28 Ocak 2015 Çarşamba

KÜRESELLEŞMENİN 2015 SEÇİMLERİNE ETKİSİ...

Küreselleşme süreci, diğer örneklerde olduğu gibi, gerçekten ülkemizi de pek çok konuda etkiliyor, yaşanan olay ve olgular, yaşamımızın birer parçası oluyor, toplum içindeki tartışmalar, bu yüzeyde biçimleniyor. 7 Ocak 2015'te Paris'te Yemen El Kaidesi'nin üstlendiği terör saldırısıyla, Charlie Hebdo dergisinin 12 çizerinin katledilmesi, Türkiye'de gündemin hala en başta gelen tartışmalarını barındırıyor. Olayın sıcaklığı yaşanırken, Başbakan ve AKP Genel Başkanı Davutoğlu'nun sadece taziye yayınlamakla yetinmemesi, ardından teröre karşı, ifade özgürlüğünü savunan uluslararası yürüyüş için Paris'e gitmesi, beraberinde şaşkınlık ta yaratmıştı. Zira siyasal iktidarın İslamcı bakışı, Charlie Hebdo dergisinde, daha önce yayınlanan Hz.Muhammed karikatürlerine, acaba tahammül gösterecek bir olgunlukta mıydı? Terör kınanmıştı ancak, İslamcı kesimlerin "ama"lı, tahrik unsurunun altını çizen gerekçe üretme yarışı içinde, Davutoğlu'nun ilk hamleleri şaşırtıcı idi. Ne var ki, Charlie Hebdo dergisiyle gerçekleştirilen uluslararası dayanışma çerçevesinde, Cumhuriyet gazetesi, derginin bir seçkisini, kendi içinde yayınlayınca, saldırı sonrası çıkan ilk sayının kapağında, Hz. Muhammed'i andırdığı iddia edilen figürün, iki Cumhuriyet yazarının köşesinde yayınlanması, siyasal iktidarın gerçek yüzünü hemen ortaya çıkardı. Gazete yayınlanmadan, "makul şüphe"yle engellenmeye çalışılır, kolluk kuvvetleri dağıtım öncesi tedbir almaya çalışırken, seçkide "malum kapağın" yer almaması, dağıtımın gerçekleştirilmesini sağladı. Ancak, Cumhuriyet, olası saldırılardan korunma adına fiilen kolluk kuvvetlerinin günlerce kuşatması altında kaldı, başbakan bizzat Cumhuriyet'e yönelik hakaret ve olası saldırıların "doğal" olabileceğini ifade etti, gazete sık sık yetkililerce hedef gösterildi. Gazetenin yayınladığı günün gecesi "muntazam güçler", gazeteyi hedef alan protestoları Cumhuriyet'in önünde yaptılar, partizan medya, İslamcı örgüt ve kuruluşlar, "tehdit mesajları" yayınladılar. "Hepimiz Charlie'yiz" sloganıyla dünyanın dört bir tarafındaki "evrensel dayanışma" adına realize edilen gösteriler ülkemizde de yinelenirken, bir yandan da "Charlie değiliz" başlığında, onbinlerce kişinin katıldığı eylemlerde "hepimiz Hizbullahız" sloganı atıldı. Dolayısıyla, küresel bir gerilim, ülkemizdeki kutuplaşmayı daha da arttıran bir içerikle ülkemize yansıdı.
Bir başka küresel etki de, 25 Ocak 2015'te, komşumuz Yunanistan'da yaşanan seçimle gerçekleşti. Söz konusu seçimde, radikal Sol ittifak (Syriza)nın, birinci parti olacağı tahmin ediliyordu, ancak bu kadar puan farkı yaratacağı öngörülemiyordu. Buradan, 48-72 saat içinde yeni "başarı hikayeleri" üretilmeye başlandı. Özellikle Avrupa'da Soğuk Savaş sonrası, 1990'larda neoliberalizmin Sol'a ve Sosyal Demokrasi'ye etkileri, Blair-Schröder ekseninde yansırken, ifade edilen siyasal yaklaşımlar, 2000'lerde önemli gerilemelere sahne oldu. Fransa'da 2012'de Cumhurbaşkanlığına seçilen Hollande ve  mensup olduğu Sosyalist Parti, verili zemindeki kapitalist sistemi ve AB'yi değiştirecek bir ideolojik zemine sahip olmasa da, "daha Sol" ve toplumsal içerikli vaatlerin, konuların gündeme gelmesi, kayda değer bir anlam taşıyordu. Bu bağlamda Fransa'da Sarkozy aşılmıştı, 2014'de ise Berlusconi ve siyasal müttefiklerini aşan Renzi'nin Demokrat Parti'si, İtalya'da Sol bir iklimi haber verse de, Renzi de "Sol içerikli" vaatlere rağmen, AB'yi, küresel sistemi aşacak bir meydan okumayı ortaya koymadı. Sadece İtalya'da "yeni bir siyaset"in emarelerini gösterdi.
