28 Aralık 2015 Pazartesi

2016'DA BİR SANDIK DAHA MI VAR?

http://politikaakademisi.org/2015/12/28/2016da-bir-sandik-daha-mi-var/

Türkiye, 2016 yılına girerken, siyasal açıdan bir sarmalın içinde yer alıyor. Ekonomik ve siyasal gündemde ele alınacak pek çok konu başlığı varken, özellikle 2014’deki Cumhurbaşkanlığı seçiminden sonra, ülke, Başkanlık ve özerklik ekseninde siyasal-toplumsal bir hesaplaşmayla çalkalanıyor. Gerçekten de, toplumun gündeminde her iki konu da yer alıyor mu? Bu bir polemik konusu; ne var ki Ortadoğu’da yaşananlar ve ülkemiz siyasetinin dinamikleri, başka bir siyasetin mümkün olmasını engelliyor.
Aslında, 2005’te, dönemin Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan Diyarbakır’ı ziyaret ettiğinde, Kürtlerle ilgili “yeni açılımlar” beklentisi yaratılmıştı. Tıpkı 1991 genel seçimlerinin ardından DYP-SHP koalisyonunun kurulmasının akabinde, Demirel ve İnönü’nün Diyarbakır’ı ziyaret etmesinde olduğu gibi, ülke genelinde ve bölgede olumlu bir atmosfer vardı. O dönemde, Başbakan Demirel, merkez sağ ve sosyal demokrat koalisyonun lideri olarak, yardımcısı İnönü ile birlikte, Diyarbakır’da “Kürt realitesini tanıyoruz” demişti. 1991 parlamentosundaki “yemin tartışmaları”, Çiller’in Başbakanlığı sırasında 1994’te DEP’li milletvekillerinin TBMM önünde gözaltına alınması, faili meçhuller derken, o dönemde ancak “bir arpa boyu yol” alınmıştı.  1999’da PKK terör örgütünün başı Öcalan Türkiye’ye teslim edildiğinde, terörün sona ermesiyle ilgili, yine büyük bir umut ve beklenti yakalanmıştı. Gelgelelim, terör örgütünün başı, uyum yasalarıyla ölüm cezasından kurtulup, İmralı’da “müebbet cezası”na çarptırıldıktan sonra, gün geçtikçe siyasallaştı ve devletin bürokratik kurumlarıyla girildiği iddia edien diyaloglardan sonra, sıranın siyasete gelmesi beklendiyse de, yine “eskiye dönüş” başladı.
7 Şubat 2012’de MİT müsteşarı Hakan Fidan’ın mahkeme tarafından çağrılması, kamuoyundan saklanan Oslo görüşmelerini açığa çıkarttıysa da, hem istihbarat şefi mahkemeye gitmedi, hem de çıkarılan ivedi yasalarla “yasal koruma” içine girdi. Sözü edilen görüşmeler, terör örgütü ile devletin istihbari kurumu ve bürokratları arasında, bir Batılı ülkenin “hakemliğinde” gerçekleştirildiği öne sürülen görüşmelerdi. Ve adı da “çözüm süreci”yle birlikte anılıyordu. “Akil adamlar”, bu işin PR’ını yapacak, nihayet “kesin çözüm” bulunacaktı! Peki beklenti neydi? Hem Öcalan’ın serbest kalacağı, hem özerkliğin anayasal zemine kavuşacağı, hem de Başkanlık sisteminin yürürlüğe gireceği, yani “ulus-devlet”i bitiren bir federasyon, hatta terör örgütü başının deyimiyle, “Ortadoğu konfederasyonu”nun başlangıcı bir “globaliter” devletti?..
2015, seçim senesiydi… 28 Şubat 2015’de, tüm bu yaşananların ardından, siyasal iktidar ve HDP’li yöneticilerin verdiği fotoğrafla, seçim sonrası kapsamlı bir anayasal değişikliğin işareti veriliyordu. Yeni anayasa, Başkanlık ve özerklik demekti? Ancak hesaplanamayan durum, Erdoğan’ın bu sefer Cumhurbaşkanı olarak süreci sonlandırmasıydı. “Dolmabahçe mutabakatı”nı reddeden Erdoğan, 2015 Nevruz’unda, terör örgütü başının Diyarbakır’da okunacak metnindeki yüksek beklentiyi düşürdü, yerine “düşük profil”li bir açıklama okundu. HDP Genel Başkanı Selahattin Demirtaş’ın 2014 Ağustos’unda % 9’u aşan Cumhurbaşkanlığı seçimindeki oyları, 2015’te Batı’dan da aldığı oylarla HDP’yi parlamentoya taşıdı. Burada ilginç bir siyasal hesaplaşma oldu. Erdoğan, “mutabakat”ı reddetmeden önce, HDP Genel Başkanı “tek tümcelik” grup konuşmasında, “Seni başkan yaptırmayacağız” demişti. Böylece, HDP’ye Batı illerinden verilen “ödünç oylar”, Erdoğan karşıtlığı üzerinde konsolide olan bir sol yüzeyde somutlaştı. Bu arada, terör örgütünün KCK yapılanması, seçim sonrasında, “sözde ateşkes”i bozacaklarını duyurmuştu.
