30 Ocak 2017 Pazartesi

Bölgesel Liderlik Hayallerinin Finali: Halep- SOSYAL DEMOKRAT DERGİ

http://www.sosyaldemokratdergi.org/?p=2754

Türkiye, 2002’den beri süren siyasal atmosferde, 2015’ten itibaren yapısal bir kaosa girdi. Batılı müttefiklerin, son zamana kadar “demokratikleşme”, “vesayet rejimini yıkma” adına desteklediği siyasal iktidar, 2007’deki cumhurbaşkanlığı krizi ve seçiminden sonra hızlı bir tasfiye girişimine odaklandı. 2015’teki “iki seçim arası” yaşanan atmosferde ülkenin içine düştüğü buhran, 2016 biterken ve 2017’yi karşılarken çok daha fazla yoğunlaştı.
Yakın geçmişe bir bakış
2002- 2007 arasında AB perspektifi ve ABD müttefikliği başat dış politika çıpaları olarak gözükürken, 2006’da bazı müzakere başlıklarının askıya alınmasından sonra, AB ile ilişkiler, AB katılım süreci, artık iç kamuoyuna pazarlanacak bir konu olmaktan çıktı.
2011’de başlayan “sözde Arap Baharı”ndan, umut edildiği gibi, demokratik ve piyasa ekonomisiyle uyumlu bir İslamcılık doğmadı. Zaten totaliter bir hareketten “ılımlı” versiyonu üretmek, tam da oryantalist ve kolonyalist bir zihniyetin dışavurumu olarak tarihe geçti. Türkiye’de, 1950’lerde, “küçük Amerika” olarak başlayan bölgesel liderlik ve İslamcı hareketleri destekleme misyonu, 1960’larda bir kısmı legalleşen uzantılarıyla, 1970’lerdeki MC hükümetlerinde, komünizme karşı, bürokratik kadroların ve siyasal yapının paylaşılmasıyla palazlandı. 1980’lerde 12 Eylül sonrası komünizme karşı İslamcı yapı, ABD’nin Afganistan’dan Arap çöllerine varan coğrafi kapsama alanında güçlendirildi; Türkiye açısından, ülke adına Almanya’da görev yapan din öğretmenlerinin, Suudi Arabistan kaynaklı Rabıta’dan maaş almalarına varan bir içerikte siyaseti ve devleti kuşattı. Bu skandalı ortaya çıkaran değerli gazeteci-yazar Uğur Mumcu, “tarikat-siyaset-ticaret” üçgeninden sıklıkla söz eder ve yazdıklarını belgelerdi. Milli Görüş’le birlikte olmasa da, “paralel” olarak örgütlenen Fethullah Gülen yapılanması; MC hükümetleri, 12 Eylül, ANAP, Çiller, Demirel, Ecevit ve bugünkü siyasal yapı dahil, her dönemde gücünü “gölgede” ve “derinden” arttırdı. Aslında 1950’lerde SSCB’yi “yeşil kuşak”la Hint Okyanusu’ndan Akdeniz’e “çevreleme” politikasının uzantısı olarak İslamcılık, ABD dış politikasının ve Ortadoğu-Ortaasya siyasetinin temel unsuru oldu. Bu hareketleri de, Bin Ladin ve El Kaide dahil olmak üzere, ABD’nin ve Batı’nın en sadık müttefiki Suudi Arabistan finanse ve himaye etti.
Ne zaman Soğuk Savaş bitti, o zaman -11 Eylül 2001’de olduğu gibi- Suudi destekli Vahabi-Selefi örgütlenmeleri, çöken SSCB’nin ardından, artık Batı’yı hedef almaya başladı. ABD stratejilerinde bu durum “asimetrik savaş” olarak adlandırıldı; küresel terörizm konusu, dünya güvenliğinin baş konusu haline geldi. Ama Suudi Arabistan yine ABD müttefikliğinden ayrılmadı. 2000’li yıllarda yanına aynı zamanda doğal gaz zengini olan Katar eklendi.
Liderlik hayallerinin iflası
