19 Aralık 2017 Salı

TRUMP’IN ‘İLKELİ REALİZM’ FANTEZİSİ


http://politikaakademisi.org/2017/12/19/trumpin-ilkeli-realizm-fantezisi/

Uluslararası İlişkiler alanında, klasik olarak muhafazakarların ‘Realizm’ ve liberallerin ‘İdealizm’ bakışları, günümüzde yapısalcı, post-yapısalcı eğilimler ve güncelleştirilmiş kuramlara karşın halen literatürde yer bulmakta ve dikkate alınmaktadır. Özetle, Disraeli’den Churchill gibi devlet adamlarına ve George Kennan gibi danışmanlardan Morgenthau’ya uzanan “Realist” bakış, gücü merkeze alan, çıkarları maksimize etmeyi uluslararası siyasetin temel zemini olarak kabul eden ve askeri yapıyı ve ekonomik ilişkileri bu çıkarları empoze etmek adına kullanmayı hak gören bir yüzeyde kendisini ifade eder. Liberallerin Bentham’dan beri, “devletler meclisi” ve Kant’ın “İdeal Avrupa devleti” noktasından hareket eden vizyonu ise, 20. yüzyılda ABD Başkanı Wilson’ın ilkeleri ile bütünleşip, gelişmiştir. Bu çerçevede, Uluslararası İlişkileri değerler ve kurumlar üzerinden yürütmeyi esas alan ve Realizm’in karamsarlığı yerine, insanlığın barış ideallerini ön plana aldığını iddia eden bu anlayış, Milletler Cemiyeti ve Birleşmiş Milletler örgütünün de zihinsel anlamda  fikir babasıdır. Ne var ki, liberallerin “İdealist” anlayışı, sömürgeciliğe ve kolonyalizme çoğu zaman altını çizdiğimiz ilkelere rağmen siper olmuştur. “Ulusların kendi kaderini tayin hakkı” derken, mandaların oluşturulması, ülkelerin bölünmesi, MC ve sonra BM kararlarının hep güçlülerden yana olması, Soğuk Savaş sonrasında “insani müdahale” adı altında yapılan askeri operasyonlar ve pek çoğu, söz ettiğimiz çerçevede söylenebilir.
ABD Başkanı Donald Trump’ın 18 Aralık 2017’de açıkladığı, “Trump’ın ilk güvenlik stratejisi” adı verilen dokümanda, muhafazakarların Realizm akımına, mahçup bir makyaj yapılmaya çalışılmıştır (https://www.whitehouse.gov/wp-content/uploads/2017/12/NSS-Final-12-18-2017-0905.pdf). “İlkeli Realizm” diye ifade edilen anlayış, gücü merkeze alan bakışı, bizzat strateji içinde dile getiriyor. Bununla birlikte, “İlkeli Realizm’e dönüş” olarak betimlenen stratejide, güç ve çıkarların merkeziliği, Amerikan değerleriyle harmanlanarak meşrulaştırılmaya çalışılıyor. Belgedeki tarif şu biçimdedir: “Realizm, gücün merkezi rolünü temel almaktadır, güçlü ve egemen devletler barış dolu bir dünya için umuttur.” Deyim yerindeyse, askeri güç kullanımı ve müdahalecilik, hukuk devleti, bireysel haklar gibi başlıklar altında, meşru bir zeminde ele alınmaya gayret ediliyor. Bu çaba, aslında oğul Bush dönemindeki ulusal güvenlik stratejilerinde de, “demokrasi ihracı” gibi sözde amaçlarla ortaya konuluyordu. Gösterişli “İlkeli Realist” Trump politikasında, Çin ve Rusya ABD’nin rakipleri olarak teyit edilirken, İran ve Kuzey Kore ise bölgesel anlamda tehditler olarak yineleniyor. Füze savunma kapsamının