20 Şubat 2018 Salı

CHP DIŞ POLİTİKADA “BUNU HALKA ANLATIR”


http://politus.com.tr/chp-dis-politikada-bunu-halka-anlatir/

Türkiye’de 2002’den beri devam eden siyasal iktidar, 15 yıl içinde kendi dilini, siyaset anlayışını, yaşam tarzını, dünya görüşünü topluma endoktrine etti. Artık düne göre daha muhafazakar bir yaşam tarzı, siyasette otoriter bir yaklaşım sergileniyor, demokrasinin kağıt üzerinde bile olsa, değer açısından anlamını yitirmesi söz konusudur. Tek tip dinsel eğitim; çok ta fazla tepki toplamıyor, adeta bir yabancılaşma yaşanıyor. Yargı ve yasama, 16 Nisan 2017 referandumundan sonra, işlevsel açıdan da, dekoratif bir unsura dönüşüyor, karşımıza otoriter ve hegemonik hevesler taşıyan bir sistem çıkıyor.
Burada elbette sorgulanması gereken,  hegemonik heveslerdir. 1950’lerden beri Sağ iktidarların kanatları altında, 1970’lerden itibaren koalisyon ortağı olarak ta gelişen İslamcı hareket, hem NATO doktinlerinde anti-komünizm parantezine, ulusal-küresel destek buldu, hem de “bizim çocuklar” muamelesi gördü. 1960’larda 2. planlı  kalkınma döneminde, göreli anlamda sanayileşen Türkiye’de, TİP legal sınıf partisi olarak kurulurken, DİSK sınıf sendikacılığı konusunda örgütlendi, DP’nin devamı AP’de temsil edilen Sağ konfederasyon, küçük ve orta ölçekli burjuvazinin örgütü TOBB’un başkanı Prof.Erbakan başkanlığında, MNP-MSP’nin kurulmasıyla parçalandı. Orta Anadolu’da esnaf tabanda, anti-komünist reaksiyoner refleks te MHP olarak, kendi gücünü ortaya koydu. CHP ise, sosyalist TİP ve muhafazakar AP arasında, İsmet Paşa’nın “Orta’nın Solu”, Ecevit’in “Demokratik Sol”uyla, kendisine, sanayileşen Türkiye’de yeni bir ideolojik çizgi çizdi.
İslamcı siyaset, 1950’lerde DP içerisinde, NATO’ya muhalefet etmezken, komünizme karşı, Said-i Nursi gibi tarikat şeyhleriyle, dinci anti-komünizmin bayraktarı oldu. 1960’ların sonundaki Milli Görüş çizgisi, Nakşibendiler’in yeniden siyasette aktif olduğu çerçevede, 1970’lerde ABD’ye ve NATO’ya, sözde Batı eleştiriselliği çerçevesinde, karşı çıkmadı, MC’nin anti-komünizminde, 1950’lerden beri devam eden SSCB’yi “Yeşil Kuşak” ekseninde çevrelemesi kadar “yeşil” oldu. NATO’nun anti-komünizminde, ne içte, ne de dışta, zararlı değil, tam tersi “yararlı çocuklar” oldu.
1980 sonrasında, AB ve ABD karşıtı söylemlerin sahibi Erbakan’ın RP’si, 28 Şubat sürecinin ardından kapatılınca önce FP kuruldu, FP’deki “aksaçlılar-gençler” rekabeti, FP’nin kapatılmasıyla son buldu. Gül’ün genel başkan adaylığıyla temsil edilen “gençler”,  Erdoğan’ın liderliğinde AKP olarak partileşirken, Milli Görüş, SP’de devam etti. AKP, bir yıl sonra iktidara gelirken, “Milli Görüş gömleğini çıkardı”, AB, IMF ve ABD’yle uyumlu bir siyaseti öngördü. 11 Eylül 2001’in ardından, ABD’nin laboratuvar koşullarında ürettiği, piyasa ekonomisi ve ABD’yle uyumlu Ilımlı İslam projesi yaşama geçti.   
AKP, ilk döneminde, AB-ABD uyumunu ön plana çıkarırken, 2007’de cumhurbaşkanlığı sorununu kendi lehine çözdükten sonra, dönemin dışişleri ve başbakan danışmanı Davutoğlu’nun söylemiyle, “oyun kurucu” olmaya soyundu, ABD siyasaları çerçevesindeki bölgesel taşeron politikaları, bölgesel liderlik adı altında vurgulamaya başladı. İlk dönem,  AB’den müzakere tarihi almak, müzakereleri başlatmak,  Kıbrıs’ta AB sürecinin etkisiyle, Annan Planı referandumuna destek vermek gibi çarpıcı başlıklar, ikinci dönemde  yerini Davutoğlu’nun 2009’da dışişleri bakanlığını üstlenmesinden sonra, Erdoğan’ın Davos’ta “one minutes”i ile başlayan ve 2010’da Mavi Marmara ile sonuçlanan Türkiye-İsrail gerilimiyle yürüyen bir  sürece bıraktı. 