30 Mart 2013 Cumartesi

ULUS-DEVLET BİTTİYSE?

Türkiye uzun yıllar karnından konuşmayı alışkanlık edinen bir halet-i ruhiyeyle yaşadı. Siyasal-toplumsal projelerini net ifade edemeyenler, genel birtakım kavram ve gelişmelere sığınarak, "dünyada eğilim böyle, yapacak birşey yok" ya da "zamana ayak uyduracağız" tepkileri altında, kaçamak değerlendirmelerle dolaylı göndermeler yaptılar. Hatta "zamanın ruhu" kavramını bile, anlamını epey zorlayarak, içini boşaltarak, kendilerini haklı çıkarmaya çalıştılar.
Türkiye'de ne zaman "ulus-devlet bitti" tartışmasına rastlasam, bu refleks ve tepkileri gözlemleme olanağına kavuşuyorum. "Zamanın ruhu", "büyük küresel gelişmeler" adı altında, bildik çabalar ortaya konulmaya çalışıyor. Öyle birtakım "Zihni Sinir projeleri" gündeme geliyor ki, Türkiye'nin adını değiştirmek, ulusal  kimliği tasfiye etmek, bayrağın adını ve kendisini değiştirmek, neredeyse "güle oynaya" kamuoyu gündemine getiriliyor, sonra da bu yaklaşımları karşı dile getirilen eleştirel sözler, "çağdışı olmak", "ırkçı-kafatasçı kafa yapısına sahip olmak" ile tanımlanıyor.
İlginçtir, "çözüm süreci"nin muhatabı kabul edilen PKK terör örgütünün başı Öcalan bile, 21 Mart 2013'te Diyarbakır meydanında okunan "bildirisinde", ayrı bir Kürt devletinden değil de, "Ortadoğu federasyonu"ndan, "İslami üst kimlik"ten söz edebiliyor. Kimse gerçek niyetini -ayan beyan belli olanlar bile- söylemeyi tercih etmiyor.
Ulus-devlet elbette değişmez-tartışılmaz bir konu değil. Varlığını 15.-16. yüzyıllara kadar götürenler var. Marksist bakış çerçevesinde, burjuva devrimlerinin etkisiyle , teritoryal bir alanda, seküler bir zeminde, sanayi toplumunun, modernist üstyapının türevleri olarak anılan ulus-devlet, siyasal kimliğini 1789 Fransız devrimiyle birlikte kazandı. Ulus-devletin en temel motivasyonu ise siyasal bağlamdaki milliyetçilik olarak kendini gösterirken, modernizmin gerilettiği skolastik din anlayışının yerine, yeni kutsal ulus-devlet simgeleri oldu.
Batı Avrupa'da siyasal ulus-devletler, 18. ve 19. yüzyıl çerçevesinde kurumsallaşırken, 20. yüzyılda 3 ana kırılma noktası yeni ulus-devletleri doğurdu.
