27 Aralık 2014 Cumartesi

MEŞAL-BARZANİ-PUTİN HATTINDA AKP DIŞ POLİTİKASI...

Gerçekten de kafalar çok karışık. 30 Eylül 2012'de AKP Büyük Kongresi Irak Kürdistan Bölgesel Yönetimi Başkanı ve Irak Kürdistan Demokrat Partisi lideri Barzani'yi ağırlar ve kendisine konuşma yaptırırken, bu davranışın bir siyasal istisna olmadığını anlamak gerekiyordu. İktidar partisi, Barzani'yi Büyük Kongresi'nde konuştururken, özellikle Ortadoğu'ya yönelik, "bölgesel vesayet" anlayışını pekiştirmeye çalışıyordu. Bu bir bakıma Osmanlıcı bakışın yansımasıydı. "Kürt sorunu"nu, ulus-devletin bir hastalığı olarak gören AKP, imparatorluk mirası ve İslami kimlikle, biraz da Nakşibendi akımının yardımıyla, muhafazakar Sünni Kürtler'i kendince asimile etmeye çalıştı.
Bu genel bir bakışın ete kemiğe bürünmesiydi. 27 Aralık 2014'te, AKP'nin Erdoğan sonrasi lideri ve Başbakan Davutoğlu'nun seçim bölgesi AKP Konya'nın İl Kongresi vardı. Davutoğlu'nun Meşal'i kendi seçim bölgesinde ağırlaması bir rastlantı değildi. Dışişleri Bakanlığı ve Başbakan Danışmanlığı, Dışişleri Bakanlığı görevlerinden beri, Osmanlıcı bölgesel vesayetin mimarı olan Davutoğlu için, Meşal'in bizzat kendi "siyasi evi"nde ağırlanması, siyasal ütopyaları açısından anlamlıydı. Ne var ki, AKP-Davutoğlu çizgisinde, bırakın İsrail'i, Filistin Kurtuluş Örgütü, onun en büyük bileşeni El Fetih ve 1993 Oslo Süreci sonrası kurulan, fiilen sadece Batı Şeria'da hükmeden Filistin Otoritesi, hep arka planda kaldı. Zira bu anlayış, İslamcı perspektifle, sadece Hamas'ı kendine muhatap aldı. Zaten Gazze'ye yönlendirilen Mavi Marmara da tam bu konuyla ilgiliydi. 2007 Haziran'ında Filistin Otoritesi'nden darbeyla ayrılan Hamas'ın Gazze yönetimi, Batı sistemi ve uluslararası düzen açısından, adeta tanınmayan bir siyasal varlığa (antite)ye dönüştü. Sadece Hamas'a dönük bir Filistin siyasetinin, Türkiye'nin gittikçe uzaklaştığı Batı dünyasıyla oluşturduğu tezatlar aşikarken, Avrupa Adalet Divanı'nın Hamas'ı "terörist ülkeler listesi"nden çıkartması, Avrupa Parlamentosu'nda "iki devletli çözüm" çerçevesinde "Filistin"in devlet olma hakkını güçlendiren" niyet kararlarının çıkması, değişik bir atmosfer oluştırdu.
2011'e kadar, Suriye'de yaşayan Meşal'in, "gecikmiş Arap baharı" adı altındaki kaosun ardından, bugünlerde Mısır'daki Sisi yönetimiyle arası düzelen Katar'a taşınması, Katar'ın Batı ile iç içe ilişkiler içinde olması, bugünkü iktidar açısından, artık bir dengeden ziyade, "savrulma" siyasetini ortaya koymaktadır.
Rusya'ya Doğu Akdeniz'de "nükleer tesis" kazandıran günümüz iktidarı, Suriye'deki Rusya'ya ait Tartus deniz üssü düşünüldüğünde, adeta Ruslar'ın "sıcak denizlere inme" rüyasına altyapı hazırlamaktadır. Üstelik Akkuyu, İncirlik'e de çok yakındır.
Esad müttefiki Rusya, Esad karşıtı Türkiye aracılığıyla Doğu Akdeniz'e ilerlerken, bundan kuşkusuz en büyk rahatsızlığı İsrail ve ABD duymaktadır. Son 1 yılda, ikili dış ticaret hacmi %25 artsa da, İsrail'e yönelik ideolojik kinin temelinde, Ortadoğu'ya "ağabeylik" hevesi yatmaktadır. Öte yandan İsrail, hazırladığı "milliyet yasası" ile, "Yahudi devleti" olma özelliğini yasalaştırarak, tüm dünya Yahudileri'nin temsilcisi olma savıyla "göçü özendirme" siyasalarını vurgulamakta  ve kendi yurttaşı olan Araplar'ı "resmi azınlık" statüsüne geçirerek, Avrupa devletlerinin "Filistin" politikasını kadük hale getimeye gayret etmektedir.
Siyasal iktidar, ideolojik körlükle, 200 yıllık modernleşme birikimini tasfiye etmeye neden olacak hamleler yapsa da, real politik karşısında, bu hamleler hem etkisiz kalacak, hem de kaybeden ülkemiz olacaktır.
Meşal-Barzani ve Putin yüzeyinde ilerleyen "AKP dış politikası", 2015'te yaklaşan ekonomik krizle birlikte, Türkiye'yi, Batı medyasının deyimiyle, uçuruma sürüklemektedir.
Kaostan sonra düzenin doğması dileğiyle... 

