31 Mayıs 2012 Perşembe

TECAVÜZ VE MUHAFAZAKARLIK...

Son dönemlerde, bölgemizde ve ülkemizde, muhafazakarların dincileştiği, dincilerin de muhafazakarlaştığı gözlemleniyor. Bu konuda Nilgün Cerrahoğlu'nun ilgili yazısını öneririm. (Nilgün Cerrahoğlu, "Sekülarizm Neden Sorgulanıyor?", Cumhuriyet, 26 Mayıs 2012, http://www.cumhuriyet.com.tr/?hn=340472 ) Ve konu sadece İslamcılık'la ilgili olarak gündeme gelmiyor.
Türkiye'de 2002'ye kadar "Merkez Sağ" partiler ve siyasetlerden söz ederken, artık İslamcılık akımından gelen ve "Milli Görüş gömleği"ni çıkardığını iddia eden AKP; "muhafazakar demokrat" bir kimliği tercih ediyor. Bu çerçevede Türkiye'nin değişen sosyolojik yapısının, sosyolojik çevrenin değerlerinin, merkeze hoyratça egemen olma eğiliminin,  iyi değerlendirilmesi gerekiyor. Bu süreci "Avamlık Halleri" başlıklı kısa notumda ele almıştım.
Avamlık, bir tavırdan ziyade, bir varoluş, kente, kentsel ve modern değerleri tümden reddediş, hatta yok etme, yerine ise yenisini ikame edemeyiş gibi post-modern bir çaresizliği ortaya koymaktadır. Böyle olunca, bilimden, sanattan "intikam alma" bir nevi "tarihi bir coşku" yaşatsa da, aynı kahredici soru gündeme gelmektedir. Yerine neyi koyacaksınız?
Nilüfer Göle, yıllar önce kaleme aldığı Modern Mahrem kitabında, "mahrem"in modernleştiğini, "tesettür"ün bir kimlik ifade etme aracı olmanın yanısıra, eğitim ve iş dünyasında "var olma" mücadelesinin, İslami akımların geleneksel olarak "kadını eve kapatma" refleksini alt üst ettiği ortaya koymaktaydı. Böylece, "mahrem" de modernleşme sürecinden kurtulamıyordu.
Tüm bu iyimser yaklaşımlara karşın, siyasal iktidar sözcülerinin, "kürtaj ve sezaryan" başta olmak üzere, "kadın vücudu"na yönelik "teşhir" edici yaklaşımları, "mahrem"e dayalı siyasetin, "avamlık halleri"ni bir kez daha teyit etti. Ancak "tecavüz"e yönelik değerlendirmeler, kutuplaşmış toplumda derin bir travma yarattı. Kürtajı "tecavüz"de de "yanlış" bulan zihniyet, bir nevi bilinçaltını ete kemiğe büründürdü.
Şöyle ki, "o da tahrik etmeseydi", "dişi kuyruğunu sallamasa erkek peşinden gitmez", "o da haketti" gibi, toplumsal cinsiyetin erkek baskın karakteri, dincileşen muhafazakarlığın, "modern kadın"a duyduğu öfke ve intikam duygularını dillendirdi. Bu bağlamda "tecavüz"ün "meşrulaşması"nın "hangi kadın"lara yönelik olarak ima edildiği, söz konusu anlayışın, "tecavüzcü"yü korumak gibi bir sapmaya yol açacağı gün gibi aşikar. İçinde yaşadığımız toplumda "tecavüzcüsüyle evlendirilme", "çocuk yaşta kızların evlenmesi" gibi ananevi uygulamalar her ne kadar kırsal kesimler için geçerli olsa da, artık "tecavüz", yaptırımsal gücüyle,  "modern kadını" cezalandırma ve "muhafazarlaşarak" biat ettirilmesi  hamlesini vurgulamaktadır.
Bu çerçevede, değişen toplumsal dokuda, "mahalle baskısı", "tecavüz silahı"yla daha da güçlendirilmiştir. Tecavüzden doğan çocuğa "devletin bakması" gibi öneriler ise, "vahametin" derecesini göstermesi açısından ibretlik bir tabloyu resmetmektedir.     

24 Mayıs 2012 Perşembe

AKP'YE MUHALEFET ETMEK...

