15 Ağustos 2015 Cumartesi

KAOSUN KAVŞAKLARI...

Türkiye gerçekten de akıl almaz bir "terör sarmalı"nın içinde gözüküyor. Ne var ki yaşananların hiç biri ne yazık ki sürpriz değil. İnanılmaz bir aymazlıkla gelinen aşama, ülkemizin bütünlüğü ve iç alaşımı açısından yaşamsal riskler taşıyor.
Temmuz 2015, Türkiye'de PKK terörünün yeniden can almaya başladığı bir momentumu işaret etti. Öte yandan IŞİD terörü Türkiye'yi ve gençlerini acımasızca vurdu. "Çifte terör" ateşi altında kalan Cumhuriyet, siyasal hesapların altı ay arayla üst üste iki seçim yaptırma gönüllüsü olduğu zeminde, inanılması güç bir zafiyet gösteriyor.
IŞİD'in, ABD'nin Irak'a yönelik 2003'deki 2.Körfez Savaşı ve 2011'deki Suriye kaosunun ardından, nasıl bir geometrik sıçrama gösterdiği, sadece Suriye ve Irak'ta değil, Libya'dan Afganistan'a uzanan coğrafyada El Kaide'nin yerini aldığı net bir biçimde görülebiliyor. Öte yandan siyasal iktidarın "Esad karşıtı" politikaları, ABD'nin göz yuman davranışları, Esad'ın bir dönem IŞİD'in gelişimine kayıtsız kalması, ortada deyim yerindeyse "doymayan bir canavar" yarattı.
PKK'nın 2013'te başlattığı, KCK yapılanması aracılığıyla 11 Temmuz 2015'te durdurduğu "çatışmasızlık ortamı" ise, sadece seçim ve başkanlık hesaplarıyla açıklanabilecek bir durum değil. Ancak elbette bağımlı değişkenlerin arasında korelasyonel bir ilişki var. Şöyle ki, siyasal iktidarın, bürokrasi diye tanımladığı güvenlik ve istihbarat birimleriyle, PKK terör örgütü başı Öcalan arasındaki "diyalog süreci" , 2012 Şubat'ında istihbarat şefinin savcılık tarafından çağrılması, konunun dönemin başbakanı Erdoğan'a uzandığı iddiaları, AKP-Cemaat arasındaki zıtlaşma ve hesaplaşmanın başlangıcı oldu. 17-25 Aralık 2013'te siyasal iktidar ve kabine mensuplarına yönelik soruşturmalar, bu hesaplaşmanın devamı olarak algılandı.
Bununla birlikte, siyasal iktidarın 2005'ten beri başlattığı "Kürt açılımları", hem terör örgütü, hem de örgütün yerel unsurları arasında önemli beklentiler yarattı. 2013-2015 dönemindeki "çatışmasızlık", "akil adamlar", "neo-liberal entelektüeller", çeşitli aşamaları öngören bir "çözüm süreci" ile birlikte anıldı. Sözkonusu "çözüm süreci", 2015 Nevruz'unda PKK terör örgütü  lideri Öcalan'ın Diyarbakır mitinginde açıklanacak sözleri ile ileri bir aşamaya kavuşaak, 7 Haziran 2015 genel seçimleri sonrası, kapsamlı bir anayasa değişikliği ile "çözüm süreci", PKK'nın taleplerinin bir bölümünün karşılandığı, siyasal iktidar açısından ise "başkanlık hayalleri"nin yerine getirildiği bir zemine oturacaktı. Bu çerçevede HDP'nin ve genel başkanı Demirtaş'ın "seni başkan yaptırmayacağız" başlığındaki siyaseti, bu ümitleri suya düşürdü. Zaten bu politikayı teşvik eden anlayış, Erdoğan'ın hem Şubat 2015'teki "Dolmabahçe mutabakatı"nı reddeden, hem de Nevruz öncesi "Kürt sorunu yoktur" diyen sözleriyle belirginleşmişti. Erdoğan'ın tavır değişikliğinde pek çok alt başlık tespit edilebilir. Ancak Sağ siyasetteki "milliyetçi oy"ları kaybetmeme arayışı, tek başına olmasa da, keskin siyasal rekabette belirleyici bir aşamayı ifade etti.