Söz ettiğimiz Sol örnekler, AB içinde, daha çok siyasal özgürlükler, toplumsal dengeler üzerinde, Soğuk Savaş sonrasında, neo-liberalizmin, ekonomi ve siyasetteki etkilerini aşmaya çalışan, bununla birlikte sistemi zorlamayan çıkışlar ve değişimlerdi. Oysa İspanya'da Podemos, Yunanistan'da Syriza, hem kendi ülkelerindeki siyasal spektrumu değiştiren, hem de radikal çıkışlarıyla "acaba" sorularını akla getiren "sistemi değiştirme" potansiyeli olan siyasal hareketler olarak gündeme geldiler. Yunanistan'da iktidar olma şansını, "koalisyonun büyük ortağı" olarak yakalayan Syriza'nın, Sağ eğilimli Anel'le koalisyon hükümeti kurması, kafaları bir kez daha karıştırdı. Radikal Sol Syriza ile "Radikal Sağ" Anel'i ortak hükümette buluşturan anlayış, AB-IMF-Avrupa Merkez Bankası olarak adlandırılan Troyka'nın "kemer sıkma reçetelerine, Euro ve Euro bölgesine karşı olan tutumları idi. Syriza'nın Yunanistan'ın borçlarının yarısını ödeyebileceği vaadi, hükümet kurduktan sonra, temerrüde düşmeyecek, ancak borçları da yeniden yapılandıracak bir formülü ifade etmesi, yeni siyaset için, bilinmeyenleri yoğunlaştırıyor. Bu arada Syriza'nın genç lideri, Yunanistan'ın çiçeği burnundaki başbakanı Çipras, ilk icraat olarak, Yunanistan'daki özelleştirmeleri durdurdu. Uluslararası finans derecelendirme kuruluşları ilk günden Yunanistan'ın notunu kırdı.
Fransa'daki terör saldırıları ve Syriza'nın Yunanistan'da iktidara gelmesi gibi göstergelerle , yaşlı kıtadaki ekonomik ve sosyal krizin, radikal Sol, neofaşist hareketler, İslamcı terör yüzeyinde, değişik tepkilerle kendini ortaya koyduğunu gözlemleyebiliyoruz.
Türkiye'de 7 Ocak'taki saldırıların etkisi, iç kutuplaşmanın yoğunlaşmasıyla ve gerilimle değerlendirilirken, Syriza'nın başarısı da, Türkiye'de 13. yılına giren AKP iktidarına karşı seçeneklerin ele alınması biçiminde gündeme geldi. Öncelikle Syriza'nın Türkiye'deki karşılığı arandı. İronik olarak iktidar partisi AKP dahil, CHP-HDP-ÖDP-Birleşik Haziran Hareketi derken, talipliler çoğaldı. Elbette başarıya herkes ortak olmak ister. Ancak unutulmaması gereken, Syriza, Yunanistan'daki klasik siyasal spektrumu dağıtmış, PASOK'un adı neredeyse silinirken, Sağ'daki Yeni Demokrasi Partisi ağır bir yenilgi almıştır. Altın Şafak ise, faşist bir parti olarak, 3. parti olarak konumlanmıştır. Syriza'nın neo-liberalizme karşı siyasal tavrı çok nettir. 1980'lerden sonra Türkiye'de HP-SODEP-SHP-DSP-CHP çizgisinde, ekonomik devletçilik uzlaşma çerçevesinde hızla geride bırakılırken, zaman içinde piyasa ekonomisi, yeni dönemin vazgeçilmezleri arasında, AB Sol'undaki gibi yer almıştır. Özelleştirmelerle barışılmış, siyasal demokrasi konusunda, Batı'daki tarihi uzlaşma, ülkemiz Sol'una da egemen olmuştur. Soğuk Savaş sonrası Sol, bireyi yeniden keşfederken, çevre, kadın hakları, LGBT haklarında öncü olmuştur. Syriza-Podemos hattında, bu altyapıda sorun yoktur. Ancak piyasa ekonomisi, küresel kapitalizm çerçevesinde, önemli karşı çıkışlar vardır. HDP, etnik bir siyaseti, Sol bir söylemle ortaya koyarken, HDP genel başkanı Selahattin Demirtaş'ın genç ve dinamik bir siyasetçi görüntüsü vermesi, kendisinin Syriza lideri Çipras'a benzetilmesine neden olmuştur. ÖDP ise, yıllardan beri, Türkiye Sol'unun kendini aşamayan sarmalı içindedir.