21 Aralık 2014 Pazar

DEMOKRASİDE "DARBOĞAZ"...

Siyasal literatürümüzde sıklıkla kullanılan bir ifadeyi başlığa taşıdım. Ne yazık ki, modern siyasal yaşamımız; ekonomik, toplumsal ve siyasal tıkanıklıklarla dolu. "Darboğaz" ise, atlatılmaya çalışılan kritik bir durumu dile getirmek için kullanılır. Kimileri krizin karşılığı olarak ele alsa da, "darboğaz" bize özgü bir anlatım biçimidir. Elbette içinde, "çıkış yolu" umudunu da barındırmaktadır. Zira zor da olsa geçilecek bir "boğaz" vardır.
Türkiye'de 12 Eylül 1980 askeri müdahalesi ve ardından getirilen 1982 anayasası ile, ülke adeta bir "deli gömleği"nin içine sokuldu. Kendi içinde pek çok farklı dinamiği içeren toplum, "2.5 siyasal parti", "yürütmenin başı olan bir cumhurbaşkanı", "seçimlerde %10 ülke barajı", sendikalara konulan siyasal engeller, uzun dönem süren üniversite öğrenci ve öğretim üyelerine getirilen siyaset yasağı ve bu yazıya sığması zor pek çok engelle, anayasa değil "amayasa" ile yönetilmeye çalışıldı. Neden "amayasa"? Çünkü tanımlanan her özgürlük, "ama" bağlacı ile hükümsüz hale getirildi. Kimi yazarlar, "insan derisiyle kaplı anayasa" başlıklı kitaplar yazdılar.
12 Eylül 1980, 12 Eylül 2010 referandumu ile pekiştirildi.1980'lerdeki ANAP iktidarları, düşünsel anlamda örtüşse de, Kenan Evren-Turgut Özal arasındaki rekabetle birlikte, Evren'i Marmaris'e, Özal'ı Çankaya'ya gönderen bir finalle sonuçlandı. 1990'lardaki koalisyonlar sürecinde, Özal'ın ani ölümü, Demirel'in Çankaya'ya çıkışı, Ecevit'in yıllar sonra tekrar başbakanlığı, Çiller-Yılmaz maceraları derken, Türkiye 2002'de AKP iktidarı ile tanıştı.
AKP'yi ele alacak pek çok yön var. Yeni bir "rejim", "yeni bir toplum", "yeni değerler" zemininde, Graham Fuller ve Morton Abromowitz'in de hesap etmediği bir "dış politika" çerçevesine oturdular. Fuller, Huntington'dan esinlenerek, "laiklik"ten vageçmiş, ekonomisinde "küresel likidite bolluğunda" kendisini daha zengin hisseden, dış politikasında ABD'ye rağmen birtakım manevralar alabilen, son tahlilde Sünni Araplar'ı Batı'yla "ağabeylik" yüzeyinde bitiştiren bir "Yeni Türkiye Cumhuriyeti" tasarlarken, Türkiye-Rusya arasında, otoriter liderliklere, enerji güzergahlarına ve Akkuyu'da Doğu Akdeniz nükleer işbirliğinde gelişen, yeni bir "ikli gerçeği" ile karşılaştılar. ABD-Küba ilişkisi, elbette tanımladığımız "yeni ilişki"nin simetrisi değildir. Türkiye'nin NATO'daki konumu, AB giriş sürecindeki durumu ele alındığında, yeni arayışların, bir hesaplaşma mı, yoksa kafa karışıklığı mı olduğu, daha iyi anlaşışabilir.
