıtsız kalması, ortada deyim yerindeyse "doymayan bir canavar" yarattı.
PKK'nın 2013'te başlattığı, KCK yapılanması aracılığıyla 11 Temmuz 2015'te durdurduğu "çatışmasızlık ortamı" ise, sadece seçim ve başkanlık hesaplarıyla açıklanabilecek bir durum değil. Ancak elbette bağımlı değişkenlerin arasında korelasyonel bir ilişki var. Şöyle ki, siyasal iktidarın, bürokrasi diye tanımladığı güvenlik ve istihbarat birimleriyle, PKK terör örgütü başı Öcalan arasındaki "diyalog süreci" , 2012 Şubat'ında istihbarat şefinin savcılık tarafından çağrılması, konunun dönemin başbakanı Erdoğan'a uzandığı iddiaları, AKP-Cemaat arasındaki zıtlaşma ve hesaplaşmanın başlangıcı oldu. 17-25 Aralık 2013'te siyasal iktidar ve kabine mensuplarına yönelik soruşturmalar, bu hesaplaşmanın devamı olarak algılandı.
Bununla birlikte, siyasal iktidarın 2005'ten beri başlattığı "Kürt açılımları", hem terör örgütü, hem de örgütün yerel unsurları arasında önemli beklentiler yarattı. 2013-2015 dönemindeki "çatışmasızlık", "akil adamlar", "neo-liberal entelektüeller", çeşitli aşamaları öngören bir "çözüm süreci" ile birlikte anıldı. Sözkonusu "çözüm süreci", 2015 Nevruz'unda PKK terör örgütü  lideri Öcalan'ın Diyarbakır mitinginde açıklanacak sözleri ile ileri bir aşamaya kavuşaak, 7 Haziran 2015 genel seçimleri sonrası, kapsamlı bir anayasa değişikliği ile "çözüm süreci", PKK'nın taleplerinin bir bölümünün karşılandığı, siyasal iktidar açısından ise "başkanlık hayalleri"nin yerine getirildiği bir zemine oturacaktı. Bu çerçevede HDP'nin ve genel başkanı Demirtaş'ın "seni başkan yaptırmayacağız" başlığındaki siyaseti, bu ümitleri suya düşürdü. Zaten bu politikayı teşvik eden anlayış, Erdoğan'ın hem Şubat 2015'teki "Dolmabahçe mutabakatı"nı reddeden, hem de Nevruz öncesi "Kürt sorunu yoktur" diyen sözleriyle belirginleşmişti. Erdoğan'ın tavır değişikliğinde pek çok alt başlık tespit edilebilir. Ancak Sağ siyasetteki "milliyetçi oy"ları kaybetmeme arayışı, tek başına olmasa da, keskin siyasal rekabette belirleyici bir aşamayı ifade etti.
11 Temmuz 2015'te "çatışmasızlık" durumunun KCK aracılığıyla yapılması bir rastlantı değildir. KCK, PKK terör örgütü açısından, "sivil örgütlenme" başlığında değerlendirilmektedir. Sözkonusu "sivil örgütlenme",  hiyerarşik bir disiplinle, kamu otoritesine karşı, paralel bir "düzen" kurmayı öngörmektedir. Bu çerçevedeki "paralel örgütlenme", silahlı bir gücün, terör örgütünün vesayetinde "alternatif bir yapı" kurmayı anlatmaktadır. Ağustos 2015'te birbiri ardına ilan edilen "özerklik" ilanları birer rastlantı değildir. Kamuoyunun gündemine Şırnak ve Yüksekova'yla gelen, "sözde özerklik" ilanları, orta vadeli bir stratejinin gelinen son aşamasıdır.
Oral Çalışlar'ın yazdığı "Kürt kentlerinde özyönetim" başlıklı makale, gelinen noktadaki fotoğrafı vurgulamaktadır. ( http://www.radikal.com.tr/yazarlar/oral_calislar/kurt_kentlerinde_ozyonetim_ilani-1415641?utm_source=sm_fb&utm_medium=free&utm_term=post&utm_content=kurt_kentlerinde_ozyonetim_ilani-1415641&utm_campaign=yazarlar)
Terör örgütü, "öz savunma" adını verdiği "yerel yönetim" modelinde, KCK'yı öne sürmekte, Türkiye'ye "ulus-devleti bitirmezse" eylemlerini sürdürme tehdidinde bulunmaktadır. PKK açısından, İslamcı kodları güçlü olan iktidar partisinin, ulus-devleti son tahlilde dışlayamayan durumunun verdiği rahatsızlık, süreci hızlandırmıştır.  "Çözüm süreci"nde karşılanmayan beklentiler, terör eylemleriyle ortaya konulmaktadır. 2015 seçimleri sonrasında PKK'nın Türkiye'ye yönelik "toptan bir kalkışma" içine girmesi, bir an önce "özerklik" adını verdikleri düzene, silah yoluyla geçme planını sergilemektedir. Barzani-Türkiye arasındaki yüzeyde, "dışlanma" sendromu yaşayan PKK, bu süreçte hiç olmazsa "özerklik" aşamasını, Türkiye'yi zorlayarak, Batı'dan Doğu'ya karıştırarak elde etmeye çalışmaktadır.Suriye-Irak cephesindeki sınırların karışması, PYD'nin Suriye'deki teritoryal kantonları, Türkiye'de benzer "kantonlaşma" arayışı, bir bütünlüklü stratejiyi dile getirmektedir.  
"Türkiye'de yönetim sistemi değişmiştir" sözüyle, anayasal hukuk devletinde, fiili durum oluştuğu algısı, böylesine bir "kalkışma" döneminde, çok talihsiz bir "hayal ifadesi" olmuştur. İki seçim arasında, kamuoyu yoklamaları ile "terör sayacı"nın medya tarafından ölçümlendiği algısı, seçim kazanıp/kazanamama hesapları, içine girdiğimiz girdabı anlamaktan çok uzak bir durumu ortaya koymaktadır.
Türkiye'nin "terörle mücadelesi"ni gayrımeşru, PKK/KCK eylemlerini "hak arama " gören anlayış, zaman zaman ana akımda da, yerini bulan, korkunç bir aymazlığı ete kemiğe büründürmektedir. Siyasal iktidarın farlı hesapları olabilir. Ancak Türkiye, "terörle mücadele"yi, demokratik sistem içinde yerine getirmek zorundadır. Bu devlet olmanın gereğidir.
HDP'nin Ağustos 2014 Cumhurbaşkanlığı seçimleri, 2015 Haziran genel seçimlerinde elde ettiği kamuoyu desteği, Temmuz 2015'ten beri süren kaosta, olası bir "tekrar seçim"de merak edilmektedir. "Türkiyelileşme" iddiası, "öz savunma" ve "özyönetim" ya da "özerklik" başlıklarıyla ne kadar uyuşacak, ya da HDP kendini aşacak mıdır?
PKK/KCK'nın sivil halkı örgütleyerek, "halk savaşı" başlatma iddiası, bir "kalkışma" durumudur. İç savaş senaryolarının ele alındığı zeminde, Türkiye gerçekten de "tehdit" altındadır.
Hiç bir ülke terör tehdidine boyun eğemez. Siyasal iktidar eğer buradan sonuç çıkarmaya kalkar, Kasım 2015'te "daha otoriter" bir başkanlığın hayali kurarsa, "meleklerin cinsiyetini tartışıyor" demektir.
Kaosun kavşakları, Türkiye'yi ekonomik, siyasal düzeyde, Ortadoğu belirsizliğinde önemli risklerle karşı karşıya bırakmaktadır.
Türkiye, siyasal ve toplumsal zeminde, demokratik bir birlik ve dayanışmayı  yaşama geçirmek durumundadır.
DURUM GERÇEKTEN VAHİM....
QUO VADIS?
   

13 Ağustos 2015 Perşembe

"TEKRAR SEÇİM" SARMALI...

