24 Eylül 2012 Pazartesi

21. YÜZYILDA SOSYAL DEMOKRASİ...

Sosyal Demokrasi kavramını ele aldığımızda, Marx'ın etkisinde kurulan Alman Sosyal Demokrat Partisi, II. Enternasyonal'den itibaren Bernstein ve Kautsky'nin tartışılan tezleri, İskandinavya modeli,  II. Dünya Savaşı'ndan sonra yayınlanan Frankfurt Bildirgesi, 1960'larda gündeme gelen "sosyal devlet" olgusu, Soğuk Savaş sonrası neo-liberalizmin etkisinde "yeni Sol" ve buna karşı yeni arayışlar hatırlara gelmektedir.
Sosyal Demokrasi günümüzde, reel sosyalizmin çöküşü ve liberal demokrasilerin yükselişinde "kendi Sağ"ıyla rekabet etmek durumunda kalmıştır. "Emeğin en yüce değer" olması, parlamenter demokrasinin içselleştirilmesi daha önceki dönemlerde öne çıkarken, çağımızda küreselleşme olgusunu da içererek, bunların yanısıra, yerelleşme, yönetişim, çevrecilik, kadın-erkek eşitliği, eşcinsel hakları, azınlık hakları, kimlik hakları ve pek çok konu Sosyal Demokrasi'yle anılmaktadır.
Zira Sosyal Demokrasi, demokraside 4 temel kategoriyi içermekte, "demokratik yaşam alanları"nın çoğaltılması konusunda tüm bir süreci ifade etmektedir. Şöyle ki, siyasal demokrasi, sosyal demokrasi, ekonomik demokrasi ve kültürel demokrasi başlıklarında, Sosyal Demokrasi bu kategorilerden biri olarak görülmekle birlikte, tüm hepsini kapsayan, emeğin üstünlüğü  ve toplumsal dayanışmayı çıkış noktası alan, daha çok üreten ve hakça bölüşen bir bakışı ortaya koyan bir orijin noktasından, "tam demokrasi"yi hedefleyen bir yüzeyi ete kemiğe büründürmektedir.
Bugün Sosyal Demokrasi, özellikle Ortadoğu'daki kaosta, Türkiye'deki AKP iktidarına karşı, Sosyalist Enternasyonal üyesi CHP'nin öncülüğünde, otoriter-hegemonik sisteme karşı, demokrasi seçeneğini ileri sürmeye çalışmaktadır. Atatürk'ün Cumhuriyet anlayışında ortaya koyduğu "yurttaş"ın konumu tehlikededir. AB üyesi ülkelerde eş zamanlı artan "yabancı düşmanlığı" ve "İslamcı radikal akımlar", göçle gelen nüfus üzerinden dile getirilmektedir.Sosyal Demokratların görevi, "önce insan"a, "birey"e dayalı bir siyaseti ön plana çıkartmaktır. Birey toplumun öznesi olmaktan çıkarsa, kişiler birey olmaktan çıkıp, etnik, mezhepsel ve dinsel cemaatlerin kulları olur. Cemaatlerde "demokrasi" olmaz, "biat" olur.
21. yüzyılda, "cemaatlerin federasyonu" yapılar başat hale gelirse, insanlar cemaat cendereleri içinde sıkışıverirler . İnsan olma yerini kul olmaya terkeder.
Sosyal Demokrasi'nin 21. yüzyıl hedefi, yeniden "birey"i tüm özellik ve potansiyeliyle siyasal-toplumsal yaşamın öznesi haline getiren bir anlayış olmalıdır...
Bu beraberinde unutulan ve unutturulan "emek mücadelesi"ni yeniden gündeme getirecektir. Öte yandan artık sadece imalat sektörü değil, eğitim, sağlık, medya ve eğlence sektörleri gibi, hizmet ağırlıklı alanlar, esnek çalışma modelleri, Sosyal Demokrasi'nin öncelikli konuları içinde değerlendirilmektedir.
Kimliklerin etkin biçimde "sosyal realite" olduğu bu süreçte, Sosyal Demokrasi, kimlikleri reddetme değil, toplumsal uzlaşı ve ifade özgürlüğü zemininde çözümler bulma konumundadır.
Sınıfsal, kimliksel talepler, "emeğe dayalı kitle partisi" ideolojisinde birleştirilmek ve sentezlenmek durumundadır.
Sosyal Demokrasi, 21. yüzyılın "toplumsal sözleşmesi"ni hazırlamak gibi ağır ve önemli bir görevi üstlenmek zorundadır. Daha fazla demokrasi ve insanca yaşanan bir dünya için...   