Ülkemizde yaşanan siyasal gerilim ve otoriterleşme eğilimlerinin etkilerini sıklıkla gündeme getiriyorum. Bugün, "ileri demokrasi" görüntüsü altında yaşanan baskılardan değil, daha ziyade AKP'ye "muhalefet" etmenin ve söz konusu siyasal partiye karşı gerçekten "seçenek" olmanın koşullarını değerlendirmeye çalışacağım.
CHP'nin örgütlenmeden sorumlu genel başkan yardımcısı, yani fiilen "ikinci adamı" pozisyonundaki sayın Nihat Matkap, İskenderun İlçe örgütüne yaptığı bir ziyaret sırasında, bugün seçim olsa AKP'nin yine "her iki kişiden birinin" oyunu alacağını ifade etmiş. Medyaya yansıyan haberlere bakılırsa, sayın Matkap, ekonomideki verilerin olumsuz olmasına karşın, AKP'nin iktidarında bir değişiklik olmadığını vurgulamış.
Ana muhalefet partisinin, genel başkandan sonraki en yetkili yöneticisinin değerlendirmeleri elbette bir hayli önemli. Üçüncü dönemini yaşayan AKP iktidarının, son genel seçimlerden yaklaşık bir yıl geçmesine karşın, siyaseten konumunu sürdürmesi, oy oranını koruması, ortada çok önemli bir olgulaşma sürecini gösteriyor.
AKP, iktidarının üçüncü dönemi ve 10. yılında, AKP iktidarı öncesindeki siyasal koşulları çok iyi kullanıyor. Bir zamanlar nasıl general Evren, "12 Eylül öncesine döneriz ha" diye korutuyordu, AKP de 1990'lı yıllardaki "koalisyon hükümetleri ve ekonomik krizlere dönme" korkutmacasını ustalıkla kullandı.
Öte yandan "karizmatik bir lidere" sahip olmanın avantajlarını iyi değerlendirirken, "sosyal devlet" yerine, "dini cemaatlerin dayanışma ruhunu" harekete geçirerek, piyasa ekonomisinde, kendi "sosyal sübabını", devlet dışında inşa etti. Devlet olanaklarını da "kendi partisinin sosyal yardımları"nda seferber etti. "Topluma dokunmak" deyimi, AKP ile icat edildi. AKP "kendi zengini"nden önce, "kendi yoksulu"nu yarattı. Öte yandan neo liberal ekonominin acımasız yöntemlerini, global sermayeyle birlikte uygulamaktan çekinmedi. Ancak AKP formülündeki "tılsım", yoksulların "cemaat dayanışması"yla kapitalizme "ikna edilmesi" ya da kendilerine yabancılaştırılmasıdır.
Dış polititikada ise muhafazakar kitleler, Müslüman nüfuslu diğer rejimlerle "çatışma" açısından motive edilmiş, gerekirse mezhep kartı kullanılmış, "Neo" parantezindeki Osmanlı-Selçuklu fantezileriyle, ABD'nin bölgesel politikalarının "uygulayıcısı" olmak, aynı kitlelere sempatik hale getirilmiştir.
CHP'de genel başkan yardımcısının ağzından ortaya konulan itiraf, belki "durum tespiti" olarak bir değer taşıyabilir. Ama bu bir yandan da seçimlerin ardından geçen son bir yılda, ana muhalefetin bir gelişme gösteremediğinin de "resmi bir beyanı" olarak ayrıca bir önem taşımaktadır.
Mayıs 2010'da sayın Kılıçdaroğlu'nun CHP genel başkanı seçilmesi, Kasım 2010'da Sav ve arkadaşlarının MYK'dan "yeni tüzükle" tasfiye edilmeleri ve Gürsel Tekin'in "yeni ikinci adam" olması, Aralık 2010'daki olağanüstü kurultayda yeni PM seçilmesi ve Haziran 2011'de "yeni meclis grubu"nun oluşması, seçim sonrasında Gürsel Tekin'in "ikinci adamlığı"nın sona ermesi ve Nihat Matkap'ın "ikinci adam" olması, CHP içi kulislerle ilgilenenler için bir değer taşıyabilir. Ama inanın Türkiye kamuoyunu ve seçmenini pek te ilgilendirmiyor.
Parti içi tasfiye geleneği önceki yönetim döneminde de vardı. Bugün de özellikle, Kasım 2011'deki il ve ilçe görevden alma süreçleriyle, 2012 olağan kurultayındaki "yeni yapı" tasarlandı. Bu arada Şubat 2012'de "parti içi muhalefet"in öncülüğündeki imzalarla, bir genel merkezin, bir de muhalefetin isteğiyle art arda iki "tüzük kurultayı" yapıldı.
CHP ne yaptı sorusuna, genel merkez yöneticileri, oluşturulan projeler ve çözüm önerileriyle yanıt veriyorlar. Haksız da değiller. Ama önemli olan "mesajın tabana nüfuz ettirilmesi". Buna da yanıt, "medya engeli"yle verilebilir.
Kılıçdaroğlu'nun Mart 2009 yerel seçimlerinde, "varoşlara" uzanan siyasal performansı, Mayıs 2010'daki süreçte, yaşanan kaosun ardından, genel başkanlığa gelişini kolaylaştırmıştı. Yeni PM ve yeni TBMM grubundan sonra "yeni örgüt" yapısı AKP'ye muhalefet edebilir mi?
Ya da tüm bunlar, AKP'ye muhalefet etmekten çok, eski yönetimler döneminde olduğu gibi "parti içi iktidara" yönelik hesaplardan başka bir anlam taşımıyor mu? Bir soru daha. Muhafazakar kitlelere, "muhafazakarlaşarak" gitmenin siyaseten bir karşılığı var mı?
Beni ilgilendiren soru şu. Mart 2014'de İstanbul başta olmak üzere CHP büyükşehir ve ilçe belediyelerini kazanıp, Türkiye'nin "1. partisi" olacak mı? 50-25 dengesizliği altüst olacak mı? Genel seçimlerde CHP yeni hükümeti kuran parti olacak mı?
Gerisi laf-ı güzaf ve parti kulisi...
Kimse kusura bakmasın...     