Türkiye'de 12 Eylül'den beri değişmeyen iki düzenleme, rejimin kendi içindeki tekrarı ve devamlılığı açısından anlam taşımaktadır. Zorunlu din dersi ve seçimlerdeki %10 ülke barajı ile daha muhafazakar bir toplum, içeriği sandığa sığdırılmış bir siyaset, 12 Eylül'ün değişmez uygulamaları olarak, bugün de devam etmekte, adeta siyasal iktidara her seferinde tazelenmek için fırsat sunmaktadır.
Türkiye'nin "çıkış yolu"nun bulunmasında, başta iki düzenleme olmak üzere, pek çok değişiklik yapılması gerekmektedir. İşin ilginç yanı, ABD'nin "Yeşil Kuşak"ı realize olma şansı bulurken, Türkiye-İran ve Pakistan; farklı mecralara sürüklenmekte, ABD Ortadoğu'dan Hint Okyanusu'na giden zeminde, bu arada Basra Körfezi'nde yeni belirsizliklere doğru yol almaktadır.
Batılılar "Türkiye'yi kim kaybetti" sorusunu ararken, "kendilerini kaybetme" noktasına kaymaktadırlar.
Türkiye, kendi işini kendi görecek, modernleşme birikimi ve devlet geleneği bağlamında, gerçek demokrasiye kavuşacaktır. Darboğazdan kurtulmanın şifresi, Cumhuriyet değerleri temelinde, demokrasiyi yeniden inşa edebilmektir.
Batı'nın "Zihni Sinir" projeleri, miyadını doldurmuştur...

4 Aralık 2014 Perşembe

ABD’NİN “BÜYÜK STRATEJİK ORTAĞI” VE “YAHUDİ DEVLETİ” BAĞLAMINDA İSRAİL


Ortadoğu’daki yoğun gündemin karmaşasında oyalanırken, İsrail’de ilginç gelişmeler yaşanıyor. Bir yandan Batı Şeria’da sivillere yönelik  terör saldırılarıyla dikkat çeken Hamas’ın, sadece Gazze’de değil, Filistin Otoritesi ve El Fetih’in kontrol alanındaki topraklardaki varlığını hissettirmesi, hatta Batı Şeria’da darbe planladığı spekülasyonları yapılıyor. Öte yandan İsrail askerlerinin, söz konusu saldırılarda gerekçe olarak öne sürülen, Mescid-i Aksa’ya girmesinin yarattığı infial, “3. İntifada” senaryolarını hızlandırıyor. İsrail ise, El Aksa’nın “silah deposu” haline getirildiğini iddia ederek, askeri yöntemlerini meşrulaştırmaya çalışıyor.