7 Haziran 2015-1 Kasım 2015 arasındaki “belirsizlik” döneminde, Temmuz 2015’te yeniden başlayan terör saldırıları, Suruç patlamasının gölgesinde kaldı. IŞİD’in üstlendiği Suruç’un yanısıra, PKK da yeni terör saldırıları düzenlemeye başlamış, kimilerine göre, “terör ve belirsizlik” ortamında, “kararsız oylar”, siyasal iktidarda konsolide olmuştu. Üstelik bu saldırıların içinde, yine IŞİD’le anılan ve ülkemiz tarihindeki en kanlı terör saldırısı olan Ankara faciası da vardı.
Suriye’deki kaos, IŞİD dahil İslamcı militan örgütlerle iddia edilen ilişkilerin yanında, PKK terör örgütü, Suriye’deki “paralel” yapılanması PYD ile, Türkiye-Suriye sınırında, bir antite oluşmasına vesile oldu. Üstelik 1 Kasım sonrasında, KCK yapılanmasının, devletin kamu yönetimine paralel örgütlenmesini yaşama geçirerek, hem alternatif bir yönetim modeli oluşturma, bunu da “özyönetim” ya da “özerklik” adı altında, “halk ayaklanması” adı verilen taktiksel süreçlerle, zorla dayatma gayreti, ülkeyi kanlı bir senaryoya sürükledi. Bir yandan “çözüm süreci” adı verilen dönemde, terör örgütünün yapılanması karşısındaki durağanlık, öte yandan “terörle mücadele” sırasında, halkın arasına karışan terör örgütü mensuplarıyla yaşanan çatışmalar ve ne yazık ki, sivil kayıpların ağırlaşması, karşımıza kanlı bir bilanço çıkarıyor.
Ülkede her bir siyasal tartışma, ekonomik konular, tek bir eksene hapsediliyor. O da, “Başkanlık-özerklik” ekseninin yansımaları ve olası yeni hamleleriyle sınırlanıyor. Muhalefet zemininde ise, ana muhalefet partisi, bizzat genel başkanı aracılığıyla, 2011 ve 2015 genel seçimleri öncesinde, “Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartı”ndaki çekincelerin kaldırılmasını vaat ederek, bugünkü polemiklerde yer alan, “özyönetim” ya da “özerklik” olmasa da, “idari özerklik” konusunda kapıyı aralamıştı. Partinin yetkili kurullarında, 2011’de yer almayan bu “vaad”in, 2015’teki durumu da tartışmalıdır. Ve bütüncül bir siyasetin parçası olarak değil de, daha çok eklektik bir öneri olarak yerini korumaktadır. MHP klasik çizgisinde, siyasal iktidarın gölgesinde kalırken, HDP de terör örgütünün vesayeti altındadır. Siyaset, deyim yerindeyse çözüm üretemez duruma gelmiştir.
Suriye özelinde yaşananlar, Rusya’nın 30 Eylül 2015’te başlayan müdahalesiyle boyut değiştirmiş, “PYD koridoru”ndaki 98 km’lik ara, Rus takviyesiyle “kapanma” durumuna gelmiştir. Nitekim geçen hafta sonu, söz konusu hattın güney tarafında, PYD tarafından “Fırat’ın batısı”na geçilmiştir. Bizzat Türkiye’deki yetkililerin ilan ettiği “kırmızı çizgi” böylece geçilmiş, Rusya’yla “uçak düşürme” sonrası gerginleşen Türkiye, 24 Kasım 2015 sonrasında, bu ülkeye yönelik manevralarını “sıfırlamak” durumunda kalmıştır. İşin çıkmaz yanı, Türkiye’nin Suriye’deki faaliyetlerinin daha çok cihadçı terörle birlikte anılması ve savlanmasıdır. Zaten vurguladığımız 98 km’lik ara ve güneydeki devamı da IŞİD bölgesidir.
