20 Aralık 2016 Salı

19 Aralık 2016 Pazartesi

YÜRÜTME KRİZİ

https://yerelparadigma.wordpress.com/tavsiyeler-2/ayin-konugu/

Bölümümüzdeki genç meslektaşlarımızın kurduğu Yerel Paradigma'nın "yürütme krizi" sorusunu yanıtladım.

Soru: Neden ‘Yürütme Krizi’nden söz edilmektedir?


Devlet yönetiminde, üç temel kuvvet, kendi konumları zemininde doğru değerlendirilmelidir.  Aslında pek çok farklı rejimde benzer kuvvetler, farklı yöntemlerle varlıklarını sürdürürler. Ancak demokratik sistemin farkı, “kuvvetler ayrılığı” ilkesi yüzeyinde, öncelikle “yürütme”nin denetim ve dengelenmesini sağlamaktır. Şöyle ki, Hobbes’un “Leviathan” metaforunda görüldüğü gibi, devlet gücü kendi haline bırakılırsa sınırsız bir potansiyeli kendi içinde barındırmaktadır.  J.J.Rousseau’nun “genel iradesi”nde tanımlanan, oy ve sandık yoluyla, “milli” vasfıyla belirlendiği ifade edilen güç,  kutsanan çerçevede, “ulusal bir meclis”te, bir siyasi parti çoğunluğu, hatta “tek bir kişi” yönetimine evrilebilir.
İşte bu yüzden çağdaş demokrasiler, ister parlamenter, ister başkanlık ya da yarı başkanlık olsun, yürütmede ifade edilen siyasal iktidarı (gücü) sınırlamaya çalışmışlardır. Leviathan’ı anımsayalım. Sınırsız devlet tahkimatı ve siyasal gücü simgeleyen Leviathan, yedikçe büyüyen bir canavardır.  Söz konusu metafordan yola çıkılarak,  devlete karşı bireyi korumak adına, yazılı anayasalar, siyasal liberalizmle birlikte gündeme gelmiştir. Zaman içinde, tek yerde önce hükümdarda toplanan güç, Montesque’nun işaret ettiği kuvvetler ayrılığı bağlamında, önce parlamentoyla paylaşılmış, sonra da yasama ve yargının kendi kulvarlarında kazandıkları aşamada,  sınırlanan bir bakış açısında ortaya konulmuştur. Yasama, ulusal egemenliği ve gökten yere inen bir anlayışı dışavururken, yargı da ulus adına işlev üstlenmiştir. Ulusal egemenlik burjuvazinin sınıfsal dinamiklerini, yeni iktidar kavramını simgelerken,  süreç içinde sanayileşmeyle birlikte işçi hakları, sosyalist görüşler, genel oy hakkı mücadelesi, sosyal demokrasi; soğuk savaş sonrasında ise sosyal-liberal sentez, neo-liberalizm, küreselleşme, yönetişim gibi başlıklar siyaset bilimi ve kamu yönetimi teorileri içinde yer almıştır.
Bu evrimselleşen dünya siyaset tarihinde, 1930’lu yıllarda yaşanan deneyimlerle, demokratik yöntemlerle iktidara gelen faşizm, demokrasinin intiharı gibi bir gerçekle muhatap olunabileceğini gösterdi. İşte bu yüzden, demokrasiler, çoğunlukçu, sadece sandığa yönelen bir vizyonun yetersiz olabileceğini ete kemiğe büründürürken, çoğulcu, adem-i merkez, elbette laik bir çatıda  anlatılmıştır. Çoğunlukçu milli irade anlayışı, gerilerde kalırken, çoğulcu, laik, toplumsalcı, adem-i merkez ve en önemlisi konsensüse dayanan bir demokrasi, sosyal devlet ilkesiyle bir bütünlüğe kavuşmuştur. Yürütme sınırlanmadığı, anayasamızda da anlatıldığı gibi, yetkili kurum ve kurullar aracılığıyla denetlenmediği ve dengelenmediği sürece, çağdaş demokrasiler dahil pek çok ülkedeki “yürütme krizi” büyüyerek, yapısal ve kronik bir açmaza dönüşecektir.

12 Aralık 2016 Pazartesi

KANLI CUMARTESİ VE TERÖR SARMALI...

http://politikaakademisi.org/2016/12/12/kanli-cumartesi-ve-teror-sarmali/

10 Aralık 2016'da İstanbul'da gerçekleştirilen terör saldırısını UPA'da ele aldım.
ULUSUMUZUN BAŞI SAĞOLSUN...
Bu vesileyle bir kez daha TERÖRÜ LANETLİYORUM...


Pazar sabahı uyandığınızda, eğer apartman görevliniz tarafından eve gazete ve ekmek alınması unutulmuşsa, biraz da öfkeyle, sokağa çıkıp, sonra da havanın güzelliğinin verdiği enerjiyle, “tatil günü”nün keyfini almaya çalışabilirsiniz. Güzel bir kahvaltı da bu keyfi arttırabilir. Yaşamın döngüsü içinde, “sıradan bir Pazar” yaşarken, bir de Cumartesi gecesini düşünün. Genelde Cumartesi, eğlenceye, bazen tuttuğunuz takımın fikstürüne göre maça ayrılabilir, aileyle ya da arkadaşlarla zaman geçirilir. Bu rehavet, sizi Pazar’ın ardından Pazartesi sendromuna ulaştırır.
Yaşamın rutinini bozan sıradışı iyi ya da kötü olaylar vardır. Ancak düşünün, “kanlı bir Cumartesi”nin ardından, Pazar günü cenaze hazırlıkları ya da defin işlemlerine, bazen de Pazartesi ya da diğer günlere sarkan bir “kabuslar zinciri”ne dönüşebilir. Yitip giden genç ve yaşlı yaşamlar, hedef alınan kolluk kuvvetlerinin toplumda yarattığı ağır tahribat, cenazelerin ardından teröre en fazla hayat veren, hala kutuplaşma eğilimi gösteren kesimler, ambulans ve polis sirenlerinin durmadığı bir panik havası, dediklerimizi anlatmaya yeter mi bilemiyorum?
Terörün, uluslararası hukukta bir tanımının olmaması, bu alanda, meşru şiddet kullanma zemininin dışında, küresel ve yerel odakların, gayrımeşru şiddetiyle açıklanmaktadır. O kadar farklı boyutlardan terör kullanılmaktadır ki, her bir saldırının ardından, “kim kime ne mesaj verdi?” sorusu, her gün TV’ye çıkan lafazanlar tarafından ele alınmakta, bu sözde analizler üzerinden, toplum birbirine medya yoluyla kırdırılacak bir noktaya sürüklenmektedir.  Oysa terörün tam da istediği budur. Toplumda bir korku ve panik havası yaratmak, toplumsal farklılıkları siyasallaştırmak, ne idüğü belirsiz bir “iç şiddet” yaratmaktır. Kendi içinde birbirine düşmanlaşmış kesimler, terörün deyim yerindeyse ekmeğine yağ sürmektedir.
Türkiye, özellikle 2015 yazından beri, kentlere odaklanan bir terör sarmalıyla karşı karşıya bulunmaktadır. PKK, IŞİD ve FETÖ terörü, son dönemde, ülkemizi en çok hedef alan alfabetik konumlarda kendilerini göstermektedir. PKK terörü, etnik bir ayrımcılığı, Suriye ve Irak’taki kaostan, PYD terörüyle “ikiz yapısından” hareket ederek, ülkemiz içinde bir kaosu, şiddet yoluyla bir bölünmeyi hedeflerken, IŞİD terörü ise, Irak ve Suriye’deki boşluktan faydalanarak hızla kurduğu ve hızla çöken sözde devletini, ülkemizin içinde kargaşa yaratarak ve toplumda kaos yaratarak, kronikleştirmeye, varlığını sürdürmeye gayret etmektedir.
FETÖ ise, 1950’li yıllardan beri NATO doktrinleri ve ABD müttefikliği zemininde, SSCB’yi “yeşil kuşak”la “çevreleme” politikasından hareket eden Komünizmle Mücadele Dernekleri, İlim Yayma Cemiyetleri, devlet içinde paralel “kontrgerilla” yapılanmalarının kucağında beslenen, 1970’lerden beri semirilen bir örgütlenmedir. 1970’lerden, 15 Temmuz 2016’ya varan “paralel örgütlenme”, darbe kalkışmasıyla, Türkiye’de bir “iç savaş ortamı” ve “yabancı askeri müdahale” gerçekleştirmeyi planlamıştır. Bu tarihte, kalkışmanın, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin ezici çoğunluğu ve halkın sivil direnişiyle bastırılması, önemli bir dönüm noktası olmuşsa da, terör sarmalı kısa bir aradan sonra, 10 Aralık 2016’daki kalleş saldırıyla devam ettiğini göstermiştir.
Adını saydığımız terör örgütlerinin yanında, alfabenin pek çok harfinde ifade edilen, yakın zamana kadar, Hafız Esad yönetimi tarafından da kollanmış, irili ufaklı taşeron militan terör örgütleri ülkemize zarar vermektedir. Buradan elbette, eczaneden alınan ilaç reçetesi gibi, kısa vadeli bir çıkış yolu aramak zordur. Ancak unutmamak gerekir ki, Türkiye için çağdaş ekonomi kadar, demokrasi de asla vazgeçilemeyecek bir siyasal tercih sorunudur. Demokrasi sadece değerler açısından değil, güvenlik açısından, ülkenin birliğini sağlayacak temel bir zemindir. Bu zemini ayakta tutacak çerçeve ise, hiç kuşkusuz laikliktir. Laik ve çoğulcu bir demokrasi, küresel koşullarda rekabet edebilen, sosyal devlet tabanına oturmuş bir pazar ekonomisi, Atatürk Cumhuriyeti’nin kurucu değerleri ve çağdaş dünyanın gerekleri arasındaki bir sentez, -olmazsa olmaz- bir konumdadır.
Bu bağlamda, Türkiye’nin Rusya-ABD arasında sıkışan Ortadoğu’ya yönelik dış politikası, “bölgeye ayar veren” bir ağabeylikten çok, söz ettiğimiz yapısı, Batılı kurumlardaki varlığı ve bölgesel hassasiyetlerle bir sentez kuran, çok yönlü ama temel tercihlerini koruyan bir yüzeyde ifade edilmelidir. Laik, demokratik ve çoğulcu yapı, parlamenter sistemde, gücü toplayarak değil, gücü dengeleme-denetleme zemininde sınırlayarak, ortaya konulmalıdır.
Tüm dediklerimizin altını çizerken, toplum her şeyden önce kutuplaştırılmamalıdır. Kutuplaşan ve parçalanan kesimler, ülke içinde potansiyel risklere işaret etmektedir. Terörle ödünsüz mücadele eden, demokratik yapısını da aynı oranda pekiştiren bir vizyona ihtiyaç bulunmaktadır.
Türkiye 1970’lerden beri, terörün değişik yüzleriyle muhatap olmuştur. Ne var ki parçalanan Ortadoğu’da adı değişik terör örgütlerinin taşeronluğu, Cumhuriyet’i ortadan kaldırarak, ulusal yapımızı tasfiye ederek, topyekün bir kaos yaratma üzerinedir. Tam da bu çerçevede siyasetin uzlaşma kültürüne evrilmesi, nefret söylemi yoluyla iç kargaşayı azdıracak bir içerikten kurtarılması beklenmektedir.
10 Aralık 2016, yıl boyu süren terör saldırılarının, yıl bitmeden gerçekleştirilen son halkasıdır. Hain saldırıda yaşamını kaybeden yurttaşlarımıza Tanrı’dan rahmet, yaralılara acil şifalar dilerim…