11 Temmuz 2015'te "çatışmasızlık" durumunun KCK aracılığıyla yapılması bir rastlantı değildir. KCK, PKK terör örgütü açısından, "sivil örgütlenme" başlığında değerlendirilmektedir. Sözkonusu "sivil örgütlenme",  hiyerarşik bir disiplinle, kamu otoritesine karşı, paralel bir "düzen" kurmayı öngörmektedir. Bu çerçevedeki "paralel örgütlenme", silahlı bir gücün, terör örgütünün vesayetinde "alternatif bir yapı" kurmayı anlatmaktadır. Ağustos 2015'te birbiri ardına ilan edilen "özerklik" ilanları birer rastlantı değildir. Kamuoyunun gündemine Şırnak ve Yüksekova'yla gelen, "sözde özerklik" ilanları, orta vadeli bir stratejinin gelinen son aşamasıdır.
Oral Çalışlar'ın yazdığı "Kürt kentlerinde özyönetim" başlıklı makale, gelinen noktadaki fotoğrafı vurgulamaktadır. ( http://www.radikal.com.tr/yazarlar/oral_calislar/kurt_kentlerinde_ozyonetim_ilani-1415641?utm_source=sm_fb&utm_medium=free&utm_term=post&utm_content=kurt_kentlerinde_ozyonetim_ilani-1415641&utm_campaign=yazarlar)
Terör örgütü, "öz savunma" adını verdiği "yerel yönetim" modelinde, KCK'yı öne sürmekte, Türkiye'ye "ulus-devleti bitirmezse" eylemlerini sürdürme tehdidinde bulunmaktadır. PKK açısından, İslamcı kodları güçlü olan iktidar partisinin, ulus-devleti son tahlilde dışlayamayan durumunun verdiği rahatsızlık, süreci hızlandırmıştır.  "Çözüm süreci"nde karşılanmayan beklentiler, terör eylemleriyle ortaya konulmaktadır. 2015 seçimleri sonrasında PKK'nın Türkiye'ye yönelik "toptan bir kalkışma" içine girmesi, bir an önce "özerklik" adını verdikleri düzene, silah yoluyla geçme planını sergilemektedir. Barzani-Türkiye arasındaki yüzeyde, "dışlanma" sendromu yaşayan PKK, bu süreçte hiç olmazsa "özerklik" aşamasını, Türkiye'yi zorlayarak, Batı'dan Doğu'ya karıştırarak elde etmeye çalışmaktadır.Suriye-Irak cephesindeki sınırların karışması, PYD'nin Suriye'deki teritoryal kantonları, Türkiye'de benzer "kantonlaşma" arayışı, bir bütünlüklü stratejiyi dile getirmektedir.  
"Türkiye'de yönetim sistemi değişmiştir" sözüyle, anayasal hukuk devletinde, fiili durum oluştuğu algısı, böylesine bir "kalkışma" döneminde, çok talihsiz bir "hayal ifadesi" olmuştur. İki seçim arasında, kamuoyu yoklamaları ile "terör sayacı"nın medya tarafından ölçümlendiği algısı, seçim kazanıp/kazanamama hesapları, içine girdiğimiz girdabı anlamaktan çok uzak bir durumu ortaya koymaktadır.
Türkiye'nin "terörle mücadelesi"ni gayrımeşru, PKK/KCK eylemlerini "hak arama " gören anlayış, zaman zaman ana akımda da, yerini bulan, korkunç bir aymazlığı ete kemiğe büründürmektedir. Siyasal iktidarın farlı hesapları olabilir. Ancak Türkiye, "terörle mücadele"yi, demokratik sistem içinde yerine getirmek zorundadır. Bu devlet olmanın gereğidir.
HDP'nin Ağustos 2014 Cumhurbaşkanlığı seçimleri, 2015 Haziran genel seçimlerinde elde ettiği kamuoyu desteği, Temmuz 2015'ten beri süren kaosta, olası bir "tekrar seçim"de merak edilmektedir. "Türkiyelileşme" iddiası, "öz savunma" ve "özyönetim" ya da "özerklik" başlıklarıyla ne kadar uyuşacak, ya da HDP kendini aşacak mıdır?