Türkiye’de 1980’li yıllarda Özal’ın “bölgesel süper güç” diye isimlendirdiği bölgesel liderlik tasarımı, 2000’lerde günümüz iktidarında “yeni Osmanlı” adıyla tekrarlandı. En büyük sıçrama da 2011’deki Arap kaosunda planlandı. Ne var ki Davutoğlu’nun “stratejik derinlik” politikası burada iflas etti. Libya’da “devlet” buharlaştı; IŞİD, toprakların bir bölümüne el koydu. Mısır’da siyasal iktidarın en iddialı siyaseti tasfiye edildi. Mübarek’i deviren askerler, İhvan’ın “Camp David dengesi”ni bozan politikasını tehlikeli bulup Mursi’yi devirdiler. Mursi’nin atadığı Sisi, Mursi’yi görevden uzaklaştırdıktan sonra, devletin başına geçti. Suriye, siyasal iktidarın neredeyse tüm siyasetini ortaya koyduğu yerdi. 19 Aralık 2016’da Rusya’nın Türkiye Büyükelçisi, El Nusra veya FETÖ mensubu olduğu iddia edilen bir polis memuru tarafından öldürüldükten sonra, Türkiye’nin Suriye’deki politikası, önceden programlanan Türkiye-İran-Rusya arasındaki 20 Aralık Moskova toplantısında resmen tarihe karıştı. Suriye’nin toprak bütünlüğü ve laik yapısı kabul edilirken, IŞİD ve El Nusra, müzakere edilecek örgütler kapsamına alınmadı; Suriye yönetimi resmi adıyla Suriye Arap Cumhuriyeti olarak tescillendi. İşte tam da bu deklarasyondan sonra, 22 Aralık 2016’da IŞİD’in iki Türk askerini diri diri yaktığı iddia edilen dehşet videosu yayınlandı. Kurgu olduğuna hala inanmak istediğimiz bu tür propaganda faaliyetleriyle, Türkiye’nin Suriye’deki sonu belirsiz maceraya daha çok girmesinin talep edildiği savlanıyor. “Stratejik derinliğini” kaybetmiş Davutoğlu’nun, görev başındayken, talihsiz bir beyanla “bir grup öfkeli genç” dediği IŞİD, sadece Suriye’de değil -Türkiye’ye geçen mültecilerin arasına sızarak- ülkemizde ve Avrupa’da da pek çok terör eylemi gerçekleştiriyor. Ayrıca ülkemiz, sadece IŞİD değil, PKK ve FETÖ dahil, pek çok terör örgütünün hedefinde gözüküyor.
PYD koridorunu engellemek için, Ağustos 2016’da, 90 km. uzunluk ve 40 km. derinlikte başlayan Fırat Kalkanı Operasyonu, Aralık ayında El Bab’da tıkanmış gözüküyor. Bir yandan şehitler gelirken, bir yandan da Suriye rejim güçlerinin Rusya’nın desteğiyle Halep’i eline geçirmesiyle, bir bakıma Türkiye’nin mevcut harekatı, Fırat’ın batısında PYD’nin eline geçirdiği Menbiç cebine yönelmeye hazırlanıyor. Bununla birlikte El Bab’da sıkışan IŞİD, terör ve propaganda yoluyla daha çok zarar vermeye, Türkiye ve Batı kamuoyunu etkilemeye çalışıyor.
Beklentisizlik…
Gerçi 19 Aralık “büyükelçi suikasti” 15 Temmuz kalkışmasından sonra düzelen Türkiye-Rusya ilişkilerini bozamamıştır. Ancak siyasal iktidarın 20 Aralık’ta -Murat Yetkin’in deyimiyle- “sessiz sedasız” terk ettiği “Suriye politikası” yeni risklerle karşı karşıyadır. Suriye’de Esad, Halep’ten sonra, Lazkiye-Hatay arasındaki Idlib bölgesine yönelecektir. Fırat Kalkanı harekatına, ÖSO’yu desteklemek adına giren AKP iktidarı, Idlib’de sözü edilen bölge için ne yapabilecektir? “Rusya-Esad” koalisyonuna karşı savaşmayı göze alacak mıdır? Elbette hayır. Bayırbucak Türkmenleri’nin yoğunlukla sözünün edildiği bölge, Suriye rejim güçlerinin eline geçerse, geriye PYD bölgesi ve IŞİD’in çekildiği “çöller” kalacaktır. Üstelik PYD bölgesi, ABD-Rusya’nın himayesi altındadır.
Halep’te dengelerin değişmesiyle, “bölgesel liderlik” savları kaybolmuş; AB perspektifini çoktan kaybetmiş; Rusya’yla “güvensiz bir yakınlaşma” içinde olup ABD ile Trump döneminde yeni başlangıçlar bekleyen siyasal iktidar, bir yandan da plebisiter bir başkanlık hayalini, “Sağ”daki ortağı MHP ile topluma enjekte etmeye çalışmaktadır. Kaosun içte ve dışta büyüdüğü zeminde, ihtiyaç duyduğumuz şey ise “demokrasi ve uzlaşma”dır.
Bu çerçevede, çoğulcu, laik bir zeminde, sosyal demokrasinin öncülüğünde bir demokrasi mücadelesine her zamankinden daha çok gereksinim vardır.