11 Aralık 2016 Pazar

MUSUL RAKKA HATTINDA “DERİN REFLEKSLER”

http://www.sosyaldemokratdergi.org/?p=2663

Sosyal Demokrat Dergi'de (71/72), Aralık 2016, Musul-Rakka hattını ele aldığım analizim ve 22 Ekim 2016'da Sosyal Demokrasi Vakfı'nın düzenlediği Dış Politika Çalıştayı hakkındaki raporumun tamamını içeren yazılarımı paylaşıyorum.


22 Ekim 2016’da SODEV’in düzenlediği Dış Politika Çalıştayı’nda, barışa dayalı bir “sosyal demokrat dış politika”nın mümkün olabileceği ele alınırken, özellikle konuyu tartıştığımız zeminde öne çıkan başlık, “derin devlet” tarifi üzerine odaklanmıştı. Şöyle ki, 15 Temmuz kalkışması sonrasında, TBMM’ye davet edilen, eski İçişleri Bakanı Mehmet Ağar, DYP genel başkanlığına seçildiği Büyük Kongre’deki konuşmasında, kendisiyle ilgili “derin devlet” değerlendirmelerine karşı, ilginç bir yanıt vermişti. Partisinin delegelerinin coşkulu alkışları arasında, “derin devlet Musul ve Kerkük’tür” demişti. Yıllar geçtikten sonra, bu söz ya unutuldu ya da çok fazla önemsenmedi.
Yeni Türkiye’nin yeni siyaseti!
Gün geçtikçe siyasal iktidar ve MHP arasında, Türk Sağı’nın geleneksel zemininde, Tanıl Bora’nın tanımıyla “milliyetçi-muhafazakar-islamcı” eksenler yeniden harmanlanırken, bu sözü unutmamak, tekrar bir yerlere kaydetmek gerekmektedir. Siyasetin tepe noktalarından Lozan’a atıflar yapılırken, “toprak kaybı” ve buna dayalı Ağar’ın ifadesiyle “travma,” bir rastlantı sonucu ortaya konulan anlatım değildir. Kimi zaman Osmanlıcı, kimi zaman Türkçü heyecanlarla vurgulanan, “imparatorluk sonrası” bakış açısı, Sykes-Picot’nun 100. yılında, Sevr’in 96. yılında ve Lozan’ın 93. yılında yeniden gündeme getirilmektedir. Uluslararası ilişkiler açısından “stratejik orta boy devlet” sayılan, ekonomi-politik kuramlarda “yarı-çevre ekonomi” diye adlandırılan ülkemiz, Suriye-Irak’ta, Osmanlı’nın kaybettiği toprakları, büyük güçlere karşın yeniden kazanacağına inanıyor mu? Ya da bu “travma”yı güçlü tutmak, başkanlıkla ifade edilen, otoriter ve popülist “yeni Türkiye” hayalini mi diri tutuyor?
Söylemi dışarıda, kurgusu içeride olan “yeni siyaset”, eş zamanlı olarak, haritaların belirsizleştiği “yeni Ortadoğu”da, kendisine farklı hedefler ve tehditler belirlemiş durumda gözüküyor. Bir yandan parçalanan Suriye’de, yeni ABD başkanı seçilen Trump da, önceliği IŞİD’e karşı mücadelede dile getirirken, “ılımlı muhalefet” adı verilen İslamcı gruplarla yeni bir Suriye inşa edilmesine set çekmiş olduğu izlenimini yaratıyor. Türkiye’nin, 15 Temmuz 2016 kalkışması sonrası, Kasım 2015’teki “uçak krizi”nden sonra Rusya’yla ilişkileri hızla iyileşirken Rusya, Suriye-İran yönetimleri hattında, Doğu Akdeniz’de, kalıcı bir gelecek planlıyor. Üstelik Doğu Akdeniz’de Türkiye’de inşasına başlama hazırlıkları içinde olduğu Akkuyu nükleer santrali de -ayrı bir tartışma konusu olarak- varlığını koruyor.
İşte tam da bu noktada, Türkiye’nin Rusya’yla Ortadoğu’daki temel konulardaki zıt yaklaşımlarında, Türkiye tarafında, ister istemez yumuşama beklentileri artıyor. Ne var ki, Türkiye-İran arasındaki bölgesel rekabet, sadece son zamanlarda değil, asırlardan beri süren bir mücadelenin devamı olarak algılandığından, her bir konu başlığında başka çatışma alanları ortaya çıkıyor. İran, Suriye’de Esad’la müttefikliğini askeri işbirliğiyle yoğunlaştırırken, Irak’ta merkezi yönetimi elinde tutan Şii Araplar’la, fiilen ortak askeri operasyonları yönetiyor; siyasal nüfuzunu arttırıyor. Haşdi Şabi adındaki milis güce destek vererek, Devrim Muhafızları ve dini lidere doğrudan bağlı, Kasım Süleymani komutasındaki seçkin Kudüs Gücü’nü seferber edip Musul’a yönelik silahlı müdahalede birlikte bir tutum sergiliyor.
Tutarlı vizyon olmayınca politika da dağınık oluyor
Durum, siyasal iktidar açısından etnik ve mezhepsel bağlamda ele alınırken, Osmanlı büyük parantezinde belirginleşen Sünni ekseni de, kendi içinde farklı hassasiyetlere bölünmüş bir ortamı yansıtıyor. Sünni Araplar üzerinde, geleneksel zeminde, maddi ve kültürel vesayetini hissettirmeye çalışan Suudi Arabistan, sözgelimi sözde Arap Baharı sonrasında, Mısır’da darbeci Sisi’ye Körfez ülkelerinden sağladığı 8 milyar dolarla, bir nevi darbe sponsorluğu yaparken, Türkiye’deki siyasal iktidarın, en değer verdiği kurgusunu ve hayalini zedeliyordu. Zira, dış politika çalıştayında da vurgulandığı üzere, siyasal iktidarın Mısır-Suriye yüzeyinde tasarladığı “İhvan kuşağı”, Mısır sonrası büyük bir hayal kırıklığı yarattı. Türkmenler ise sadece sıkışık dönemlerde anımsandı; bu zeminde politikalar, bölgeye yönelik İslamcı refleksler yeterli olmadığında, milliyetçi desteği içeride sağlamak üzere ifade edildi.
Suriye’de, Esad, “Suriye’nin gerçeği” olarak yeniden meşruiyet zemini kazanırken, Suriye’nin kuzeyinde, PYD çerçevesinde oluşan kantonlar, bir başka “tehdit başlığı” olarak eklendi. Suriye’de, İhvan bağlamında bir yönetim hayal edilirken, “üç kanton”, siyasal iktidarın “yeni tehdit algılaması”nı pekiştirdi. 24 Ağustos 2016’da Türk Silahlı Kuvvetleri (TSK)’nin Özgür Suriye Ordusu (ÖSO)’ya verdiği destekle, Fırat Kalkanı Operasyonu, üç kantonun birleşmesini, bölgede bir “PYD koridoru”nun oluşmasını engellemek amacıyla başlatıldı. Siyasal iktidar, “kırmızı çizgi” olarak belirlediği “Fırat’ın batısında”, Menbiç’te, PYD varlığına karşı, rahatsızlık duyuyor. Bu çerçevede 90 km uzunluğundaki ve 40 km derinliğindeki “müdahale hattı”, El Bab’a doğru genişletilme potansiyeli içeriyor. Bununla birlikte, daha aşağıda Halep’te, Rusya-Esad güçlerinin hedeflerini tamamlamasına ilişkin bir “momentum” geçerli. Suriye-Irak hattında, Rakka’dan Musul’a uzanan çizgide IŞİD tasfiye edilirken; Türkiye’nin, önce Esad sonra da PYD konusunda büyük güçlerle yaşadığı çelişkiler, aslında yazının başında vurguladığımız, “derin reflekslere” gönderme yapıldığını vurguluyor.
Her ne kadar Lozan haritasının “yetersiz” olduğu iddiaları fiilen çok fazla bir karşılık bulmasa da Şii Araplar, -Barzani dışında- bir kısım Kürtler, Esad yönetimi, İran, ABD ve Rusya’yla çelişen, bir dış politika var. Bu politikanın heyecanı fazla, ideolojik vurgusu yoğun; askeri ve ekonomik bağlamda da müdahale gücü fazla olmayp özellikle Suriye-Irak hattında bir bilançoyu öne çıkarıyor.