Temsili demokrasilerde seçimlerin işlevi, siyasal açıdan odak olmanın yanısıra, aynı zamanda "kutsanan" bir davranışa dönüşmüştür. Zira siyasal iktidarın kağıt üzerinde seçmenler tarafından belirlendiğine dair kanaat, sistemin devamı açısından esastır. Bu sayede temsili demokrasiler, siyasal-toplumsal zeminde meşruiyet kazanırlar. Seçmenlerin oyları sonucunda ortaya çıkan sonuçlar, tarihsel süreç içinde "irade" diye adlandırılmaya başlanmıştır. Böylece seçim sonucunda oluşan tablo, mutlak krallıklardaki, hükümdarın "irade"si yerini almıştır. Rousseau, "genel irade" olarak adlandırdığı yüzeyde, "seçmen iradesi"ni, ulus-devletteki temel öznenin, yani ulusun iradesi diye nitelendirmiştir.
Türkiye'de 1946'da çok partili sistem geçildiğinden beri, Sağ siyasetler, "milli irade"yi, üçüncü tekil şahıs olarak kutsamışlar, "milli irade"nin yanılmazlığı üzerinde durmuşlardır. Rousseau'nun "yanılmaz genel irade" bakışı, zaman içinde, çok partili yaşamda, otoriter Sağ iktidarların meşruiyet zemini olmuş, söz konusu sivil otoriter Sağ siyasetler, yine bir başka otoriter bakış açısıyla, silahlı darbelerle, askeri müdahalelerle "reset"lenmiştir. Bu çerçevede Türkiye siyasetnin değişmez yazgısı, otoriter sivil ve askeri yönetimler arasında el değiştiren, topluma, halk katmanlarına, çalışan halk kesimlerine kapalı, katılımcılıktan uzak, sandık fetişizmini demokrasi diye yutturan, "dar alanda kısa paslaşmalar"la ifade edilegelmiştir.
Türk siyasal yaşamında bir ilk olarak, eğer kesinleşirse, aynı yıl içinde iki genel seçim yaşanma olasılığı var. Üstelik söylendiği gibi yaşama geçerse, iki seçim arasındaki zaman dilimi 6 ay, -evet sadece 6 ay olacaktır. Komşumuz Yunanistan da bir dönem, seçim zincirine kapılıvermiş, bir biçimde siyasal bir istikrar yüzeyi, bir kaç seçim sonra kazanılmıştı.
Türkiye'de ise 12 Eylül zihniyetinin yarattığı tasarım, ülkenin dinamiklerine ağır zarar verdiği gibi, 2002'den beri süren AKP iktidarı, otoriter Sağ siyasetini, Erdoğan'ın "tek adam" yönetimi algısı bağlamında sürdürüyor. İlginç olan, müstafi hükümetin başbakan yardımcısı Arınç'ın geçen ay yaptığı bir konuşmada olduğu gibi, "sanki hiç seçim olmamış" havası yaratıldı. 7 Haziran'da birinci parti olmasına karşın, tek başına iktidarı kaybeden AKP, Erdoğan'ın vesayetinden kurtulamamakla suçlandı. Bu fotoğrafta, sadece iktidar değil, 12 Eylül anayasasının çarpık siyasal düzeninin de payı var. 1982 anayasasında, cumhurbaşkanı "yürütme"nin başı haline getirildiği için, her ne kadar, 2014'e kadar, meclis ve hükümet üzerinde bu yetkisini kullanmayan cumhurbaşkanları olsa da, hükümet yapılarında bir "başsızlık" potansiyeli doğurdu. 2007'deki referandumla, cumhurbaşkanının "halk oyu"yla seçilmesi, anayasa maddesi haline gelince, "milli irade"nin temsilcisi olduğunu iddia eden cumhurbaşkanlığı modeli, anayasadaki "yürütme"nin başı olma halini, iktidar partisi ve meclis çoğunluğunun da başı olma biçimine dönüştürme noktasına getirdi. Yargı da bu zemine eklenince, demokratik siyasetin yollarında tıkanma emareleri oluştu. 7 Haziran 2015 sonuçlarını beğenmeyen "irade", Kasım 2015'teki "tekrar seçim"le bunu düzeltme mesajını seçmene verdi. Böylece "milli irade"nin herşeyin üstünde olmadığı, siyasal ajandaya göre revize edilebileceği görüldü. Benzer sonuçlar çıkarsa, 2016'da yeni bir seçim olasılığı var mı? Ya da, koalisyon aritmetiği olursa, seçmen "hükümetsizlik" sopasıyla mı yola getirilmeye çalışılıyor? Bunlar aslında çok tehlikeli sorular.
Temmuz 2015'ten beri, Türkiye'nin IŞİD ve PKK terörüyle eş zamanlı mücadele etmek zorunda kalması, "çözüm süreci"nin rafa kaldırılması, İncirlik üssünün "IŞİD karşıtı" koalisyonun ana hava karargahı haline gelmesi, ABD'nin Ortadoğu'ya dönük askeri hareketlerinde yeni üslerin verilmesi olasılığı, öte yandan hala Türkiye hakkında IŞİD'le ilgili süren suçlamalar??? Bu baş döndürücü diplomatik ortamda, terörün günlük yaşamı tehdit eden kaotik bir hal alması, bugünkü AKP-CHP koalisyon görüşmesinin olumsuz sonuçlanmasıyla, ABD Doları ve Euro'nun tarihi rekorlar kırması, borsadaki ağır kayıplar, Eylül'de küresel ekonomik krizin ülkemizde siyasal istikrarsızlıktan dolayı daha fazla hissedilmesi senaryoları, oldukça baş döndürücü bir tablo çiziyor.
Ekonomide 2015 "kayıp yıl" olarak ilan edilirken, Kasım'da da siyasal aritmetik değişmezse, Erdoğan'ın olası tavrı oldukça merak ediliyor.
"Bekleme odası"na parlamenter sistem değil de, kafalardaki "başkanlık sistemi" girince, 1982 anayasasında zedelenen parlamenter yapının, restorasyonu bir ihtiyaç olarak öne çıkıyor.
Ülkemizde, Haziran-Kasım 2015 arasındaki belirsizlik, ileride tarihte nasıl yazılacak, merak konusu. Herhalde  kaotik bir dönem, bir "korku tüneli" metaforuyla anlatılacak.
Ancak en büyük tehlike şuradadır. Seçmen kendi oyunun, siyasal iktidarın belirlenmesinde, dekorasyon bağlamında bile anlam taşımadığına kanaat getirirse, bu sistemin bir meşruiyet krizine girmesi demektir. Bu tür bir ortam, demokratik sisteme duyulan güven ve inancı zedeler, toplumun zihni karışır.
AKP-MHP arasında "yarı zamanlı" rekabet, "yarı zamanlı" dayanışma hali, siyasal spektrumda, riskli bir "Sağ tekel" yarattı. Sosyolojik "Sağ cephe", 1970'lerde de "MC'ler olarak" hatırlardadır. Öte yandan PKK terörünün yoğunlaşmasıyla, HDP'nin "baraj altında" kalacağı ve konuyla ilgili kamuoyu araştırmalarının yayınlanması ve kamuoyu yaratılması hamleleri, siyasette korkunç bir kördöğüşünün işaretlerini vermektedir.
Türkiye'nin demokratik ve Cumhuriyetçi bir Sol seçeneğe ivedilikle gereksinimi vardır. CHP, üzerindeki tarihi sorumluluğu, artık bir oy sıçraması yaparak, yerine getirmek durumundadır.
Aksi halde kayıp olan sadece 2016 olmaz, koskoca bir ülkenin geleceği olur. 

"TEKRAR SEÇİM" SARMALI...