PKK/KCK'nın sivil halkı örgütleyerek, "halk savaşı" başlatma iddiası, bir "kalkışma" durumudur. İç savaş senaryolarının ele alındığı zeminde, Türkiye gerçekten de "tehdit" altındadır.
Hiç bir ülke terör tehdidine boyun eğemez. Siyasal iktidar eğer buradan sonuç çıkarmaya kalkar, Kasım 2015'te "daha otoriter" bir başkanlığın hayali kurarsa, "meleklerin cinsiyetini tartışıyor" demektir.
Kaosun kavşakları, Türkiye'yi ekonomik, siyasal düzeyde, Ortadoğu belirsizliğinde önemli risklerle karşı karşıya bırakmaktadır.
Türkiye, siyasal ve toplumsal zeminde, demokratik bir birlik ve dayanışmayı  yaşama geçirmek durumundadır.
DURUM GERÇEKTEN VAHİM....
QUO VADIS?
   

13 Ağustos 2015 Perşembe

"TEKRAR SEÇİM" SARMALI...

Temsili demokrasilerde seçimlerin işlevi, siyasal açıdan odak olmanın yanısıra, aynı zamanda "kutsanan" bir davranışa dönüşmüştür. Zira siyasal iktidarın kağıt üzerinde seçmenler tarafından belirlendiğine dair kanaat, sistemin devamı açısından esastır. Bu sayede temsili demokrasiler, siyasal-toplumsal zeminde meşruiyet kazanırlar. Seçmenlerin oyları sonucunda ortaya çıkan sonuçlar, tarihsel süreç içinde "irade" diye adlandırılmaya başlanmıştır. Böylece seçim sonucunda oluşan tablo, mutlak krallıklardaki, hükümdarın "irade"si yerini almıştır. Rousseau, "genel irade" olarak adlandırdığı yüzeyde, "seçmen iradesi"ni, ulus-devletteki temel öznenin, yani ulusun iradesi diye nitelendirmiştir.
Türkiye'de 1946'da çok partili sistem geçildiğinden beri, Sağ siyasetler, "milli irade"yi, üçüncü tekil şahıs olarak kutsamışlar, "milli irade"nin yanılmazlığı üzerinde durmuşlardır. Rousseau'nun "yanılmaz genel irade" bakışı, zaman içinde, çok partili yaşamda, otoriter Sağ iktidarların meşruiyet zemini olmuş, söz konusu sivil otoriter Sağ siyasetler, yine bir başka otoriter bakış açısıyla, silahlı darbelerle, askeri müdahalelerle "reset"lenmiştir. Bu çerçevede Türkiye siyasetnin değişmez yazgısı, otoriter sivil ve askeri yönetimler arasında el değiştiren, topluma, halk katmanlarına, çalışan halk kesimlerine kapalı, katılımcılıktan uzak, sandık fetişizmini demokrasi diye yutturan, "dar alanda kısa paslaşmalar"la ifade edilegelmiştir.
Türk siyasal yaşamında bir ilk olarak, eğer kesinleşirse, aynı yıl içinde iki genel seçim yaşanma olasılığı var. Üstelik söylendiği gibi yaşama geçerse, iki seçim arasındaki zaman dilimi 6 ay, -evet sadece 6 ay olacaktır. Komşumuz Yunanistan da bir dönem, seçim zincirine kapılıvermiş, bir biçimde siyasal bir istikrar yüzeyi, bir kaç seçim sonra kazanılmıştı.