Türkiye’nin, Atatürk’ten beri süren, laik ve barışa dayalı dış politikası, “restorasyon” adı altında, bir “geriye dönüş” metaforuna odaklanırken, “tarih, 1920 mi, 1918 mi, 1916 mı, 1912 mi olacak?” bilemedim. Halbuki bu zamandan sonra beklenen, bu anlayışı daha da ileri götürerek, laikliğin yanısıra -çalıştayda da belirtildiği üzere- demokratik, çoğulcu ve adem-i merkeziyetçi bir Ortadoğu’nun öncüsü olmak gerekirdi. Bugünkü ortamda pek mümkün gözükmese de, Dış Politika Çalıştayı’nda ele alındığı çerçevede, liberal-idealist, muhafazakar-realist dış politika kuramlarının yanında, ülkemizde ve dünyada; insana, barışa ve emek katmanlarına dayanan bir sosyal demokrat dış politikanın, evrensel bağlamda kurgulanması ve uygulanmasına ihtiyaç var.
Görünen o ki, daha çok uzun bir yolumuz var…
(Dış Politika Çalıştayı’nın özeti ektedir)
*Yard. Doç. Dr. Deniz TANSİ
Yeditepe Üniversitesi
dtansi@gmail.com
22 Ekim 2016 tarihinde, SODEV’in Gönen Otel/Taksim’de düzenlediği “Dış Politika Çalıştayı-Ortadoğu’da Barışçıl Çözüm” toplantısına, SODEV Başkan Yardımcısı Ferihan Karasu, SODEV Genel Sekreteri Ertan Aksoy, Yrd. Doç .Dr. Deniz Tansi, Prof. Dr. Meral Öztoprak, Yrd. Doç. Dr. Mehmet Ali Tuğtan, emekli diplomat Aydın Sencel, Erdoğan Aydın, Fehim Işık, Yrd. Doç .Dr. Behlül Özkan, Emre Özkan, Yrd. Doç. Dr. Ozan Örmeci, Yrd. Doç. Dr. Burak Cop katılmışlardır.  Ayhan Keçecioğlu ve Sinem Oylumlu toplantının raportörlüğünü yapmışlardır.
Birinci oturum:
Yrd. Doç. Dr. Deniz Tansi’nin moderatörlüğünde gerçekleşen ve tüm gün süren toplantıda, Tansi’nin kısa bir Ortadoğu sunuşundan sonra, sabah oturumunda daha çok, mevcut sorunların tespitleri yapılmıştır. Mehmet Ağar’ın yıllar önce DYP Büyük Kongresi’nde ifade ettiği “derin devlet Musul’dur, Kerkük’tür” sözüne atıfla, Türkiye’deki tartışmalarda, dış politika konularının iç politika malzemesi haline getirilmesi, 2017’deki olası bir başkanlık plebisitinde, gayrı resmi olarak, adeta “Musul ve Kerkük”ün de sandığa sunulacağı algısının yaratılacağı öngörülmüştür. Sağ iktidarların, Lozan’ın yarattığı statükoya 1950’lerden beri yaptıkları atıflarda, kaybedilen topraklara yapılan imaların, yayılmacı bir görünüme kavuştuğu ifade edilmiştir.
Buradan hareketle, değerlere dayalı gözüken dış politika gündeminde -günümüzdeki yeni Osmanlıcılık akımında da görüldüğü üzere- Menderes’in 1950’lerdeki “küçük Amerika”sı, 1980’lerde Özal’ın “bölgesel süper gücü” başlıklarında da belirtildiği zeminde, aslında bir nevi taşeron politikası güdüldüğü ortaya konulmuştur. 1947’de ABD Başkanı Truman’ın, ABD Kongresi’nde kendi adına Kongre’de oylanan doktrini öncesinde, “Yunanistan’ı kaybedersek Türkiye’yi, Türkiye’yi kaybedersek bütün bir Ortadoğu’yu kaybederiz” sözünden de anlaşılacağı gibi, aslında milliyetçi-muhafazakar söylemin, Ortadoğu’daki taşeronluğu kendi elleriyle meşrulaştırdığı tespitleri yapılmıştır.
Bölgede 1916 Sykes-Picot ve 1920 San Remo Konferansı’nda üretilen kolonyal haritalarla bugünkü sorunların yaratıldığı vurgulanırken; bir kısım konuşmacılar, kurucu iradenin “Yurtta barış, dünyada barış” üzerine odaklanan dış politika vizyonuna olumlu bakmakla birlikte, özellikle Kürt sorunu zemininde, 1921’deki Teşkilat-ı Esasiye temelindeki düzenlemelere atıfta bulunmuşlardır. Bununla birlikte, diğer bir perspektifte, Sol’da öne sürülen temel çelişkinin, Marks’ın belirttiği düzeyde, “emek-sermaye” çelişkisi olduğu, bölgede kimliklere dayalı bir bakışın Sol bir seçenek sağlama konusunda çözüm olamayacağı anlatılmıştır.
İkinci oturum:
Bu oturumda daha çok çözüm önerileri sunulurken, özellikle demokrasi vurgusu ön plana çıkmıştır. Davutoğlu’nun paradigmasının hayallerle dolu olduğu, bölgedeki kaosa yatırımda bulunduğu vurgulanmıştır. AKP’nin, Suriye ve Mısır’da “İhvan kuşağı” kurarak bölgesel vesayet tasarladığı, ancak evdeki hesabın çarşıya uymadığı ileri sürülmüştür. SODEV zemininde olduğu gibi sosyal demokrat sivil toplum kuruluşlarının doğrudan bir siyasal partiye hizmet etmekten çok, strateji çizilmesine ön ayak olması, düşünce kuruluşu bağlamında politikalar üretmesi gereği üzerinde durulmuştur.
Laiklik, çoğulculuk ve adem-i merkeziyet temelinin, hem Türkiye hem de bölgede temel eksen haline getirilmesi, böylece kalıplaşmış sorun ve açmazların, uzlaşmayla çözülmesi için sağlam bir çerçeve oluşturulacağı belirtilmiş; bunun bölgede çatışmacı siyasal kültürü, uzlaşmacı bir siyasal kültürle değiştireceği öngörüsü dile getirilmiştir.
Güçlendirilmiş parlamenter sistemden yana bir profil çizilirken, 1982 referandumundaki otoriter yapının 2007 ve 2010 referandumu ile pekiştirildiği anlatılmıştır. Cumhurbaşkanına tanınan sınırsız yetkilerin 1982’den kaynaklandığı; yürütmenin başı haline getirilen cumhurbaşkanlığı makamının anayasal olarak sorumsuz olmasının, bir siyasal güç orantısı sorunu ortaya koyduğu söylenmiştir. Yetkileri sembolik olması gereken makamın müdahaleci bir rejimin simgesine dönüştürüldüğü kaydedilmiştir. Dış politika oluşumunda demokratikleşmenin olmazsa olmaz olduğu defaatle belirtilmiştir.
Selefi örgütlere ülke içinden lojistik desteğin kesilmesinin ve sınır kontrolünün ülke içi mücadele için gerekli olduğu belirtilmiştir. Suriye’de silahlar susup müzakereler başlayana kadar Şam ile Ankara’nın anlamlı ilişki kurması, Baas rejimi ve Şam rejiminin meşru siyasi güç olarak tanınması gereği ifade edilmiştir. Şam rejiminin meşru güç olduğu konusunun Brzezinski tarafından bile kabullenildiği vurgulanmıştır.
Bölgede ABD ile birlikte, özellikle Rusya’nın Suriye-İran üzerinde, Doğu Akdeniz’den Basra’ya bölgesel bir etkinlik kurduğu, Kasım 2015’teki “uçak krizi”nden sonra, aralarındaki ihtilafa rağmen, 15 Temmuz sonrası, Türkiye-Rusya yakınlaşmasına dikkat çekilmiştir.
Dış politikada AB vizyonunun bir kenara bırakıldığı izleniminin son derece yanlış bir algı yarattığı; yayılmacı hayallerin yeniden ısıtılıp dünya kamuoyunun gündemine taşınmasının son derece tehlikeli bir yol haritası çizdiği tartışılmıştır.
Türkiye’nin dış politika parametreleri ele alınırken, AB perspektifine değinilmediği anımsatılmıştır. Ortadoğu’daki belirsizlik ortamında, haritaların hızla değiştiği şu zamanlarda en azından söylemin savaşçı değil, barışçı olması gereği yinelenmiş, Türkiye kışkırtıcı değil, birleştirici bir rol üstlenmesi gereği öne çıkarılmıştır. Türkiye’nin kendi konumu gereği deneyimini ve Batı vizyonunu birleştirmesi zorunluluğu, AB katılımcı üyesi, Avrupa Konseyi’nin kurucu üyesi ve NATO üyesi statüleri bağlamında ele alınmıştır. Atatürk’ün ortaya koyduğu, barışa dayalı statüko anlayışının, günümüz koşullarıyla güncellenerek geliştirilmesi gereği vurgulanmıştır.
Tüm bu tartışmaların sonunda, idealist paradigma-liberal düşünce, realist paradigma-muhafazakar düşünce arasında, uluslararası ilişkiler kuramları sıralanırken, mevcut toplantının ileride bir sosyal demokrat dış politika konuşulacaksa, bu hedef doğrultusunda mütevazi bir katkı sunması dileği ifade edilmiştir.