2015 seçimlerinde Charlie Hebdo dergisine yapılan terör saldırısı ve Yunanistan'daki Syriza zaferi, Türkiye'de birer gündem maddesi olmuştur. Küreselleşme, 2015 seçimlerine doğrudan nüfuz etmektedir. AKP'nin bundan alacağı pay, daha güçlü bir iktidar mı, yoksa gerileyen bir siyasal dönüşüm mü olacaktır. Seçimin ertesinde, 8 Haziran'da konuşalım...          

26 Ocak 2015 Pazartesi

AB'DE "KIZIL SİRTAKİ" DÖNEMECİ...

Komşumuz Yunanistan'da 25 Ocak 2015'te yapılan genel seçimlerde,  radikal Sol ittifak (Syriza)nın başarısı tahmin ediliyordu ancak bu kadar puan farkı sağlayacağı, hatta hükümeti hemen kurma aşamasına geleceği öngörülemiyordu. Syriza ve genç lideri Çipras, beklenmedik bir seçim zaferi yakalarken, konu sadece Yunanistan'ın sınırları içinde değil, aynı zamanda AB, hatta küresel kapitalizm açısından, önemli kaygıları dile getirdi.
AB'yi "Soğuk Savaş" sonrası büyülü yapan şey, hem yaşlı kıtada savaş olasılığının azalması, ancak ondan da önce, gelişmiş Batı Avrupa'daki sınai-ekonomik gücün, tüm bir birlik içine dağılacağı ile ilgili beklentilerdi. Bu bağlamda, iki kutuplu dünyada, ABD ve SSCB'nin blokları içinde bölünen Avrupa, nihayet, "tek siyasal birlik", "tek gümrük", "ortak para birimi", "ortak dış politika", "ortak savunma" parantezlerinde, ABD'nin siyasal evrimini tekrar edecekti. Şöyle ki, ülkelerin egemenliklerini koruduğu konfederal yapıdan, uzun vadede federasyona dönüşecek bir süreç yaşanacaktı. Çift kutuplu dünyada, ABD'nin içinde yer almamasına rağmen, ekonomik ve siyasal desteğiyle, Batı'nın ekonomik ittifakı olarak gündeme gelen Avrupa Kömür Çelik Birliği (1951), Roma Antlaşması'yla (1957) Avrupa Toplulukları'na ve Avrupa Ekonomik Topluluğu (AET)na, Soğuk Savaş sonrasında ise Avrupa Topluluğu (AT) ve en son adıyla Avrupa Birliği (AB)ne dönüştü. Kopenhag ve Maasricht kentleriyle anılan; siyasal ve ekonomik kriterler, nihayet bir Avrupa gücünün oluşmasıyla ilgili umutları ortaya koyuyordu.
Aslında tam da bu noktada "umut", Yunanistan'da temsil edilen ve kısa zamanda yayılacağı hissedilen değişimin tılsımının adı olarak duruyor. 1980'lerin başında, o zamanki adıyla AET'ye, İspanya ve Portekiz'le birlikte kabul edilen Yunanistan, neredeyse 35 yıldır, bu üyeliğin ekonomik ve sosyal karşılığını göremedi. En azından, ülkede yaşayan yurttaşlar, emeğiyle geçinenler, zaman içinde gelirlerinde hissedilir azalmalar gördüler, 2000'lerde Euro'ya geçişle birlikte, "hayat pahalılığı", "işsizlik", bir bakıma gündelik yaşamın rutinleri arasına girdi. Zamanla, AB içinde, ekonomik ve siyasal gücüyle başat duruma geçen Almanya, "kemer sıkma politikaları", "finansal disiplin" gibi kavramların simgesi olarak, Yunan vatandaşının yaşamını işgal etmeye başladı. Üstelik Yunanistan'dan şikayetler çoğaldıkça, çok da çirkin bir üslupla, "tembellik" suçlaması, çoğu zaman aşağılayarak ortaya konuldu.