23 Ocak 2017 Pazartesi

TRUMP’IN İSRAİL YAKLAŞIMI

http://politikaakademisi.org/2017/01/23/trumpin-israil-yaklasimi/

2017 yılı, diplomasi açısından Trump’ın ABD Başkanlığını devralmasıyla başlayacak yorumları, çok da boş çıkmadı. Üslubu ve bakışıyla, değişik, kimilerince soru işaretleriyle dolu ABD’nin yeni başkanı Donald Trump, özellikle Başkan olmadan önceki vaatlerini, İsrail zemininde yerine getireceğini hissettiriyor. Şubat ayında İsrail Başbakanı Netenyahu’yu Beyaz Saray’a davet eden Trump, çok tartışma getirecek bir hamleye hazırlanıyor. Söz konusu hamle, ABD’nin İsrail Büyükelçiliği’nin Tel Aviv’den Kudüs’e taşınmasını içeriyor.
Peki bu ne demek? Büyükelçilikler, diplomatik kurallara göre, temsil olunan ülkenin başkentinde açılır. Bu da doğal bir süreçtir. Diplomatik temaslar, elbette başkentteki merkezi kurumlar, devlet başkanlığı, hükümet ve ilgili bakanlıklar düzeyinde yürütülür. Ayrıca, ülkenin önemli kentlerinde konsolosluklar açılabilir, kültürel, ekonomik ilişkiler, kamu diplomasisi yüzeyinde genişletilir. Peki kolay gibi gözüken ancak yanıtı tek olmayan bir soruyu gündeme getirelim. İsrail’in başkenti neresidir? Ülkemiz ve pek çok devlet tarafından, (Batı dahil) Tel Aviv, İsrail’in başkenti  olarak tanınmaktadır. İşin biraz geçmişine gidince, 29 Kasım 1947 tarihli, BM’nin 181 sayılı Genel Kurul kararınca, Britanya’nın terk edeceği Filistin mandasında, “iki devlet” kurulacaktı. Buna göre, kurulacak Arap ve Yahudi devletleri açısından Kudüs, özellikle “eski şehir” olarak anılan, Ağlama Duvarı, Hristiyan Kilisesi ve Harem-üş Şerif’in bulunduğu alan, BM mandası altında yönetilecekti. Bir bakıma, üç büyük din açısından kutsal sayılan yerler, tek bir devletin himayesine bırakılmıyordu. Bununla birlikte “ortak şehir” ya da “bölünmüş statü” dediğimiz Corpus Seperatum gündeme geliyordu. İsrail devleti’nin Britanya bu toprakları terk eder etmez ilanıyla, Arap-İsrail savaşı başladı. 1949 Şubat’ında varılan ateşkeste, Ürdün Batı Şeria ve Doğu Kudüs’ü, Mısır ise Gazze Şeridii’ni ele geçirdi. Geriye kalan topraklar, İsrail’in toprak bütünlüğü olarak kabul edildi. Hatta, 1947’de 181 sayılı BM Genel Kurul kararına muhalefet eden Türkiye, 1949 Şubat’ından yani ateşkesten sonra İsrail’i tanıdı. 1949-1967 arasında, Doğu Kudüs, Batı Şeria ile birlikte Ürdün’ün elinde kaldı. 1967’deki “6 Gün Savaşı”ndan sonra, İsrail Batı Şeria  ve Golan Tepeleri ile  birlikte Doğu Kudüs’ü ele geçirdi.  BM Güvenlik Konseyi 242 sayılı kararla, anılan toprakları, İsrail tarafından “işgal edilmiş topraklar” olarak ilan etti. İsrail, söz konusu kararı tanımadığı gibi, o tarihten sonra da, devlet kurumlarını Kudüs’e taşımaya başladı.
30 Temmuz 1980’de Doğu Kudüs’te varlığını ve fiili durumu resmileştiren İsrail, sadece Batı Kudüs’te değil,  ileride kurulacak Filistin’in başkenti olarak ifade edilen Doğu Kudüs’ü de içerecek biçimde tüm Kudüs’ü, İsrail’in başkenti olarak ilan etti.  Bu karar  BM Güvenlik Konseyi’nin 478 sayılı kararıyla “yok hükmünde” sayıldı.  Zira, BM Güvenlik Konseyi’nin 242 sayılı kararıyla “işgal edilmiş toprak”ta, yeni bir statü, başkent ilanıyla, de facto bir ilhak gerçekleşiyordu. Söz konusu karara BM tarafından defalarca atıfta bulunuldu ve teyit edildi.  Türkiye de bu kararı tanımadı, temsil düzeyini “ikinci katiplik” seviyesine indirdi, Büyükelçilik binası da Tel Aviv’de, diğer ülkeler gibi muhafaza edildi.