15 Mayıs 2012 Salı

CHP İSTANBUL İL KONGRESİ...

13 Mayıs 2012'de Abdi İpekçi Spor Salonu'nda gerçekleştirilen CHP İstanbul İl Kongresi hakkında çeşitli yorumlar yapıldı.
İşin basit değerlendirmesiyle başlayalım. İlçe kongrelerinde "il delegesi" seçilmek için insanlar neredeyse büyük bir çabanın, koşuşturmacanın içine giriyor. Ve İl Kongresi sonuçları açıklanırken 190 oyun "geçersiz" olduğu ilan ediliyor. Neredeyse kongre delege sayısının 1/3'ünden bahsediyoruz. Ne yazık ki, delege oy kullanmayı bilmiyor. Bunda elbette yıllardan beri "çarşaf liste" uygulanmamasının ciddi bir etkisi var. Ancak siyaset ciddi bir iştir. "Listeye girmek"le herşey hallolmuyor.
Bir başka boyutu ele alırsak, kongre salonunda ciddi boşluklar vardı. Kimi 3 bin, kimi 6 bin kişiden söz etti. Ancak CHP'nin, hem de böylesine bir siyasal rekabet ortamında, deyim yerindeyse kalabalığı ile "ortalığı ayağa kaldırması" gerekirdi.
Bunda elbette, genel merkezde etkin olan birtakım profesyonel politikacıların yansıması var. 15 Mayıs 2012 tarihli Cumhuriyet gazetesinde Bedri Baykam'ın yazdıklarını okuyunca, il kongresinde göz gezdirdiğim broşür tekrar hatırıma geldi. Göreve seçilen Salıcı'nın, 10 Aralık Hareketi'nde iken "CHP kapatılmalıdır" dediğine inanmamıştım. Umarım doğru değildir. Sürç-i lisansa (böyle bir konuda nasıl olabilir?) derhal düzeltilmesi, Sol literatürdeki anlamıyla "özeleştiri" verilmesi gerekir. Zira "kapatılmalıdır" dediğiniz partinin il başkanlığını yapmak tuhaf bir duygu olsa gerek.
Ali Özcan iyi ki aday oldu. Yoksa bazı ilçe kongrelerinde olduğu gibi "tek liste-blok liste" anlayışıyla, "bugün sünnet, yarın deniz" olacaktı.
Artık saat işlemeye başladı. 22 ay evet tam 22 ay var YEREL SEÇİMLERE...
Mazeret yok. Eski ekiplere atıfta bulunarak, "günceli meşrulaştırmak" yok. Bu saatten sonra parti içi seçimlerde "masum olma iddiası" ekipler açısından kalmadı.
Dünün mazlumu, bugünün tasfiyecisi, bugünün tasfiyecisi yarının mazlumu döngüsünden çıkmak gerek.
Bundan sonra seçim stratejilerini CHP örgütünün rızasıyla yapmak gerek.
Eğer mevcut yanlışlar tekrarlanırsa, sevinen AKP olacaktır...     