18 Eylül 2012 Salı

ULUSÇULUK BİTTİYSE?

Dışişleri bakanı Prof.Davutoğlu'nun 17 Eylül 2012'de Hürriyet'e verdiği mülakatta manşete taşınan tümce "Ulusçulukla hesaplaşmanın zamanı geldi" biçimindeydi. Bazen yapılan yorumlarda, siyasette aktif olan kişilere çok fazla haksızlık yapılabiliyor. Ancak sayın bakan, "bakanlığını" yaptığı devletin temel öznesini yadsıyor, yerine ise kitabındaki "tarihdaşlık" kavramını ekliyor. Aslında kendi içinde çelişkili bir ifade biçimine rastlıyoruz. Zira bu mülakatta olmasa da "tarihdaşlık", "dindaşlık" gibi  değerlendirmelerin yanısıra sayın bakan "soydaşlık" başlığını da Stratejik Derinlik'te ortaya koyuyor. Genel olarak ele aldığınızda, Orta Asya'dan Balkanlar'a oradan da Ortadoğu'ya uzanan geniş bir coğrafi alanda, kültürel, ekonomik ilişkilerle siyasal-toplumsal-iktisadi bir "etki alanı" tasarlanmış görünüyor.
Akademisyen bakanın, bilimsel analizleri aşan "hayalleri"ni bir başka yazıda uzun uzun ele alabiliriz. Ne var ki, kendi kitabında bu kadar "geniş bir coğrafya" çizmesine karşın, Ortadoğu Prof.Davutoğlu için öncelikli... Osmanlı tarihi ve İslam birlikteliği üzerinden, "tarihdaş" ve "dindaş" bir yüzeyde biçimlendirmeye çalıştığı Yeni Osmanlı, 19. yüzyılın son çeyreğinde tasfiye edilen Osmanlıcılık akımını çağrıştırıyor. Osmanlıcılık Tanzimat'ta gelişen bir akımdı. Tanzimatçılar, yukarıdan aşağıya gelişen Osmanlı modernleşmesini, Osmanlı öznesine dayandırarak, hangi din ve milletten olursa olsun, herkesi Osmanlı tebası sayıyordu. 19. yüzyılın son çeyreğinde Osmanlıcılık bizzat II.Abdülhamit tarafından geriye bırakılarak, İttihad-ı İslam akımı ortaya çıkarıldı. Nedeni ise Osmanlı'nın Hristiyan unsurlarının imparatorluktan ayrılması ve Türk-Arap birlikteliğinin vurgulanması idi. Bu politikanın başarısızlığı 1.Dünya Savaşı'nda Mekke Şerifi Hüseyin'in Osmanlı'ya "ihanetinde" olduğu gibi acı bir şekilde görüldü. 20. yüzyılın başında, II. Meşrutiyet'ten sonra ön plana gelen Türkçülük akımı ise Enver Paşa'nın onbinlerin yaşamına mal olan maceralarında yine acı bir sonla tarihte yerini aldı.
Atatürk milliyetçiliği tüm bunlardan ders alarak, "Türkiye Cumhuriyeti'ni kuran Türkiye halkına Türk milleti denir" özdeyişinde de görüldüğü üzere, imparatorluk bakiyesi olan değişik etnik, mezhepsel kimlikleri yurttaşlık çerçevesinde, Türk öznesinde ele aldı. Ancak bu hedef, Atatürk'ün tasarlamadığı bir bağlamda, Osmanlı'daki Müslüman kavramının devamı oldu. Öncelikle Lozan azınlıkları (Ermeni, Rum ve Yahudiler), resmen olmasa da fiilen kamusal görevlerden dışlandılar, Varlık Vergisi ve 6-7 Eylül gibi hadiselerle, ekonomideki konumlarını kaybettiler.
Kürtler Osmanlı'dan beri devam eden isyanlarını sürdürdüler. Aleviler Cumhuriyet'le nefes alsalar da, Osmanlı alışkanlıkları bürokraside kaybolmadı.
Davutoğlu Osmanlı'nın son dönemi dahil, yeni bir "Asr-ı Saadet" yaratma peşinde. Yeniden yazılan "resmi tarihte", Osmanlıcı-İslamcı bir ton egemen. Arap ülkeleriyle gösterilen dayanışma, Balkan Savaşı sonrası, Osmanlı'nın son 6 yılını anımsatıyor. 1912-1918 arasındaki Osmanlı Anadolu ve Arap yarımadasını kapsayan, dağılmakta olan bir imparatorluğu resmediyordu.
Bugünse Türk Dış Politikası'nda, Sünni Arap rejimleriyle bir dayanışma ortaya çıkıyor. Ulusçuluk yerine, Sünni enternasyonalizmi ABD'nin İran karşıtı politikalarında göze çarpıyor. Alevi yurttaşlar  bu fotoğrafta "sakıncalı" sayılıyor. Müslüman Kardeşler örgütünün Türkiye'de yaşayan lideri Riyad el Şukfa, 18 Eylül 2012'de Cumhuriyet'e verdiği mülakatta "Şii hilalini kıracağız" derken, "Amerikan-İslam sentezi"ni bir kez daha gözler önüne seriyor. Şukfa ilginç bir biçimde, Suriye'de Esad sonrası seçimleri liberaller kazanırsa, itiraz etmeyeceklerini söylüyor. İslamcı lider ilginç bir biçimde liberalleri İslamcıların rakibi olarak değerlendiriyor. Türkiye'de ise liberaller İslamcılık'la biten evliliği kurtarma çabası içinde.
Sünni dayanışmasıyla ortaya konulan "yeni Türk dış politikası", laik temellerden uzaklaşmış, serüven ve hayaller peşinde. Ulusçuluk'un bitmesine sevilen "liberaller", Sünni İslamcı paradigmanın organik değil ama üvey evlatları olma durumunda. Gerçekten de ibret verici günler yaşıyoruz...
          