ABD açısından Kudüs, Corpus Seperatum statüsünde teyit edildi. Ancak büyükelçiliği Kudüs’e taşıma kararı, 1960’ların sonunda  daha henüz ABD başkanı değilken, büyükelçiliği Kudüs’e taşıma vaadinde bulunan Gerald Ford’la başladı. 1970’lerden beri Ford dahil ABD Başkanlarına bu vaat anımsatıldı. 1949’da Ürdün, 1967’de İsrail’in ele geçirdiği Doğu Kudüs toprakları, aynı zamanda Eski Şehir’in de içinde olduğu zeminde değerlendirildiğinde iş karışıyor.
Konuyu başka açıdan değerlendirelim. 1988’de Cezayir’de toplanan Filistin Ulusal Konseyi tarafından sürgünde kurulan Filistin devleti, 1993’te Oslo sürecinde İsrail’le uzlaşarak kurulan Filistin Otoritesi ve hatta İsrail’i tanımakta direnen Hamas bile, 1967 sınırları çerçevesinde, başkenti Doğu Kudüs olan bir bağımsız Filistin devleti hedefini resmileştirdiler. Bu bağlamda Batı Kudüs-İsrail ilişkisinde, Filistin tarafında, dolaylı bir kabullenme gözükmektedir. Burada itiraz edilen Doğu Kudüs’ün konumudur. İsrail, Doğu Kudüs’te, 1967 sonrası, Batı Şeria ile birlikte “yerleşimler” kurmaya başladı. Bu etkinlikler, Gazze’de 2005 sonrası, İsrail’in çekilmesiyle sonlanmış olsa da, Doğu Kudüs ve Batı Şeria’da söz konusu faaliyetler devam etti. BM Güvenlik Konseyi’nin kararları dikkate alınmadı.
ABD’de Trump yönetiminin büyükelçiliği Kudüs’e taşıma kararı, Corpus Seperatum çerçevesinde mi olacaktır? Yani Batı Kudüs İsrail’in başkenti olarak ABD tarafından, de facto olarak tanınacak mıdır? Yoksa, 30 Temmuz 1980 tarihli, İsrail’in Kudüs Yasası’nda ifade edilen Doğu Kudüs’ün “ilhakı” de facto olarak gündeme mi gelecektir? Şimdilik tahmin edilen Batı Kudüs zeminindedir. Ne var ki, kalıcı barış olmadan, ABD’nin Kudüs hakkındaki herhangi bir kararı, yaşanan gerilimi, fiziksel şiddet sarmalına dönüştürme potansiyeline sahiptir.  Trump, “radikal İslam”ı bitirme sözü verirken, ateşe benzin dökerek mi konuya yaklaşacak, yoksa Rusya’nın Suriye’deki konumuna karşı, İsrail ile ilişkileri pekiştirerek, Ortadoğu ve Doğu Akdeniz’de buradan mı bir pencere açacaktır? İsrail, Trump sonrası, Doğu Kudüs’te yeni yerleşimlere onay vermiştir. Türkiye, ABD’nin bu kararından ve İsrail’in yerleşimlerle ilgili kararından memnun olmayacaktır. Öte yandan Esad karşıtı İsrail ve Türkiye, Doğu Akdeniz’de enerji yüzeyinde yaklaşırken, Katar Obama döneminde olduğu gibi, ABD’den destek almaya devam edecek midir? Ya da Britanya ile mi yetinecektir?  Rusya, Suriye-İran-Hizbullah ekseninde Trump’ın İsrail yaklaşımından ve İsrail’in Trump sonrası politikalarından rahatsız olacak mıdır? Esad müttefiki Rusya, Esad karşıtı Türkiye ile, IŞİD’e karşı Suriye’de “ortak operasyon” yaparken, İsrail yeni dönemde Esad karşıtı olarak yeni hamleler yapacak mıdır? Trump, Rusya’nın Suriye’de IŞİD karşıtı askeri operasyonlarına diplomatik destek vermektedir.
Bu kadar karışık bir zeminde, ABD’nin İsrail penceresinden Ortadoğu’ya bakışı, Rusya-Suriye, ABD-İsrail denkleminde  Doğu Akdeniz’de değer bulmaktadır. İşte tam da bu çerçevede Hamas’la diyaloğu koruyan, İsrail’i bol bol kınayarak, eş zamanlı enerji başta olmak üzere işbirliği yapan bir Türk Dış Politikası göreceğiz. Bu konuyu, Türkiye-Suudi Arabistan-Katar hattını en çok zorlayan, İran çizgisi sıkıştıracaktır.
Trump’la birlikte, 2017 başladı. “Dördüncü intifada” riski gündemde kalırken, bu zemindeki bir Filistin hareketliliğinin,  Obama dönemindeki gibi sessiz karşılanacağını söylemek bir hayli zordur. Doğu Kudüs konusu ise, bu olası kararlarla, daha sıkıntılı bir döneme taşınacaktır.
İki devletli çözüm, küresel ve bölgesel güçlerin hesaplarıyla, gün geçtikçe olanaksız hale getirilmekte, bu da kalıcı bir Ortadoğu barışını görünmez bir geleceğe taşımaktadır.