Ancak tüm bunların ötesinde, bölgedeki dengeleri biraz daha sarsacak, siyasal-yapısal değişimler de göze çarpıyor. Henüz İsrail parlamentosunda nihai biçimi verilmemiş biçimiyle, ülke 17 Mart 2015’te erken seçime gidiyor. Bu kararın arkasında, İsrail’in “muhafazakar başbakanı” Netenyahu’nun, Lapid ve Livni gibi siyasal liderler ve bakanlarla anlaşamaması, daha radikal girişimlere hız vermesi, pazar ekonomisi ve muhafazakar siyaseti, kendi “Sağ”ıyla anlaşarak, konsolide etmesi gerçeğini ortaya koyuyor. Hatta denilebilir ki, Türkiye’deki siyasal söylemin sert ve muhafazakar tavrı da, Netenyahu’ya siyasal güç kazandırıyor. Muhafazakarlık, muhafazakarlığı güçlendiriyor.

Kadima milletvekilleri tarafından hazırlanan, Netenyahu’nun gündeme getirdiği “ulus-devlet yasası” ilk bakışta, kafalarda değişik soru işaretleri yaratabilir. İsrail’in 1948’deki kuruluş deklarasyonunda, “Yahudi devleti” ibaresi vardı. 1985’teki “Temel yasa” ile, “demokratik” olma niteliği de eklendi. İsrail’in “Yahudi ve demokratik devlet” olma vasfı, neden önem taşıyor? Zira, İsrail-Filistin müzakerelerinde, konu her seferinde Filistin tarafından reddediliyor.  En önemli gerekçe olarak ta, İsrail’de yaşayan Arap kökenli İsrail yurttaşlarının konumunun tehlikeye gireceği endişesi ortaya konuluyor. Yurttaş olan Araplar’ın “resmi azınlık“ durumuna getirilmesi, beraberinde, “kalıcı çözüm” aşaması arefesinde, olası Filistin devletine, İsrailli Araplar’ın dönmesi olasılığını resmileştirir mi? Bu temel bir sorun olarak göze çarpıyor. İfade edilen koşul, defalarca dile getirildiği gibi, 2007’deki Annapolis Barış Süreci’nde, İsrail tarafından Filistin heyetine temel koşullar olarak öne sürülmüştü. Üstelik Livni de Dışişleri Bakanı olarak konuyu dile getiriyordu.  Öte yandan, İsrail kabinesi tarafından tartışmalarla ve oy çokluğuyla onaylanan, Knesset’te henüz son aşamasına gelmeyen “ulus-devlet yasa tasarısı”nda, İsrail’in “Yahudi ve demokratik devlet olma” özelliği yinelenirken, “dönüş” başlığında, İsrail dışındaki Yahudiler’e İsrail’e gelmelerinde yeni kolaylıklar sağlanıyor. Zaten mevcut durumda, İsrail dışı Yahudiler’in, başvurmaları halinde İsrail’e yurttaş olma hakları var. İsrail’in “Yahudiler’in yurdu” kabul edilmesi, yeni yerleşimciler konusunu gündeme getirme potansiyelini içinde taşımaktadır. İsrail’in “devlet politikası”nda var olan konu, yeni yasal düzenlemeyle, daha da pekişmekte, İsrail seçimleri öncesi Netenyahu ve Likud’a siyasal prim kazandırmaktadır. Resmi dilin İbranice olduğunun vurgulanması, Arapça’ya “özel statü “verilmesi de “milliyet yasası” zeminini çağrıştırmaktadır. (Bernard Avishai, “Netanyahu’s Inflammatory New Bill”, http://www.newyorker.com/news/news-desk/netanyahus-nation-state )

ABD Temsilciler Meclisi’nde kabul edilen ve ABD Başkanı Obama’ya imzaya giden yasayla, İsrail ABD’nin “büyük stratejik ortağı” olarak ilan edilmektedir. Fiilen “stratejik ortaklığı” olan iki ülke açısından, kabul edilen son yasa, işaret edici niteliktedir. Yasanın içeriğinde, İsrail'in ticari statüsünde, ABD'ye yönelik ihracatının kolaylaştırılması, iki ülke arasında enerji, su mühendisliği, araştırma-geliştirme konularındaki işbirliğinin arttırılması, ABD silah stoklarının İsrail'de gelecekte de artarak devam ettirilmesi öngörülmektedir.  ( JPost, “US House of Representatives passes bill declaring Israel 'major strategic partner' “, Dec 4, 2014,  http://www.jpost.com/International/US-House-of-Representatives-passes-bill-declaring-Israel-major-strategic-partner-383616?utm_source=twitterfeed&utm_medium=twitter)