Birinci Dalga 1.Dünya Savaşı'nın ardından gündeme geldi. Osmanlı İmparatorluğu ve Avusturya-Macaristan İmparatorluğu'nun tasfiyesiyle Balkanlar ve Ortadoğu'da yeni ulus-devletler doğdu. Ortadoğu'daki yapılar 1916'da  Sykes-Picot Anlaşmasıyla  Britanya ve Fransa arasında oluşturulan nüfuz bölgeleri üzerinden, Milletler Cemiyeti'nin himayesinde düzenlenen 1920'deki San Remo Konferansı'ndaki mandalarla oluşturulurken, Balkanlar'daki yeni devletler ağırlıklı olarak 1919'daki Versailles üzerinden yapılandırıldı.
İkinci Dalga, 2.Dünya Savaşı'ndan sonra realize oldu. 1.Dünya Savaşı sonrası Ortadoğu'da oluşturulan mandalar, dekolonizayon süreciyle bağımsızlığa kavuşurken, BAAS'çılık bu coğrafyada hakim oldu. Reaksiyoner Batı karşıtlığı, bağlantısızlık, Sovyet sempatizanlığı, Arap halkları üzerinde yeni bir heyecan yarattı.
Üçüncü Dalga ise Soğuk Savaş sonrasında oluştu. SSCB'den, Yugoslavya'dan ayrılan Cumhuriyetler, yeni devletler oldular. Ne var ki bu yapılar, zaten devletti, ancak reel sosyalizm ve Kızılordu baskısı kalkınca devletleştiler. Doğu Almanya'nın "varlık nedeni" reel sosyalizm ve SSCB vesayeti idi. Orta Asya ve Balkanlar'daki yeni devletlere, Ortadoğu'da 1. ve 2. Körfez Savaşları sonrasında, yenilere eklemlenmeye gebe.
Irak'daki Sünni Kürt, Sünni Arap ve Şii Arap antitelerinden, Sünni Kürt bölgesi, Kürdistan Bölgesel Yönetimi olarak, 2005'te "özerk bölge" olurken, Türkiye'de PKK terör örgütü, Kürt sorununu kendince manipüle ederek, oluşan jeopolitik boşluk üzerinde, yeni bir manevra alanı buldu. 2011'de ABD Irak'tan çekildikten sonra, Türkiye-Barzani bölgesi arasındaki yakın ilişkiden rahatsız oldu, terörü konjonktürel olarak yükseltti. Ve yıllardan beri kapalı kapılar ardındaki "görüşmeler", 2013'te kamuoyu nezdinde siyasal yüzeyde, terör örgütü lideriyle yapılmaya başlandı.
Öcalan'ın kendince yaptığı, bir ulus-devletten başka bir ulus-devlet ya da diğer ülkelerdeki benzerleriyle birleşerek, daha büyük bir ulus-devlet kurmaktır. Tarihte dalgalar halinde yaşanan kırılma noktaları, ulus-devletleri bitirmemiş, yeni ulus-devletler doğurmuştur.
Ulus-devlet bitmemiş, ancak yenilerinin kurulması tartışmaları gündeme gelmiştir. Dolayısıyla İslami üst kimlikle, Sünni referanslarla ya da Sosyalist kimlikle "halkların kardeşliği" çerçevesinde bir özgürlük mücadelesi söz konusu değildir.
Konu, YENİ ULUS DEVLETLER kurma konusudur.
Türk kadim devlet geleneğine yönelik kampanya da bu çerçeve içinde anlaşılmalıdır...  