Rusya-İran-Suriye-Hizbullah “çemberi”nde güvenlik sorunları yaşayan ülkemiz, İsrail’le ve Batı’yla ilişkilerini anımsamak ve yaşama geçirmek durumunda kalmıştır. Zaten NATO üyesi ve ABD müttefiki olan Türkiye’nin Doğu Akdeniz ve Ortadoğu’da, “bölgesel vesayet” temelinde olan arayışları, ciddi anlamda zafiyete uğramıştı. Irak’ta Barzani’yle dayanışma içine giren Türkiye, Suriye’de “PYD koridoru” karşısında, ciddi güvenlik endişeleri yaşamaya başlamıştır. Zira, PYD-PKK çizgisi, Türkiye içindeki “terör kampanyası”yla, sınırın iki yanında, “fiili bir durum” yaratma arayışı içindedir.
İşin bunca yapısal boyutları varken, 27 Aralık 2015’te DTK adı verilen “bölgesel yapılanma”, Türkiye’ye karşı “özyönetim”i dayatan 14 maddelik bir bildirge yayınlamıştır. Söz konusu bildirge, 2015 öncesinde olduğu gibi, kapsamlı anayasal değişiklikleri ve olası referandumları içermektedir. Siyasal iktidar ve HDP arasındaki gerilimde, parlamento içinde, ne başkanlık, ne de özerklik için, referandum için bile olsa bir çoğunluk rakamına ulaşılamamaktadır. Bunca gerilim acaba bir seçimle daha sonuçlanır mı? Siyasal iktidarın olası seçim için, parlamentoda çoğunluğu var. Buna dayanarak, “HDP”siz hatta “MHP”siz parlamento tasarımında, referanduma dahi gerek kalmadan, parlamento içinde, anayasayı tek başına değiştirme sayısına, 367’ye kavuşulabilir mi? Bu kolaylıkla “başkanlık tasarımı”nı tamamlarken, “terör kampanyası”nda belli bir noktaya ulaşan HDP-PKK çizgisi,  özerklik konusunu yeni sistem içinde olgunlaştırabilir mi?
Soru çok, yanıtları henüz yok. Siyaset toparlanırsa, belki çözüm önerilerini alabiliriz.  2016’da herkese barış, huzur ve mutluluklar dilerim…

18 Aralık 2015 Cuma

TÜRKİYE-İSRAİL ÜÇGENİ 2015...

http://politikaakademisi.org/2015/12/18/turkiye-israil-ucgeni/

17 Aralık 2015 gecesi Türk ve İsrail medyasına düşen haberler, iki ülkenin, ilişkilerin normalleşmesi için anlaştıklarını duyuruyordu.  (Hürriyet, “İsrailli yetkili: Türkiye ile anlaştık”, 17/12/2015.http://www.hurriyet.com.tr/israilli-yetkili-turkiye-ile-anlastik-40028524).
Bilindiği üzere, Mayıs 2010’da yaşanan olaylar sonrasında, Türkiye, BM İnsan Hakları Komisyonu’nun yanı sıra, BM bünyesinde Palmer Komisyonu’nun kurulmasını kabul etmiş, Cenevre merkezli İnsan Hakları Komisyonu Türkiye’yi haklı bulurken, Palmer Komisyonu Türkiye ve İsrail’e ortak sorumluluklar yüklemişti. Eylül 2011’de Palmer Komisyonu kararını açıkladıktan sonra, Türkiye, o dönem Dışişleri Bakanlığı görevini sürdüren Prof. Dr.Ahmet Davutoğlu aracılığıyla, İsrail’le ilişkilerin dondurulduğunu içeren bir çıkış yaptı. Ve söz konusu konuşmada, “ilişkilerin normalleşmesi” için 3 koşul sıraladı. Birinci koşul özür, ikinci koşul Mavi Marmara’da İsrailli komandolar tarafından öldürülen Türk yurttaşları için tazminat ve üçüncü koşul ise Gazze’ye yönelik İsrail’in deniz ablukasının kaldırılmasıydı.