Türkiye'de ise 12 Eylül zihniyetinin yarattığı tasarım, ülkenin dinamiklerine ağır zarar verdiği gibi, 2002'den beri süren AKP iktidarı, otoriter Sağ siyasetini, Erdoğan'ın "tek adam" yönetimi algısı bağlamında sürdürüyor. İlginç olan, müstafi hükümetin başbakan yardımcısı Arınç'ın geçen ay yaptığı bir konuşmada olduğu gibi, "sanki hiç seçim olmamış" havası yaratıldı. 7 Haziran'da birinci parti olmasına karşın, tek başına iktidarı kaybeden AKP, Erdoğan'ın vesayetinden kurtulamamakla suçlandı. Bu fotoğrafta, sadece iktidar değil, 12 Eylül anayasasının çarpık siyasal düzeninin de payı var. 1982 anayasasında, cumhurbaşkanı "yürütme"nin başı haline getirildiği için, her ne kadar, 2014'e kadar, meclis ve hükümet üzerinde bu yetkisini kullanmayan cumhurbaşkanları olsa da, hükümet yapılarında bir "başsızlık" potansiyeli doğurdu. 2007'deki referandumla, cumhurbaşkanının "halk oyu"yla seçilmesi, anayasa maddesi haline gelince, "milli irade"nin temsilcisi olduğunu iddia eden cumhurbaşkanlığı modeli, anayasadaki "yürütme"nin başı olma halini, iktidar partisi ve meclis çoğunluğunun da başı olma biçimine dönüştürme noktasına getirdi. Yargı da bu zemine eklenince, demokratik siyasetin yollarında tıkanma emareleri oluştu. 7 Haziran 2015 sonuçlarını beğenmeyen "irade", Kasım 2015'teki "tekrar seçim"le bunu düzeltme mesajını seçmene verdi. Böylece "milli irade"nin herşeyin üstünde olmadığı, siyasal ajandaya göre revize edilebileceği görüldü. Benzer sonuçlar çıkarsa, 2016'da yeni bir seçim olasılığı var mı? Ya da, koalisyon aritmetiği olursa, seçmen "hükümetsizlik" sopasıyla mı yola getirilmeye çalışılıyor? Bunlar aslında çok tehlikeli sorular.
Temmuz 2015'ten beri, Türkiye'nin IŞİD ve PKK terörüyle eş zamanlı mücadele etmek zorunda kalması, "çözüm süreci"nin rafa kaldırılması, İncirlik üssünün "IŞİD karşıtı" koalisyonun ana hava karargahı haline gelmesi, ABD'nin Ortadoğu'ya dönük askeri hareketlerinde yeni üslerin verilmesi olasılığı, öte yandan hala Türkiye hakkında IŞİD'le ilgili süren suçlamalar??? Bu baş döndürücü diplomatik ortamda, terörün günlük yaşamı tehdit eden kaotik bir hal alması, bugünkü AKP-CHP koalisyon görüşmesinin olumsuz sonuçlanmasıyla, ABD Doları ve Euro'nun tarihi rekorlar kırması, borsadaki ağır kayıplar, Eylül'de küresel ekonomik krizin ülkemizde siyasal istikrarsızlıktan dolayı daha fazla hissedilmesi senaryoları, oldukça baş döndürücü bir tablo çiziyor.
Ekonomide 2015 "kayıp yıl" olarak ilan edilirken, Kasım'da da siyasal aritmetik değişmezse, Erdoğan'ın olası tavrı oldukça merak ediliyor.
"Bekleme odası"na parlamenter sistem değil de, kafalardaki "başkanlık sistemi" girince, 1982 anayasasında zedelenen parlamenter yapının, restorasyonu bir ihtiyaç olarak öne çıkıyor.
Ülkemizde, Haziran-Kasım 2015 arasındaki belirsizlik, ileride tarihte nasıl yazılacak, merak konusu. Herhalde  kaotik bir dönem, bir "korku tüneli" metaforuyla anlatılacak.
Ancak en büyük tehlike şuradadır. Seçmen kendi oyunun, siyasal iktidarın belirlenmesinde, dekorasyon bağlamında bile anlam taşımadığına kanaat getirirse, bu sistemin bir meşruiyet krizine girmesi demektir. Bu tür bir ortam, demokratik sisteme duyulan güven ve inancı zedeler, toplumun zihni karışır.
AKP-MHP arasında "yarı zamanlı" rekabet, "yarı zamanlı" dayanışma hali, siyasal spektrumda, riskli bir "Sağ tekel" yarattı. Sosyolojik "Sağ cephe", 1970'lerde de "MC'ler olarak" hatırlardadır. Öte yandan PKK terörünün yoğunlaşmasıyla, HDP'nin "baraj altında" kalacağı ve konuyla ilgili kamuoyu araştırmalarının yayınlanması ve kamuoyu yaratılması hamleleri, siyasette korkunç bir kördöğüşünün işaretlerini vermektedir.
