28 Temmuz 2013 Pazar

KKTC SEÇİMLERİ 2013...

28 Temmuz 2013'te yapılan genel seçimler, KKTC'de yapısal bir dönüşüm yaratmaktan çok, bir "nöbet değişimi"ni gündeme getirdi.
İlk bakışta, 2009'dan beri iktidardan uzak kalan ve 2010'da Cumhurbaşkanlığı seçimini kaybeden CTP'nin, 2013'te tekrar "1. parti" olması önemli olsa da, "tek başına iktidar" olamaması, hükümet kurmak için Sağ bir ortağa gereksinim duyması, işini güçleştiriyor. Benzer bir tablo Aralık 2003 genel seçimlerinde de görülmüş, CTP-DP koalisyonu, Talat'ın başbakanlığında kurulmuştu. Baba Denktaş, 24 Nisan 2004'teki Annan Planı referandumunda "hayır" için ne kadar karşı bir kampanya düzenlediyse, oğul Denktaş, DP lideri ve başbakan yardımcısı olarak, referandumda "tarafsız" kaldı, seçmenlerini "serbest" bıraktı. Ülkesinin geleceğiyle ilgili bu kadar önemli bir oylamada, "kendi kaderini tayin etme"de "tarafsız" kalmanın ölçütü, "hükümette kalmak" üzerine oturmuştu.
O günlerde Türkiye'de, liberallerin, Batılı başkent ve medyanın etkisiyle, AKP iktidarının bakışında, 2004 Aralık'ta "AB ile müzakere için tarih alma" önceliğiyle "evet" fırtınası esiyordu. KKTC'deki %65 evet, Kıbrıs Rum Kesimi'ndeki %75 oyla, hükümsüz kaldı. Rum Kesimi tek başına AB üyesi olurken, KKTC dışarıda kaldı. KKTC'ye "evet" oyunda verilen güvence, dışarıda kalınsa da, KKTC'ye yönelik "doğrudan ambargoların" kalkması çerçevesindeydi. Buna rağmen, Talat 2005'te Cumhurbaşkanı seçildi, DP ise sonradan hükümetten tasfiye oldu. Bu arada geçen yıllar süresince, 2005 Temmuz'unda  Türkiye AB ile Ankara Anlaşması'nın yeni AB üyelerine uyarlanması için "ek protokol" imzaladı. O zaman da öncelik 2005 Ekim'inde "müzakerelere başlama" konusuydu ve siyasal iktidar bu noktada kayıp istemiyordu. Ek protokolle, Türkiye'nin hava ve deniz limanlarını diğer yeni üyelerle birlikte, Rum Kesimi'ne de açması öngörülüyordu. Hükümet ek bir deklarasyonla, Rum Kesimi'ni tanımadığını açıklasa da, Eylül 2005'te AB COREPER, deklarasyonu hükümsüz ilan etti.
Müzakerelere simgesel olarak başlandı, bununla beraber "ek protokol"ün uygulanmaması ve  parlamento onayından geçmemesi üzerine, 2006 Kasım'ında 8 müzakere başlığı AB tarafından askıya alındı. O günden bu yana AB müzakereleri ağır aksak yürüyor.
Talat ise, 2010'da BM denetiminde yeni " müzakere süreci"ne bel bağlasa da, 2009 Nisan'ında UBP seçimleri kazandı ve Eroğlu başbakan oldu, 2010'da da Talat görevini Eroğlu'na bırakmak durumunda kaldı.
2013'te gelinen noktada, UBP'nin "yolsuzluk" ve "skandal"larla zedelenen hükümeti, erken seçimle sona ermek durumunda kalırken, bu krizin ardında Cumhurbaşkanı Eroğlu ile kendi partisinden başbakanı İrsen Küçük'ün siyasal çatışmaları yatıyordu.
Talat döneminde, Talat-Hristofyas arasında ifade edilen "sosyalist kardeşlik" zemininde yürütülen "müzakereler"in de sonucu olmadı.
Yeni süreçte CTP lideri Özkan Yorgancıoğlu'nun, oğul Denktaş'la olası koalisyonu, 2015'e kadar Eroğlu'nun cumhurbaşkanlığı ile görev ifa edecek. Eroğlu yeniden seçilirse, bu hükümet değişimi, "tamamlanmamış bir süreci" ortaya koyacak. Talat gelirse, 2010'daki süreci devam ettirecek yeni bir inisiyatif ortaya koyabilir mi?
Soruları yanıtlayalım:
1- Nikos Anastasiades, 2004'te Rum Kesimi'nde %25'te kalan "evet" oyunu destekleyen bir "liberal" olarak, içinde bulunduğumuz senede Cumhurbaşkanı seçildi. 
2- Rum Kesimi, Yunanistan'da olduğu gibi "ekonomik kriz"in içinde ve kısa vadede hareket etmek istemiyor.
3-  "Ek protokol"ün uygulanmamasından dolayı, 8 müzakere başlığının askıya alındığı 2006 Kasım'ından beri, AB çıpası, siyasal anlamda Türkiye için belirleyici değil. Bunda AB üyelerinin başta Almanya ve Fransa olmak üzere tutumları da etkili oldu. 
4- Ekonomik krizle boğuşan, Yunanistan'daki Samaras hükümetinin gündeminde Kıbrıs konusu öncelikli değil.
5- 2004'te Rum Kesimi'ni "tek taraflı içine" alan AB, ne Türkiye, ne de KKTC'ye "doğrudan ticaret" sözünü yerine getiremedi, üstelik Türkiye-AB ilişkileri bir hayli yıprandı.
6- Ekonomik kriz ve Ortadoğu'da dalgalanmalarla uğraşan ABD'nin Türkiye'ye yönelik olası bir Kıbrıs baskısının reel politikte yeri yok.
7- Türkiye'deki mevcut siyasal iktidar ise AB çıpasını eskisi kadar, en azından dış politikada çok hissetmediği için, KKTC'de daha rahat hareket serbestisi arıyor. Kıbrıs açıklarındaki doğal gaz  ve petrol yatakları, pazarlık kozunu arttırıyor ve acelecilik gerektirmiyor. 2003 sonundaki bağlamıyla, Türkiye'den "sınırsız vize almış" bir CTP de yok artık.
Dolayısıyla, KKTC'deki seçim kısa vadede dengeleri değiştirmeyecek. Kıbrıs dışındaki aktörlerin ekonomik kriz ve Ortadoğu dalgalanmalarıyla yoğun gündemi içinde, sadece bir hükümet değişikliği olarak kalacak.   