22 Mart 2013 Cuma

VE İSRAİL ÖZÜR DİLEDİ...

Şu siyaset nelere kadir? Birtakım ezberlerle, dinsel-ideolojik önyargılarla örülü sanılan bir süreç, her seferinde gerçek içeriğini bir kez daha yineliyor. Peki nedir o? "Türkiye-İsrail Üçgeni" kitabımdaki ana kurgu, iki ülkenin belirgin ortak özelliğinin ABD müttefiki olmaları üzerineydi. Bu bağlamda, "ikili gözüken ilişkiler"de, belirleyici üçüncü ülkenin ABD olması, yaşanan pek çok gelişmeyi de ifade ediyordu. Ne Ortadoğu'daki karışık dengeler, ne dinsel farklılıklar, ne Arap komşular asal eleman değillerdi.
21 Mart 2013 günü Türkiye'nin gözleri, PKK terör örgütünün başı Öcalan'ın Diyarbakır'daki Nevruz kutlamalarında okunan konuşmalarına odaklanırken, beraberinde büyük bir tartışma dalgasının da temelleri atılmış hissediliyordu. Oysa 22 Mart 2013 Türkiye için başka bir konuda yani "İsrail'le ilişkilerde" milat oldu. Filmi biraz geriye saralım. 31 Mayıs 2010'da  rotası Gazze, hedefi Gazze'ye yönelik İsrail ablukasını kırmak olan Mavi Marmara gemisinin, uluslararası sularda İsrail komandoları tarafından engellenmesi  ve 9 Türk yurttaşının yaşamını kaybetmesi söz konusu olunca, artık Türkiye-İsrail ilişkilerinin tarihe karışacağı hatta silahlı çatışma olasılığının arttığı yorumları yapılmıştı.
2008 Aralık-2009 Ocak sürecinde, İsrail tarafından Gazze'de Hamas'a yönelik gerçekleştirilen "Dökme Kurşun Operasyonu", Türkiye-İsrail ilişkilerindeki gerilimin başlangıcı olmuştu. 31 Ocak 2009'da Davos'ta Erdoğan'ın İsrail cumhurbaşkanı Peres'e yönelik "one minutes" çıkışı, 2009 Ekim'inde Türkiye'nin İsrail'i "uluslararası tatbikattan" çıkarması, TRT'de İsrail askerlerini "bebek katili" gösteren "Ayrılık" dizisi ve Kurtlar Vadisi Pusu'nun  ikili ilişkilerde kriz yaratması derken, 2010'da Mavi Marmara artık bir "zirve" yapmıştı.
BM tarafından kurulan komisyon, 2011 Eylül'ünde Mavi Marmara raporunu açıklayınca, Türkiye kendisinin hakkının yendiğini ifade ederek, İsrail'le ilişkileri "ekonomi hariç" askıya aldı ve ilişkilerin normalleşmesi için  3 konuda talepte bulundu.
1- İsrail'in Mavi Marmara'da yaşamını kaybeden Türk yurttaşları için özür dilemesi.
2- Ölen yurttaşlar için tazminat ödenmesi.
3- Gazze'ye yönelik İsrail ablukasının kaldırılması
Bu koşullar yerine getirilmedikçe, Türkiye-İsrail ilişkilerinin devam etmeyeceği bizzat Dışişleri Bakanı Prof.Davutoğlu tarafından ilan edildi.
22 Mart 2013'te ABD Başkanı Obama'nın İsrail ziyareti sırasında, İsrail başbakanı Netenyahu, başbakan Erdoğan'ı telefonla aradı, yanındaki Obama'ya telefonu verdi, tekrar kendisi telefonu aldı ve İsrail'in resmi açıklamasına göre, Mavi Marmara'da ölen Türk yurttaşları için özür diledi, ölen yurttaşlar için tazminat ödeyeceğini açıkladı ve Gazze'ye yönelik sivil ürünlerin geçişine izin vereceğini yani "ablukanın kalkacağını" açıkladı. Erdoğan özrü ve diğer talepleri kabul etti, Türk Dışişleri Bakanlığı "özrün Türk halkı adına kabul edildiğini" açıkladı. İki liderin ilişkileri geliştirmek için uzlaştığı ortaya konuldu.
Peki neden bu özür şimdi geldi? Öncelikle ABD'nin bölgedeki iki müttefikinin aralarının bozulmasından duyduğu rahatsızlık ortadaydı. Öte yandan ABD Başkanı Obama'nın Kongre'deki Cumhuriyetçi çoğunlukla yaşadığı gerginlikler ve iç politikadaki rahatsızlıklar bir "politik abluka" ortamı yaratmıştı. İsrail gezisinde bölgeye yeni bir "Filistin barış süreci" getiremeyen Obama, "Türkiye-İsrail barışı"nın mimarı olma girişimiyle yetindi.  
Öte yandan şiddeti artan Suriye kaosu, Irak'ta Maliki, Lübnan'da Hizbullah derken hep İran'la sorun yaşayan ABD, Türkiye-İsrail barışına her zamankinden çok daha fazla gereksinim duydu. Sözde Arap Baharı'ndan sonra, İhvan-El Kaide sarmalıyla zor günler yaşayan ABD dış politikası, bir taraftan da "İsrail'in izolasyonu" durumuyla karşı karşıya kaldı.
Barzani'nin Irak'ta güçlenmesi, Suriye'de daha ılımlı bir muhalefetin oluşması, Lübnan'da Hariri'nin yeniden iktidara gelmesi, Ürdün ve Suudi krallarının güvenliği hep bu eksende kendisini ortaya koydu.
Mavi Marmara AKP iktidarınca, kendi iç hegemonyasını sağlamlaştırmak için kullanılmıştı. Şimdi de İsrail'den "özür" dilettiren bir imaj, "hedef 2023"ün gerçekleşmesinde pay sahibi olur mu?
Bu pilav daha çok su kaldırır?

15 Mart 2013 Cuma

İSRAİL'DE YENİ DÖNEM VE OBAMA'NIN ZİYARETİ...