21 Kasım 2016 Pazartesi

ŞANGAY BİR ÇIKIŞ YOLU MU?

http://politikaakademisi.org/2016/11/21/sangay-bir-cikis-yolu-mu/

Arşivi biraz karıştırdığımızda, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Kasım 2013’de Başbakan sıfatıyla gerçekleştirdiği bir Rusya gezisinde, Rusya lideri Putin’e,  “Türkiye’yi AB’ye almazlarsa, Şangay İşbirliği Örgütü’ne katılma talebini” ilettiğini görüyoruz. Ne var ki, Türkiye’nin Şangay ilgisi daha da geriye dayanıyor. 1996’da Rusya, Çin, Kazakistan, Kırgızistan, Tacikistan tarafından oluşturulan “Şangay Beşlisi”, 2001’de Özbekistan’ın katılmasıyla Şangay İşbirliği Örgütü’ne (ŞİÖ) dönüştü. Türkiye, 2012’den beri ŞİÖ’nün zaten “diyalog ortağı”; bu çerçevede düzenli olarak ŞİÖ zirvelerine katılıyor.  Bu, bir nevi, “gözlemci üye” niteliğinden bir önceki konumu ifade ediyor. Peki Cumhurbaşkanı Erdoğan, Kasım 2013’teki ŞİÖ talebini 2016 Kasım’ında neden tekrarlama ihtiyacını hissetti? Bir bakıma, “AB katılım süreci”yle  birlikte ŞİÖ diyalog ortağı niteliğini eş zamanlı yürüten Türkiye, gerçekten de bir kavşak noktasında mı? Kamuoyunda, 15 Temmuz 2016 kalkışması sonrasında hakim olan ABD ve AB karşıtlığı yüzeyinde kesifleşen Batı karşıtlığı ortak parantezi, bu tür çıkışlara kolaylık mı sağlıyor? Yoksa iç kamuoyu, bu tür salvolarla konsolide mi ediliyor?
Bir noktayı düzelterek konuyu açmak lazım. AB ve ŞİÖ üyelikleri birbirinin alternatifi mi? Aslında tartışmanın iç yüzünü sergileyecek ipuçları da tam burada saklı. Türkiye, aynı zamanda AB katılım sürecinde yer alan bir “aday ülke” ve ŞİÖ “diyalog ortaklığı”nın yanında, Avrupa Konseyi kurucu üyeliği, NATO üyeliğini eş zamanlı sürdürüyor. Üstelik, ŞİÖ’nün kurucularından Rusya, 1992’de Kollektif Savunma Antlaşması’na dayanarak, 2002’de oluşan Kollektif Savunma Örgütü (KSÖ)’nün kurucu üyesi.  KSÖ’de ise Ermenistan, Belarus, Kazakistan, Kırgızistan, Tacikistan üye olarak yer almakta; Afganistan ve Sırbistan ise gözlemci üye olarak KSÖ’de faaliyet göstermektedirler. KSÖ’yü özel olarak değerlendirmemin sebebi, ŞİÖ’ye yeni bir blok olarak Bakanların, sistematik şaşkınlıklarını önlemektir. Zira KSÖ, NATO gibi, adı üzerinde, “kollektif bir savunma”ya dayanmakta, deyim yerindeyse NATO’nun tam olmasa da, göreli bir simetrisini ortaya koymaktadır.  ŞİÖ ise, 16-17 Haziran 2004 zirvesinde, Bölgesel Terörizm Yapısı (RATS)’nı kurdu.  2006’da uyuşturucu karşıtı yapıyı da, anti-terör kapsamında ele aldığını duyurdu. 2006’da “askeri blok” kurma niyetlerinin olmadığı açıklansa da, “terör, aşırı akımlar ve ayrılıkçı akımlar”a karşı, 2003 yılından beri ortak askeri tatbikatlar düzenledi. 2003’te, aynı zamanda, ekonomik işbirliğini öngören çerçeve antlaşma da imzalandı.
ŞİÖ’nin askeri zemini, ekonomik çerçeveyi öngören yapısının temelleri, Soğuk Savaş döneminde, çeşitli sınır anlaşmazlıkları yaşayan, SSCB ve Çin’in, Soğuk Savaş sonrası, Rusya ve Çin olarak  “ortak çatı” altında bir araya gelmesiyle atılmıştır. Türkiye’de de birtakım çevreleri heyecanlandıran özelliği ise, Putin’in yakın danışmanlarından Alexander Dugin’in “Avrasya jeopolitiği”ne yaslanan hayalleridir. Dugin’in “Avrasya”sı, sadece Asya steplerinde değil, Fransa ve Almanya’yı kendi deyimiyle, “Transatlantik”ten yani Batı’dan koparan bir Avrasya ütopyasını beslemektedir. Hatta Ortadoğu’da İsrail’e kadar inen bir Avrasya’dan söz ediyoruz. Bu, bir başka açıdan “Avrusya” suçlamalarına da neden olmuştur. Bununla birlikte, ABD ile iktisadi ve askeri rekabette çok mesafe kateden Çin’in yok sayıldığı bir Avrasya mümkün değildir. Nitekim 2005’te iki ülke, ŞİÖ dışında Peace Mission 2005 askeri tatbikatını gerçekleştirmişlerdir. Elbette Avrupa’nın içlerine uzanan bir Avrasya, sadece bir emperyal fanteziden ibaret görünmektedir.
Peki Türkiye’nin “diyalog ortağı” olduğu ŞİÖ’ye tam üye olması, hangi jeopolitik tasarımların ya da stratejilerin dışavurumudur? Konu, sadece AB ile yaşanan krizler midir? Siyasal iktidar, AB sürecinde, 2006’dan bu yana yaşanan fiili hareketsizliğin, 2016’daki 15 Temmuz kalkışmasından sonra artık resmi bir “donma” boyutuna sürüklendiğini görmektedir. Önümüzdeki günlerde Avrupa Parlamentosu (AP)’nun Türkiye ile tüm müzakereleri dondurma çağrısını içeren bir tavsiye kararı üzerinde çalıştığı bilinmektedir. ABD ile yaşanan FETÖ krizi ise, yeni yönetimle aşılacak mıdır? Bu, bir başka tartışma konusudur. Türkiye’de demokratik süreçle ilgili eleştirilerde özellikle ŞİÖ kartının kullanılması, AB ile güven bunalımını beslemektedir.
Öte yandan, Türkiye açısından ŞİÖ, ne AB’ye, ne de NATO’ya alternatif bir konumdadır. Belki de  ŞİÖ üyeliği, dış politikada bir başka zenginliği getirecektir. Bununla birlikte, Türkiye, bu tür hamlelerle ne AB üyeliğini zorlayabilir, ne de Batı’daki tüm kurumsal yükümlülüklerinden kurtulabilir. AB katılımcı üyeliği, Avrupa Konseyi kurucu üyeliği, NATO müttefikliği, sadece parti hükümetleriyle değil, devlet kararı, siyasal uzlaşmalar ve konjonktürel gereksinimlerle ortaya konmuştur. Ülkemizin modernleşme yolu, 1839 Tanzimat Fermanı’ndan beri kesintisiz bir gelişim içerisindedir. Cumhuriyet’le birlikte bu yol daha da güçlendirilmiştir.
Artık Ortadoğu’da kalıcı varlığını hissettiren Rusya; İran, Hindistan, Afganistan, Moğolistan ve Pakistan’ı ŞİÖ’de “gözlemci üye” olarak desteklemekte, İran’la işbirliğini, Basra’dan Doğu Akdeniz’e, Suriye ve Lübnan’a kadar devam ettirmektedir. Suriye’nin Tartus deniz üssündeki kalıcılığını, 50 yıllık bir perspektifle açıklamaktadır. Avrasya’nın Ortadoğu’ya indiği zeminde, Türkiye, ŞİÖ gözlemci üyesi İran’la bölgesel rekabetini arttırmakta, Suriye konusunda, Rusya’yla pürüzleri azaltmaya gayret etse de, Irak-Suriye hattında, İran’la ciddi bir gerginliği yaşamaktadır. Musul-Rakka hattında neler yaşanacağı, İran yanlısı Haşdi Şabi’nin Musul ve diğer kentlerdeki operasyonları, Türkiye tarafından kaygıyla izlenmektedir. Suriye’de PYD terörü konusunda, İran ve Rusya’yla görüş ayrılıkları sürmektedir. Kafkasya’da yer alan Türkiye gibi bir başka “diyalog ortağı” Ermenistan’la, diğer “diyalog ortağı” Azerbaycan arasında hala Ermenistan işgali Karabağ’da devam etmekte, Türkiye’nin toprak bütünlüğünü Ermenistan  halen tanımamaktadır.
İşte bu çerçevede, Türkiye, ŞİÖ üyeliğini bir çıkış olarak tasarlamaktadır…