14 Mayıs 2012 Pazartesi

YENİ HEGEMONYANIN TUZAKLARI...

Türkiye'de gün geçtikçe hegemonik siyasetin dili, tüm bir siyasal-toplumsal-ekonomik ve kültürel alanı kaplamaya başlıyor. Konuyu anlamak için, Gramsci'nin "hegemonya" tezine tekrar tekrar başvurmak gerekiyor. Bu çerçevede Gramsci, hegemonyanın tarihsel bloğunu analiz ederken, medyadan üretim ilişkilerine ve eğitime kadar geniş bir alan çizer. Yeni hegemonyanın inşa edilmesinde "yeni bir hakikat"in oluşturulması kaçınılmazdır. Bir anlamda, yeni bir tarih, yeni bir değerler bütünü, yeni kahramanlar yaratmak ve bu bağlamda "yeni bir toplum" oluşturma gayretinden söz ediyoruz.
Anayasa Mahkemesi'ne raportörlük yaptığı dönemlerde adından çok söz ettiren Osman Can'ın, "biraz üzüntü" içinde söylediği zeminde "Yargıya artık Kemalist giremez" ifadesi asla bir rastlantı değildir. Bu bir anlamda olmuış bitmiş bir iştir.
Siyasal iktidar, son 10 yılda, her seçimde kendi siyasal kredisini tazelerken, sadece devletin ideolojik ve bürokratik aygıtlarını ele geçirmekle kalmamış, "yeni bir toplum" yaratma konusunda epey mesafe almıştır.
Kendi yargısını oluşturmak bunun sadece bir parçasıdır. Artık ordu, AKP adına ana muhalefete bildiriler yayınlamakta, kolluk kuvvetleri ise malum konumdadır.
Siyasal muhalefetin temel işlevi, hegemonik siyaset söylemi sınırları içinde kalmak değildir. Zira hegemon partinin oluşturduğu "siyaset dili" yüzeyinde, tarikat-cemaat ilişkilerine göz kırpan ve mevcut muhafazakar yapıya "sempatik yaklaşan" bir anlayışla bir yere varmak mümkün değildir. AKP özellikle CHP üzerinde "kendi geçmişini inkar etme ve kötüleme baskısı"nı, yandaş medyanın da yardımıyla arttırmaktadır. Zira AKP, "kendi hakikati"ni yaratırken, Cumhuriyet tarihini, kendi değerleri çerçevesinde yeniden yazma telaşındadır.
Son Osmanlı sultanı Vahdettin'in, ve sözgelimi savaş sırasında işgal kuvvetlerine karşı savaşmanın caiz olmadığı fetvasını veren İskilipli Atıf'ın kutsanması, "yeni kahramanlar" yaratma hevesini ortaya koymaktadır. Bu ister istemez "yeni hainlerin" de kurgulanması anlamına gelmektedir.
Altı çizilen çerçevede, "hegemonik siyasetin tuzakları" bir hayli risklerle doludur. Siyasal iktidar, kendi açısından tehlike olmayacak bir siyaset alanı tanzim etmeye çalışmaktadır.
Bu bağlamda AKP'ye benzemek değil ama gerçekten "seçenek" olmak yaşamsal bir öncelik taşımaktadır. Yoksa sistem, siyasal yapıları kendilerine yabancılaştırmakta ve bizzat AKP'ye benzeştirmektedir.