Türkiye'nin demokratik ve Cumhuriyetçi bir Sol seçeneğe ivedilikle gereksinimi vardır. CHP, üzerindeki tarihi sorumluluğu, artık bir oy sıçraması yaparak, yerine getirmek durumundadır.
Aksi halde kayıp olan sadece 2016 olmaz, koskoca bir ülkenin geleceği olur. 

"TEKRAR SEÇİM" SARMALI...

Temsili demokrasilerde seçimlerin işlevi, siyasal açıdan odak olmanın yanısıra, aynı zamanda "kutsanan" bir davranışa dönüşmüştür. Zira siyasal iktidarın kağıt üzerinde seçmenler tarafından belirlendiğine dair kanaat, sistemin devamı açısından esastır. Bu sayede temsili demokrasiler, siyasal-toplumsal zeminde meşruiyet kazanırlar. Seçmenlerin oyları sonucunda ortaya çıkan sonuçlar, tarihsel süreç içinde "irade" diye adlandırılmaya başlanmıştır. Böylece seçim sonucunda oluşan tablo, mutlak krallıklardaki, hükümdarın "irade"si yerini almıştır. Rousseau, "genel irade" olarak adlandırdığı yüzeyde, "seçmen iradesi"ni, ulus-devletteki temel öznenin, yani ulusun iradesi diye nitelendirmiştir.
Türkiye'de 1946'da çok partili sistem geçildiğinden beri, Sağ siyasetler, "milli irade"yi, üçüncü tekil şahıs olarak kutsamışlar, "milli irade"nin yanılmazlığı üzerinde durmuşlardır. Rousseau'nun "yanılmaz genel irade" bakışı, zaman içinde, çok partili yaşamda, otoriter Sağ iktidarların meşruiyet zemini olmuş, söz konusu sivil otoriter Sağ siyasetler, yine bir başka otoriter bakış açısıyla, silahlı darbelerle, askeri müdahalelerle "reset"lenmiştir. Bu çerçevede Türkiye siyasetnin değişmez yazgısı, otoriter sivil ve askeri yönetimler arasında el değiştiren, topluma, halk katmanlarına, çalışan halk kesimlerine kapalı, katılımcılıktan uzak, sandık fetişizmini demokrasi diye yutturan, "dar alanda kısa paslaşmalar"la ifade edilegelmiştir.
Türk siyasal yaşamında bir ilk olarak, eğer kesinleşirse, aynı yıl içinde iki genel seçim yaşanma olasılığı var. Üstelik söylendiği gibi yaşama geçerse, iki seçim arasındaki zaman dilimi 6 ay, -evet sadece 6 ay olacaktır. Komşumuz Yunanistan da bir dönem, seçim zincirine kapılıvermiş, bir biçimde siyasal bir istikrar yüzeyi, bir kaç seçim sonra kazanılmıştı.
Türkiye'de ise 12 Eylül zihniyetinin yarattığı tasarım, ülkenin dinamiklerine ağır zarar verdiği gibi, 2002'den beri süren AKP iktidarı, otoriter Sağ siyasetini, Erdoğan'ın "tek adam" yönetimi algısı bağlamında sürdürüyor. İlginç olan, müstafi hükümetin başbakan yardımcısı Arınç'ın geçen ay yaptığı bir konuşmada olduğu gibi, "sanki hiç seçim olmamış" havası yaratıldı. 7 Haziran'da birinci parti olmasına karşın, tek başına iktidarı kaybeden AKP, Erdoğan'ın vesayetinden kurtulamamakla suçlandı. Bu fotoğrafta, sadece iktidar değil, 12 Eylül anayasasının çarpık siyasal düzeninin de payı var. 1982 anayasasında, cumhurbaşkanı "yürütme"nin başı haline getirildiği için, her ne kadar, 2014'e kadar, meclis ve hükümet üzerinde bu yetkisini kullanmayan cumhurbaşkanları olsa da, hükümet yapılarında bir "başsızlık" potansiyeli doğurdu. 2007'deki referandumla, cumhurbaşkanının "halk oyu"yla seçilmesi, anayasa maddesi haline gelince, "milli irade"nin temsilcisi olduğunu iddia eden cumhurbaşkanlığı modeli, anayasadaki "yürütme"nin başı olma halini, iktidar partisi ve meclis çoğunluğunun da başı olma biçimine dönüştürme noktasına getirdi. Yargı da bu zemine eklenince, demokratik siyasetin yollarında tıkanma emareleri oluştu. 7 Haziran 2015 sonuçlarını beğenmeyen "irade", Kasım 2015'teki "tekrar seçim"le bunu düzeltme mesajını seçmene verdi. Böylece "milli irade"nin herşeyin üstünde olmadığı, siyasal ajandaya göre revize edilebileceği görüldü. Benzer sonuçlar çıkarsa, 2016'da yeni bir seçim olasılığı var mı? Ya da, koalisyon aritmetiği olursa, seçmen "hükümetsizlik" sopasıyla mı yola getirilmeye çalışılıyor? Bunlar aslında çok tehlikeli sorular.