18 Kasım 2016 Cuma

TÜRKİYE-İSRAİL BARIŞI: DOĞU AKDENİZ’DE YENİ STATÜKO

http://politikaakademisi.org/2016/11/17/turkiye-israil-barisi-dogu-akdenizde-yeni-statuko/
Türkiye-İsrail ilişkisi üzerine çalışanlar, diğer ikili ve bölgesel ilişkilerde bu boyutta görülmediği üzere, kamuoyuna yansıtılan ve gerçekte olanlar arasındaki farklardan dolayı, ilk önceleri bazı şeyleri anlamakta zorluk çekerler. Bunun sonrasında, söz konusu ilişkilerin doğasından kaynaklanan zorlukları da göz önüne alarak, analizlerini ortaya koymaya çalışırlar.
2010-2016 arasında, Mavi Marmara’dan dolayı yaşanan gerginlikler, Türkiye’nin 2011 Eylül’ünde BM Palmer Komisyonu’nun “Palmer Raporu” açıklandıktan sonra ekonomik ambargolara yönelmeden “özür, tazminat ve ablukanın kaldırılması” başlıklarındaki talepleri ve adı geçen talepler karşılanmazsa ilişkilerin siyasetin dondurulacağını ilan etmesi, aslında çok yakın zamanda karşılaştığımız aşamalardan sadece bir kesiti ifade ediyor. 2013’te “özür”, 2016’da ise “tazminat” ve fiilen Türk gemilerine özel olarak “Gazze ablukası”nın kaldırılması ile, 15 ve 16 Kasım’da, İsrail’in Eitan Naeh’i Ankara’ya, Türkiye’nin Kemal Ökem’i Tel Aviv’e Büyükelçi atamasıyla, yıllardan beri süren “normalleşme” çalışmaları bir noktaya vardı.
Aslında uluslararası siyaset alanında en çok dikkat çeken konulardan birisi, kamu diplomasisi aracılığıyla, ülkeler arasındaki ilişkilerde, halkların kültürel ve diğer alanlarda yakınlaşma hedefidir. Ne var ki, 1978’deki Camp David Barışı’nda da görüldüğü gibi, sözgelimi Mısır-İsrail arasında, kamuoylarının dışarıda tutulduğu ilişkiler bir nevi “soğuk barış” olarak nitelendirilmekte ve kırılganlığını muhafaza etmektedir. Nitekim 2011-2013 arasında, Mısır, benim “Arap Kaosu” dediğim “Arap Baharı” döneminde türbülansa girdiğinde, İsrail’in Kahire Büyükelçiliği basılmaya çalışılmış, 2012-2013’teki İhvan iktidarı ikili ilişkileri sona erdirmeye çalıştığında ise, Camp David Barışı’nı ve dengesini finalize etmek istediğinde kendi tabanından büyük destek görmüştür.  El Kaide ve IŞİD dahil Selefi gruplar, işte o dönem Sina yarımadasında bir “otorite boşluğu” yakalamışlar; yarımada, adeta Kuzey Afrika’dan gelen yoksul gençlerin, militan eğitimi aldıkları bir zemine sürüklenmiştir. 2013’teki Sisi darbesinden sonra, gerek Gazze’ye geçişler, Mısır-Gazze sınırı, Sina yarımadası kontrol altına alınmaya çalışılmış, İsrail 2013 öncesinde 30 bin askerlik bir Güney Birliği’ni sırf Sina’dan gelecek tehditleri bertaraf etmek için kurmuştur.
Türk-İsrail ilişkileri, elbette Mısır’la kıyaslanamaz. Hem 1949’dan beri Türkiye’nin -1978’e kadar- İsrail’i nüfusunun çoğunluğu Müslüman olan ilk ve tek ülke olarak tanıması, hem 1958’deki “Çevresel Pakt”tan beri süregelen askeri, istihbari ve savunma işbirlikleri, hem de 1997 ve 1998’deki ekonomik ve savunma kapsamındaki anlaşmalarla derinleşen ilişkiler, çok daha farklı ve kapsamlı bir çerçeveyi ifade etmektedir. Osmanlı İmparatorluğu döneminde İspanya engizisyonundan kaçan Yahudilerin 1492’de Osmanlı’ya kabul edilmesi, öte yandan daha önceki dönemlerden beri Anadolu’da yaşayan diğer Yahudiler, birlikte yaşama kültürünün verdiği komşuluk ilişkileri, elbette önemli avantajlardır. Bununla birlikte, özellikle ülkemize gerek ırkçı, gerekse dinci akımlar aracılığıyla sirayet eden anti-semitizm akımı, İsrail’in kurulmasından sonra yaşanan Arap-İsrail savaşları ve her bir çatışmanın ikili ilişkileri etkilemesi, İsrail’de 1970’lerin sonundan itibaren güç kazanan sağ akımların siyasetleri, ciddi bir sorunu zaman içinde beslemiştir.
Kadim kültürlerin birbirleriyle olan yakın ilişkilerine karşın, ithal bir İslamcılık, ister istemez kamu diplomasisi yürütülmesinde önemli bariyerler teşkil etmektedir. Tüm endişelere karşın, iki ülke de Doğu Akdeniz’deki tehdit ve fırsatlar üzerine, ilişkileri normalleştirme kararı almışlardır. Ortadoğu’da şu an en yoğun olarak gündeme gelen konu, Suriye’deki belirsizliktir. 1982’deki I. Lübnan Savaşı’nın akabinde, Suriye kontrolündeki Bekaa vadisinde, ASALA terör örgütüne karşı birlikte müdahale eden Türk-İsrail istihbaratlarının işbirliği, 1998’de PKK terör örgütü başının Suriye’den çıkmasında, Türkiye-İsrail baskısı, İsrail istihbaratının Öcalan’ın Türkiye’ye iadesinde ABD ile birlikte katkıları,  iki ülkenin, Suriye üzerindeki ortak mesaisinde dikkat çekmektedir. Bölgedeki yeni “büyük güç” Rusya, Türkiye-İsrail zemininde ilişkilerini güçlendirmekte, daha geçenlerde Rusya Başbakanı Medvedev, İsrail’i ziyaret ederek, mevcut siyasal tabloyu pekiştirmeye çalışmaktadır. Keza Türkiye-Rusya ilişkilerinde, “uçak krizi”nin ardından, 15 Temmuz kalkışması sonrası görülen işbirliği ve hızlı iyileşme, duruma daha da açıklık getirmektedir. Öte yandan, Rusya, Suriye’de Esad’la müttefikliğini somutlaştırmış, Doğu Akdeniz’de kalıcı askeri ve ekonomik bir statü elde etmeye soyunmuştur. İsrail’in en büyük tehdit ilan ettiği İran’la, kalıcı ve kapsamlı bir ittifak ilişkisini, hem Suriye özelinde, hem de Irak özelinde yoğunlaştırmaktadır. Diğer yandan, Türkiye,  düşmanlık yaşamasa da, İran ile Suriye ve Irak’ta zıt tutumlar sergilemekte, bölgesel rekabet her geçen gün artmaktadır. Suriye-İran-Rusya, Lübnan’da Hizbullah parantezinde bir araya gelmekte, Soğuk Savaş boyunca, baba ve oğul Esad’ın “terörü destekleme” politikalarına maruz kalan İsrail, bölgedeki yalnızlığını aşmaya çalışmaktadır.
Politik kaosların ve çelişkili politikalarıın eş zamanlı görüldüğü bölgede, İsrail doğalgazı Türkiye-İsrail ilişkilerini cesaretlendirmiş, ilk temaslar da Enerji Bakanları düzeyinde yapılmıştır. Sözünü ettiğimiz politikalarda ise, Türkiye-İsrail yakınlaşması, realist bir zemini güçlendirmektedir. ABD’de 8 Kasım’da Başkanlığa seçilen ve 20 Ocak 2017’de  görevi devralacak Donald Trump, her ne kadar İsrail yanlısı bir söylem geliştirse de, Ortadoğu’ya yeni dönemde beklenen ilgiyi gösterecek midir? Bu soru gizemini korumakla birlikte, muhafazakar yeni ABD yönetiminin, bölgede Rusya’yla belli konularda işbirliğini geliştirme eğiliminde olduğu tespit edilmektedir.  ABD ve Rusya, Suriye-Irak derinliğinde, Rakka-Musul hattında IŞİD’i tasfiyeye odaklanırken, Esad’ın kalıcı olma olasılığı, İsrail ve Türkiye açısından, dikkat çeken bir konu başlığıdır.
Yeni dönem, bu karmaşık denklemde, Doğu Akdeniz periferisinde, Ortadoğu’nun tamamı olmasa da, terör örgütü IŞİD ve diğer radikal unsurların tanımladığı Levant’ta, bir başka statükoyu doğurmaya aday potansiyeli dile getirmektedir. Ekonomik işbirliklerinin, zaman içinde, normalleşme aşamalarında, kamu diplomasisiyle sağlamlaştırılmasına ihtiyaç vardır. Bu artık bir egzersizden öte zorunlu bir tercihe dönüşmüştür…

12 Şubat 2016 Cuma

SURİYE’DEKİ “İKİZ YAPILANMA”