Yunanistan, kamu harcamalarının çok , maaşların fahiş olduğu, istihdam fazlasının yaşandığı; verili zeminde gerçekleşen ekonomik krizin, ancak "sıkı finansal politikalar" ile aşılabileceği reçeteler zincirine muhatap oldu. Ülkemizdeki siyasal dönüşümün, 2001 ekonomik krizinde mayalandığını anımsarsak, 2002'deki siyasal değişim, dışlanan yoksul kesimlerin desteğiyle AKP'nin "sandıktaki devrimi" ile bütünleşmişti. Ancak AKP, neo-liberal reçetelere karşı çıkmadığı gibi, Derviş politikalarının sadık bir uygulayıcısı oldu, küresel likidite bolluğu, Körfez sermayesini Türkiye'ye çekme, inşaat sektörünün öncülüğünde, katma değer yaratmayan, bununla birlikte kısmı istihdam sağlayan, yan sektörleri büyüten, finansal ekonomiyle barışık bir siyasa uyguladı. IMF reçeteleri realize edildikten sonra da, "IMF karşıtı" popülist söylem dile getirilmeye devam etti.
Yunanistan'da ise, neo-liberalizmle barışık değil, tam tersi neo-liberalizme savaş açan bir siyasal iktidar oluşuyor. AKP'nin "muhafazakar-İslamcı-popülist-neo liberal" çizgisinin tam tersi, Sosyalist bir siyaset, iklime egemen oluyor. AKP'nin doğuşu, Batı'nın Ortadoğu'ya sunduğu bir "ılımlı reçete" idi. Halbuki Syriza, AB'ye meydan okuyan, IMF reçetelerine sırtını dönen, bir "meydan okuma"yı içeriyor. İstihdam ağırlıklı, varlıklı kesimleri vergilendiren bir ekonomik dönüşümü ifade ediyor. Çalışan kesimlerin refahını gözeten, işsizliğe karşı seferberlik içine giren vaatleri var.
Peki Syriza başarılı olur mu? Yanıt vermek için çok erken. O zaman şu soruyu soralım. Almanya'da çalışan işçinin saat başı ücretiyle, Yunanistan'da çalışan işçinin ücreti, eşitliği bir tarafa bıraktım, en azından denk mi? Sorunun yanıtı aşikar olmakla birlikte, AB'nin "yaşlı kıtada", uzun vadede hedeflediği federasyonu, ekonomik-siyasal denklik üzerine kurması gerekmez miydi? Artık "çok vitesli" Avrupa, daha çok dillendirilirken,  2004 genişlemesinden anımsanacağı gibi, "Polonyalı muslukçu" benzetmeleri, hala hatırlarda. Doğu ve Güney Avrupa'yı aşağılayarak, kendi nüfuzlarını bu coğrafyaya dayatan ama "pasta"yı paylaşmayan Fransa-Almanya ekseni , siyasal ütopyalardan vazgeçme eğilimi içine girer mi? İşlevselci ekonomik birlik yanlısı Britanya, bu fotoğrafın neresinde durur? 2014 Eylül'ündeki İskoçya referandumunda da "AB'nin geleceği" oylanıyor, "uluslar Avrupası" mı, "bölgeler Avrupası" mı sorusu, bir kez daha zihinlere geliyordu. Eylül'de AB açısından İskoçya'nın Britanya'da kalmasıyla, "uçurumun kenarından" dönüldüyse de, Kasım 2014'teki Katalonya referandumu gayrıresimi olmasaydı, İspanya'nın "birliği" ve AB'nin "B"si, domino teorisine dönüşecek bir dağılmanın başlangıcı mı olacaktı? Bu minvalde, "ayrılıkçı bölgesel talepler", "güçlenen radikal Sol", "yükselen faşizm"; her bir farklı başlık, "AB'nin geleceği" sorularını arttırıyor.
Yunanistan seçimlerindeki başarısıyla Syriza, son yıllarda küresel ekonomik krizin daha da çok tahrip ettiği AB'yi deyim yerindeyse deşifre ediyor. Öte yandan ABD-AB arasındaki "transatlantik ekonomik ittifakı" çalışmaları "ekonomik NATO" olmaya aday, küresel kapitalizmin, bu arada AB'nin "can simidi" olacak bir çıkış yolu mu?