22 Ocak 2013'te yapılan genel seçimler sonucunda İsrail'de Likud-Beytinu ağırlıklı bir hükümet kurulacağı belli olmuştu. Ne var ki Beytinu lideri ve dışişleri bakanı Lieberman, çeşitli yolsuzluk savlarıyla uğraşmak zorunda kaldığından, 2009 Nisan'ından beri İsrail'de başbakanlık görevini sürdüren Benyamin Netenyahu, söz konusu "seçim işbirliği"nde  ön plana çıktı. Kısacası Likud-Beytinu ittifakının ve Netenyahu liderliğinin hangi ortaklarla koalisyonu kuracağı, yeni hükümetin belirleyici sorusu oldu.
10 Şubat 2009 seçimlerinden sonra Nisan 2009'da kurulan hükümette, İşçi Partisi'nden "Aşırı Sağ"a uzanan bir yelpazede, çok ortaklı bir kabine oluşmuştu. ABD-İsrail arasında Obama-Netenyahu zemininde oluşan görüş ayrılıklarında, özellikle Netenyahu hükümetinde Şas dahil, dinci ve ırkçı Sağ partilerin ortaklığı sorun oluşturmuştu. Netenyahu ayağının tozuyla, daha henüz Ocak 2009'da göreve gelen Obama'nın Filistin sorunuyla ilgili önerilerini geri çevirmişti. Burada en çok dikkat çeken konu, Arap Birliği'nin Haziran 2007'de oluşturduğu Arap Barış Planı'nın, Obama'nın cesaretlendirmesiyle revize eden Ürdün Kralı Abdullah'ın, Netenyahu tarafından refüze edilmesiyle ortaya çıktı.
Öte yandan 2010 Eylül'ünde Obama'nın Beyaz Saray'da Netenyahu-Abbas-Mübarek-Abdullah'la gerçekleştirdiği ve Filistin müzakerelerini yeniden başlatmayı öngören inisiyatifi de Netenyahu hükümetince engellendi. İsrail Batı Şeria'da Yahudi yerleşimleriyle ilgili "morataryum"unu uzatmayınca, Filistin tarafı müzakereler başlamadan, müzakerelerden çekildi.
Obama-Netenyahu arasında zaman zaman gerçekleşen görüşmelerde, hep gerginlik ve krize dayanan temalar işlendi. ABD Başkanı Obama'nın, ikinci dönemi başlamadan süren seçim kampanyasında, özellikle ABD'deki  Yahudi lobisince siyaseten cezalandırılacağı savları ön plana gelmişti. Cumhuriyetçiler başkan adayları Romney önderliğinde ABD Yahudi lobisinin "tek müttefiki" gibi kendilerini lanse ettirdiler.
Oysa İsrail'deki Yahudi liderliği ile ABD'deki Yahudi liderliği, farklı bakış açılarına sahiptiler. ABD'deki Yahudiler Obama'ya oy vermeye devam ederken, İsrail'deki Yahudi bakış açısı, Obama'ya karşı antipatik bir yaklaşım sergiledi.