1 Ocak 2017 Pazar

YENİ YILA TERÖRLE UYANMAK...

http://politikaakademisi.org/2017/01/01/yeni-yila-terorle-uyanmak/

Hani eski ve yeni Türkiye diye yüzeysel, sığ, anlamsız karşılaştırmalar yapılıyor ya, bizler eski Türkiye’de, ailece TV’nin başında, kestane yiyerek, Zeki Müren dinleyerek, içki tercih edenler içki içerek, yeni yıla girer, Aralık sonu ve Ocak başı rehavet ve kar dolu günler geçirirdik. Ülkede yeni yıl kutlama ya da kutlamama üzerine polemikler kitlesel boyutta olmaz, tercih etmeyenler de yeni yılı görmezden gelirdi. İsteyen eğlenmek için dışarıda bir yerlere gider, astronomik rakamlar, gündemin her sene değişmeyen konusu olurdu. Şimdi yeni denilen Türkiye’deyse, neredeyse resmi kurumların da katıldığı bir “yılbaşı kutlatmama” kampanyası, bir kısım yerlerde, üstelik okul öğrencilerini, velilerini rencide edercesine yapılıyor. Medya ve birtakım radikal gruplar temsili olarak Noel Baba dövüyor, inanılmaz bir kabalık, estetik yoksunluğu ve sabah-akşam kararmış bir ortam hakim.
Yılbaşı gecesinin rehavetiyle, uyumaya hazırlanırken, gece yarısı Reina isimli en popüler  gece kulübüne, belli ki içeriden birtakım personelin de göz yummasıyla girdiği iddia edilen terörist ya da teröristler, yılbaşı kutlayan kalabalığa yaylım ateşi açıyor, şimdilik 40, sonrası bilinmez can kaybı, onlarca yaralıdan söz ediliyor. Yeni ortamda, artık ertesi gün, yılbaşı gecesinin rehavetini değil, terör saldırısının yankılarını konuşuyoruz. İnanılmaz bir nefret söylemi, yer kürede sosyal medyayı en hunharca kullananların arasındaki “troller”, saldırıyı hangi terör örgütünün yaptığı üzerinden siyasal vaziyet almalar ve bir başka günün nefret söylemini üretmeye çalışan sosyal medya canavarları…
Türkiye gerçekten de bu kadarını hak etmedi.  Sözde Osmanlıcılık üzerinden hareket eden sokak, Fatih Sultan Mehmet’in İstanbul’u fethinden sonra yaptıklarından bihaber hareket ediyor. Gerçi bunu söyleyince, hemen cemaat hukukuna hapsolan, laik Cumhuriyet’i iğneleyen bir söylem gelişecektir.