Sorular bitmez ama, bir yandan da AB ülkeleri içinde Yunanistan'daki Altın Şafak, Fransa'daki Le Pen, Almanya'da Pegida derken, neo faşizmin yükselişini de göz ardı etmemek gerek.
Fukuyama'nın müjdelediği! "tarihin sonu", bu sefer komşumuzdan başlayan "yeni bir başlangıç", "yeni bir tarih yazmaya" aday mı? Başka dünya isteyenler, Şili'de Allende'nin başarmaya çalıştığını yineleyecekler mi, yoksa benzer akıbetler mi olacak?
Syriza'yı gönülden kutlarken, bu soruları bir yere not etmek, zafer sarhoşluğu içinde, 1977 Haziran'ında Türkiye'de yaşadığımız coşku ve hüsranı unutmamak gerekiyor...
 

6 Ocak 2015 Salı

2015'TE "ÇİFTE KUMAR"...

2014'ün son günlerinde, Başbakan ve AKP Genel Başkanı Davutoğlu'nun "kendi evi"nde, yani AKP Konya İl Kongresi'nde, Hamas lideri Meşal konuştuğunda, bunun sadece bir "siyasal gösteri" ya da seçime yönelik bir "siyasal yatırım" olduğu düşünülmüştü. Özde doğru olmakla birlikte, Ortadoğu'daki karışık denklemlerde Hamas'ın "yeni açılımları"nın Türkiye temaslarında ifade edildiği kulislere yansıdı. Yakın tarihteki gelişmeleri anımsarsak, 2011'e kadar Şam'da yaşayan Meşal, "gecikmiş Arap Baharı"nın Suriye'ye yansımasıyla, Esad yönetimiyle bozuşmuş, bu ülkeyi terketmek durumunda kalmıştı. O zamana kadar, Suriye-İran ekseniyle fiilen müttefik halinde etkinlik gösteren Meşal, 2007'den beri Gazze'deki fiili Hamas yönetimini, İran açısından "Hizbullah Lübnanı"nın ardından Doğu Akdeniz'deki "ikinci çıkış noktası" haline getirmişti. Ne var ki, Esad karşıtı cephede, 2011'den itibaren, Mısır'dakine benzer bir siyasal değişim umudu doğmuştu. Her ne kadar Mısır'da İhvan iktidarı için 2012 beklenecek olsa da, en nüfuzlu siyasal örgütün İhvan olduğu, gün gibi aşikardı. Mısır-Suriye zeminindeki "İhvan ekseni"nin gönüllü hamisi de "AKP Türkiyesi" olacaktı. Fas'tan Tunus'a kadar "AKP isimli" ya da bizzat benzeri olarak tanıtılan siyasal yapılarla, nihayet "stratejik derinlik", bölgesel bir Osmanlı hakimiyeti doğuracaktı???
Meşal, Suriye'den çıktıktan sonra, karargahını Katar'a taşıdı. Katar-Türkiye yüzeyindeki "El Cezire ittifakı", İhvan türü iktidarları destekleyerek, bir nevi, sandığa dayalı bir İslamcılık'ın sponsoru olacaktı. Gerçi Katar'da "sandık" yoktu, ama olsun, zaman içinde bir yol bulunabilirdi???
2012'de İhvan'ın Mısır'da Mursi liderliği ile iktidara gelmesi, Gazze'deki Hamas'la müttefikliğe soyunması, Sina yarımadasının İslamcı örgütler için, "güvenli bir cennet" haline gelmesi, İhvan-Hamas ittifakı, İsrail-Mısır arasında, 1978'den beri kurulan "Camp David barışı"nı tehdit eder hale geldi. Kahire'deki İsrail Büyükelçiliği'nin göstericilerce kuşatılması, fiilen baskın yapma girişimleri, kaygıları arttırdı. İçte ise ekonomik koşulların zorlaşması, Mursi'nin "otoriter" eğilimlerinin artması, Mısır'da ekonomiyi elinde tutan, siyasette vesayet sahibi olan orduyu harekete geçirdi ve Sisi, darbenin ardından yeni bir anayasayla cumhurbaşkanı oldu. Meşal ve Hamas, en stratejik müttefiklerini kaybettiler. Mısır'daki darbeye, Körfez ülkeleriyle yaptıkları yardımlaşma sonucu, 8 milyar $'la sponsorluk yapan Suudi Arabistan, bölgedeki "İhvanlaşma eğilimi"ne, Batı'nın desteğiyle en önemli darbeyi vurdu.