Temsili demokrasilerde seçimlerin işlevi, siyasal açıdan odak olmanın yanısıra, aynı zamanda "kutsanan" bir davranışa dönüşmüştür. Zira siyasal iktidarın kağıt üzerinde seçmenler tarafından belirlendiğine dair kanaat, sistemin devamı açısından esastır. Bu sayede temsili demokrasiler, siyasal-toplumsal zeminde meşruiyet kazanırlar. Seçmenlerin oyları sonucunda ortaya çıkan sonuçlar, tarihsel süreç içinde "irade" diye adlandırılmaya başlanmıştır. Böylece seçim sonucunda oluşan tablo, mutlak krallıklardaki, hükümdarın "irade"si yerini almıştır. Rousseau, "genel irade" olarak adlandırdığı yüzeyde, "seçmen iradesi"ni, ulus-devletteki temel öznenin, yani ulusun iradesi diye nitelendirmiştir.
Türkiye'de 1946'da çok partili sistem geçildiğinden beri, Sağ siyasetler, "milli irade"yi, üçüncü tekil şahıs olarak kutsamışlar, "milli irade"nin yanılmazlığı üzerinde durmuşlardır. Rousseau'nun "yanılmaz genel irade" bakışı, zaman içinde, çok partili yaşamda, otoriter Sağ iktidarların meşruiyet zemini olmuş, söz konusu sivil otoriter Sağ siyasetler, yine bir başka otoriter bakış açısıyla, silahlı darbelerle, askeri müdahalelerle "reset"lenmiştir. Bu çerçevede Türkiye siyasetnin değişmez yazgısı, otoriter sivil ve askeri yönetimler arasında el değiştiren, topluma, halk katmanlarına, çalışan halk kesimlerine kapalı, katılımcılıktan uzak, sandık fetişizmini demokrasi diye yutturan, "dar alanda kısa paslaşmalar"la ifade edilegelmiştir.
Türk siyasal yaşamında bir ilk olarak, eğer kesinleşirse, aynı yıl içinde iki genel seçim yaşanma olasılığı var. Üstelik söylendiği gibi yaşama geçerse, iki seçim arasındaki zaman dilimi 6 ay, -evet sadece 6 ay olacaktır. Komşumuz Yunanistan da bir dönem, seçim zincirine kapılıvermiş, bir biçimde siyasal bir istikrar yüzeyi, bir kaç seçim sonra kazanılmıştı.
Türkiye'de ise 12 Eylül zihniyetinin yarattığı tasarım, ülkenin dinamiklerine ağır zarar verdiği gibi, 2002'den beri süren AKP iktidarı, otoriter Sağ siyasetini, Erdoğan'ın "tek adam" yönetimi algısı bağlamında sürdürüyor. İlginç olan, müstafi hükümetin başbakan yardımcısı Arınç'ın geçen ay yaptığı bir konuşmada olduğu gibi, "sanki hiç seçim olmamış" havası yaratıldı. 7 Haziran'da birinci parti olmasına karşın, tek başına iktidarı kaybeden AKP, Erdoğan'ın vesayetinden kurtulamamakla suçlandı. Bu fotoğrafta, sadece iktidar değil, 12 Eylül anayasasının çarpık siyasal düzeninin de payı var. 1982 anayasasında, cumhurbaşkanı "yürütme"nin başı haline getirildiği için, her ne kadar, 2014'e kadar, meclis ve hükümet üzerinde bu yetkisini kullanmayan cumhurbaşkanları olsa da, hükümet yapılarında bir "başsızlık" potansiyeli doğurdu. 2007'deki referandumla, cumhurbaşkanının "halk oyu"yla seçilmesi, anayasa maddesi haline gelince, "milli irade"nin temsilcisi olduğunu iddia eden cumhurbaşkanlığı modeli, anayasadaki "yürütme"nin başı olma halini, iktidar partisi ve meclis çoğunluğunun da başı olma biçimine dönüştürme noktasına getirdi. Yargı da bu zemine eklenince, demokratik siyasetin yollarında tıkanma emareleri oluştu. 7 Haziran 2015 sonuçlarını beğenmeyen "irade", Kasım 2015'teki "tekrar seçim"le bunu düzeltme mesajını seçmene verdi. Böylece "milli irade"nin herşeyin üstünde olmadığı, siyasal ajandaya göre revize edilebileceği görüldü. Benzer sonuçlar çıkarsa, 2016'da yeni bir seçim olasılığı var mı? Ya da, koalisyon aritmetiği olursa, seçmen "hükümetsizlik" sopasıyla mı yola getirilmeye çalışılıyor? Bunlar aslında çok tehlikeli sorular.
Temmuz 2015'ten beri, Türkiye'nin IŞİD ve PKK terörüyle eş zamanlı mücadele etmek zorunda kalması, "çözüm süreci"nin rafa kaldırılması, İncirlik üssünün "IŞİD karşıtı" koalisyonun ana hava karargahı haline gelmesi, ABD'nin Ortadoğu'ya dönük askeri hareketlerinde yeni üslerin verilmesi olasılığı, öte yandan hala Türkiye hakkında IŞİD'le ilgili süren suçlamalar??? Bu baş döndürücü diplomatik ortamda, terörün günlük yaşamı tehdit eden kaotik bir hal alması, bugünkü AKP-CHP koalisyon görüşmesinin olumsuz sonuçlanmasıyla, ABD Doları ve Euro'nun tarihi rekorlar kırması, borsadaki ağır kayıplar, Eylül'de küresel ekonomik krizin ülkemizde siyasal istikrarsızlıktan dolayı daha fazla hissedilmesi senaryoları, oldukça baş döndürücü bir tablo çiziyor.
Ekonomide 2015 "kayıp yıl" olarak ilan edilirken, Kasım'da da siyasal aritmetik değişmezse, Erdoğan'ın olası tavrı oldukça merak ediliyor.
"Bekleme odası"na parlamenter sistem değil de, kafalardaki "başkanlık sistemi" girince, 1982 anayasasında zedelenen parlamenter yapının, restorasyonu bir ihtiyaç olarak öne çıkıyor.
Ülkemizde, Haziran-Kasım 2015 arasındaki belirsizlik, ileride tarihte nasıl yazılacak, merak konusu. Herhalde  kaotik bir dönem, bir "korku tüneli" metaforuyla anlatılacak.
Ancak en büyük tehlike şuradadır. Seçmen kendi oyunun, siyasal iktidarın belirlenmesinde, dekorasyon bağlamında bile anlam taşımadığına kanaat getirirse, bu sistemin bir meşruiyet krizine girmesi demektir. Bu tür bir ortam, demokratik sisteme duyulan güven ve inancı zedeler, toplumun zihni karışır.
AKP-MHP arasında "yarı zamanlı" rekabet, "yarı zamanlı" dayanışma hali, siyasal spektrumda, riskli bir "Sağ tekel" yarattı. Sosyolojik "Sağ cephe", 1970'lerde de "MC'ler olarak" hatırlardadır. Öte yandan PKK terörünün yoğunlaşmasıyla, HDP'nin "baraj altında" kalacağı ve konuyla ilgili kamuoyu araştırmalarının yayınlanması ve kamuoyu yaratılması hamleleri, siyasette korkunç bir kördöğüşünün işaretlerini vermektedir.
Türkiye'nin demokratik ve Cumhuriyetçi bir Sol seçeneğe ivedilikle gereksinimi vardır. CHP, üzerindeki tarihi sorumluluğu, artık bir oy sıçraması yaparak, yerine getirmek durumundadır.
Aksi halde kayıp olan sadece 2016 olmaz, koskoca bir ülkenin geleceği olur. 

30 Temmuz 2015 Perşembe

İSRAİL'İN KIBRIS'TAKİ ARAYIŞI...

2010'daki "Mavi Marmara" hadisesinden sonra, Türkiye-İsrail ilişkilerinde, önemli sorunlar doğduğu bilinen bir gerçek. Batı ülkelerinin ulusal parlamentolarında ardarda "Filistin devleti"nin tanınma kararlarının alındığı, İran'ın BM Güvenlik Konseyi daimi üyeleri ve Almanya (P5+1) ülkeleriyle vardığı "nükleer uzlaşma" sonrası ABD-İran arasındaki diyaloğun geliştiği bir ortamda, İsrail başbakanı Netenyahu'nun "tecrit" halinden kurtulma stratejisinde, Doğu Akdeniz'in konumu ayrı bir önem taşıyor.
Netenyahu hükümeti, 2010 sonrasında, Yunanistan ve Kıbrıs Rum Kesimi'yle ilişkilerini geliştirmeye başladı. Türkiye-İsrail gerginliği sonrası, İsrail askeri uçaklarının "hava eğitimi" konusunda, Türkiye tarafından iptal edilen Konya yerine, Yunan hava sahasında etkinlik icra etme uzlaşısı, işbirliğinin ilk adımı olarak kaydedilebilirdi. Oysa işin, askeri olduğu kadar ekonomik cephesinde, enerji kaynakları ve İsrail doğal gazının Batı piyasalarına ulaştırılması gereksinimi ortaya çıktı. Kıbrıs ve Yunanistan üzerinde, binlerce kilometreyi aşan bir boru hattıyla bu iş başarılabilir mi? Yunanistan'ın üyesi olmakla birlikte, sorunlu olduğu AB, bu çerçevedeki maliyetli bir projeye sponsor olur mu? Bu bağlamda ister istemez Türkiye'nin de dahil olduğu, "münhasır ekonomik alanlar" ve Doğu Akdeniz'deki petrol, doğal gaz ve balıkçılık dahil, "ekonomik paylaşımlar" konusu ön plana çıkıyor. Türkiye'yi dışlayan bir Doğu Akdeniz uzlaşısında, son zamanlarda yoğunluğu artan Kıbrıs görüşmelerinin akibeti nasıl etkileniyor? Zira KKTC'nin yeni cumhurbaşkanı ile Kıbrıs Rum Kesimi'nin lideri, Kıbrıs'ta kalıcı barışın Türkiye'nin lehine olacağını, bu sayede Türkiye'nin Doğu Akdeniz'deki enerji kaynaklarından yararlanma yolunun açılacağını vurguluyorlar. Tam da bu zeminde İsrail'in işlevi ve siyasaları göze çarpıyor. Uçuş mesafesiyle 45 dk.'lık bir mesafedeki adaya, İsrailli yatırımcıların ilgisi büyüyor. Türkiye-İsrail arasında, "özür" maddesinin aşıldığı, "tazminat" ve "Gazze ablukasının kaldırılması" koşullarının masada durduğu bir yüzeyde, "topyekün barış" konusu gündeme gelir mi? Bu soruyu yanıtlamak için henüz erken. Türkiye'nin İsrail'le ilişkilerini normalleştirdiği ve Kıbrıs'ta kalıcı barışın sağlandığı bir momentumda, Doğu Akdeniz politikaları rahatlayacak mı? Cazip açıklamalar ve gergin bekleyişler, çelişik beklentileri eş zamanlı olarak harmanlıyor.
Netenyahu, Kıbrıs Rum Kesimi'ne yaptığı ve 12 saatin altında süren günü birlik ziyaretinde, enerji konularının yanısıra, İran ve Hizbullah tehdidine dikkat çekti. İran'la ilgili endişeleri, Batı kamuoyundan eskisi kadar ilgi çekmeyen İsrail başbakanı, Kıbrıs üzerinden Avrupa'ya "terör tehdidi"ni vurgulamayı tercih etti. Geçen ay Kıbrıs Rum Kesimi'nde hapsedilen bir Lübnanlı'nın üzerinde patlayıcı yapımında kullanılan amonyum nitrat bulunması ve bu kişinin Hizbullah'la bağlantılı olduğunun ortaya çıkarılması, Netenyahu için önemli bir fırsattı. Dolayısıyla Hizbullah'ın sadece Lübnan'da değil, Kıbrıs'ta ve AB ülkelerindeki olası terör faaliyetlerini ifade eden bir argüman kazanmış oldu.
Netenyahu Kıbrıs'taki değerlendirmelerinde sadece Hizbullah'a ve İran'a değil, IŞİD'e de dikkat çekti. Son zamanlarda Sina üzerinden IŞİD tehlikesini daha çok hisseden İsrail, bu vesileyle Ortadoğu'daki terör tehditleri ve Avrupa ülkeleri, ABD açısından İsrail'in konumunu öne çıkartmaya çabaladı.
İsrail Kıbrıs üzerinden sadece Yunanistan'la değil, AB ile de "ekonomik-güvenlik" ekseninde işbirliği kurmak, tecrid algısını kırmak için ilişkilerini yoğunlaştırmaya gayret ediyor.
Türkiye'nin dahil olmadığı bir Doğu Akdeniz ikliminde, buna benzer çabaların tek başına sonuç değiştirici bir tablo ortaya koyamadığı gözüküyor.  
İsrail de Batı dünyasıyla ilişkilerini, şimdilik olsa da Yunanistan-Kıbrıs Rum Kesimi üzerinden, "düşük profilli" bir parantezle sürdürmeye çalışıyor.
Enerji işbirliği beklentileri yüksek olsa da, maliyetler ve AB'nin tutumu, çok parlak bir atılım vaat etmiyor...  