genişletilmesinde ise, adı geçen ülkeler aynı kategoride, hep birlikte “gerekçe” olarak değerlendiriliyor. Bir başka tehdit başlığı ise, alışageldik üzere “terör” kapsamında işleniyor. Şu ifade “cihatçı terör” tanımıyla dikkat çekmektedir. “Cihatçı teröristler masum insanları ideolojilerine kurban etmekte, uluslararası suç örgütleri toplumlara uyuşturucu ve şiddet yaymaktadır.” Oğul Bush’un “yeni muhafazakarları” gibi, Trump’ın “ilkeli muhafazakarları” da cihatçı ideolojiye karşı konumunu vurgulamaktadır.  Dünyayı dinlere dayalı uygarlıklara bölen ve aralarındaki çatışmalara prim veren Huntington zihniyeti, burada da göze çarpmaktadır. Buradan yola çıkılarak, terörizm tehdidi, Soğuk Savaş sonrasındaki pek çok ABD ulusal güvenlik stratejisinde olduğu gibi öne çıkarılmaktadır. “Terörizm tehdidi, kitle imha silahları, uyuşturucu hattı ve uluslararası suç şebekeleriyle birlikte artmaktadır.” Öncelikli olarak ABD topraklarının korunması pekiştirilmekte; bu kapsamda sınır kontrolü ve göçmen politikasını sıkılaştırma duyurulmaktadır. Siber tehditler başlığı ise, her bir strateji dokümanında daha fazla yer kaplamaktadır. Daha önce yeni muhafazakarların “haydut devlet” ya da “başarısız devlet” kategorilerine ek olarak, “kırılgan devletler” ve “otoriter liderler” tabirleri kullanılmaktadır.
Bu boyutuyla “stratejik değişim” getirmekten çok, muhafazakar politikaların yinelenmesi olarak ele alınabilecek stratejide, ilk bakışta “ABD topraklarının korunması”na verilen öncelik, izolasyonizm yanılgısı getirebilir. Halbuki, “İlkeli Realizm” başlığı altında, yerkürede, gerek Çin ve Rusya gibi ABD rakiplerine, gerekse İran ve Kuzey Kore gibi ABD açısından bölgesel tehditlere ve cihatçı terörizm tehdidine karşı “müdahalecilik” öngörülmektedir. Bu arada, IŞİD ve El Kaide terör örgütleri bizzat strateji içinde geçmekte, “cihatçı terör”, terörün içinde en fazla vurguyu içermektedir.
Suriye Devlet Başkanı Beşar Esad, Trump’ın “ulusal güvenlik stratejisi” yayınlandığı gün medyaya verdiği demeçte, ABD tarafından korunan PYD’yi “hain” olarak ilan eden ifadeler kullandı. Irak’ta Barzani’nin güç kaybı, Suriye’de Rusya’nın nüfuzu ve Esad’ın ağzıyla ABD dominansının reddi, İran-Rusya işbirliğinin bölgede artan konumu, neredeyse NATO müttefiki Türkiye’nin “kaybedilmesi” riski, özellikle son Kudüs kararıyla, bölgedeki aktörler ve Filistin Otoritesi tarafından “tarafsızlığı” ve “arabuluculuk” rolü reddedilen durumuyla Trump’ın stratejisi pek işler gözükmemektedir. Bununla birlikte, Suudi Arabistan, Mısır ve Körfez ülkelerinin öncülüğünde, İsrail’i de içine alan “İran karşıtı cephe” beklenen sonuca ulaşacak mıdır? Yoksa, bizzat ABD dokümanındaki ifadesiyle, Rusya ve Çin gibi rakipler hesabı karıştıracak mıdır?  2018 öncesinde, “Trump’ın ABD’si”nin  stratejisi çıkmaz bir sokakta gibi gözükmektedir…
Yrd. Doç. Dr. Deniz TANSİ

