30 Eylül 2013 Pazartesi

DEMOKRATİKLEŞ(ME) PAKETİ...

Siyaset yaşamında, hakkında en çok konuşulan, hakkında olumlu değer atfedilen, ne var ki bir türlü "ortak tanımlarda" buluşulamayan kavram herhalde DEMOKRASİ'dir.
İlkokuldan beri hafızalarımıza kazınan tanım, "halkın kendi kendini yönetmesi" idi. Sözkonusu tanım, insana bir hayli garip geliyordu. Zira "kendi kendine" denildiğinde, bir gariplik, anlaşılmazlık, muğlaklık, adına ne derseniz deyin, bir "görünmez duvar" zihinlerde oluşuyordu. "30 Eylül paketi"yle gündeme gelen "Andımız"ın kaldırılmasıyla "demokratikleşmiş" mi oluyorduk, Türklük bir ulusal tanım olmaktan çıkıp, "etnik" bir unsura mı dönüşüyordu? Rivayet muhtelif. Ancak kuşkusuz, Gramsci'nin nitelendirdiği zeminde, hegemonya, "kendi tarihi"ni, "kendi kültürü"nü, "kendi değerleri"ni yerleştirirken, kendi "kimliğini" de endoktrine ediyordu.
O zaman tartışalım. Yeni kimlik nedir? Açıklanan maddelerin yüzeyinde gerçekten yeni bir "Kürt açılımı" mı vardır? Elbette hayır. Aslında ifade olunan kimlik Müslümanlık çerçevesinde ete kemiğe bürünüyorsa da, sıkıntı şuradadır. Hangi Müslümanlık? Sünni-Hanefi bağlamında bir Müslümanlıksa, diğer Sünni mezhepler ne olacak? Alevilik, "ben de Aleviyim" diyerek, bir folklorik öğe konumuna mı indirgenecek? Müslüman olmayan unsurlar, uluslararası kamuoyunun dikkati çerçevesinde, birtakım gaspedilen haklarına kavuşurken, bu arada daha mı ötekileştirilecek? Bir düşünmek lazım.
Sözkonusu pakette "kamuda türban" başlığı dikkat çekerken, hala "azınlık vakıfları"ndaki  iyileştirmenin yapısal anlamda tamamlanmaması, Heybeliada Ruhban Okulu'nun açılması  konusunun ertelenmesi, Aleviler'in taleplerinin "bir başka pakete" bırakılması, "dağ fare doğurdu" izlenimini bırakabilir.
Dinsel ve mezhepsel kimliklerin, başat bir Sünni-Hanefi kimliğinin baskın olduğu ortamda , "tahammül" edilen, "lutfen" var olabildikleri bağlamda, soru dönüp dolaşıp, "hangi kimlik" başlığına takılıyor.
Demokratik yaşamı, soyut değerler bakışında, sadece "sandık"a indirgeyen, demokratik yaşamın, yerellik ve yönetişim zeminini yadsıyan bir "zihni gelenekten" ne beklenebilir?
Bir başka değerlendirmede, yurttaşların eşit unsur olarak, alt kimlikleri inkar edilmeden, laik bir hukuk etrafında bir araya gelmeleri, ulusun da bu temelde tarif edildiği parantezden çıkıldığında, etnik-mezhepsel-dinsel federasyon beklentileri boşunadır. Başat dinsel-mezhepsel kimliğin asıl, diğerlerinin "öteki" ve "azınlık" olduğu, otoriter ve muhafazakar bir kış beklemektedir herkesi...
  

20 Eylül 2013 Cuma

"DEVLETSİZ ORTADOĞU"...