http://cyprus-mail.com/2015/07/28/netanyahu-in-cyprus/

http://www.jpost.com/Israel-News/Politics-And-Diplomacy/Netanyahu-Iran-and-Hezbollah-have-terrorist-network-throughout-Europe-410409

26 Temmuz 2015 Pazar

ORTADOĞU EKSENİNDE TÜRKİYE'DEKİ TERÖR SARMALI...

Türkiye, gündemin kolaylıkla değiştiği, bir önceki ay, bir sonrakinin tahmin edilmesinde güçlük yaşandığı bir ülke. 7 Haziran 2015 genel seçimlerinin üzerinden, neredeyse 2 ay geçecek. Parlamentoda hiçbir siyasal parti salt çoğunluğe ele geçiremediğinden dolayı, teknik olarak 'koalisyon hükümeti' kurulması, bir başka deyimle, tek bir partinin değil, en az iki siyasal partinin işbirliğiyle bir kabinenin oluşturulması gerekiyor. AKP'nin 2002'den beri devam eden siyasal iktidarında, 3 genel seçim, 3 yerel seçim, 2 referandum, 1 cumhurbaşkanlığı seçimi başarısı bulunuyordu. Bu çerçevede AKP, 2 cumhurbaşkanı, 3 başbakan seçtirdi.
AKP'nin 'siyasal İslam'da, 'Milli Görüş'ten ayrılan siyaseti, özellikle 2007'deki cumhurbaşkanlığı seçiminden sonra, Ortadoğu'ya dönük, Osmanlıcı, bölgesel nüfuzu planlayan bir dış politika ile belirlendi. ABD'nin 2001'deki '11 Eylül saldırıları'ndan sonraki siyasetiyle örtüşen, piyasa ekonomisi, biçimsel demokrasi ve ABD çıkarlarıyla barışık 'Ilımlı İslam' siyasası, AKP açısından, 2011 sonrası, Suriye özelindeki kaos ve Mısır'daki kısa dönemli İhvan siyasetiyle bir ivme kazandı. Ne var ki, Mısır'daki askeri darbe ve Suriye'de 4.5 yıldan beri direnen Esad iktidarı, bölgedeki iddialı AKP siyaseti için, bir kabusa dönüşmeye başladı. 
'7 Haziran sonrası'nın 'AKP sonrası'na dönüşememesi, HDP'nin parlamentodaki varlığının, hem AKP'nin 'tek başına iktidarı'na ve 'başkanlık hayali'ne set çekmesi, hem de siyasal iktidarın, bürokrasi aracılığıyla, PKK terör örgütü başı Öcalan'la İmralı cezaevinde yürüttüğü ve adına 'çözüm süreci' verilen müzakereler, işleri bir 'siyasal çıkmaz'a sürükledi. Seçim öncesinde, 'Dolmabahçe mutabakatı' diye ifade edilen AKP-HDP'nin 'kurumsal kimlikleri'nde pekiştirilen 'süreç', 21 Mart 2015'te Diyarbakır'daki Nevruz kutlamaları'nda 'anayasal değişimi' de kapsayan bir 'öneriler paketi'yle ilerleyecekti. Tüm hesaplar, AKP-HDP arasında 'başkanlık-federasyon' pazarlığı zemininde vurgulanıyordu. Gelgelelim, Erdoğan, Mart 2015'te hem 'Dolmabahçe mutabakatı'nı reddeti, hem Nevruz beklentilerini boşa çıkardı, hem de seçim öncesinde 'milliyetçi bir söylem' kullandı. Erdoğan, AKP dönemindeki 'reformların' yeterli olduğunu belirterek, "Kürt sorunu yoktur' çizgisine geldi. Böylece 2005'ten itibaren, "Kürt sorunundaki ezberleri bozma" yolunda süren, 'AKP'nin Kürt açılımları", bir on yılın sonunda, klasik bakış açısına döndü.
Bir başka çerçevede, AKP'nin 'Suriye politikası', Suriye'deki İslamcı gruplara verilen destek, IŞİD'in Suriye'deki kazanımlarına karşı sessizlik ve Irak'taki Kürt bölgesinde Barzani'yle yaşanan işbirliğinin tersine, Suriye'de PKK'nın uzantısı PYD'den duyulan rahatsızlık, PYD'nin Afrin'le, Kobani ve Cizire kantonlarının devletleşmeye başlaması, AKP'nin politikalarında bir birikim yarattı.
Seçim sonrasında, henüz koalisyon kurulmadan, ya da erken seçimin netleşmediği zeminde, verili zeminde baş döndürücü ve de ne yazık ki kanlı gelişmeler yaşanmaya başlandı. 11 Temmuz'da PKK terör örgütünün KCK yapılanması, 'çözüm süreci'nin ve 'sözde ateşkes'in bittiğini açıkladı. AKP-HDP'nin seçim sonrasındaki siyasal  zıtlaşması, HDP-PKK yüzeyindeki siyasal beklentilerin karşılanamadığı gibi daha da geriye düşmesi, 'terör'ün yeniden bir siyasi araç haline getirilmesi, başka siyasi stratejilerle karşılaştırıldı. Şöyle ki, siyasal iktidar ve cumhurbaşkanlığının, 45 günlük süreçte hükümet kurulamaması durumunda, olası 'tekrar seçim'de, PKK'nın yoğunlaşacak terör eylemleriyle, HDP'nin baraj altında kalması ve AKP'nin yeniden iktidar olmasına endekslenen bir 'kaos siyaseti' dillendirildi. 
Bu arada 20 Temmuz'da, Kobani'ye giden gençlerin, Suruç'taki basın açıklaması sırasında, canlı bombanın hedefi olmaları, 31 yurttaşımızın acı kaybı,  IŞİD tehdidinin geldiği noktanın sergilenmesi açısından bir dönüm noktası oldu. IŞİD, 23 Temmuz'da Türk askerini şehit ederek, Libya'dan Afganistan'a uzanan ekseninde, Türk Silahlı Kuvvetlerini de çatıştığı güçlerin arasına kattı. 
24 Temmuz sabahı Türk Hava Kuvvetleri'nin Suriye'de IŞİD ve Irak't PKK mevzilerine başladığı bombardıman, Türk emniyetinin IŞİD ve PKK terör yapılanmalarına karşı gerçekleştirdiği operasyonlar, bir yandan da PKK'nın askerlerimizi ve polisimizi şehit eden saldırıları, işçi kaçırmalar, iş makinaları yakmalar, yol kesmeler, büyük şehirlerde de benzer terör eylemlerinin tekrarı, bir anda kamuoyunun paniğe sürüklenmesine neden oldu. Bir haftadan beri, 'güvensizlik' yaşayan yurttaşlar, yaşanan süreçle ilgili tatmin edici açıklamalara muhatap olamıyorlar.
ABD'nin 1. ve 2 Körfez savaşları sonucunda Irak'ta tasfiye edilen 'devlet otoritesi', Suriye'de 2011'den beri yaşanan iç kargaşa, IŞİD'e geniş alanda bir yapılanma olanağı sağlarken, Hatay'dan Hakkari'ye uzanan 1300 km'lik sınırımızın kontrol edilemez bir yüzeye dönüşmesine neden oldu.
Türkiye, devletsizleşen Ortadoğu coğrafyasında, Suriye'den sadece mülteci akını değil, gelen mültecilerin arasına karışan, farklı terör grup ve yöneticilerinin sızmasına neden olan bir durumla karşı karşıya geldi.
Ülkemiz, IŞİD ve PKK dahil, pek çok terör grubunun tehdidi altında. Uygulanan dış politika ve Suriye özelindeki yanlışların ağır faturası ödeniyor. Öte yandan, Türkiye'yi de aşan bir sürekli kaos ve kargaşa, bölünen coğrafyalar gerçeği var.
Terörle mücadele ve demokratik rejimi bir arada yürütecek, yeni bir iradeye ihtiyaç var. 'Terör sarmalı', bir günlük değil, bölgeyi orta vadede belirsizlikle besleyecek bir potansiyeli içeriyor.
Kaos ve düzen, birbirleriyle zıt, aynı zamanda da karşılıklı olarak, kendi içlerinde birbirini belirleyen bir sürekli sarmalı işaret etmektedir. Her düzen, bir kaos sonrasıdır. Bugünkü dünya düzeni de, ikinci dünya savaşındaki kaos ve savaşın ardından yapılandırılmıştır.
Yeni bir düzenden söz edebilmek için bir dizi soruya yanıt vermek gerekmektedir:
1- "Çözüm süreci"nin eleştisi ya da özeleştirisini kim verecek. Eğer doğru idiyse, bugün yaşananlar nedir? Yanlışsa hesabını demokratik zeminde kim verecek?
2- "Suriye politikası"nın hesabı nasıl verilecek? IŞİD'le ilgili ülkemizi işaret eden iddialara açıklık getirilebiliyor mu?
3- Yaşanan "terör sarmalı"nın geleceği nasıl olacak?
4- Yeni irade ve düzen, hangi yüzeyde kendisini ortaya koyacak?
Bu sorulara yanıt vermeden, mevcut siyasetin eleştirisi verilmeden uygulanacak politikalar, belirsiz bir geleceği işaret etmektedir.
Sorunlarsa ivedi ve yaşamsaldır...

