9 Mayıs 2015 Cumartesi

12 EYLÜL: ILIMLI İSLAM'A GİDEN YOL


[Doktora tezimden faydalanarak, 12 Eylül 1980 müdahalesini değerlendirdirmiştim. http://dtansikemalizm.blogspot.com/2008/09/12-eyll-ilimli-islama-giden-yol.html]

Evren'in ölümüyle birlikte, bu korkunç tarihi yeniden paylaşıyorum...

Türkiye, 12 Eylül 1980 askeri müdahalesine doğru giden günlerde, sokaktaki şiddetin yoğunlaştığı, yeni ekonomik programın (24 Ocak 1980), artan pahalılığın kitleleri yıldırdığı,küresel kapitalizme entegrasyonun sancılarının hissedilmeye başlandığı bir süreci yaşamakadır. Yeni ekonomik modelin, ancak otoriter bir yönetim altında uygulanabileceği ana muhalefet CHP’nin lideri B.Ecevit tarafından ifade edilmiştir. B.Ecevit’in söz konusu konuşmayı yaptığı gün, Konya’da MSP, ‘Kudüs’ü Kurtarma’ mitingi düzenlemiş, İstiklal Marşı çalınırken, partililerin bir bölümü oturmayı tercih etmiştir.[1] Bu unsurların yanısıra, komünizm tehdidi savlarının SSCB’nin Afganistan’ı işgaliyle güçlenmesi, olası Sovyet işgali düşüncesinin zemin bulması,Türkiye'deki Sol hareketlerin Sovyetler’in ‘5.kolu’ olarak görülmesi, antikomünizm eksenini geliştirmiştir. İran İslam Devrimi ise, ‘irtica’ korkusunu beslemiştir. ABD’nin, Afganistan ve İran’daki çıkarlarının zedelenmesi, Türkiye’nin önemini arttırmıştır. Türkiye’nin ‘kaybedilmesi’riski üzerine, artan şiddetin bastırılması, Türkiye’nin istikrara kavuşturulması gereksinimi, gündeme gelmiştir. Bu çerçevede, mevcut siyasal yapılardan çok, kamuoyunda yıpranmamış, toplumun en çok güvendiği kurum olan Türk Silahlı Kuvvetleri’nin, ‘devleti kurtarma’ beklentisi çoğalmıştır. ‘Devleti kurtarma’, Osmanlı’nın Tanzimat döneminden beri, Türk aydınının, öncelikli refleksiolmuştur. Bu beklenti iç ve dış dinamiklerle beslenmiştir. 12 Eylül 1980 askeri müdahalesi, NATO doktrinleri çerçevesinde, antikomünizm ekseninde, ‘devleti kurtarma’ve ‘istikrara kavuşturma’ söylemiyle gerçekleştirilmiştir. Kamuoyu, sokakta artan şiddet çerçevesinde, ‘kurtarıcı’beklemeye koşullandırılmıştır. Askeri yönetim, her tür siyasal ideolojiyi bastırarak, sözde Atatürkçülüğü ya da ‘Atatürk Milliyetçiliği’ni ön plana çıkarmıştır. Bu noktada, MHP’nin milliyetçiliğine tahammül edememiş, zira kendisinin dışında bir milliyetçi yapılanmayı kabul etmemiştir. Askeri yönetimin milliyetçiliğinin dış dinamiği NATO doktrinleri çerçevesinde antikomünizm ekseni, bu bağlamda SSCB’ye karşı ‘yeşil kuşak’ oluşturma stratejisine katkıda bulunma, içeride ise komünizme karşı dinci siyasetin kullanılması, sözde ‘Atatürk Miliyetçiliği’nin eş zamanlı olarak tek ideoloji olarak benimsetilme gayretlerini ifade etmektedir. Bu çelişik çabalar,‘Atatürk Milliyetçiliği’nden yola çıkıp, ‘Türk-İslam Sentezi’ne varacaktır. 