ABD'deki Yahudi lobisi Obama'ya seçim kazandırsa da, İsrail'i dışlayan bir ABD dış politikasının yaşamda karşılığının olmadığı aşikardı. Netenyahu'nun -eğer bir son dakika sürprizi olmazsa- müstakbel hükümet ortakları, Yair Lapid'in Yeş Atid partisi ile Naftali Bennett'in Bayit Yehudi'si ve Livni'nin Hatnua'sı olacak. Söz konusu siyasal partiler arasında Sol yok. Ancak ılımlı ve Sağ bir bakış açısı belirleyici gözüküyor. Lapid ve Bennett yeni liderler olarak göze çarpıyor. Lapid merkez bir siyaseti tercih ederken, Bennett seküler bir Sağ'ı ortaya koyuyor ve İsrail politikasında gelecek vaat eden bir politikacı. Livni 2009 seçimlerinde Kadima'nın lideriydi ve partisi 1. parti olmuştu. Ancak Sağ Blok Livni'ye hükümeti kurdurmamıştı.
Obama'nın gelecek hafta planlanan İsrail gezisinde, Sol'un ve Aşırı Sağ'ın yer almadığı "Ilımlı ve Sağ" bir yeni hükümet muhatabı olabilir.
İsrail'in müstakbel  hükümetindeki siyasal farklılıklara rağmen ortak zemin İran'ın "uranyum zenginleştirme politikası" ve "nükleer silah yapma" riskidir. Bu bağlamda "İsrail'i haritadan silme" iddiasındaki İran İslam Cumhuriyeti'nin "nükleer silah üretme" olasılığı, İsrail açısından klasik uluslararası hukuk çerçevesinde değerlendirilecek bir konu değildir. 1967'de yaşanan "6 gün Savaşı"nda da İsrail, Akabe Körfezi'ni kapayan Tiran boğazı Mısır tarafından bloke edilince "önleyici savaş" doktrinini ad koymadan uygulamıştı.
Netenyahu'nun 2009'dan beri sürekli gündemde tuttuğu "nükleer İran" konusu, İsrail'in "müstakbel kabinesi"nin temel hedefi olurken, "önleyici savaş" konusu önemli bir seçenek olarak masada durmaktadır. Suriye krizinde ise İsrail, Esad'ın Hizbullah'a "kimyasal silah transferi" konusunu tüm kırmızı çizgilerinin aşılması olarak değerlendirmektedir. Hizbullah ve Esad rejimi İran'ın en önemli müttefikleri ve uzantılarıdır. Obama'nın İsrail'e gelişinden önce kapsamlı bir analiz yayınlayan Reuters, ABD yönetiminin  de İsrail'in "nükleer İran" kaygılarını paylaştığını dile getirmektedir.
Obama'nın İsrail gezisine uzanan yeni dönemdeki tavrının ilk işareti, ABD Başkanlık seçimlerinin akabinde, İsrail tarafından Gazze'de Hamas'a yönelik uyguladığı "Bulut Sütunu Operasyonu"nda görüldü. Obama özenle "İsrail'in kendini savunma hakkı"nın altını çizdi.  Arap Baharı'nın atmosferini öven, İhvan'ın iktidarına ılımlı bakan Obama, artık İsrail'le zayıflayan ilişkilerini tamir ettirme arayışı içindedir.
Bir başka açıdan bakıldığında Obama ikinci döneminde Kongre'de Cumhuriyetçi çoğunluğun siyasal etkisi altındadır.  2014 Kongre seçimlerinde bu çoğunluk pekişirse, Obama son iki yılını "çelimsiz bir topal ördek" olarak geçirmek durumunda kalacaktır. ABD'deki İsrail lobisinin çeşitli vesilelerle gönlünü almaya Obama yönetimi, İsrail-İran geriliminde artık daha duyarlı olma gereksinimini hissetmektedir.
O yüzden Obama'nın İsrail gezisi ve mesajlarına dikkat edilmesi gerekmektedir.  