15 Temmuz 2015 Çarşamba

"ÇÖZÜM"DE KİLİTLENEN SİYASET...

7 Haziran 2015 sonrası Türk siyasal yaşamı, 1990'lardan sonra tekrar koalisyon kavramına alışmaya çalışıyor. Uzlaşma kültürünün yerleşemediği, ataerkil toplum yapısının olduğu gibi siyasete yansıdığı, otoriter ve buyurgan siyasal liderliklere 'biat' davranışının 'olağan' görüldüğü siyasal sosyolojik yapımızda, demokratik bir gelişme beklemek, elbette çok zor. Ama imkansız değil.
2002'den beri, kılık kıyafetten, insanların cinsel tercihine, ev yaşamına, inanç ya da inançsızlığına karışan 'total' anlayış, siyasal kurumları, medyayı ve pek çok altyapı-üstyapı kurumunu kısmen de olsa dönüştürdü. Ne var ki küreselleşen sosyo-ekonomik altyapı ve siyasal üstyapı kurumları, bu dönüşümü ya yavaşlattı ya da yön değiştirtti. Dolayısıyla dönüşemeyen ve dönüşemeyecek bir 'total' siyaset, kendi jargonuyla; hem kendini hem de toplumu 'Araf'ta bıraktı.
Medyada genel gündem, adı muhafazakar, kendisi İslamcı olan siyasete değil, daha çok yolsuzluk savlarına odaklandı. Öte yandan, İran'la 'P5+1' ülkelerinin 'nükleer müzakereler'de vardıkları 'tarihi uzlaşma', potansiyel anlamda İran'ı ekonomik-diplomatik yüzeyde yeniden dünya sistemine yönlendirirken, 2000'lerden bugüne uygulanan 'Sünni zeminindeki İslamcı-Osmanlıcı'  söylem ve İhvan'la uygulanmaya çalışılan bölgesel ideolojik vesayet arayışı da sınıfta kaldı.
Yeni bir koalisyon en azından Türk Dış Politikası bağlamında 'fabrika ayarları'na dönüş yaşatır mı? Henüz bu soruyu yanıtlamak için çok erken.
Öte yandan Şubat 2012'de, istihbarat müsteşarını mahkemeye çağıracak kadar ileri giden yargı süreci, 'cemaat-iktidar' kavgasına mal olan 'çözüm süreci' ne alemde diye sormak gerekiyor? Tüm bir sürecin dökümünü yapmayacağım. Yalnız 2015'te yaşananlar, 'çözüm süreci' söyleminin hem ne kadar gel-gitli olduğunu, hem de 2015 parlamentosundaki yeni dengelerle, işin daha da karmaşık bir boyut taşıdığını gösteriyor. Pek çok siyasal gözlemci, 2015 seçimlerinden sonra AKP-HDP arasında, süregelen 'çözüm süreci'nin bir adım öteye geçeceği bir 'siyasal işbirliği' öngörüyordu. Bu elbette dar anlamda 'koalisyon'la açıklanacak bir işbirliği değildi. Anayasanın 'başkanlık-özerklik' ya da 'başkanlık-federasyon' pazarlığıyla değişeceği, ülkenin anayasal-toplumsal yapısının, iki partinin tabanlarının ve küresel-bölgesel dinamiklerin desteğiyle tamamen yeni bir biçim alacağı, neredeyse bir 'mutasyon' tahmini yapılıyordu. Rejimin 'değişmezleri', parlamentoda, olası referandumlarla, terör örgütü liderinin oluruyla, siyasal iktidarın hamleleriyle alt üst olacaktı?
 Oysa, seçimlere 3 ay kala, Cumhurbaşkanı'nın mevcut beklentileri rafa kaldıran müdahaleleri başladı. Şubat 2015'te, AKP-HDP arasındaki 'Dolmabahçe mutabakatı' Erdoğan tarafından, 2015 Nevruz sürecinde reddedildi. Halbuki 'Dolmabahçe mutabakatı'nın bir sonraki aşaması, 21 Mart 2015'te PKK terör örgütü liderinin Diyarbakır'daki Nevruz kutlamalarındaki yazılı açıklamasıyla yaşama geçecek, özerklik ya da federasyona doğru adımların atılacağı anayasal değişiklik stratejisi, bu toplantıda kamuoyuna duyurulacaktı. Erdoğan 'izleme komitesi'nin oluşturulacağı aşamayı yok sayarken, "Kürt sorunu yoktur" tümcesiyle, Kürt sorununda, Türkiye'nin 'klasik çizgisi'ne döneceği mesajı verdi.
HDP'nin Batı'daki illerden aldığı siyasal oy sinerjisinin altında, Erdoğan'ın 'başkanlık' hedefini engellemek yatıyordu. 'Seni başkan yaptırmayacağız' sloganıyla, AKP-HDP arasındaki olası 'konsensus' ve 'anayasal dönüşüm' tahminleri havada kaldı. PKK terör örgütünün uzantısı durumundaki siyasal parti, AKP'nin 'muhafazakar Kürt' ve CHP'nin 'daha sol'daki seçmenininn yanısıra, 'taktiksel nedenlerle, siyasetin olağan akışında kendisine oy vermeyecek kesimlerden oy aldı.
7 Haziran 2015'teki 'HDP fenomeni', 11 Temmuz 2015'te, HDP siyasetini, 1990'lardaki ayarlarına geri döndürecek bir açıklamayla sarsıldı. PKK'nın KCK yapılanması, 2014 Ağustos Cumhurbaşkanlığı seçimleri öncesinde uzattığı sözde ateşkes sürecini sonlandırma durumunu kamuoyuyla paylaştı. Söz konusu metinde, baraj yapımı ve karakol-kalekol inşaatlarının sürmesi, Türk Silahlı Kuvvetleri'nin görevi gereği 'terörle mücadele' kapsamındaki faaliyetlerine son verdirme gerekçeleri-uyarıları sıralanıyordu. HDP-PKK çizgisinde aktif olan siyasiler ve bazı kalemşörler, sözde ateşkesin bitmediğini, ancak bu açıklamayla bitebileceği ikazları yaptılar. Bir başka deyişle, terör örgütü, kendi koşullarını öne sürerek, kamuoyu nezdinde devlet kurumlarıyla siyasal pazarlığa girişti.
HDP için en temel sorun, PKK'nın terör faaliyetlerini yeniden hızlandırması ve eş zamanlı bir siyasetin sürdürülmesinin olanaksızlığıdır. Bir başka açıdan 'terör've 'parlamenter siyasetin' birlikte yütütülmesi söz konusu değildir. Bu giderek, TBMM'de 80 milletvekili ile temsil edilen bir partinin, 'varoluşsal krize' girmesi demektir. Zira HDP, parlamenter siyasetle, bölge oylarının ve farklı siyasal-kimliksel taleplerinin siyasal sisteme entegre olacağı ve terörün bir daha yaşanmayacağı gibi bir beklentiye yanıt vermeye çalışmıştır. Zaten HDP'ye verilen 'emanet oylar' da tam bu kapsam değerlendirilmelidir.
AKP'nin 'çözüm süreci'nde, 2005 Ağustos'undan beri devam ettirdiği 'zikzaklı politika', artık terör örgütünün 'seçim öncesi geçici sözde ateşkesleri'yle sürüdürülemez bir boyuttadır. Güvenlik eksenli politikalar, 'tozlu raflar'dan çıktığında, PKK terör örgütün Suriye'deki uzantısı PYD ve yönettiği Rojava kantonları, Irak'ta Türkiye'yle iyi ilişkileri süren Kürdistan bölgesel yönetimi ve Barzani liderliği , Suriye-Irak derinliğindeki IŞİD, Türkiye'ye yeni dönemde, İhvan ve S.Arabistan'la ilişkiler yüzeyinde soğuk bakan, dünya sistemine entegre olmaya çalışan Esad'ın müttefiki İran'la muhatap olacaktır.
Yeni bir koalisyonun ilk işi mevcut dosyaları gözden geçirmek ve 'tek kişi'ye dayanan bir siyasal stratejiyi 'tozlu raflar'a kaldırmak mı olacaktır? Yoksa 'tekrar seçim'le çözümsüzlüğün pekişmesi mi yaşama geçecektir? Zaman herşeyin ilacıdır ama hiçbir şey yapmadan, sorunlar bitmez daha da yoğunlaşır.
Şimdi siyaset zamanı...