MİLLİ GÜVENLİK DEVLETİ12 Eylül 1980’de, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin yönetime el koymasında, pek çok neden gösterilmektedir. B.Tanör, müdahaleyi gerçekleştiren Milli Güvenlik Konseyi’nin adının, ABD’nin 1960’larda ürettiği ‘Milli Güvenlik Devleti Doktrini’[2]nden esinlenilerek konulduğunu belirtmektedir.[3]
Türkiye, müdahale öncesi, yaşanan ekonomik ve siyasal karmaşa, sokak terörü açısından, uluslararası alanda, kaygı verici boyutlarda izlenmekteydi. Zira, Türkiye SSCB’nin komşusu, tek NATO ülkesi olması dolayısıyla, iç istikrarını, silahlı kuvvetlerini güçlü tutmak durumundaydı. 1980’lerin başında, ABD; Türkiye, İran ve Afganistan üçgeninde,Afganistan’ı SSCB’nin işgali, İran’da İslam Devrimi’nin gerçekleşmesiyle, geriye kalan Türkiye seçeneğinin de ‘kaybedilmesi’ endişesini taşımaktaydı. Konuyla ilgili, ABD Başkanı J.Carter, görevinden ayrıldıktan sonra yaptığı bir gezide Türkiye’ye uğradığında, 12 Eylül müdahalesiyle ABD’nin ferahladığını, Afganistan ve İran’dan sonra Türkiye’nin istikrarının da kendileri için son derece önemli olduğunu ifade etmiştir.[4] ABD’nin Milli Güvenlik Doktrini, 12 Eylül 1980 Müdahalesi’nin stratejik hedeflerini de şöyle belirlemiştirOtoriter bir askeri rejim altında, antikomünizm ekseninde ‘Türk Milliyetçiliği’ ve İslami siyasetin bir arada tutulması, bu bağlamda bir yandan Atatürk Milliyetçiliği söylemi kullanılırken, bir yandan da ‘Türk-İslam Sentezi’nin benimsenmesidir. Bu siyasal ve ideolojik duruş, hem 12 Eylül yönetiminin, hem de ardından gelen ANAP iktidarlarının, temel doktrini olacaktır.Bu bağlamda, 12 Eylül 1980 rejiminin milliyetçi söylemi, NATO doktrinleri çerçevesinde oluşmuş bir içerikte yaşama geçmiştir. Milliyetçi söylem; müdahalenin lideri Kenan Evren’in, müdahale günü yaptığı konuşmadan, MGK üyeleriyle birlikte çıktığı yurt gezilerinde ‘halka hitaben yaptığı’konuşmalarda açıklıkla görülmektedir. K.Evren, askeri yönetimin yaptığı icraatı, kamuoyuna açık hava mitingleri ve tek kanallı televizyon aracılığıyla duyurmakta; siyasal meşruiyetini bu biçimde oluşturmaya gayret etmektedir. Askeri yönetimin ideolojik duruşunu, siyasal-toplumsal-ekonomik konulara bakış açısını, konuşmaların mesajlarından algılamak mümkün gözükmektedir.
K.Evren’in tek yanlı propagandası, Hitler’in Kavgam adlı eserinde başarılı propaganda için saydığı kuralları anımsatmaktadır: “a- az sayıda ve belirli düşünceyi, basmakalıp ifadeler kullanarak, sürekli biçimde tekrar edin ve tarafsızlıktan kaçının b- tartışmanın sadece bir yönünü ortaya koyun c- devlet düşmanlarını sürekli biçimde eleştirin d- özellikle yermek için belirgin bir düşman yaratın”[5] K.Evren, devletin komünizm tehdidi içerisinde olduğunu sürekli anımsatarak, ‘milli