1 Mart 2013 Cuma

10. YILINDA "1 MART"...

1 Mart 2003 tarihi, yaşandığı an itibarıyla, medya eliyle büyük bir panik havasını yaratmıştı. Zira 2. Körfez Savaşı arefesinde, ABD ordusunun Irak'a Güneydoğu Anadolu'dan açacağı "2.cephe" engellenmiş, ABD-Türkiye arasında, belki de 1964 "Johnson Mektubu"ndan sonraki en büyük kırılma yaşanmıştı.
Elbette bu yorumlar, yaşanan süreç içinde tükenmiş, işin gerçek boyutu sonraya bırakılmıştı. 10. senede ne iki ülkenin müttefiklik ilişkileri sona erdi, ne de yaşanan "güven bunalımı" sürekli bir krize dönüştü. Yine popüler kültürün etkisiyle filmleri yapılan, hakkında kitaplar yazılan 4 Temmuz 2003 "çuval" hadisesi de, o günkü değerlendirmeler kapsamında "1 Mart'ın intikamı" olarak adlandırıldı. Zaten "intikam" da malum filmde alındı. Oysa "çuval"da da görüldüğü gibi, 1 Mart'ı da aşan bir "bölgesel dönüşüm"ün parametreleri bir türlü Türkiye kamuoyuna yansıtılamadı.
O zaman dönelim 1999 yılına. 15 Şubat 1999'da Türk televizyonlarına yansıyan bir görüntü, nedense sadece 1999 yerel ve genel seçimlerine yaptığı etkiyle anıldı. PKK terör örgütünün başında bulunan Öcalan, devlet görevlilerinin "işi başardık" işaretleriyle, elleri bağlı, gözleri bantlı "memlekete hizmet vermeye hazırım" görüntüsü içinde, adeta yenilgisini kabul ediyordu. Çünkü en sonunda yakalanmıştı. Artık terör sona erecekti. Peki Öcalan'ı Türkiye'ye kim vermişti? Elbette ABD. Peki ABD bu "iyiliği" Türkiye'ye niye yapmıştı? CHP eski genel başkanı Deniz Baykal'ın deyimiyle "Türkiye'nin ABD'nin K.Irak politikasına karışmaması karşılığında" bu jest gündeme gelmişti. Halbuki 1. Körfez Savaşı sonrası, 1991'den beri Türkiye, önce mülteciler nedeniyle BM Güvenlik Konseyi'ne başvurarak, 36. paralelin kuzeyinde Irak merkezi otoritesine "uçuşa yasak bölge" konulmasına vesile olurken, iki körfez savaşı arası (1991-2003) anılan bölgenin altyapısını kurduğu gibi, günümüzde de 1200 şirketiyle bölgede faal durumda. Üstelik uluslararası birlikleri ifade eden, BM Güvenlik Konseyi kararıyla yerleştirilen Çekiç Güç'e de İncirlik üssünde ev sahipliği yaptı.
Peki 1999 neden kilometre taşıydı? Zira ekonomik ilişkilerini K.Irak'la geliştiren Türkiye'nin askeri varlığı bu bölgede tepki çekiyordu. Çünkü Türkiye PKK terör örgütüne yönelik "sınır ötesi harekatlarla" bölgedeki askeri konumunu ortaya koyuyordu.
2003'teki II.Körfez Savaşı'ndan sonra, 2005 Irak anayasasıyla "Kürdistan Bölgesel Yönetimi"ne dönüşen K.Irak'ta Barzani, yeni bir "siyasal liderlik" konumlandırdı. Talabani ise Irak'ın cumhurbaşkanı oldu. 1 Mart 2003'te Türkiye'nin "ağzına çalınan bir parmak bal", K.Irak'ta kendi askeri nüfuzunu gerçekleştireceği üzerine idi. Oysa "1 Mart tezkeresi"nde Türk ordusuna Bağdat'ta görev verilirken, Barzani ve Talabani'yi ABD'ye rağmen diskalifiye etme düşüncesi tam bir "oyalamaca" idi.
1 Mart 2003 ABD'nin Irak'ı işgalini engelleyemedi ama Türkiye'nin savaşa katılımını, kendi topraklarının bir başka askeri güce açılmasına mani oldu. Bununla birlikte Özal'dan beri süren "başkanlık sistemi-federasyon sarmalı", şimdiki siyasal iklimde artık "İmralı ile müzakere" başlığında yeni bir konuymuş gibi tekrar ısıtılıyor. ABD, özellikle Irak'ta konvansiyonel işgalini bitirdiği Aralık 2011'den beri, kendisine sadık kalan tek müttefik olan Barzani bölgesini ayakta tutmaya çalışıyor. Türkiye-Irak Kürdistan Bölgesel Yönetimi (KBY) arasındaki ekonomik altyapının, "gevşek bir federasyona" dönüştürülmesi, gelecekte bir bakıma Sünni ve Şii Araplar'a karşı bir "güvence"yi resmileşitiriyor. Öte yandan terör örgütü PKK, kendisini Kandil'de "himaye eden" KBY'nin Türkiye ile olası siyasal birlikteliğinde "dışlanmak" istemiyor. O yüzden "terör kozunu", 2004'ten beri yeniden başladığı terör eylemleri çerçevesinde özellikle 2010 yazından itibaren "geometrik" olarak yükseltiyor.
Öcalan'ın yakalandığı tarihte başbakanlık görevini sürdüren Ecevit, başbakanlığı bıraktıktan sonra, son yıllarında "ABD Apo'yu bize neden verdi, hala anlayabilmiş değilim" diyordu. Ve öğrenemeden de aramızdan ayrıldı. Bugün fiilen bir siyasal konuma sahip algısı yarattırılan Öcalan, "terörü bitirme karşılığında" yeni bir anayasadan, hatta yeni bir cumhuriyetten söz ediyor.
1 Mart'a karşı mücadele eden bürokratik ve siyasal kadroların tasfiyesi de belki bu fotoğrafı anlamamıza vesile olabiliyor.