3 Temmuz 2015 Cuma

3.ŞART VE IŞİD...

Ortadoğu'daki gelişmeler, ana akım medya tarafından, "ilk defa gerçekleşen" olaylar dizisi gibi anlatıldığında, gerçekten de şaşırtıcı bir algı oluşturuyor. Mısır'da, 2007 sonrasında yaşanan "güvenlik sorunu", kimi zaman, sadece 2011'deki "Arap uyanışı", 2012'deki İhvan iktidarı ya da 2013'teki "Sisi darbesi"yle ele alınıyor. Oysa Mısır'daki yapısal sorun haline gelen ve Sina yarımadasının kontrolünün kaybedilmeye yüz tuttuğu gelişmeler adım adım yaşandı.
Bu konuyu irdelemek için, 2007 Haziran ayına dönmemiz gerekmektedir. Hamas, 2007'nin ilk yarısında, Suudi Arabistan'ın "sponsorluğunda" El Fetih'le ortak yürütülen hükümetten, ama bir adım ötesinde, 1993 Oslo süreci çerçevesinde, 1996'da oluşturulan Filistin Otoritesi'nden ayrıldı. Örgüt, Filistin devlet başkanı Mahmut Abbas'a bağlı sınır muhafızlarını, Gazze-Mısır arasında görev yaptıkları, Refah sınır kapısından kovdu. Bunun sonucunda, hem Filistin otoritesi bölündü, hem de Gazze, uluslararası hukuk tarafından tanımlanamayan, bir fiili antiteye dönüştü. Bu arada, Hamas'ın o dönem yakın durduğu İran-Suriye ekseni, Gazze'yi İsrail ve Mısır'a karşı kazanıma dönüştürmeye çalıştı. 

Gazze'deki Hamas yönetiminin, tek taraflı durumuna karşı, Mısır-İsrail işbirliğiyle, "çifte abluka" başlatıldı. İsrail'in "denizden", Mısır'ın "karadan" yürüttüğü abluka, bu bölgeye, silah ve mühimmat girişini engelleme, Gazze'nin bir "silah deposu" olmasına karşı önlem olarak duyuruldu. Ne var ki, ablukanın Gazze'ye yönelik insani sonuçları, özellikle gıda ve ilaç temininde önemli sorunlar yarattı. Bu bağlamda, 2007'den sonra pek çok "insani girişim" ablukayı delme adı altında, Gazze'ye ulaşmaya çalıştı. Mayıs 2010'da, ablukadan 3 yıl sonra, bölgeyi rota olarak belirleyen Mavi Marmara da, bu girişimlerin uzantısıydı. Bununla birlikte, "sefer"in ablukadan 3 yıl sonra planlanması, Türkiye'deki siyasal iktidarın fiili desteği, konunun Türk-İsrail ilişkileri açısından, ilişkileri dondurmakla sonuçlanan bir zemine kayması, işi çok farklı bir noktaya taşıdı.

Tekrar Mısır'daki güvenlik sorununa gelirsek; arşivimi karıştırdığımda El Kaide'nin Gazze yapılanması Cund El Ensar'ın Hamas'a karşı saldırıya geçmesini içeren bir notu tespit ettim. 

(Khaled Abu Toameh, “Jund Ansar Allah leader killed himself”, The Jerusalem Post, August 14, 2009. 
http://www.jpost.com/servlet/Satellite?cid=1249418608949&pagename=JPost%2FJPArticle%2FShowFull )

Notun alındığı tarih, 2009 Ağustos'unu işaret ediyor. Hamas-Mısır sınırı, 2007'den beri, ablukaya karşın "güvensiz" ve "kontrol edilemez" duruma geldi. Üstelik, 2011'deki "Arap Uyanışı"ndan sonra, Mısır Gazze'ye karşı, "kara ablukası"nı kaldırınca, sadece Gazze-Mısır sınırı değil, Sina yarımadası, militan İslamcı örgütlerin "antrenman alanı"na dönüştü. İsrail, 2011 sonrası, 30 bin askerlik Güney Birliği'ni kurarken, konunun çok daha fazla kapsayıcı, Mısır-İsrail barışını zedeleyici bir aşamaya gelmesinden çekindi. Nitekim, 2012'de işbaşına gelen Mursi'nin liderliğindeki İhvan yönetimi, gerek İsrail'in Kahire Büyükelçiliği'nin basılma girişimine karşı kayıtsız kalması, gerekse Gazze-Mısır geçişlerinde, militan ve silah girişine göz yumması gibi suçlamalarla muhatap oldu. 1978'den beri "Soğuk Barış" olarak nitelendirilen İsrail-Mısır barışının tamamen tasfiye edilmesi olasılığı, 2013'deki Sisi darbesinden sonra durdurulsa da, Sina artık "kontrol edilemez" duruma gelmişti. 
İhvan döneminde Hamas "yeni Mısır"a yaklaşırken, Suriye'deki kaostan sonra Suriye-İran ekseninden uzaklaştı, İhvan'ın da devrilmesiyle, arasının çok iyi olmadığı Suudi Arabistan'ın gölgesini, özellikle ekonomik yüzeyde daha çok hissetmeye başladı.   
2007'den sonraki süreçte, Hamas'ı "laik" olarak nitelendiren Cund El Ensar'ın, 2011 sonrası, Arap Uyanışı zemininde, IŞİD'le hedefleri birleşti, Hamas karşıtı "Selefi cephede", yerel hücreler olarak harekete geçecek bir potansiyeli ortaya koydu. Öte yandan konu, artık elbette İsrail'e uzandı. 
İsrail, daha önce Ürdün'de aktifleşen IŞİD'in Batı Şeria'ya sızmasından endişeleniyordu. Şimdi ironik biçimde, en çok savaştığı Hamas, IŞİD'in tehdidi altında. IŞİD son saldırılarıyla, Mısır'da ilk kez toprak elde etmesinin yanısıra, Sina'daki El Ariş limanını ele geçirme durumuna geldi. 
(Cumhuriyet, "IŞİD Mısır'da ilk kez toprak elde etti", 3 Temmuz 2015, 
http://www.cumhuriyet.com.tr/haber/dunya/312729/ISID__Misir_da_ilk_kez_toprak_elde_etti.html)
Libya'da da etkili olan IŞİD, Mısır'da Sina ve Libya'da Derne'yi, Kuzey Afrika'dan gelen militanların talimgahına dönüştürürken, Libya'dan Suriye'ye uzanan Doğu Akdeniz ve daha dar kapsamda Levant'ı adım adım devletsizleştirerek ele geçiriyor. 
Türkiye-İsrail ilişkilerini donduran Mavi Marmara hadisesinden sonra, ilişkilerin normalleşmesi açısından ileri sürülen 3. ve en son koşul, Gazze'ye yönelik "deniz ablukası"nın İsrail tarafından kaldırılmasıydı. İnsani gerekçelerle anlaşılabilecek bu taleplerin altı çizilmekle birlikte, Sina'ya sızan ve Gazze'ye yönelik saldırıya geçmeye hazırlanan IŞİD'e karşı, "abluka"nın kaldırılması, Doğu Akdeniz'in reel politiğinde ne kadar geçerli? Hala bir bölümü çadırlarda yaşayan ve "tecrid" koşullarından yakınan Gazzeliler, şimdi de "IŞİD vahşeti"ni yaşama riskiyle karşı karşıya.
Türkiye'nin "3. şart"taki talebi, dondurulan ilişkilerin aktifleştirilmesi ve  Türkiye, İsrail, Suudi Arabistan dahil, bölgesel bir işbirliğini zorunlu kılmaktadır. Bir sonraki senaryo, gerçekten ürküntü vermektedir...         

23 Haziran 2015 Salı

ROMA'DAN DOĞU AKDENİZ'E SELAM VAR MI?