birlik ve beraberlik’le söz konusu sorunun aşılacağını dile getirmiştir. Karşıt görüşlere süreki atıfta bulunarak, farkında olmadan, düşman ilan ettiği görüşlerin propagandasını yapmıştır. A.Bektaş dikey propaganda türüne yakın olarak gösterdiği bu tür propagandanın, otoritesini kullanan bir siyasal önder tarafından, yukarıdan aşağıya doğru yapıldığını, kitle iletişimin tüm yönlerinin kullanıldığını ve kapsayıcı olduğunu ifade etmektedir. “Dikey propagandada, önderin şevk ya da nefret dolu haykırışları, kalabalığın haykırışlarının bir parçası olmakla birlikte, önder, kalabalıkla iletişime girmez, kalabalığın haykırışları, önderi sadece onaylamak anlamına gelir. Dikey propaganda, gerçekleştirilmesi en kolay olmakla birlikte, etkisi kısa sürede kaybolan propaganda türü olarak değerlendirilmektedir.” [6] K.Evren’in konuşmaları, özellikle, sivil yönetime geçiş arefesinde etkisini iyice kaybetmiş, hatta, T.Özal’ın seçim başarısında, K.Evren’in, seçimden bir gece once, T.Özal aleyhinde yaptığı televizyon konuşmasının etkili olduğu savlanmıştır.
Günümüzde, Ilımlı İslam'a dayanan AKP iktidarının oluşmasında en büyük pay 12 Eylül yönetiminindir.
Fethullah Gülen hareketi, 12 Eylül'den başlayarak, diğer sivil iktidarlar döneminde de süreklilik kazanmış, devleti cemaatleştirme noktasına getirmiştir. 12 Eylül zihniyeti, İslam'ı devletleştirmeye çalışırken, devleti İslamlaştırmıştır. Zorunlu din dersi, sendikalizm, siyasal partiler ve demokratik kitle örgütleri yerine, tarikat ve cemaatlerin desteklenmesi, adım adım ülkeyi çıkmaz bir sokağa götürmüştür.
Sosyal devlet yerine, cemaatlerin DENİZ FENERİ örneğindeki örgütlenmeleri, Fatih Altaylı'nın 11 Eylül tarihli Habertürk'ün internet yayınındaki köşesinde ifade ettiği gibi, alternatif bir sivil toplum yaratmıştır.
İktidar, Kenan Evren'e plaket verse yeridir. Öte yandan, 24 Ocak'ta başlayan neoliberal program, en acımasız reçetelerini Ilımlı İslam ikliminde, sözde Allah korkusuyla uygulayabilmekte, kitleleri sindirebilmektedir. Ekonomik anlamda yabancılaşma, toplumsal anlamda sendikasızlaşma en üst düzeyine varmıştır.
Soğuk Savaş sonrası Milli Güvenlik Kurulu'nda 1992'de Milli Güvenlik Siyaset Belgesi'nde öncelikli tehdit olarak,komünizm yerine bölücülük konulmuş, 28 Şubat 1997'de irtica eklenmiş, 2005'te küresel terör tehditleri zenginleştirmiştir.
Ilımlı İslam, bu tehditlerin neresindedir? 
ABD ekseninde Ortadoğu'da Ilımlı İslam siyasası tıpkı, 1980'lerdeki Yeşil Kuşak stratejisi zeminindeki Türk-İslam Sentezi'ni andırmaktadır.
Darbelerin çıkmaz sokağı, ABD vesayetindeki müdahalelerin vardığı rotayı göstermektedir. 
DEMOKRASİ'yi tramvay değil, yaşam tarzı kabul edenlerin yaşatacağını unutmadan, bir daha DARBE İSTEMİYORUZ NETEKİM.