Temmuz 2015'ten beri, Türkiye'nin IŞİD ve PKK terörüyle eş zamanlı mücadele etmek zorunda kalması, "çözüm süreci"nin rafa kaldırılması, İncirlik üssünün "IŞİD karşıtı" koalisyonun ana hava karargahı haline gelmesi, ABD'nin Ortadoğu'ya dönük askeri hareketlerinde yeni üslerin verilmesi olasılığı, öte yandan hala Türkiye hakkında IŞİD'le ilgili süren suçlamalar??? Bu baş döndürücü diplomatik ortamda, terörün günlük yaşamı tehdit eden kaotik bir hal alması, bugünkü AKP-CHP koalisyon görüşmesinin olumsuz sonuçlanmasıyla, ABD Doları ve Euro'nun tarihi rekorlar kırması, borsadaki ağır kayıplar, Eylül'de küresel ekonomik krizin ülkemizde siyasal istikrarsızlıktan dolayı daha fazla hissedilmesi senaryoları, oldukça baş döndürücü bir tablo çiziyor.
Ekonomide 2015 "kayıp yıl" olarak ilan edilirken, Kasım'da da siyasal aritmetik değişmezse, Erdoğan'ın olası tavrı oldukça merak ediliyor.
"Bekleme odası"na parlamenter sistem değil de, kafalardaki "başkanlık sistemi" girince, 1982 anayasasında zedelenen parlamenter yapının, restorasyonu bir ihtiyaç olarak öne çıkıyor.
Ülkemizde, Haziran-Kasım 2015 arasındaki belirsizlik, ileride tarihte nasıl yazılacak, merak konusu. Herhalde  kaotik bir dönem, bir "korku tüneli" metaforuyla anlatılacak.
Ancak en büyük tehlike şuradadır. Seçmen kendi oyunun, siyasal iktidarın belirlenmesinde, dekorasyon bağlamında bile anlam taşımadığına kanaat getirirse, bu sistemin bir meşruiyet krizine girmesi demektir. Bu tür bir ortam, demokratik sisteme duyulan güven ve inancı zedeler, toplumun zihni karışır.
AKP-MHP arasında "yarı zamanlı" rekabet, "yarı zamanlı" dayanışma hali, siyasal spektrumda, riskli bir "Sağ tekel" yarattı. Sosyolojik "Sağ cephe", 1970'lerde de "MC'ler olarak" hatırlardadır. Öte yandan PKK terörünün yoğunlaşmasıyla, HDP'nin "baraj altında" kalacağı ve konuyla ilgili kamuoyu araştırmalarının yayınlanması ve kamuoyu yaratılması hamleleri, siyasette korkunç bir kördöğüşünün işaretlerini vermektedir.
Türkiye'nin demokratik ve Cumhuriyetçi bir Sol seçeneğe ivedilikle gereksinimi vardır. CHP, üzerindeki tarihi sorumluluğu, artık bir oy sıçraması yaparak, yerine getirmek durumundadır.
Aksi halde kayıp olan sadece 2016 olmaz, koskoca bir ülkenin geleceği olur.