Geçenlerde Haaretz gazetesinde çıkan bir haber, Türkiye-İsrail ilişkileri açısından dikkatleri çekti. Gazetenin haberine göre, dışişleri bakanlığı müsteşarı Feridun Sinirlioğlu ile İsrail Dışişleri Bakanlığı genel direktörü Dore Gold, kendi ülkelerinin "ulusal güvenlik danışmanları"ndan habersiz Roma'da bir araya gelmişlerdi. (Haaretz, "In secret meeting, Israel and Turkey renew reconcilation talks", 22.06.2015, http://www.haaretz.com/news/diplomacy-defense/.premium-1.662476)
Bu görüşme, iki ülke ilişkileri açısından bir "uzlaşma" arayışı olarak yorumlandı. Türkiye-İsrail ilişkilerinde, her iki ülkedeki genel seçimlerden sonra diplomatik girişimlerin başlaması hiç te şaşırtıcı olmadı. Zira Erdoğan-Netenyahu eksenindeki "muhafazakar siyaset", seçim sürecinde birbirlerine karşı kullandıkları söylemlerden yararlandıktan sonra, reel politiğin eteklerinde dolaşmaya başladılar. Neden böyle bir metafor kullandım. Çünkü ikili ilişkilerdeki yapısal tahribat, 2010'dan itibaren neredeyse onarılamaz uçlara kaydı. AKP iktidarı ve Likud cephesinin, kendi dış politikaları yüzeyinde, "değerli yalnızlık"a varan siyasetlerinde, kısa zaman içinde büyük bir gelişme beklenmese de, Türkiye açısından bakıldığında, "7 Haziran sonrası"nın siyasal ikliminin çok önemli yansımaları olduğunu kaydetmemiz gerekmektedir. AKP'nin "siyasal İslam" çerçevesinde, Ortadoğu'ya dönük bölgesel vesayet arayışında, Suriye'den Libya'ya, oradan da Mısır'a uzanan, soru işaretlerinin yoğunlaştığı siyasalar, olası bir koalisyonda, kısmen de olsa bir geri çekilme potansiyelini barındırıyor.
Türkiye-İsrail ilişkilerinde, "Mavi Marmara" ipoteğinde tıkalı kalan "dondurulmuş ilişkiler"de, yine bu konuyla bağlantılı koşullar gözler önüne seriliyor. Türkiye, uluslararası sularda İsrailli komandolar tarafından öldürülen 9 yurttaşından sonra, siyasal ilişkileri dondurmuş, ilişkilerin normalleşmesi için 2011 sonbaharında 3 temel koşul öne sürmüştü. Bu koşullar, Mavi Marmara hadisesiyle ilgili BM'deki Palmer Komisyonu'nun kararından sonra ifade edildi. Komisyon, İsrail'in sorumluluğunun yanısıra, Türkiye'nin de sorumlulukları üzerinde durmuştu. Bir önceki dönem TBMM'de CHP milletvekilliği de yapan, AİHM eski yargıcı Rıza Türmen, Cenevre'de yer alan BM İnsan Hakları Komisyonu'nun Türkiye'yi haklı bulan raporuna karşın, AKP hükümetinin Palmer Komisyonu'nun kuruluşuna onay vermesini kuşkuyla karşılayan açıklamalar yapmıştı.
Davutoğlu'nun Dışişleri Bakanı olarak, hiddetle dile getirdiği 3 koşul, 1-özür 2-tazminat 3- Gazze'ye yönelik İsrail'in 'deniz ablukası'nın kaldırılmasını kapsıyordu.
Türkiye, İsrail'e yönelik ekonomik bir ambargo öngörmemiş, siyasal açıdan ise, dile getirilen koşulları dünya kamuoyuna ilan etmişti. Zorluklara karşın, ABD Başkanı Obama'nın İsrail ziyaretinde, İsrail başbakanı Netenyahu, telefonda dönemin başbakanı Erdoğan'dan özür dilemişti. Bu çok önemli bir adımdı. Tazminat konusunda, Türk ve İsrailli heyetler çeşitli fırsatlarda bir araya geldiler. İddia edilen rakamlarda, farklı spekülasyonlar yapıldı. Ne var ki, İsrail açısından temel konu, 'tazminat' değil, Gazze'ye yönelik 'deniz ablukası'ydı.
İsrail Gazze'ye Haziran 2007'den beri 'deniz ablukası' uygulamaya başladı. Mavi Marmara, bu karardan üç yıl sonra, 'Gazze seferi' yaptı. İsrail'in 'denizden', Mısır'ın 'karadan' uyguladığı ablukanın nedeni, Hamas'ın 1993'teki Oslo süreci bağlamında, 1996'da oluşan Filistin Otoritesi'nden ayrılması, Filistin devlet başkanı Abbas'a bağlı 'sınır muhafızları'nı Gazze-Mısır arasındaki Refah sınır kapısından kovması idi. Hamas böylece, tek taraflı bir yönetim kuruyor, İsrail'le 2006'daki 'ikinci Lübnan savaşı' sırasında olduğu gibi, silahlı mücadeleye giriyordu. Bir yandan da Gazze'de insani ihtiyaçlar açısından gıda ve tıp malzemelerindeki eksiklikler, insani dramların yaşanması, madalyonun diğer yüzüydü. O dönemde Şam'da yaşayan Hamas lideri Meşal, Suriye-İran ekseninde siyaset yapıyor, Suudi Arabistan-Mısır zeminindeki siyasete meydan okuyordu.
Türkiye'nin Mavi Marmara gerekçesiyle, 'abluka'nın konulmasından 4 yıl sonra, 'ablukanın kaldırılması'nı, İsrail'le ilişkileri normalleşme açısından bir koşul haline getirmesi, "işi yokuşa sürmek" ya da Ortadoğu'da "kendisinden özür dilenen lider" olduktan sonra, "Gazze ablukasını kaldırtan Gazze fatihi" ünvanları için mi belirtilmişti? Bunlar elbette birer spekülasyon konusu. Ancak altını çizelim ki, Erdoğan ve Netenyahu, birbirlerine küs girdikleri seçimlerden sonra, yeni arayışlara 'yeşil ışık' yakabilirler. Yine de ihtiyatlı olmak lazım.
Ne var ki, AKP patentli dış politikada türlü manipülasyon ve iddialar son bulmuyor. Seçimlerden hemen sonra İsrail medyasında öne sürülen bir iddiaya göre, Türkiye, Hamas'ın Batı Şeria'daki silahlı eylemlerini yürüten Salih Aruri'yi, bu eylemleri kesmesi için uyarmıştı. Üstelik Aruri, Türkiye'de yaşıyordu.   (Haaretz, "Turkey sends message to local Hamas operatives to cut back on anti Israel terror", 10.06.2015 http://www.haaretz.com/news/diplomacy-defense/.premium-1.660431) Bu savlar henüz Türkiye tarafından yalanlanmadı. Ya da sadece bir sav olarak değerlendirilip, göz ardı edilebilir.
Ancak AKP iktidarının Hamas'la gösterdiği siyasal yakınlık, 'ablukasız bir Gazze'den, 'Hamas vesayetinde bir Batı Şeria'ya kadar uzanmaktadır. Abluka, 2011'de Mısır'da yaşanan 'Arap uyanışı'nın ardından, askeri yönetimce 'kara'dan kaldırıldı. Böylece İsrail'in Gazze'ye uyguladığı 'abluka' karadan delinmiş oldu. 2011-2013 arasında, askeri yönetim ve İhvan iktidarı, uyguladıkları politikalarla, Sina yarımadasında, çeşitli İslamcı örgütlerin, militan eğitim merkezine dönüştü. Hatta İsrail bu dönemde, 30 bin askere sahip bir "Güney Birliği" kurdu. 2013'te Sisi'nin İhvan'ı deviren darbesinden sonra, Gazze-Mısır geçişleri kontrol altına alınsa da, Sina'da hala İslamcı militanlar yer alıyor, IŞİD'in Kuzey Afrika'dan dünyaya yayılan "cihatçı" trafiğinde, Libya'daki Derne'den sonra, Sina da önemli bir merkez olarak konumunu sürdürüyor.
İsrail doğalgazının Batı piyasalarına ulaştırılması, Mısır'ın 'doğal gazı', Türkiye'nin Doğu Akdeniz'deki 'münhasır ekonomik alanları', Kıbrs sorununun 'barışçı çözümü'; Doğu Akdeniz'de Yunanistan'dan İsrail'e, oradan Mısır'a ve Türkiye'ye uzanan Doğu Akdeniz Barışı beklerken, AKP'nin İhvan-Hamas çizgisindeki İslamcı politikasının tasfiye edilmesinin zamanı geldi mi?  Bekleyip görelim...

14 Haziran 2015 Pazar

ORTADOĞU DENGELERİNDE KOALİSYON ARAYIŞI?