21 Temmuz 2013 Pazar

ORTADOĞU'DA "ADI KONULMAYAN" REALİTE...

Şimdiye kadar verili zeminde tartıştığımız üzere, hep "Türkiye'deki Kürt sorunu"ndan söz ettik. Özellikle 12 Eylül 1980 askeri yönetiminin Diyarbakır Cezaevi başta olmak üzere uyguladığı akıl almaz işkence yöntemleri ve baskı politikalarıyla, konu "insan hakları" ve "demokratikleşme" zeminlerinde gündeme geldi. Bu elbette sorunun yaşamsal bir parçasıydı, ne var ki Ortadoğu'da bir "Kürt realitesi" olduğu, genelde görmezden gelindi. Sadece toplumun gözünden kaçırılan bir "gerçek" yoktu, devletin de var olan konuyla ilgili bir hazırlığı ya da uzun vadeli bir perspektifi bulunmamakta idi.
20 Temmuz 2013'te Cizre'den Hakkari'ye dek uzanan hatta "meşaleli kitleler" organize bir kutlama gerçekleştirdiler. Söz konusu kutlama, 20 Temmuz 2012'de Suriye'deki Kürt bölgesinde, PKK'nın uzantısı PYD'nin, "tek taraflı özerklik" ilanının yıldönümünü içeriyordu. Böylece 2011 Mart'ından itibaren, Suriye'de başlatılan, sözde Arap Baharı'nın yansıması bağlamında, Türkiye'deki siyasal iktidarın İhvan, ÖSO ve El Nusra çizgisindeki Esad karşıtı siyasetinin iflası görüldü. Ancak bu işin vurucu yanı değildi. Zaten El Nusra, sadece PYD'yle değil, ÖSO ile de çatışıyor, Suriye dışından gelen "gönüllüler", Suriyeli iktidar ve muhalif tüm grupları rahatsız ediyordu.
Konunun asıl ilginç olan boyutu, Suriye'deki Kürt realitesinin, örgütlü bir yapıyla, belli bir teritoryal alanda "fiili hükümranlık" kurmasıyla ete kemiğe büründü.
Batı'nın Irak-Suriye hakkındaki siyasaları, Kürt gerçeğini, her bir adımda daha da geliştirdi. ABD'nin 1991'deki 1. Körfez Savaşı ve 2003'deki 2.Körfez Savaşı'yla uyguladığı Irak'a yönelik askeri müdahaleler, Barzani'ye Kuzey Irak'ta, 2005 Irak Anayasası'na göre, özerk Kürdistan Bölgesel Yönetimi'ni kazandırdı. Barzani şimdi Türkiye, Suriye ve İran'daki Kürt örgütlere, "Kürdistan Ulusal Kongresi" çağrısı yapıyor. Barzani'nin Kürt gruplar arasında, en dikkat çekici rakibi olan PKK, İran'da PJAK'la, Suriye'de PYD ile bir "siyasal bir varlık" ortaya koyuyor. PYD'nin konumu ise bir "meydan okuma" gösterisi... Suriye'deki PYD antitesinin, Esad tarafından desteklendiği, bir hakikat olsa da, işi tüm derinliğiyle ifade etmiyor.
PKK terör örgütü, Türkiye'de "çözüm süreci" adı altında, İmralı-BDP-DTK yüzeyinde bir "siyasal çıkış" arasa da, PYD aracılığıyla Suriye'de kazanılan "teritoryal alanda" önemli bir "stratejik kazanım"ı sergiliyor.
Gelinen noktada "Ortadoğu'da adı konulmayan realite", günlük değerlendirmelerin ötesinde, geometrik bir sıçrama gösteriyor.
Ortadoğu'da "stratejik derinlik" hayalleri kuran, tarih-mezhep bağlamında bölgesel vesayet kurmaya çalışanlar, derslerine tekrar çalışmak, ezberlerini bozmak zorundalar. Zira Okyanus ötesinde ve bölgedeki "senaryo" çoktan değişti?