6 Aralık 2017 Çarşamba

TRUMP, CORPUS SEPERATUM VE KUDÜS

http://politikaakademisi.org/2017/12/06/trump-corpus-seperatum-ve-kudus/

2017 yılı başında, ABD Başkanı Donald Trump’ın olası “Kudüs kararı”nı ele almış ve söz konusu kararın ne tür  etkilerinin olacağını çözümlemeye çalışmıştım (http://politikaakademisi.org/2017/01/23/trumpin-israil-yaklasimi/). Ne yazık ki, Trump, seçim öncesindeki vaadini gerçekleştirmeye sabitlendiğinden dolayı, uluslararası toplumun tedirgin bakışları arasında, 6 Aralık 2017’de, ABD’nin İsrail’in başkenti olarak Kudüs’ü tanıyacağını, Büyükelçiliğin ise şimdilik Tel Aviv’den Kudüs’e taşınmasa da, bunu kısa bir zaman içinde gerçekleştireceğini ifade eden bir açıklama yapacağını Beyaz Saray kanalıyla önceden duyurdu (https://www.c-span.org/video/?438167-1/white-house-president-speak-embassy-move-jerusalem).
Peki, daha önce de vurguladığımız bu tartışmalı karar ne anlama geliyor? 2017 yılı başında altını çizdiğimiz bu yaklaşım neden bu kadar önem arz ediyor? İçinde yaşadığımız yılda, İsrail devleti kurulmadan önce, İngiltere’nin Filistin mandasından çekilmesi arafesinde, 29 Kasım 1947’de BM Genel Kurulu’nda oylanan 181 sayılı kararın yani “Taksim Planı”nın 70. yıldönümü yaşandı. İsrail, bu kararla birlikte, Britanya Dış İşleri Bakanı Balfour’un adıyla yayınlanan “Balfour mektubu”nun da 100. yılını kutladı. Balfour, Rotschild’a yazdığı mektupta, Kudüs ve çevresinde henüz oluşmaya başlayan Britanya vesayeti tarafından, gelecekte bir “Yahudi yurdu” kurulmasını vaat etti. “Balfour mektubu” ve “181 sayılı karar”, 1948’de kurulacak İsrail’in kritik kilometre taşları olurken, 181 sayılı kararda, “iki devletli çözüm” başlığında, nüfusun 1/3’ünü oluşturan Yahudiler’e, Filistin topraklarının 2/3’ü, 2/3’ünü oluşturan Araplar’a ise, toprakların 1/3’ü veriliyordu. Bu orantısız gözüken dengede, Britanya vesayetinden sonra, “white paper”larla zaman zaman duraklatılsa da, artarak devam eden düzenli Yahudi göçü ve organize toprak satın almaların etkisi  oldu. Bu konudaki kararlar, Theodor Herzl’in 1897’de Basel’de topladığı Siyonizm Kongresi’nde alınmış ve adım adım uygulanmaya başlamıştı.
Tarihsel sürecin tamamını tekrarlamadan, şu aşamalara da değinmekte fayda bulunmaktadır. 181 sayılı kararda, Kudüs, “corpus seperatum” yani “bölünmüş şehir” olarak kaydedilmiş, “iki devlet”in kurulmasıyla, “eski şehir” olarak anılan Ağlama Duvarı, Hristiyan Kilisesi ve Harem-üş Şerif’in bulunduğu alan, BM mandası altında yönetilecek zeminde, “açık şehir” olması kararlaştırılmıştı. Gelgelelim, 1948’de İsrail’in kurulmasının ardından, 1948-1949’da yaşanan Arap-İsrail Savaşı’nda, Kudüs ve Batı Şeria Ürdün tarafından, Gazze Şeridi ise Mısır tarafından ele geçirilmiştir. 1949 ateşkesindeki statüko, 1967 Savaşı’na (Altı Gün Savaşı) kadar sürmüş; İsrail Kudüs ve Batı Şeria’yı Ürdün’den, Gazze’yi de Mısır’dan almış, Suriye’ye ait Golan tepelerini de işgal etmiştir. BM Güvenlik Konseyi’nin 1967 tarihli 242 sayılı kararına göre, söz konusu topraklar, “işgal edilmiş topraklar” olarak ifade edilmiştir.