ABD Başkanları içinde, Filistin’de barış süreci başlatamayan Başkanlardan biri olarak tarihe geçen Obama yönetimi, iki müttefikinin Doğu Akdeniz’deki gerginliğine çok fazla müdahil olamadı. Bölgede İhvancı rejimlerle “sözde baharlar” peşinde koşan “ABD Demokratları”, 2015 itibarıyla yeni arayışları ifade etmek durumunda kaldı. Buna karşın, Türkiye-İsrail ilişkilerinde yeni dönemin kapısını aralayan, ABD’nin her daim süren telkinlerinden çok, Rusya’nın Çarlık döneminden beri süregelen “sıcak denizlere inme” politikasının gerçekliğe kavuşması oldu. Obama, Güney Pasifik’e yönelik ABD stratejisini, neredeyse Ortadoğu’yu ikinci plana atan bir bakışla ortaya koyarken, ortaya çıkan “stratejik boşluğu” Rusya doldurdu. Rusya, Doğu Akdeniz ve Ortadoğu’daki varlığını “IŞİD’e karşı mücadele”ye dayandırarak, bir bakıma meşrulaştırmaya çalıştı. Ve bunda, göreceli olsa da başarılı oldu. En azından, “Suriye kaosu” sonrasında bu ülkeden ve Ortadoğu’daki çeşitli ülkelerden “mülteci göçü” alan AB ülkeleri, Rus operasyonlarına karşı “sessiz bir kabul” içine girdi. 2011’deki “Arap kaosu”nun ardından, bölgede neredeyse “stratejik felaket”e uğrayan ABD ve Batılı ülkeler, eski dengeleri anımsamak zorunda kaldılar.
ABD menşeli “Demokrat” fantezileri, gerek Ilımlı İslam, gerekse mezhepsel politikalarla çıkış ararken, Suriye krizini iyi yönetemedi. Türkiye’nin, Suriye’ye en fazla kara sınırına sahip bölge ülkesi ve ABD müttefiki ile NATO üyesi olması, bu ülkedeki muhalif gruplarla Türkiye’deki siyasal iktidar arasında iddia edilen ilişkiler, ortaya çıkan fotoğrafın önemini arka plana attı. Rusya, Esad yönetimiyle birlikte Lazkiye-Şam arasındaki sahil bölgede tutunurken ve olası parçalanmada en kritik bölgeyi sahiplenirken, PKK terör örgütünün uzantısı PYD, sözde “kantonları” aracılığıyla, 98 km’lik Cerablus-Azez hattı haricinde, Suriye’nin kuzeyine hakim oldu. IŞİD’e ise, “Büyük Suriye Çölü” ile Irak’taki Diyala eyaleti arasındaki derinlik kaldı. Öte yandan Rusya, 24 Kasım 2015’te angajman kuralları çerçevesinde kendi uçağı Türkiye tarafından düşürülünce, bunu bir fırsat sayarak, Türkiye’nin Suriye’deki olası askeri varlığı ve müdahalelerine set çekti. Böyle olunca, İran-Irak’taki merkezi yönetim-Suriye’de Esad ve Lübnan’da Hizbullah’a uzanan bir Şii ekseninde, Rusya, Doğu Akdeniz ile Basra arasında “Ortadoğu’nun kalbi” sayılan bir bölgede kalıcı bir konuk olmaya başladı.
Türkiye ve İsrail dışında, bölgede en önemli müttefiki Suudi Arabistan olan ABD, Körfez sermayesi üzerine kurduğu Ortadoğu denkleminde, iki modern müttefikiyle birlikte strateji üretemez duruma geldi. Üstelik Türkiye-Mısır arasındaki “soğuk ilişkiler”, Doğu Akdeniz’deki “Batı” siyasalarını içinde çıkılmaz hale getirdi. Bu günlerde, “bıçaklı intifada” ile uğraşan İsrail ise, bir yandan Avrupa ulusal parlamentolarında, simgesel de olsa Filistin devletinin tanınmasının verdiği rahatsızlıkla meşgulken, Netanyahu-Obama gerilimi, ABD-İsrail hattında “stratejik ortaklık”ı bitirmese de, yeni açılımlar yapmayı engeller bir Demokrat duvarının İsrail açısından ABD’de oluştuğunu gösterdi. Türkiye ve ABD ile de “üçgen” oluşturmaktan uzaklaşan siyasalar, İsrail açısından bir “tecrit” korkusu yarattı. Rusya ile dengeli ilişkiler sürdürseler de, Hizbullah-İran-Suriye ekseninin Rusya tarafından desteklenmesi ve aynı zamanda Rusya’nın bölgedeki kalıcı askeri varlığı, İsrail için yeni riskler doğurdu. Son yıllarda keşfedilen ve önemi gittikçe artan Doğu Akdeniz’deki Leviathan adı verilen zengin İsrail doğalgaz yatakları, Batı piyasalarına ulaşmak için Türkiye üzerinden bir boru hattıyla sevk edilmeyi bekliyor. Doğalgaz konusunu sadece meskenler için düşünenler, hem sanayiyi unutuyorlar, hem de Türkiye’nin buradan elde edeceği stratejik kazanımları göz ardı ediyorlar.