KAYNAK:

DENİZ TANSİ, TÜRKİYE’DE 12 EYLÜL 1980 SONRASI YAZILI BASINDAKİ ‘TÜRK MİLLİYETÇİLİĞİ’ SÖYLEMİNİN MİLLETVEKİLİ GENEL SEÇİMLERİNE ETKİSİ, Marmara Ü. Sosyal Bilimler Enstitüsü Kamu Yönetimi Ana Bilim Dalı,Siyaset ve Sosyal Bilimler Bilim Dalı, (Yayınlanmamış Doktora Tezi), İstanbul, 2003.

DİPNOTLAR:[1] K.Evren, müdahale günü yaptığı konuşmada, adı geçen mitingde, İstiklal Marşı’na karşı yapılan saygısızlıktan söz edecektir.
[2] Milli Güvenlik Devleti doktrininin temeli, 24 Ağustos 1962’de ABD’de, Türkçe’ye Ulusal Güvenlik Konseyi olarak çevrilen kuruluşun, ‘NSAM 182’ koduyla yayınladığı‘Counterinsurgency Doctrine’ yani ‘Kontrgerilla Savaşı Doktrini’eylem notasına dayandırılmakta, sözkonusu notada, diğer ülkelerin güvenliği, ABD’nin iç güvenliği olarak kabul edilmekte ve ABD’ye müdahale etme yetkisi tanınmaktadır. (bkz: www.cs.umb.edu/jfklibrary/nsam182.htm)
[3] Bülent Tanör; Türkiye Tarihi 5 Bugünkü Türkiye 1980-1995, İstanbul:Cem Yayınları, 1997, s.26.
[4] ibid, s.29.
[5] Arsev Bektaş; Siyasal Propaganda, İstanbul: Bağlam Yayınları, 2002, s.153-154
[6] Bektaş; a.g.e., s.201-202.

"OYUNU DEĞİŞTİRMEK" VE BRİTANYA DERSLERİ...