11 Mayıs 2012 Cuma

DEMOKRASİNİN İNTİHARI...

Demokrasi modern zamanlarda en az sakıncalı rejim olarak kabul ediliyor. Bu çerçevede dışarıdan "kırılgan" bir yönetim tercihi olarak görülmesi doğaldır.
Weimar Cumhuriyeti'nin Hitler'in liderliğindeki Nasyonal Sosyalist İşçi Partisi iktidarınca ortadan kaldırılması, Almanya ve dünyanın felakete sürüklenmesi, "demokrasinin intihar" edebilen bir rejim olduğu yorumlarını evrenselleştirdi.
Peki demokrasi, demokratik yollarla ortadan kaldırılabiliyorsa, söz konusu rejimin kendisini "savunma" mekanizmaları olabilir mi? Ya da demokrasi edilgen bir rejim mi?
Otoriter ya da totaliter bir siyasal iktidar demokrasiyi yok edebilir mi?
Tam da bu bağlamda demokrasinin felsefesini ele almak gerekmektedir. Sistem eğer felsefi altyapısını kaybederse, demokrasiye olan inanç ortadan kalkarsa, o zaman demokrasiyi taşıyacak kitleler gündeme gelemez.
İşin ekonomi-politik zeminini unutursak, demokrasiyi çözümlemek olanaksızdır. Hitler dönemine dönersek, demokrasinin yok olması, ekonomik-toplumsal kriz, işsizlikle söz konusu olmuş, Yahudiler "günah keçisi" ilan edilmiş, Naziler III.Reich'ı 1000 yıl sürecek bir imparatorluk olarak lanse etmişlerdi. Almanya'da "rakipsiz" kaldıktan sonra da, malum olmak üzere Avrupa'yı işgale başlamıştı.
Fanatizm patlaması yaşanması, üstün ve ari ırk iddiaları Nazi iktidarının güncel propagandasını ifade eden konu başlıkları oldu.
Demokrasinin tasfiyesi süreci, ekonomik-sosyal buhranın yanısıra "nefret söylemi"yle beslendi. İnsan hakları ve yurttaşlık temeli yerine, saf ırkın üstünlüğü iddiası söz konusu sistemi ayrıştırdı, gerginlik hep Naziler'e yaradı. Nefret söylemi, demokrasiyi savunan tüm kesimleri hedef aldı, sindirdi ve ötekileştirdi. Sırayla bilim ve sanat hedef gösterildi. Avamlık "sandık çoğunluğu" ile demokrasiyi teslim aldı.
Nazi sanatı, Nazi bilimi icat edildi.
Ve sonu FELAKET oldu...
İntiharı engellemek için, demokrasiye gerçekten sahip çıkmak ve "günü kurtarmak"la sevinmemek lazım. Zira faşizm evrensel açıdan her zaman kapıdadır ve birgün sıra herkese gelebilir.
Demokrasinin intiharı, insanlığın, aklın, duygunun, bilimin, kültürün, sanatın ve çağdaş tüm değerlerin iflasıdır.
BÜYÜK FELAKET'ten korunma yolu daha çok demokratik bilinçtir...
Ve asla UNUTMAMAK'tır...      

3 Mayıs 2012 Perşembe

CHP'DE DALGALANMA...

 