İşte o zamandan beri Kudüs’ün statüsü konusunda tartışmalar yaşanmaktadır. 1973 Yom Kippur Savaşı’nda, vurgulanan işgalleri muhafaza eden İsrail, üstüne Mısır’ın Sina yarımadasını da ele geçirmiş, 1978’de imzalanan Camp David barışıyla ancak 1983’te Sina’dan çekilmiş, karşılığındaysa Mısır tarafından tanınmıştır. 1970’li yılların başından itibaren ABD kamuoyunda Kudüs konusu ele alınmış, İsrail ise 1980’de Kudüs’ü tek yanlı olarak başkent ilan etmiştir. Sadece ülkemiz değil, Avrupa devletleri, Arap ülkeleri, Rusya ve Çin dahil, İsrail’in başkenti olarak Tel Aviv olarak kabul edilmekte, Kudüs’ün tartışmalı statüsünde başkentliği tanınmamaktadır. Ne var ki, ABD, 1995’te Bill Clinton döneminde kabul edilen yasayla İsrail’in başkenti olarak Kudüs’ü görse de, Clinton, George W. Bush ve Barack Obama dönemlerinde Başkan onayı yerine getirilmemesinden dolayı yasa yürürlüğe girmemiş ve 6’şar aylık sürelerle her seferinde ertelenmiştir.
Burada tartışılan asıl konu Doğu Kudüs’tür. Zira sadece El Fetih ve Filistin Özerk yönetimi değil, Hamas da (İsrail’i tanımasa da), 1967 sınırları içerisinde başkenti Doğu Kudüs olan Filistin devletinden yana olduklarını defalarca yinelemişlerdir. ABD tarafı her ne kadar tüm Kudüs’ten söz etmese de, İsrail’in 1980 tarihli başkent kararındaki “bölünmemiş başkent” konumunu fiilen tanıyacak bir hamlenin içerisine girmiş durumdadır. Halbuki Kudüs, “corpus seperatum” yani “bölünmüş şehir” olarak, “iki devletli çözüm”ün “iki başkenti” olarak bir dengeyi ortaya koymaktadır.
Trump, bu bakışıyla, Ortadoğu barış sürecini, belki bir daha geri getirilemeyecek bu hamleyle içinde çıkılmaz hale getirirken, Arap Birliği, Avrupa Birliği ve diğer kuruluş ve ülkelerden gelen itirazları dikkate almamaktadır. Tamtersine İran tehdidini öne sürerek, İsrail-Suudi Arabistan hattında, önceleri gizlenen, şimdiyse alenileşmeye başlayan işbirliğini teşvik etmekte ve bu denkleme Mısır’ı da katmaktadır. İsrail’in son günlerde, Suriye’deki İran tesislerine yaptığı hava saldırıları, hangi refleksin ön plana geçeceğini göstermektedir.
2016 yazından itibaren normalleşen Türkiye-İsrail ilişkilerine ve enerji işbirliğinde atılan adımlara karşın, Cumhurbaşkanı Erdoğan, ABD’nin olası “Kudüs kararı”ndan sonra, İsrail’le tüm diplomatik ilişkileri koparacağını ve Kudüs’ün “kırmızı çizgi” olduğunu belirtmiştir. 1980’den beri Kudüs’ü başkent ilan eden İsrail’le o dönemde ilişkiler gerilmesine karşın, 37 yıldan beri ilişkiler inişli çıkışlı sürerken, neden ABD kararı İsrail’le ilişkileri sonlandırmaktadır? O zaman şu soruyu da sormak gerekir; ABD ile de diplomatik ilişkiler sonlandırılacak mıdır? Bu soruya verilecek yanıtı tahmin ederek, Ortadoğu’da 2010 Mavi Marmara olayından sonra icra edilmeye çalışılan ve Suriye’deki sonucu aşikar olan “bölgesel liderlik” konusu, içte ve dışta yoğunlaşan gündemi değiştirmek bağlamında yeniden mi ısıtılmaktadır?
Bu, ayrı bir tartışma konusudur. Ancak Trump, “iki devletli çözüme” fiilen karşı çıkarak, “tek devletli” bir dayatmayı üstelik “tek başkent”le realize etmeye çalışmaktadır. Görevden alınma ve FBI-CIA skandalları arasında, bu da mı gündem değiştirmektir ya da muhafazakar siyaset yerküre üzerinde “gündem değiştirme” konusunda benzeşmekte midir? Ve yine bu hengame içinde olan Filistinliler’e ve bölgesel barış hayallerine mi olmaktadır…

Yrd. Doç. Dr. Deniz TANSİ