Yaklaşık 2.5 yıldan beri, Suriye hakkında yoğun değerlendirmeler yapmak durumunda kaldık. Bir müddet daha, malum konunun tekrar tekrar ele alınacağı gözüküyor.
O kadar çok şey yazılıp çizildi ki Suriye hakkında, her bir yazı ister istemez, yinelenen birtakım enformasyon ya da analizlerle dolu oluyor.
Ancak en çok baş ağrıtan konu, Suriye'nin yaşanan süreçte "bir özne" olmadığının bir türlü anlaşılamaması, verili zemindeki ideolojiler, bölgesel ve küresel çıkarlar, rekabetler bağlamında, kafa karışıklıklarının artmasıdır.
Suriye'de yaşanan süreçte, her nedense Mart 2011 milat alınıyor. Nedeni ise, "sözde Arap Baharı"nın bu ülkeye önce gösterilerle, sonra da silahlı mücadele ve sonunda "iç savaş"la yansımasıdır. Günümüzde, her ne kadar Esad yönetimi, göreli olarak toparlanmış gözüküyorsa da, arkada 100 bin Suriyeli'nin can kaybı, ülkemizin de dahil olduğu komşulara sığınan milyonlarca mülteci, üstelik farklı militan grupların kurdukları yeni siyasal bölge yönetimleri, kronik ve derinleşmiş bir "belirsizliği" ifade etmektedir.
Aslında bir milat kaydedilecekse, bölge açısından Ağustos 1990 olarak işaret edilmelidir. Saddam'ın Irak'ı Kuveyt macerasına attığı zamandan beri, Ortadoğu'da yeni bir biçimlenme yaşanmaktadır. 1991 ve 2003'teki Körfez Savaşları'yla, Irak'ta adım adım "yeni bir harita" ortaya konmuştur. O zaman da, Suriye'den gelen mülteciler gibi, Türkiye içlerinde 500 bin civarında Iraklı mülteci vardı. 1. Körfez Savaşı sonrası Saddam'ın "ikinci Halepçe" saldırısından çekinen Kürt mülteciler, Türkiye'ye sığınmıştı. Türkiye'nin BM Güvenlik Konseyi'ne başvurusu üzerine, 36. paralelin üstü, Irak merkezi yönetimine yasaklandı. "Uçuşa yasak bölge"nin güvenliği de, Türkiye'de konuşlanacak uluslararası askeri görev birliği Provide Comfort'a (Çekiç Güç)e bırakıldı. Aynı yasak daha sonra, 32. paralelin altına genişletildi. 1991-2003 arasında "uçuşa yasak bölge"de parlamentosu, para birimi, sınır gücü ve peşmerge ordusuyla fiilen oluşan Kürdistan bölgesi, 2005 Irak Anayasası ile Kürdistan Bölgesel Yönetimi adını alıp, anayasal statüye kavuştu. Peki Sünni ve Şii Araplar ne oldu? Şii Araplar ise anayasada "nitelikli çoğunluk" gerektiren bir "hükümet kurma" zorunluğu karşısında, Sünni Kürtler'le "hükümet kurmak" durumunda kaldı. Osmanlı dönemi, İngiliz mandası, krallık ve Cumhuriyet dönemlerinde azınlıkta olmasına karşın, siyasal eliti oluşturan Sünni Araplar ise muhalefette kaldı.
2011 Aralık ayında ABD çekildikten sonra, Şii Araplar ve Sünni Kürtler arasında çelişkiler yoğunlaşırken, Sünni Araplar da Sünni Kürtler gibi, özerklik alanlarını genişletme mücadelesine giriştiler.
Suriye'de El Kaide uzantısı El Nusra, Suriyeli olmayan "uluslararası gönüllüler" ile fiili bir bölge yönetimi kurarken, PYD öncülüğünde Kürtler ayrı bir yönetim yapılandırırken, Esad liderliğinde Nusayriler, egemen olamadıkları topraklarda çatışmalar sürerken, Şam-Lazkiye hattında devlet erkini sağlamlaştırmaya çalışıyorlar. ÖSO ise, Batı'yla çelişkileri düşük düzeyde tutmaya çalışıyor, El Nusra ve PYD ile çatışıyor.
Bir genel değerlendirme ortaya çıktığında, Hatay'dan Hakkari'ye uzanan Suriye-Irak sınırımız boyunca, yaklaşık 1300 km'lik bir hatta, karşımızda "devlet olmayan" muhataplar sıralanıyor.
Tüm yaşananlar, Akdeniz'den Basra'ya, "devletsiz yapılar"ın çoğalacağını gösteriyor. ABD acaba bu yüzeyi, "kontrol edilebilir istikrarsızlık"la manipüle edeceğini mi düşünüyor, yoksa İran'ı izole etmek adına bölgede "devletsiz bir kuşağın" oluşmasını mı tercih ediyor? Pakistan'ın Sovyet işgalindeki Afganistan'da mücahitler açısından bir "dayandığı duvar" olduğunu anımsıyoruz. O dönemden beri, gerek SSCB işgali, gerekse NATO operasyonu sonrası, Afganistan-Pakistan sınırı kevgire döndü. Hatta ABD bu bölgeyi "Afpak" olarak adlandırıyor. Pakistan'daki medreselerde büyüyen talebelerin kurduğu Taliban, sadece Afganistan'da değil, Pakistan Halk Partisi ve Pakistan Müslüman Birliği'nden sonra Pakistan'daki "üçüncü büyük siyasal güç" haline geldi. Bir taraftan da, silahlı şiddeti ve kültürel ağlarıyla, yaşam alanlarını Afpak'ta ele geçiriyor.
ABD-El Kaide arasında 11 Eylül 2001'le başlayan gerilimin, Afganistan operasyonu ve Taliban'ın devrilmesiyle sonuçlandığını anımsasak ta, Suriye hattında El Kaide uzantısı El Nusra'ya, bölgedeki ABD müttefiklerinden gelen yardımlara ne demeli?
El Nusra, aldığı ya da almadığı yardımlara bakmaksızın, Selefi anlayışı ve "devletsizliğini" bölgeye yaymak isteyecektir. Zaten müttefiki de "Irak-Suriye İslam Devleti" örgütü?
Öte yandan Lübnan ve de Türkiye'ye, özellikle "sınır belirsizliği"nden sızmaya, devlet yapılarının metabolizmasını bozmaya çalışacaktır.
Bilmem anlatabildim mi? DEVLETSİZ ORTADOĞU'dur bunun analizi...