7 Haziran 2015 genel seçimleri, Türkiye'de yeni bir arayış başlattı. 2002'den beri süregelen baskın iktidar denklemi içerisinde, koalisyon görmeyen genç kuşaklar, yıllar sonra bu kavramla tanıştı. 12 Eylül 1980 askeri yönetiminin dayattığı zemindeki yeni anayasa, siyasal partiler yasası, kapatılan partiler, siyasal yasaklar, sivil toplum örgütleri ve siyasal partiler arasındaki ilişkileri engelleyen hükümler, sendikaların budanması, yüksek barajlı seçim sistemi ve pek çok düzenleme, eleştirilere hep şu başlıkla yanıt veriyordu. "12 Eylül öncesine dönmek mi istiyorsunuz?" Bu çerçevede, darbe öncesine yapılan göndermelerle, güvenliğin bedelinin, özgürlüklerden vazgeçmek olduğu vurgulanıyordu. 
"Deli gömleği" olarak belirtilen 12 Eylül anayasası ve düzenlemelerini, daha sonra en çok savunanların başında, Özal ve ANAP iktidarları yer aldı. Özal da, 1987'de siyasal yasakların kalması ile ilgili referandumda, seçmenleri "12 Eylül öncesine dönmekle" siyaseten tehdit etmişti. 
12 Eylül'ün "yürütmeyi güçlendiren", "cumhurbaşkanını yürütmenin başına getiren", "cumhurbaşkanının yetkilerini arttıran", yapısal anlamda sistemi kadük haline getiren hükümleri, AKP iktidarlarıyla daha da derinleşti. AKP, "cumhurbaşkanını halka seçtiren" düzenlemeyle, sistemi, Evren'in hayalindeki gibi, başkanlık ya da yarı başkanlığa bir adım daha yaklaştırdıysa da, 10 Ağustos 2014'te Evren'den sonra "halk oyuyla ikinci kez" cumhurbaşkanı seçilen Erdoğan'ın karşısına, 7 Haziran 2015 genel seçimleri çıktı. Özal'ın cumhurbaşkanı seçildiği Ekim 1989'dan, Yılmaz'ın ANAP genel başkanı seçildiği Haziran 1991 kongresine kadar, Akbulut'un başbakanlığı ve ANAP genel başkanlığı sürecinde, ülke fiilen başkanlık-yarı başkanlık sistemine evrilmişti. Mesut Yılmaz'ın kongredeki zaferi ve 1991 erken genel seçimlerinde DYP-SHP koalisyonunun kurulmasıyla, bu dönem sona ermişti. Özal'ın da en büyük hayali başkanlık sistemiydi.
İlginçtir, başkanlık rüyalarının korkulu kabusu hep koalisyonlar oluyor. ABD'deki başkanlık sistemine benzemez bir biçimde, "kuvetler birliğine" dayanan "başkanlık tasarımları", önce parlamento ve hükümetteki siyasal değişimle, "güçler dengesi"ne dönüşüyor. O zaman da otoriter başkanlık arayışı bir başka bahara kalıyor.
Erdoğan'ın "otoriter başkanlık" bakış açısında, Ortadoğu'daki "bölgesel vesayet" arzusunun önemli bir yeri görülmektedir. Menderes'in "küçük Amerika'sı", Özal'ın "bölgesel süper gücü" derken, bugünkü iktidarın temel hırsı, "yeni Osmanlı", "stratejik derinlik", "periferi kurma" gibi başlıklarla devam ettirilmiş ancak fiilen bir mutasyon yaşanmıştır. Bölgesel nüfuz, süper gücün vesayeti altında yaşam bulurken, mevcut siyasal iktidar, Soğuk Savaş sonrasının dengelerini de gözeterek, Rusya-Çin ekseninin de dahil olduğu, farklı angajmanlar arasındaki boşluklardan yararlanarak, bölgesel güç olmaktan, "dünya gücü" olabilecek sıçrama fantezisinin gerçekliğine kitleleri inandırmaya çalışmıştır. Böyle olunca da, hemen her konuda, ABD-Avrupa ve İsrail'in dahil olduğu, "dış komplolar", "üst akıl" değerlendirmeleri ön plana çıkmıştır. Türkiye'nin üyesi olduğu NATO, müttefiki ABD, üye olmaya çalıştığı AB, bölgede ortaklıklarının olduğu S.Arabistan ve Körfez ülkelerini yok sayan, İsrail'i düşmanlaştıran bir dış politika denemesi içinde sarfettiği mesai, deyim yerindeyse, "stratejik anomali" yaratmıştır. 
Özellikle "Suriye politikası", AKP iktidarı için, bir turnusol kağıdına dönüşmüştür. 2010 sonundan başlayarak, 2011'de Ortadoğu'da yoğunlaşan "Arap uyanışı"nı, "İhvan uyanışı" olarak gören AKP, Davutoğlu'nun "stratejik derinlik"e dayanan siyasasıyla, Türkiye-Suriye-Mısır üçgeninde bir "İhvan kuşağı" yaratıp, kendisi de, bu eksenin lideri olmaya soyundu. 2010'da İsrail'le yaşanan "Mavi Marmara krizi" AKP açısından, bölgesel liderlik için önemli bir adımdı. Zira Mısır'da Nasır örneğinde olduğu gibi, "Ortadoğu liderliği"nin yolu, "İsrail karşıtlığı"ndan geçiyordu. Üstelik 9 Türk yurttaşının yaşamını kaybetmesine karşın, yüzlerce ya da binlerce asker kaybedilmeden, sivil anlamda kitlesel kayıplar olmadan, bir "bölgesel liderlik" hayaline kavuşulacaktı.
2012'de ABD'nin Libya büyükelçisinin İslamcı militanlarca öldürülmesi, 2013'te Mısır-İsrail arasında "Camp David dengesi" bağlamındaki "Soğuk Barış"ı bozma emareleri gösteren Mısır'daki İhvan iktidarı ve devlet başkanı Mursi'nin, kendi atadığı komutanlar tarafından askeri darbeyle devrilmesi, siyasal iktidar cephesinde bir "panik havası" yarattı. Bu arada, Suriye'de hala açıklanamayan, çeşitli belgeleri Türkiye ve dünya kamuoyunun gözleri önüne serilen, "kirli savaş", Türkiye sınırlarından Suriye'ye geçen İslamcı militanlar, silah sevkiyatı iddiaları, Esad'ı devirmek adına düzenlenen istihbari faaliyetler, küresel-bölgesel hatta, önemli rezervlerle karşılaştı. IŞİD denilen örgüt, 2014 yazına kadar, Türk kamuoyunun gündemine düşmezken, Musul başkonsolosluğuna yapılan baskınla, konsolosluk görevlileri ve ailelerinin sonbahara uzanan rehinelik hikayaleri, 2014 sonbaharında BM Genel Kurulu esnasında Türkiye'ye dönük uluslararası baskılar, "organize işler"in varlığı kuşkusu doğurdu. Bir yandan Suriye'deki "kanlı ve kirli içsavaş"tan kaçan mülteciler, öte yandan bu savaştan kaçan mülteciler, Türkiye'ye sızan militan örgütlerin hücreleri, denklemi içinden çıkılmaz hale getirdi. Esad'a karşı tutumlarda, "kendi Alevileri"ni söylemsel bazda tenkit eden, "yerli BAAS" sloganıyla CHP'yi hedef alan iktidar, Kobani'deki Kürt direnişiyle, kendi Kürtleri ve HDP ile ters düştü. "Değerli yalnızlık", ülke içinde de, çoğunluk inancı ve mezhebiyle bütünleşen bir agresif-izolasyonist siyasete dönüştü. Suriye ve Irak Kürtleri'nin IŞİD karşıtı direnişi, bölgedeki vesayet arayışlarını, yakın sınır dışında da anlamsız hale getirdi. Nedense tırlarla ilgili iddialar, belgelerle somutlaştıkça, "Bayırbucak Türkmenleri" başlığında savunuldu. 
7 Haziran 2015'te ortaya çıkan parlamento aritmetiğinde, AKP salt çoğunluğu, daha sade deyimiyle, "tek başına iktidarı" kaybetmiş durumda. Son 13 yılda AKP iktidarına atfedilen "dokunulmazlık" ve "imtiyazlı" olma hali, muhalefetin bile içine işlemiş gözüküyor. Libya'dan Suriye-Irak cephesine uzanan coğrafyada, IŞİD'in kurduğu "nüfuz alanı", uluslararası zemindeki türlü savlara karşı bir restorasyon hükümetine gereksinim duyulmaktadır. CHP-MHP-HDP zemininde, "üç benzemezler"in koalisyon ya da azınlık hükümeti kurmalarının zorluğu ortadadır. Ne var ki, siyaset cesaretle yapılan bir hizmet biçimidir. Türkiye seçmeni, yaşanan terör sürecine karşın, HDP'yi "taktiksel oylar"la parlamentoya sokarak, AKP'yi iktidardan düşürmüştür. O zaman, herkes kendi hesaplarını bırakarak, hareket etmek durumundadır. 
En azından, bölgedeki yaşananlardan dolayı, öne konulacak faturaları hesap ederek, Türkiye'de IŞİD'le "göbek bağı" olmayan, IŞİD'i tasfiye etmeyi öngören, O.Doğu'daki vahim ilişkileri tasfiye edecek bir koalisyon kurulması gerekmektedir. 
Bu çerçevede, "çözüm süreci"nin şimdiye kadar açıklanmayan müzakerelerinin de kamuoyunun önüne saydamlıkla segilenmesi elzemdir. 
Yazdıklarım hayal olarak gelebilir. Ancak durum, hayalden öte, bir "acil durum" sorunudur. Umarım, Ortadoğu daha da mahvolmadan, Türkiye'de demokratik ve ekonomik istikrara dayalı bir hükümet kurulur. Yoksa, siyasal iktidarı meşrulaştıracak her adım, bir kaç aylık kırmızı plaka uğruna, muhalefet açısından, ülkeden ve partilerinden vazgeçmek demektir.