12 Eylül 2012 Çarşamba

"İKİNCİ 11 EYLÜL"...

11 Eylül 2001'de New York'ta gerçekleşen ve binlerce ABD vatandaşının ölümüne neden olan "terör saldırıları"nın yıldönümünde, terör yine ABD'yi vurdu. Ancak bu sefer saldırı ABD topraklarında gerçekleşmedi, ABD'nin Libya Büyükelçisi J.Christopher Stevens ve üç elçilik görevlisi, Bingazi konsolosluğuna atılan roketle yaşamlarını kaybettiler. Yapılan değerlendirmelerde, büyükelçinin saldırının neden olduğu yangın sırasında boğularak can verdiği şeklinde...
Aslında 11 Eylül 2001'in, 1990'da baba Bush tarafından açıklanan "yeni dünya düzeni" açısından "sarsıcı bir etkisi" vardı. Her iki dünya savaşı dahil kendi topraklarında "vurulmayan" ve "dokunulmazlık"la tanımlanan ABD vuruldu. Üstelik vuran ne SSCB ne de yeni Rusya ya da Çin'di. El Kaide adlı Vahabi-Selefi öğretisine dayalı, daha önce adı sanı çok ta duyulmamış bir İslamcı örgüt, bu eylemleri üstlendi. New York'taki "ikiz kuleler", arkasında herhangi bir devletin olmadığı, militan bir örgüt tarafından, sivil uçakların "intihar saldırısı"na alet olduğu, alışılmamış yöntemlerle ortadan kaldırıldı. Ne var ki, El Kaide'nin kaynaklandığı Selefi anlayışı ABD tarafından Afganistan'da SSCB işgaline karşı "mücahit" örgütlenmesinde ve Çeçenistan'da Rusya'ya karşı kullanılmış, El Kaide lideri Bin Ladin, Afganistan'da CIA'nın "lojistik ve ideolojik eğitimi"nden geçmişti. Soğuk Savaş bitince "namlu" ABD'ye döndü ve vurmaya başladı.
El Kaide'nin saldırıları "asimetrik savaş" ya da "post modern savaş" olarak nitelendirildi. Zira artık siyasal ve askeri rekabet, devletler arası tekelinden çıkmıştı. Nitekim 11 Eylül 2001'den sonra olağanüstü toplanan NATO zirvesi, ABD'ye yönelik saldırıları, "kollektif savunmayı" içeren "5. madde" kapsamında kabul etti ve Afganistan'da El Kaide'yi yardım ve yataklık etmekle suçladığı Taliban yönetimine karşı, askeri operasyon kararını verdi. Afganistan'daki "hayalet avcılığı", 11 yıldan beri sürüyor. El Kaide terörünün gündeme getirdiği en önemli tezlerden biri, Samuel Huntington'un "Uygarlıklar Çatışması" idi. Önce makale, sonra kitap olan Uygarlıklar Çatışması, dünyadaki siyasal rekabeti, dinlere dayanan uygarlıklar çerçevesinde ele aldı ve "küresel muhafazakarlık"ı öne çıkardı. Oğul Bush'un birlikte çalıştığı "yeni muhafazakarlar" da bu işten epey nemalandı. Ilımlı İslam önerileri ise, radikalleşen İslami hareketlerin piyasacı ve Batıcı bir zemine kaydırılması ancak Batı sistemine dahil edilmemesi bağlamında ele alındı. Türkiye'ye AKP iktidarı yüzeyinde "model ülke" olma rolü biçildi.
