11 Ocak 2016 Pazartesi

MERKEZİ YENİDEN İNŞA ETMEK...

Türkiye'de siyaset, her geçen gün, sinirleri bozan, çözüm üretemeyen, kutuplaşmaya dayanan ve içine düştüğü kısır döngüyü aşamayan bir görüntü çizmektedir. Parlamentoda yer alan siyasal partiler, büyük oranda oyları konsolide etmelerine karşın, halen siyaset meclis duvarlarına sığmamakta, 13 yılı aşan ve oylarıyla konumunu pekiştiren siyasal iktidar da, bir türlü istikrar algısı oluşturamamaktadır. Dış politikada yaşanan başarısızlık, ekonomide artık günlük yaşama yansıyan toplumsal rahatsızlık, terörle mücadele ve müzakere arasındaki zikzaklar, insani anlamdaki sorunlar; çok karamsar bir tablo yaratmakta, ancak tüm bunlara karşın siyasal anlamda, iktidara karşı bir ağırlık merkezi, gerçekten yeni bir seçenek ortaya konulamamaktadır. Zaten sorunun başladığı yer de budur.
Yasama organı, bir bakıma Lübnan parlamentosuna benzer, bir kimlik temsili platformuna benzetilmeye çalışılmaktadır. Ülkenin "ana akım" siyasetinde, hangi siyasal yapılar göze çarpmaktadır? Sadece CHP mi? Yoksa CHP, var olan siyasal spektrumda, her seçimde, muhafazakar, milliyetçi çoğunluğa kaybetmeye mahkum bir siyasal organizasyona mı dönüştürülmek istenmektedir? Yaşam tarzı kaygısının ötesinde, son yıllarda etnik ve İslamcı siyasetten yapılan transferler, oy getirmediği gibi, "evdeki bulgurdan olma" gibi bir riski de barındırmaktadır. MHP, iktidar partisiyle beraber paylaştığı Sağ monoblok seçmen kitlesinde, iktidar partisine benzeyerek, bir "çıkış umudu" yakalamaya çalışsa da, siyasal açıdan neredeyse bir "var oluş sorunu"nu sergilemektedir. HDP ise, etnik ve teröre prim veren siyasetiyle, sorunlara çözüm getirmekten çok uzaktadır.
Siyasal anlamda iktidar-muhalefet dengesi ve iktidarların değişebilirlik skalasıyla ilgili, şimdiye kadar kesin bir formül üretilememiştir. Ne var ki, söz konusu rekabetin gerçekleştiği alan, siyaset sosyolojisinde, hangi sorularla açıklanabilir? "Ana akım", toplumun siyasal kültür ve değerlerini, devletin siyasal devamlılığını ifade eden bir "ortalama çoğunluğu" mu dile getirmektedir? Bu zeminde, İslamcı bir siyaset dilinin, günlük yaşamdan, kültürel hayata, oradan siyasal alana dek kapsayıcı hale geldiği bir zeminde, siyasal iktidar dışındaki partiler, "hepsi" ya da "ötekiler" seçeneği ile mi tanımlanacaktır?
İktidar olabilmek ya da en azından siyasal konumu korumak adına, iktidara benzeşmek gayreti, gün geçtikçe hegemon olmaya çalışan siyasete teslim olmak anlamına mı gelecektir? Gelgelelim, siyasal iktidar, Gramsci'nin anlatmaya çalıştığı çerçevede, bir "tarihsel blok" oluşturmaktan uzaktır. Göstergeler üzerinden yapılan ve medyayı da kendi kullanımı tekeline altına alan anlayış; egemen sınıf ilişkileri zemininde, "saf" bir sınıfsal-kültürel yapıyı inşa edememekte, siyasal-toplumsal kodlarını yerleştirememektedir. Zira, hegemon bir sınıfın kuracağı üst yapı ilişkileri, hem tarihsel, hem iktisadi, hem de küreseldir. Tüm bu bileşkelerden ortaya çıkan sonuç, ne kadar oy alırsa ve ne kadar iktidarını uzatırsa uzatsın, siyasal iktidarda geçerli olan "çatışmacı" kültür, hem Türk siyasal yaşamının geleneklerine uymakta, hem de özgün bir siyaset inşası olanağı sağlamamaktadır.
Bu bağlamda, otoriter ve çatışmacı kültürle, imparatorluktan Cumhuriyet'e uzanan siyasal gelenek, 21. yüzyılda demokratik bir seçeneği yaratamamak gibi bir durumla karşı karşıyadır.
Sonuçta ülkenin geldiği nokta, orta gelir tuzağını aşamayan, yüksek teknoloji üretemeyen, eğitimi gün geçtikçe nitelik kaybeden, "ara eleman" yetiştiren bir manzarayı resmetmektedir.    
Türkiye'nin siyaseten kalbi deyim yerindeyse "orta sınıf"ta atmaktadır. Öte yandan "yaratıcı sınıf" hem ülkemizin, hem de dünyamızın geleceğidir. Entelektüel sermaye, inovasyonu üreten zihni serrmaye, imalat ve hizmet sektörü dahil, pek çok katma değer yaratma potansiyeli olan, iktisadi zeminlerde ön plandadır.
Türkiye'nin, gerek bölgesel, gerekse küresel yüzeyde, var olan kutuplaştırıcı ve ötekileştirici siyaset alanını bozması ve yeniden atılıma geçmesi  için, "stratejik oyun değiştirici" siyasal aktör//aktörlere gereksinimi bulunmaktadır.  
Neo-liberalizmin bir önceki versiyonuna takılarak, siyasal açıdan tükenmiş birtakım siyasetçileri ithal ederek değil, şimdiye kadar siyasetle uğraşmamış kesimleri, siyasete dahil etmek gerekmektedir. Bunu hangi siyasal yapı üstlenebilirse, sürekli tekrar eden, aynı sonuca yaslanan siyaset denklemini bozar. Yeni bir yapı bunu ortaya koyabilir mi? Bu soruyu yanıtlamak  oldukça zor, tartışmaları ise spekülatif ve erken olarak değerlendirilebilir.
Türkiye'nin "ana akımı"nı, Cumhuriyet'in kurucu değerleri, demokrasinin vazgeçilmez temelleri ve pazar ekonomisyle, toplumsal adaleti dengeleyecek, ülkenin geleneksel değerlerini, muhafazakarlaşmadan, kamusal-siyasal alana taşıyacak bir aydınlanmacı sentezin üretilmesi gerekmektedir. Bu da, toplumsal ve siyasal bağlamda ana akımın, diğer deyimiyle merkezin yeniden yapılanmasıyla söz konusu olacaktır. Siyasal spektrumun yeniden inşası, demokratik süreçler içinde tamamlanmak durumundadır.
Yoksa, İsmail Cem'in yazdığı üzere, "geri kalmışlığın tarihi"ni yineleyip dururuz...