Profesyonel bir politikacı olsam, İstanbul İl Kongresi'ne 10 gün kala "suya sabuna dokunmayan" bir yazı kaleme almayı tercih ederdim. Ya da hiçbirşey yazmamayı yeğlerdim.
Gelgelelim gelişmeler hepimizi farklı algılamalara sevketti. CHP'de Mayıs 2010'dan itibaren, genel başkan değişimiyle birlikte başlayan "iktidar azmi", sosyal demokrat politikalara hız verme gayreti, ilk günlerden beri, pek çok partiliyi heyecanlandırdı. Zira CHP artık yıllardan sonra nihayet "iktidara yol açacak", "kitleselleşecek" ve "ekip anlayışları"nı aşacak bir vizyona sahip olacaktı.
Bu bağlamda genel başkanın samimi çabalarını takdir etmekle birlikte, partideki kadro sorununun sürdüğü, ekip-hizip anlayışının sadece belli bir dönemle sınırlı kalmadığı, parti liderliğinin böyle bir hedefi olmamasına karşın, genel başkanı "kuşatma" gayretkeşliğiyle başka bir "dar kadroculuk"un tohumlarının atılmaya başlandığı bir risk durumuyla karşı karşıyayız.
CHP'nin son yıllarda en fazla oy aldığı seçim, 2009 Yerel Seçimleri oldu. AKP %38 oy alırken, CHP %25'de kaldı. Aslında siyaseten yine bir başarı kazanılamamıştı ancak CHP'nin İstanbul'da Büyükşehir Belediye Başkanlığı'ndaki oyları %38'e varmıştı. Bunda elbette CHP'nin adayı, dönemin CHP grup başkanvekili Kemal Kılılçdaroğlu isminin çok büyük katkısı vardı. Yolsuzluklara dayalı "dosyalı muhalefet"in öncüsü Kılıçdaroğlu, CHP İstanbul İl Başkanı Gürsel Tekin'le iyi bir takım çalışması yaptı. "Bu ikili", partinin o zamana kadar ulaşamadığı kent periferisine yani varoşlara ulaştı, "çarşaf açılımı" gibi yol kazaları olsa da, CHP İstanbul'da kendine güvenen bir parti konumuna geldi.
"2009 İstanbul ruhu", 2010'daki malum gelişmelerin ardından oluşan siyasal belirsizlik tablosunda, bu sefer CHP Genel Merkezi'ne taşındı. Kılıçdaroğlu genel başkan, Tekin ise birtakım gerilimlerden sonra genel başkan yardımcısı oldu.
Bugün internet sitelerinde "ikinci adam istifa etti" başlıklarında siyasal ve hukuki açıdan yetersizlikler var. Zira "yeni tüzük"le Sav'ın tasfiye edilmesinden sonra, Kasım 2010 MYK düzenlemesi ve  Aralık 2010 Olağanüstü Kurultayı'nın ardından Tekin "ikinci adam" olmuştu gerçekten...
Ancak Haziran 2011 genel seçimlerinden sonra Tekin, "örgütlenmeden sorumlu genel başkan yardımcılığı" ile anılan "2. adamlık" konumunu genel başkanın yaptığı düzenlemeyle bırakmak durumunda kaldı. 2012'deki "olağan kurultay süreci"nde ise İstanbul'un ilçe kongreleri sürecine müdahale etmedi ya da edemedi.
Partide yaşanan tartışmalarda, 1991-2002 arasındaki koalisyon süreçlerinde yer alan kimi eski politikacıların, 2012 itibarıyla CHP'deki tartışmalı ortamda İstanbul il kongresine "müdahil" olma ve "belirleme" hevesine girdikleri iddiaları ele alınıyor.
CHP'de "CHP'li olma" kimliğinin bazı çevrelerce bir handikap haline getirilmesi konusu ise bir spekülasyondan ibarettir diye düşünmek istiyor insan.
Tüm bu tartışmaların dışında, CHP İstanbul İl'inin sevin ya da sevmeyin, "son seçilmiş başkanı"nın fikrinin dahi alınmaması, genel merkez adına birtakım politikacıların "sıkı markaja" girişmeleri "bardağı taşıran son damla" oldu.
3 Mayıs 2012, CHP'de önemli bir kilometre taşıdır. 2002'den beri AKP iktidardadır. 3 Kasım 2002 seçimleri öncesinde DSP-ANAP ekseninde, "MHP'siz ve Ecevit'siz" bir koalisyon öngörülüyor ve Derviş'e "umut adam" diye bakılıyordu. Gülen de bu formülün "isimsiz kahramanı" diye adlandırılıyordu.
Sözkonusu formüllerin sonucunda bugün çatırdamış da olsa, son 10 yıldan beri AKP-Gülen koalisyonu yaşıyor. Erdoğan "rakipsiz bir lider" gibi görülüyor.
CHP'de bu iflas etmiş senaryolar tutmaz. Partinin iktidara gelme yolu AKP'ye benzemek değil, ona seçenek olmaktır.
Genel başkanı bu kadrolar rahat bıraksın ki, başkalaşma değil ama DEMOKRATİK DEĞİŞİM İstanbul'dan başlasın...