Böylece “3. İntifada”nın eşiğinde görülen İsrail’e “büyük ortağı” tarafından yine önemli bir destek, zamanlaması ilginç bir biçimde verilmektedir.

Gerçi Obama-Netenyahu arasındaki siyasal iklimin iyi olduğunu söyleme olanağı yoktur. Bununla birlikte, ABD-İsrail ortaklığının bölgedeki konumu, Suriye ve Irak’taki belirsizlikler, Türkiye’yle yaşanan kaygan süreç, İran’la IŞİD konusundaki dolaylı paslaşma yüzeyinde daha da fazla anlam kazanmaktadır. Yaşanan son gelişmelerin ışığında, “ABD’nin büyük stratejik ortağı” ve kendi yasalarıyla “Yahudiler’in yurdu ve devleti” kabul edilen İsrail’in, 2015 baharına doğru, ne tür bir hareketlilik içine gireceği tartışma konusudur. Netenyahu’nun elini rahatlatacak olan Hamas’ın yeni bir “şiddet dalgası” olacaktır.

İsrail, yaşanan gerilimlerin yanında “Doğu Akdeniz” koridorunda önemli mesafeler kaydetmiş, Kıbrıs Rum Kesimi ve Yunanistan’la, kendi doğal gazını Avrupa’ya transfer edecek bir hamlenin içine girmiştir. İsrail ve Kıbrıs Rum Kesimi, AB'ye "en uzun doğal gaz boru hattı" için bastırmakta ve yardım talep etmektedir.  Kıbrıs üzerinden Yunanistan'a ve Avrupa'ya uzanması düşünülen boru hattıyla, yılda 10 milyar metreküp İsrail doğal gazının Avrupa'ya transfer edilmesi planlanmaktadır. Business Insider’e göre, Kıbrıs merkezli boru hattı, 1530 km uzunluğunda, denizin 3 bin metre derinliğinde olacaktır . İsrail enerji bakanı Silvan Şalom, AB'nin geçen hafta düzenlenen bakanlar toplantısında, konuyu AB'nin Enerji Birliği'nden sorumlu Başkan Yardımcısı ile görüşmüştür. (Business Insider, “Israel and Cyprus are pushing the EU to help build the longest gas pipeline ever”, Dec 2, 2014,       http://www.businessinsider.com/israel-and-cyprus-push-eu-to-build-the-longest-gas-pipeline-ever-2014-12 ) Bu bağlamda, İsrail-Kıbrıs Rum Kesimi-Yunanistan, AB sponsorluğunda "Akdeniz koridoru"nu İsrail doğal gazı için kullanmayı, gerçekleşmeyen "Güney Akım"a karşı seçenek haline getirir mi? Türkiye-Rusya, AB sponsorluğundaki üçlüye karşı bir konumda mı? Oyun gerçekten büyük gözükmektedir.
ABD’nin NATO üyesi olmayan “büyük stratejik ortağı” ve AB’nin “ticari ortağı” İsrail, Doğu Akdeniz-Ortadoğu hattında, Batı ekseni açısından öne çıkmaya çalışmaktadır. “Yahudi devleti” olma konusunu, Batılı devletlere kabul ettirecek yeni bir kampanyanın içine girer mi? Avrupa parlamentolarında tek tek  Filistin’in tanınma kararları alınırken, “Yahudi devleti” başlığı, sanki buna karşı bir karşı atağı ortaya koymaktadır. Stratejik rekabet tüm bu başlıkların arasında ete