http://politikaakademisi.org/2016/02/11/suriyedeki-ikiz-yapilanma/

Ortadoğu’daki baş döndürücü gelişmeler, Suriye-Irak hattında, Doğu Akdeniz’den Basra havzasına ulaşan bir alanda; Araplar’a “devletsiz”, Kürtler’e “çok devletli”, diğer unsurlara da “belirsiz” bir ortam yaratmakta ve bölgede yeni dengeler her an değişmektedir. Eylül 2015’ten itibaren Rusya’nın Suriye’deki konumunu kalıcı hale getirmesiyle, ülke içinde, Şam-Lazkiye zeminindeki BAAS yapılanması, Suriye’nin kuzeyinde oluşan PYD ve silahlı kolu YPG’nin domine ettiği kantonal yapılanmalarla fiilen işbirliğine girdi. Esad, Suriye’de 5 yıldan beri süren kaotik zeminde, daha sürecin başında kuzeyi fiilen PYD’ye bırakmış ve Şam-Lazkiye çevresini korumayı tercih etmiştir. 2008 Ağustos’unda Rusya-Gürcistan arasında süren Kafkas Savaşı sırasında yeniden faal hale gelmesine izin verilen ve SSCB döneminde etkin olan Lazkiye yakınlarındaki Tartus deniz üssü anımsanırsa, demek istediğimiz daha iyi anlaşılabilir.
Baba ve oğul Esad döneminde yurttaş olmalarına bile izin verilmeyen Suriye Kürtleri’nin, bölgedeki kaosun ardından aktif bir aktör haline gelmesi sürpriz değildir. Daha önceleri Suriye Kürtleri Ulusal Konseyi (SKUK) çerçevesinde Barzani’nin bizzat vesayet almaya çalıştığı Suriye Kürt hareketi, PYD’nin farklı bir antite kurmasıyla, pazarlıklarda önemli bir konuma gelmiştir.
Türkiye açısından işin en sorunlu noktası, sadece Rusya’yla değil, ABD ile de PYD konusunda çelişen bir zeminde olunmasıdır. Suriye ve bölgeye yönelik dış müdahaleler, hep “IŞİD’e karşı olma” argümanıyla meşrulaştırılmaktadır. Rusya’nın varlığı, Esad’ın Batı tarafından “kerhen” tercih edilmesi ve PYD’nin militan gücü ve eylemleri ve kurduğu fiili siyasi varlık, hep bu gerekçeyle zemin kazanmaktadır. Oysa ülkemizde, PKK terör örgütünün “ikiz yapılanması” PYD’dir. İki seçim arası dönemde, Temmuz 2015’ten itibaren, PKK terör örgütünün KCK yapılanması aracılığıyla “özyönetim” başlığında başlatılan terör eylemleri bir rastlantı değildir. Bunun nedenlerini sadece iç siyasal gelişmelerde değil, bölgesel konjonktürel değişimlerde de aramak gerekmektedir. Bu çerçevede, Şubat 2015 “Dolmabahçe mutabakatı”na kadar süren “çözüm süreci” ve “Başkanlık-özerklik” yüzeyindeki anayasa değişikliği pazarlıkları gündeme getirilebilir. Hatta PYD lideri Salih Müslim’in yakın zamana kadar Ankara’nın gediklisi olduğu da anımsatılabilir. Konu, İmralı adasında bürokratik yetkililerle terör örgütü başı Öcalan’ın diyalogları ve Oslo’da gerçekleştirildiği iddia edilen görüşmeler bağlamında da ele alınabilir.
Ancak koşullar, PYD antitesi ve PKK terör örgütü arasındaki ilişkileri, Türkiye’nin kendi içinde ve bölgedeki siyasaları açısından keskin bir viraja yuvarlamıştır. Bir yandan “terörle müzakere” savlarından “terörle mücadele” konseptine yeniden dönülürken, öte yandan, terör örgütünün sivil yerleşimlerin içindeki varlığı, bu zeminde mücadele sırasında sivillerin zarar görmesi, yaşamlarını kaybetmeleri, maddi hasarlar ve başka tartışmaları kamuoyunda canlı tutmuştur. Türkiye, elbette terörle mücadele edecektir. Bunu gerçekleştirirken, ne kadar zor olursa olsun, terörist-sivil arasındaki ayrımı yapacak ve hukuk devleti ve insan hakları çerçevesinde bu görevini yerine getirecektir. Terör örgütü, kendince “sivil kalkışma” olarak dünya kamuoyuna ilan etmeye çalıştığı eylemlilik sürecinde, özellikle sivillerin gördüğü her tür zararı kendi görüşlerini meşrulaştırmak için kullanmakta ve “ikiz yapılanması” PYD’nin, Rusya ve ABD tarafından da olumlu karşılanan varlığını, deyim yerindeyse bu ülkelere sırtını yaslamak için kullanmaktadır.
ABD Dışişleri Bakanlığı sözcüsü John Kirby’nin, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın “ya PYD, ya da bizi seçin” çıkışına, PYD’nin silahlı yapılanması YPG’yi terörist görmediği değerlendirmesini dile getirdiği üst üste açıklamaları, Türkiye için, çetin koşulların varlığını daha da sorunlu hale getirmektedir. Bkz: 1. Açıklama:http://www.radikal.com.tr/dunya/abd-disisleri-bakanligi-sozcusu-kirby-pydyi-terorist-orgut-olarak-gormuyoruz-1507473/?-disisleri-bakanligi-sozcusu-kirby-ypgyi-terorist-orgut-olarak-gormuyoruz-1507473&, 2. Açıklama: http://www.dha.com.tr/-abdden-bir-pyd-aciklamasi-daha_1133546.html. Bu zeminde, “içimizdeki Suriye”nin de etkisiyle, Türk kamuoyunda PYD ve IŞİD konusunda, diğer alanlardaki kutuplaşmanın da etkisiyle ayrılan cepheler, yaşanılan değişimin farkına varamamanın ve bölgedeki kaosun çığ gibi üzerimize yuvarlanma tehlikesini görememenin verdiği bir durumu işaret etmektedir.
“IŞİD’in misyonu bitmiş midir” sorusu içinse biraz daha beklemek söz konusudur. Rusya’nın öncülüğünde Suriye Ordusu’nun Halep’e ilerleyen operasyonları, BAAS bölgesi ve PYD arasındaki “Yeni Suriye”nin ipuçlarını vermektedir. Belki de bundan sonra yeni bir federasyon gündeme gelecektir. IŞİD’e ise, Büyük Suriye Çölü kalmış gibi gözükmektedir. Ancak IŞİD terörünün siyasal varlığı, Irak’taki Diyala eyelatine kadar uzanan bir derinliği halen korumaktadır. Musul’a yönelik olası bir Batı operasyonu olmazsa, Rusya bu noktada “rol kapma” yarışına girer mi? Şimdilik erken bir soru ve yanıtı oldukça zor… Libya’dan Afganistan’a yerkürede yaşanan “stratejik boşluk”ta yapılanan IŞİD, uzun vadeli bir varlık gösterme potansiyeline, bugünkü olanaklarına karşın sahip değildir. Üstelik artık Rusya da bölgede somut olarak vardır ve belirleyici bir küresel aktördür. ABD ise, sadece Türkiye ile değil, Barzani ile de ortak bir parantezde hareket etmektedir. Türkiye’deki siyasal iktidar ile Barzani sıkı birer müttefik olsalar da, PYD konusunda, Türkiye ve Barzani’nin ortak bir tedirginliği vardır. Bununla birlikte, Barzani, Kobani olayları sırasında PYD ile aradaki hendekleri kapatmak durumunda kalmıştır.