7 Mayıs 2015'te Britanya'da gerçekleştirilen genel seçimlerde, Muhafazakar Parti'nin "birinci parti" olacağı ve olası bir koalisyonda, "büyük parti" olarak yer alacağı kestirilebiliyordu. Oysa Muhafazakarlar, tahminleri aşarak, %36 oyla, salt çoğunluğu aşarak, "tek başına iktidar" oldular. (Bu noktada "dar bölge" sisteminin de dikkate alınması gerekiyor.) Böylece Muhafazakar-Liberal koalisyonunun yerini, Muhafazakarlar'ın tek başına iktidarı aldı. Peki bu seçime "Muhafazakarların zaferi" diyebilir miyiz? Elbette, ancak diğer işaret edici gelişmelerden yoksun bir değerlendirme yaparsak, önemli yapısal hatalara imza atmış oluruz. Eylül 2014 referandumunda, az bir oy farkıyla da olsa, Britanya'da kalan İskoçya, İskoç Ulusal Partisi'nin kaydedici başarısıyla, 58 milletvekili ile Westminster'de yer aldı. İskoçya'dan eskiden de parlamenter geliyordu, ancak İskoç ulusal kimliğine dayalı parti aracılığıyla, ulusal parlamentoda temsil edilmeleri işaret edici bir durumu ortaya koyuyor. Irkçılığa ve yabancı düşmanlığına dayalı UKIP, oylarını dörde katladı. Yeşiller 2 sandalye ile de olsa mecliste temsil görevini yerine getirecek.
Peki, İşçi Partisi'ne ne oldu? Aslında oylarını korudu, hatta 1 puan arttırdı. %30 civarında bir oyla, parlamentoda mücadele edecek. İşçi Partisi Genel Başkanı Miliband, seçim sonuçlarıyla birlikte, 52 dakika içinde görevinden istifa etti. En ağır yenilgiyi, koalisyon ortağı Liberal Demokratlar almış gözüküyorsa da, İşçi Partisi'nde ciddi bir hayal kırıklığı yaşanıyor. Neden koalisyona karşı seçim kazanılamadı, hatta koalisyonun büyük ortağı "tek başına iktidar"a ulaştı.
Bu konuda daha geniş analizler yapılacak. Ancak ilk izlenimlerde, iki konu ön plana çıkıyor. Birincisi İskoç Ulusal Partisi (SNP), İşçi Partisi'nin İskoçya'daki oylarını eritti. Muhafazakarlar, İskoçya'da varlığını sürdürürken, İşçi Partisi, stratejik bir kayıp yaşadı. İkincisi ise, İşçi Partisi, ülkeyi Muhafazakarlar'dan daha iyi yönetebileceği konusunda, güven vermedi. Blair dönemiinde yaşanan ideolojik kayma ve güç sarhoşluğu, ana muhalefet partisine ciddi bir tahribat yaratmıştı. "Blair sonrası", İşçi Partisi, Sol'a dönüş algısı yaratmaya çalıştıysa da, inandırıcı olamadı. Seçmen, "gerçeği varken", taklidine oy vermedi. Bu süreç içinde, İşçi Partisi, yeni bir gelecek vaat edemedi. İskoç Ulusal Partisi, Sol'a yönelik göreli açılımlarla, İşçi Partisi'nin bu bölgedeki seçim şansına ciddi anlamda zarar verdi.
Küreselleşme-neo liberalleşme dönüşümünden geçen İşçi Partisi, Sağ'a yönelik açılımlarla, beklenen başarıyı yakayalayamadı. Miliband'ın sınırlı gayretleri de yeterli olamadı. Neo-liberal İşçi Partisi kimliği, ne etnik soruna, ne de sosyal sorunlara bir çare olamadı.
Batı siyasal kültüründe ifade edilen, "game changer", yani oyunun akışını ve bütünlüğünü değiştiren, ezberi bozan bir siyasal liderliğe ve siyasal yapıya sahip olmak, ayırt edici özellikleri ortaya koymak, son derece belirleyici bir anlam barındırmaktadır. Britanya ekonomisinin, küresel ekonomik durgunlukta ne kadar başarılı olduğu tartışılabilir. Oysa seçmen, ekonomik veriler parlak olmasa da, işsizlik rakamlarıyla ilgili tatmin edici bir gelecek sergilenmese de, Muhafazakarlar'a oy verdi. Zira "istikrar", kötü bir görünüm sergilese de, seçmen için tılsımlı bir sözcük. Çünkü sorunlara rağmen süren istikrarın yerini, belirsiz bir gelecek alırsa, sade seçmen böyle bir zeminden ürker. Ülkeyi yönetebileceğinize seçmeni inandırmanız gerekir.
Muhafazakar Parti lideri ve Britanya Başbakanı Cameron, seçim zaferini kutlarken, seçim kampanyasında söylediği gibi, Britanya'nın "AB üyeliği"nin sürüp sürmeyeceğini sormak için referanduma gideceğini kuvvetli bir vurguyla anımsattı. Arkasındaki seçmen desteğiyle Britanya, şimdiye kadar dışında kaldığı "Euro" ortak para birimi ve Schengen ortak sınır çerçevelerinden, bir adım öteye giderek, "AB üyeliği"ni sonlandırmayı tartışıyor. 2014 sonbaharındaki referandumda İskoçya şimdilik Britanya içinde kalırken, Britanya AB içinde kalıp kalmamayı bir siyasal konu durumuna getiriyor.
"AB rüyası", Britanya adasında son bulur mu? ABD-AB arasında müzakereleri süren "Transatlantik Ekonomik İttifak" gerçekleşir mi, Fransa-Almanya arasındaki "federalist" yaklaşıma karşı, AB içinde Britanya'nın çektiği restle "işlevselciler" mesafe alır mı, yoksa birlik, farklı parçalara mı bölünür? Bu sorular şimdilik erken gözükse de, artık gündeme gelecek.
İşçi Partisi "game changer" olamadı, diğer ülkelerdeki seçimlerde  (Türkiye dahil), "game changer " bulunup, oyunun akışı değişecek mi? Syriza örneğinde görüldüğü gibi, "AB reçeteleri" merceğe mi alınacak, Türkiye'deki siyasal iktidara gerçek bir seçenek, ana muhalefetten mi çıkacak, yoksa bölgesel-kimliksel yapılar, siyasal retoriği mi değiştirecek?
Küresel-bölgesel etkileşim, mevcut siyasal spektrumları etkiliyor, yeni yapılardaki "yeni gerçekler", bugünkü kaosu unutturacak bir sarsıntıyı potansiyel olarak besliyor.
Post modernizm mi, yoksa benim de savunduğum "geç modernizm" mi kazanacak? Hep birlikte göreceğiz...