Terör saldırısında, Afganistan’ın SSCB tarafından işgali sürecinde, ABD’nin itelemesiyle Sovyet işgaline karşı “mücahitler”i destekleyen Pakistan, zamanla Batılılar’ın deyimiyle “jöle devlet”e dönüştü. SSCB’ye “yeşil kuşak”ı çevreleme siyasetinin uç noktası Pakistan, artık ülke olarak ta “Afpak”a dönüşmüş durumda. Afganistan-Pakistan sınırının dağlık alanda anlamını yitirdiği yıllarda, Pakistan’a göç eden mültecilern kurduğu medreselerde yetişen “talebeler” yani Taliban, unutulmasın ki, 11 Eylül 2001 saldırılarının tetikleyicisi El Kaide’nin Afganistan’da hamisi olmuştu.
Yıllarca yazıp söylendi. Suriye iç savaşında eğer Suriye Afganistanlaşırsa, Türkiye Pakistanlaşır dedik. Keşke öngörümüz çıkmasaydı. Ancak kaçınılmaz son, kendi kendini gerçekleştiren kehanet örneğindeki gibi kendini tekrarladı.
Bundan sonra elbette her şey bitmedi. Atatürk’ün kurduğu Cumhuriyet’i yaşatmak, hem ülkemiz hem de bölgemiz için bir var olma sorununa dönüşmüş durumdadır.  Alaturka bir başkanlıkla, kuvvetler birliği ve “Türk Sağı”nın Tanıl Bora’nın deyimiyle, milliyetçi, muhafazakar ve İslamcı tüm hallerini konsolide eden bir siyasete değil, laik, parlamenter, çoğulcu, demokratik, sosyal bir hukuk devletine ihtiyacımız var.
Bunun yolu da uzlaşmadan geçer. OHAL sürerken, üstelik kutuplaştırıcı bir referandumla, ülkeyi daha çok germemek gerekmektedir.  Saldırı; IŞİD, PKK, FETÖ fark etmeden, kaos planına hizmet etmektedir.  Bölgede, ülkemize yönelik olası bir karmaşaya seferber olan,  küresel terör odaklarını yenmenin en temel koşulu, gerçek bir demokrasiyi inşa etmek ve terörle tavizsiz mücadele etmektir.
Bölgesel vesayet kurma, stratejik derinlik bina etme, Suriye’ye “ağabeylik” etme siyasetleri iflas etmiş, ülkemiz “içimizdeki Suriye”nin, içe dönük patlamasına sahne olmaktadır.  Suriye’de Rusya ile girişilen ateşkes garantörlüğü devam ettirilmeli,  istikrar sağlanmalı ki, çoğu masum olan mülteciler ülkelerine geri dönsünler. Ülkemize gelen göçle, alfabenin pek çok harfinde temsil edilen terör örgütlerinin profesyonel hücreleri içimize sızmıştır. O yüzden yoğun bir istihbarat zafiyeti yaşanmaktadır.
Fabrika ayarlarına dönmedikçe, çıkmaz sokaktan kurtulma, bir çıkış yolu bulma umudu yoktur.  Ayarlar 1923’te geri dönülemez biçimde tesis edilmiştir. Bunlarla oynamak, yaşamsal bir risk yaratmaktadır. Saldırıda yaşamlarını kaybeden yurtaşlarımıza Tanrı’dan rahmet, yaralılara acil şifalar diliyorum.