11 Eylül 2012'ye gelindiğinde ise, "Arap Baharı" adı verilen, sosyo-ekonomik taleplerle ortaya konulan kitlesel gösterilerin, Müslüman Kardeşler (İhvan) tarafından nüfuz altına girmesiyle, giden diktatörlerin yerini İslamcı, otoriter ama Batı'yla "sorunsuz" yönetimlerin almasını sağladı. Tunus'ta Raşid Gannuşi'nin Ennahda'sı, Mısır'da Mursi'yi cumhurbaşkanı seçtiren Hürriyet ve Adalet Partisi iktidarları böyle oluştu. Bu arada Libya'da Kaddafi, NATO operasyonuyla devrilirken, ülke ikiye bölünmenin eşiğne geldi. Suriye'de tasarlanan İhvan düşü ise, Esad yönetiminin direnmesiyle "gecikmiş bahar"a dönüştü.
Obama yönetiminin 2011-2012 döneminde, İsrail hükümetiyle zıtlaşan ve İhvan'la flört eden "Ortadoğu yaklaşımı", 12 Eylül 2012'de ABD'nin  Libya Büyükelçisi'nin öldürülmesiyle iflas etti. Üstelik iki aydan az bir zaman sonra, ABD başkanlık seçimleri var. 11 Eylül'de ABD'nin Mısır'ın başkenti Kahire'deki büyükelçiliği de yine Selefi gruplarca baskına uğratılmaya çalışılmış, büyükelçiliğin duvarlarına tırmanmaya çalışan göstericiler, ABD güvenlik görevlilerinin açtığı uyarı ateşleriyle dağılmak durumunda kalmıştı. Tüm bu olaylara neden olan da eski bir emlakçı olan, ABD'nin California eyaletinde yaşayan ve kendisini İsrailli bir Yahudi olarak tanıtan 56 yaşındaki Sam Bacile'ın Youtube'da yayınlanan 13 dakikalık videosu. "Müslümanların Masumiyeti" adını taşıyan video, Hz. Muhammed'i aşağılayan ve hakaret eden, kaba bir çalışmayı ifade ediyor. Tam da Huntington'a göre bir "yaklaşım"???
Bacile'ın "provokatif" filmi, nasıl kitleleri  sokağa döktü? Bu hakaretleri içeren video, nasıl hedefine ulaştı? Sorular çok ama, her bir provokasyonda Selefiler "Arap Sokağı"na hakim olursa, İhvan yönetimleri de kısa  bir vadede tarihe karışabilir. İkinci Ilımlı İslam denemesi İhvan'la son bulurken, Selefiler "Uygarlıklar Çatışması"nı yaşama geçirip, El Kaide'yi İhvan'la yer değiştirebilirler.
Türkiye'nin "laik modeli"ni, Atatürk'ün "yurtta barış, dünyada barış"ını aşağılayanlar, "nasıl bir Ortadoğu yarattık" sorusunu sorduklarında iş işten geçmiş olacak? Obama bakalım Kasım'da ne yapacak?