Türkiye içinse, Suriye’de uygulanan bölgesel politikalar hem yoğun mülteci göçü, hem cihatçı gruplarla ilgili ortaya konan savlar, hem de Rusya ile yaşanan kriz boyutunda çıkmaz bir sokağa girdi. İran’dan Irak’a ve oradan Suriye’ye uzanan coğrafyada, Türkiye her bir bölgesel ihtilafta Rusya ile karşı karşıya kalır duruma geldi. Musul yakınlarındaki Başika kampındaki Türk askeri varlığına Bağdat-Moskova ekseninde verilen tepkiler, bunun en somut göstergelerinden birini oluşturmaktadır. Doğu Akdeniz’den Karadeniz’e Rus donanmasıyla muhatap kalan Türkiye, ulusal savunmasının can damarlarından biri olan Montrö Boğazlar Sözleşmesi üzerinde, 2. Dünya Savaşı sonrasına benzer Rus baskıları ve provokasyonları ile karşı karşıyadır.
Verili zeminde tespit edilen tüm bu gelişmeler, Türkiye ve İsrail için bir durum ortaya çıkarmıştır. İç politikada kendi seçmenlerine seslenen her iki ülkedeki muhafazakar iktidarlar, bölge ve dünya gerçekleri ile tanışmak zorunda kalmışlardır. 1948’de kurulan İsrail’i 1949’da tanıyan Türkiye, bölgede yaşanan tüm aykırılıklara rağmen, 1958’den beri süren Çevresel Pakt’la askeri, savunma ve istihbarat alanındaki ilişkileri devam ettirirken, 1996 ve 1997’deki savunma ve ekonomik içerikli anlaşmalarla Soğuk Savaş sonrası ilişkileri yapısal bir birlikteliğe dönüştürmüştür. Ne var ki, 2009’daki Davos ve 2010’daki Mavi Marmara süreciyle, ilişkiler buzdolabına kaldırılmış, 2010-2015 arasında -sınırlı da olsa- “kapı arkası diplomasi” sürmüştür. Obama’nın 2013’teki İsrail ziyaretinde, telefon diplomasisiyle gerçekleştirilen Netenyahu-Erdoğan arasındaki görüşmede Türkiye’nin “özür” şartı yerine getirilirken, “tazminat” ve “ablukanın kaldırılması” koşulları geride kalan maddeler olarak yerini korumuştur. Aslında, “tazminat” konusunda çetin pazarlıklar yaşansa da, asıl sorunun 2007’de Hamas’ın Gazze’de “tek taraflı” ilan ettiği yönetim sonrasında İsrail’in “denizden”, Mısır’ın “karadan” başlattığı “Gazze ablukası”nda düğümlendiği görülmektedir. 2011’de Mübarek devrildikten sonra Mısır “kara ablukası”nı kaldırırken, 2011-2013 döneminde Sina yarımadası sadece Hamas için değil, IŞİD dahil pek çok cihatçı örgütün “eğitim kampı”na dönüştü. İsrail, 2013 sonrası 30 bin askere dayanan bir Güney Birliği kurarken, İhvan yönetimini deviren askeri cunta, yeniden Mısır-Gazze sınırını kontrol altına aldı. Türkiye’nin de hedefi haline geldiği IŞİD terörünün durdurulması için, bölge güvenliğine yönelik Türkiye’nin bakış açısı, “abluka”daki koşulu da belirleyecektir.
Türkiye-İsrail işbirliği, 1998’de PKK terör örgütünün başı Öcalan’ın Suriye’den çıkarılmasında tayin edici olmuştu. Her iki ABD müttefikinden, Soğuk Savaş sonrasında büyük müttefiki SSCB’yi kaybeden Hafız Esad yönetimi, “çifte baskı” hissetmişti. İkili ilişkilerin normalleşmesi sürecinde, yine Suriye ön plana çıkıyor. Bununla birlikte, artık bölgede Rusya faktörü, çok daha fazla algılanıyor.
Daha önce yazdığım bir kitabıma da adını veren “Türkiye-İsrail Üçgeni”ndeki üçüncü ve belirleyici oyuncu ABD’dir. ABD’nin bölgeye dönüşünde, üçgenin diğer oyuncuları, bölgesel zeminde Mısır’la birlikte, Doğu Akdeniz’de rol oynama potansiyeline sahiptir. Bu da, beraberinde “stratejik derinlik” ve “tecrit” sarkacındaki iki ülkenin, bölgesel-küresel çerçevede “fabrika ayarları”na dönmesiyle mümkün olacaktır…