Bölgedeki kaotik değişimde hızla yalnızlaşan iki ABD müttefiki, Doğu Akdeniz’de ilişkileri yeniden tesis etmeye hazırlanmaktadır. İsrail’le yaşanan Mavi Marmara gerilimi, ardından Türkiye’nin 2011 Palmer Raporu’ndan sonra sunduğu koşullar, 2013’de Obama’nın İsrail gezisi sırasında İsrail Başbakanı Netanyahu’nun “özür” koşulunu yerine getirmesi ve normalleşme açısından tazminat ve abluka maddelerinin tamamlamasını beklemektedir. 9 Şubat’ta Erdoğan’ın kabul ettiği ABD’deki Yahudi lobisinin üst düzey temsilcileri (http://www.tccb.gov.tr/haberler/410/38770/turk-musevi-cemaati-lideri-ibrahimzadeh-cumhurbaskanligi-kulliyesinde.html) ve 10 Şubat’ta İsviçre’de görüşmesi beklenen Türk-İsrail heyetleri (http://www.haaretz.com/israel-news/.premium-1.702317), bölgedeki değişimin her iki ülke yönetimleri tarafından da görüldüğünü işaret etmektedir. Doğu Akdeniz’den Ortadoğu içlerine dayanan Rusya vesayetindeki BAAS-İran-Hizbullah üçgeni, iki ülkede de endişe yaratmış, dahası İsrail doğalgazının Batı piyasalarına ulaştırılmasında da Türkiye kilit ülke haline gelmiştir. Bölgede Kürt politikasına 1950’lerden beri destek veren İsrail’in, PYD’ye ise çok sempatik baktığını söylemek zordur; üstelik yıkılmasını kısa vadede olumlu bakmasa da, eli güçlenen bir Esad’dan hoşnut olmayacağı da açıktır.
Kısacası, Suriye’de PKK terör örgütünün “ikiz yapılanması”, ülkemiz ve bölge açısından yeni bir kaos zincirini tetikleme potansiyelini içinde barındırmaktadır.

25 Ocak 2016 Pazartesi

2019'DA SIRADAN BİR GÜN...

2019'a girerken, yine sokaklarda kaos ve eğlence vardı. Ne çabuk ta geçmişti zaman. Siyasal iktidar, geçen yıllar içinde, yine "paralel" bir "öteki" bulmuş, HDP ise yaşananlara rağmen, 2019'da 4. bir sandık konulduğu takdirde, başkanlık-özerklik satrancı nerede sonuçlanır diye merak eder olmuştu. MHP, 2018'deki "olağan" kurultayında, yine "devlet"in başına Devlet gelecek dese de, barajın neresinde yer alırız diye egzersiz yapıyordu. Ana muhalefet ise, 2019'a ancak yetiştirebildiği kurultay takvimini, bu sefer seçim öncesi gerçekleştiriyor, kongrelerde yine "demokrasi" kazanıyor, parti "umudu örgütlüyor", kadınlar ve gençlerin listelerde ne kadar ağırlıklı yer aldığı konuşuluyordu. Mahalle delege seçimlerinden, ilçe ve il kongrelerine, oradan da kurultaya dek, sosyal medya hesaplarından, "demokrasi şölenleri" paylaşılıyor, kazanan ekip sevinçten şampanya patlatıyor, kaybeden ekip kederden efkar dağıtıyordu.
Bu arada olsun, "eğitim-öğretim birliği" artık resmen de tarih oluyor, içimizdeki Suriye büyüyor, zengin daha zengin oluyordu, ancak halk "bizi" anlamıyor, siyasal iktidar, yeni bir yerel seçim, cumhurbaşkanlığı (belki de başkanlık) ve genel seçim zaferine hazırlanıyordu. Ne var ki önemli olan, bizi anlamayan halkın "umudunu örgütlemek", erken seçim olmadığı takdirde "ön seçime hazırlanmak" ve kurultay öncesindeki geceyarısı, bir günde partili olup, genel başkan yardımcısı olmaktı. Niye, çünkü bu halk "vasat"tı, anlamazdı, ama niye bize oy vermiyorlardı???
2019 kayıp olabilirdi, fakat sırada 2023 vardı. Mahallelerden başlayarak, ilçe, il ve kurultay takvimi, 2022'de toplanabilir, 2023'de belki, 100. yılında, devleti kuran yapı, kurucusunun resimlerinden rahatsız olan yöneticiler de olsa, iktidar olabilirdi. Bu arada, 2027'yi de unutmamak lazım. 2023'deki olası kayıp, 2027'de telafi edilebilirdi.
2016-2019 arasında bir sorun yaşanmış mıydı? Zaman zaman bazı yöneticiler, parti içi zaferlerin sarhoşluğuyla, iktidarın kazanıldığını düşünmüşlerdi, ki neyse yerel iktidarlar vardı. Sonuçta her şey o kadar da kötü değildi.
Arada hafıza kaybı olduğu için unutmuşum, Suriye'de neler olmuştu? Esad hala sarayda mıydı? Yoksa Rusya vesayetinde Doğu Akdeniz-Kuzey Suriye hattında bir federasyon mu kurulmuştu? Çöl, IŞİD'e mi kalmıştı? O da ne? IŞİD arama kayıtlarında, 2019'da yok mu? Herhalde, kullanım müddeti bitmişti. Barzani'nin devleti sağlamdı, zaten iktidar partisinin yıllar öncesindeki büyük kongresinde, kendisiyle "Türkiye gurur duymuştu". İran mı, o çoktan küresel sisteme girmişti, ABD'yle işler ekonomik bağlamda da bir hayli ilerlemiş, Suudi Arabistan ise yeni hamleler yaratmak durumunda kalmıştı. Ancak ne ABD ne de Rusya savaş istemiyordu. Zannederim 2019'un çok öncesi, İsrail'e elçi gönderdik, doğal gaz anlaşmaları da yürürlüğe girmiş olması lazım. Şimdi de neo-liberaller bölündü. Kimi iktidar partisinde, kimi ana muhalefette, kimi diğer muhalefet partilerinde kaldı; bir bölümü de rejim muhalifi rolü oynuyor. ABD'den üst düzey misafirler gelince de çok seviniyor, kendilerinin kurtarılacağını bekliyorlar. Terör maalesef yine vuruyor, her seferinde teröre kesin darbe indiriliyor?
Neyse 2016'dayız, daha "umudu örgütlemek", Sol'dan neo-liberalizme, oradan İslamcılık'a kadar, epey bir yolumuz var.
Atatürk, Cumhuriyet, Aydınlanma, Sosyal Demokrasi/Demokratik Sol mu?
Arama kayıtlarında rekor kırsa da, nedense hala çok fazla gündeme gelmiyor?    
Ancak iş işten de her gün geçmeden duramıyor....