Suudi Arabistan, 2014'ten itibaren, Hamas'ı önce El Fetih'le barışa zorladı. Her ne kadar istediği verimi alamasa da, öncelikle Katar'ın "İhvan ittifakı"na yönelik tutumu kırıldı. Katar Emiri ve Hamas liderinin birbiri ardına grçekleştirdikleri Türkiye ziyaretlerinde şu ortaya çıktı. Katar, Suudi Arabistan aracılığıyla Mısır'la ilişkilerini yeniden düzenlerken, Hamas ta Sisi'yle dolaylı bir uzlaşma yoluna girdi. Her iki lider de Ankara'ya "Mısır'la barışma sinyali" verdi. Öte yandan, 2011 Mart'tan beri, Suriye-İran ekseniyle arası açılan Meşal, İran aracılığı ile Esad'la dolaylı bir yakınlaşma süreci içine girdi. Meşal'in Türkiye ziyaretindeki açılımları, Mısır ve İran üzerineydi.
6 Ocak 2015 itibarıyla, Katar'dan gönderilen Meşal ve ekibinin, Türkiye'ye taşınacağı spekülasyonları yapılıyor. Hamas'ın karargahı Türkiye'ye taşınırsa, kötü bir rastlantıyla, Sultanahmet'teki bombalamalar gibi, Türkiye daha çok endişe verecek, yapısal bir güvenlik sarmalına, tehdit ve risklerle iç içe bir bilinmezliğe sürüklenir mi? Suriye krizinde "Esad'ı devirme" tutkusu ile sürdürülen siyasalar, Suriye İhvanı'nı değil ama başta IŞİD olmak üzere, Selefi grupları güçlendirdi. Türkiye, IŞİD'le ilgili, çeşitli suçlamalara maruz kaldı.
Meşal'e "Türkiye'de karargah" düşüncesi, siyaseten çılgınlık noktası olarak ele alınsa da, Mısır ve İran'la arası düzelen Hamas, Obama ABD'si ve Suudi Arabistan desteğiyle mi, Türkiye'de zemin bulacak? Oldukça karmaşık bir soru. Öte yandan AKP Türkiyesi'nin siyasaları ile çelişen Meşal, kendi başına hareket ettiği sürece, konukluğu ne kadar kalıcı olacak?
Buradan hareketle, yazının başında ele aldığımız sığlığa dönüyoruz. MHP ve HDP tabanından, eş zamanlı oy beklentisi içinde olan, bizzat Erdoğan'ın 6 Ocak 2015'teki açıklamasıyla "paralel yapı" olarak nitelendirdiği eski dinci ortağı Gülen cemaatini "milli güvenlik tehdidi" kapsamına almaya hazırlanan AKP; öte yandan Türkiye'ye karargahını taşımasa ve daimi kalmasa da, ara sıra gerçekleştireceği kültürel-dinsel öğeleri ağır basan gelişleriyle ve tabana yönelik konuşmalarıyla, Meşal'i 2015 Haziran seçimleri öncesi, muhafazakar seçmene yönelik bir enstrüman olarak kullanabilir. Dolayısıyla 2015 yazına kadar yapılacak bir ev sahipliği, oya yönelik bir strateji ile açıklanabilir. Sonra da, Katar örneğindeki gibi gönderilebilir. Bu birinci kumar.
İkinci kumar ise, "çözüm süreci" adı altında, HDP-PKK çizgisiyle, bizzat ilgili bakanın açıklaması ile bölgede "alan hakimiyeti"ni kaybeden ülkemiz, seçime kadar, PKK'nın kaprislerine ses çıkarmayıp, Haziran'dan sonra, yeniden sertlik politikasına dönebilir. Zira hesap, siyasal iktidarın, HDP'nin "barajı aşmadığı" şikeli seçimle, TBMM'de 330-367 sandalyeye sahip olarak, başkanlık sistemini getirecek bir anayasal çoğunluğa ulaşması ve başkanlık-özerklik pazarlığı üzerinedir. Bu da ikinci kumar.
2015'in ilk yarısındaki "çifte kumar", küresel ekonomik krizin, ülkemize de yansıması ile, olası bölgesel ve küresel terör dalgaları ile günlük yaşamımızı kabusa çevirebilir.
O yüzden, kötü alışkanlıklardan biri olan "kumar"dan vazgeçmek gerekir.
Hep beraber, "kaybet kaybet"i yaşamayalım...