11 Ocak 2016 Pazartesi

MERKEZİ YENİDEN İNŞA ETMEK...

Türkiye'de siyaset, her geçen gün, sinirleri bozan, çözüm üretemeyen, kutuplaşmaya dayanan ve içine düştüğü kısır döngüyü aşamayan bir görüntü çizmektedir. Parlamentoda yer alan siyasal partiler, büyük oranda oyları konsolide etmelerine karşın, halen siyaset meclis duvarlarına sığmamakta, 13 yılı aşan ve oylarıyla konumunu pekiştiren siyasal iktidar da, bir türlü istikrar algısı oluşturamamaktadır. Dış politikada yaşanan başarısızlık, ekonomide artık günlük yaşama yansıyan toplumsal rahatsızlık, terörle mücadele ve müzakere arasındaki zikzaklar, insani anlamdaki sorunlar; çok karamsar bir tablo yaratmakta, ancak tüm bunlara karşın siyasal anlamda, iktidara karşı bir ağırlık merkezi, gerçekten yeni bir seçenek ortaya konulamamaktadır. Zaten sorunun başladığı yer de budur.
Yasama organı, bir bakıma Lübnan parlamentosuna benzer, bir kimlik temsili platformuna benzetilmeye çalışılmaktadır. Ülkenin "ana akım" siyasetinde, hangi siyasal yapılar göze çarpmaktadır? Sadece CHP mi? Yoksa CHP, var olan siyasal spektrumda, her seçimde, muhafazakar, milliyetçi çoğunluğa kaybetmeye mahkum bir siyasal organizasyona mı dönüştürülmek istenmektedir? Yaşam tarzı kaygısının ötesinde, son yıllarda etnik ve İslamcı siyasetten yapılan transferler, oy getirmediği gibi, "evdeki bulgurdan olma" gibi bir riski de barındırmaktadır. MHP, iktidar partisiyle beraber paylaştığı Sağ monoblok seçmen kitlesinde, iktidar partisine benzeyerek, bir "çıkış umudu" yakalamaya çalışsa da, siyasal açıdan neredeyse bir "var oluş sorunu"nu sergilemektedir. HDP ise, etnik ve teröre prim veren siyasetiyle, sorunlara çözüm getirmekten çok uzaktadır.
Siyasal anlamda iktidar-muhalefet dengesi ve iktidarların değişebilirlik skalasıyla ilgili, şimdiye kadar kesin bir formül üretilememiştir. Ne var ki, söz konusu rekabetin gerçekleştiği alan, siyaset sosyolojisinde, hangi sorularla açıklanabilir? "Ana akım", toplumun siyasal kültür ve değerlerini, devletin siyasal devamlılığını ifade eden bir "ortalama çoğunluğu" mu dile getirmektedir? Bu zeminde, İslamcı bir siyaset dilinin, günlük yaşamdan, kültürel hayata, oradan siyasal alana dek kapsayıcı hale geldiği bir zeminde, siyasal iktidar dışındaki partiler, "hepsi" ya da "ötekiler" seçeneği ile mi tanımlanacaktır?
İktidar olabilmek ya da en azından siyasal konumu korumak adına, iktidara benzeşmek gayreti, gün geçtikçe hegemon olmaya çalışan siyasete teslim olmak anlamına mı gelecektir? Gelgelelim, siyasal iktidar, Gramsci'nin anlatmaya çalıştığı çerçevede, bir "tarihsel blok" oluşturmaktan uzaktır. Göstergeler üzerinden yapılan ve medyayı da kendi kullanımı tekeline altına alan anlayış; egemen sınıf ilişkileri zemininde, "saf" bir sınıfsal-kültürel yapıyı inşa edememekte, siyasal-toplumsal kodlarını yerleştirememektedir. Zira, hegemon bir sınıfın kuracağı üst yapı ilişkileri, hem tarihsel, hem iktisadi, hem de küreseldir. Tüm bu bileşkelerden ortaya çıkan sonuç, ne kadar oy alırsa ve ne kadar iktidarını uzatırsa uzatsın, siyasal iktidarda geçerli olan "çatışmacı" kültür, hem Türk siyasal yaşamının geleneklerine uymakta, hem de özgün bir siyaset inşası olanağı sağlamamaktadır.
Bu bağlamda, otoriter ve çatışmacı kültürle, imparatorluktan Cumhuriyet'e uzanan siyasal gelenek, 21. yüzyılda demokratik bir seçeneği yaratamamak gibi bir durumla karşı karşıyadır.
Sonuçta ülkenin geldiği nokta, orta gelir tuzağını aşamayan, yüksek teknoloji üretemeyen, eğitimi gün geçtikçe nitelik kaybeden, "ara eleman" yetiştiren bir manzarayı resmetmektedir.    
Türkiye'nin siyaseten kalbi deyim yerindeyse "orta sınıf"ta atmaktadır. Öte yandan "yaratıcı sınıf" hem ülkemizin, hem de dünyamızın geleceğidir. Entelektüel sermaye, inovasyonu üreten zihni serrmaye, imalat ve hizmet sektörü dahil, pek çok katma değer yaratma potansiyeli olan, iktisadi zeminlerde ön plandadır.
Türkiye'nin, gerek bölgesel, gerekse küresel yüzeyde, var olan kutuplaştırıcı ve ötekileştirici siyaset alanını bozması ve yeniden atılıma geçmesi  için, "stratejik oyun değiştirici" siyasal aktör//aktörlere gereksinimi bulunmaktadır.  
Neo-liberalizmin bir önceki versiyonuna takılarak, siyasal açıdan tükenmiş birtakım siyasetçileri ithal ederek değil, şimdiye kadar siyasetle uğraşmamış kesimleri, siyasete dahil etmek gerekmektedir. Bunu hangi siyasal yapı üstlenebilirse, sürekli tekrar eden, aynı sonuca yaslanan siyaset denklemini bozar. Yeni bir yapı bunu ortaya koyabilir mi? Bu soruyu yanıtlamak  oldukça zor, tartışmaları ise spekülatif ve erken olarak değerlendirilebilir.
Türkiye'nin "ana akımı"nı, Cumhuriyet'in kurucu değerleri, demokrasinin vazgeçilmez temelleri ve pazar ekonomisyle, toplumsal adaleti dengeleyecek, ülkenin geleneksel değerlerini, muhafazakarlaşmadan, kamusal-siyasal alana taşıyacak bir aydınlanmacı sentezin üretilmesi gerekmektedir. Bu da, toplumsal ve siyasal bağlamda ana akımın, diğer deyimiyle merkezin yeniden yapılanmasıyla söz konusu olacaktır. Siyasal spektrumun yeniden inşası, demokratik süreçler içinde tamamlanmak durumundadır.
Yoksa, İsmail Cem'in yazdığı üzere, "geri kalmışlığın tarihi"ni yineleyip dururuz...