2010 sonunda başlayan sözde Arap Baharı’nda, Mısır ve Suriye’de “İhvan iktidarları” ve ve “İhvan kuşağı  beklentisinde olan AKP, Mısır’da Mursi’nin Sisi darbesiyle devrilmesi, Suriye’de Esad’ın Rusya desteğiyle iç savaşta başat duruma gelmesi, PYD’nin kantonal özerklik yoluna girmesiyle, Barzani’nin bölgesel aktör olmasıyla, 2014-2016 arasında başbakanlık görevini de yerine getiren Davutoğlu’nun siyasetten el çektirilmesiyle, kimilerine göre restorasyona, kimilerine göre de Batı’dan hızla kopan, Rusya-İran ekseniyle yakınlaşan bir profile evrildi. Son zamanlarda Almanya-AB karşıtı söylemler, NATO’daki varlığın Türkiye ve diğer NATO müttefikleri tarafından sorgulanması, tam da işaret ettiğimiz çelişkileri gün yüzüne çıkarıyor.
PEKİ CHP NE YAPTI?
Siyasal İslam’ın NATO doktrinleri çerçevesinde, 1950’lerden beri palazlandığı ve günümüzdeki çelişkilere vardığı yüzeyde, 2002 sonrası CHP, daha çok Batı’ya eleştirel bakan ve “ulusalcı” refleksle AB-ABD-AKP üçgeninde bir dış politika tasarımını ön plana çıkaran bir dış politika ajandasıyla eleştirildi. Onur Öymen tarafından ifade edilen dış politika çizgisinde, Batılı çevreler, AKP’yi bir “siyasal ortak” olarak görürken, CHP “tutucu” bir etiketle değerlendirildi. Aslında CHP’nin gerek AB müzakeleri, gerekse de Kıbrıs konusunda önemli çıkışları vardı.  Ancak konuların sadece teknik-diplomatik bir kapsam ele alınması, AKP’nin Ilımlı İslam başlığında, Batı’da yarattığı hava, tüm itirazları gölgede bıraktı.
2010 sonrasında ise, genel başkan değişimiyle birlikte, CHP’de Batı’yla yaşanan sorunlar onarılmaya çalışılırken, bu sefer, AKP’nin “yerli-milli” başlığındaki, dominant söyleminde, “Batı’yla işbirliği” içinde bir ana muhalefet görüntüsü, siyasal iktidar ve güdümlü medya tarafından pompalandı.  Dolayısıyla, hep “savunmada” olan CHP, aslında dış politikada Atatürk’ün önderliğindeki kurucu değerlerden başlayarak, günümüzdeki sorunlarda, sosyal demokrasinin evrenselliği ve ulusal çıkarlar zemininde bir sentezi bir türlü siyasallaştırarak harmanlayamadı.
CHP,  Lozan’da ortaya koyduğu, kurucu değerler ve dış politika anlayışında, önce Batılı devletlerle savaştı, sonra da Lozan’da uluslar arası sisteme dahil olan bir devlet yarattı. 1930’larda Montrö Antlaşması’yla Boğazlar’daki haklarımızı tescil ettirdi, Hatay sorununu çözdü, II. Dünya Savaşı’na katılmamayı başardı. Savaş sonrasında, 1947 Truman doktrini ile Türkiye-ABD müttefikliğini başlattı, 1949’da kurulan NATO’ya girişin, ilk adımlarını attı. 1963 Ankara Anlaşması’yla Türkiye-AET (AB) ilişkileri ve üyelik sürecinin tohumlarını attı, 1974 Kıbrıs Barış Harekatı’nı gerçekleştirdi, ABD’nin Haşhaş ekimi yasağını kaldırdı, Ege’de kıta sahanlığı konusundaki haklardan, ülkemizin haberdar olmasını sağladı.
1990’lardaki koalisyon ortaklıklarında, gerek SHP, gerekse CHP çatılarında, AB sürecine katkıda bulunuldu, Gümrük Birliği süreci yaşama geçti.
Bugün CHP’nin inşa ettiği ne varsa, diğer alanlarda olduğu gibi, dış politikada da tasfiye ediliyor. Ortadoğu gündeminde, laik, demokratik, hukuk devleti olarak, yurttaşlığa ve sosyolojik ulus tabanına dayanmayan bir siyaset anlayışı, sadece bölgesel konularda vahim hatalara girmiyor, kendi bütünlüğünü de tehlikeye sokuyor. Türkiye sadece bir Ortadğu ülkesi değil, aynı zamanda, Balkan, Kafkas, Doğu Akdeniz ve Avrupa ülkesi. Dış politikada, çok yönlü bir dış politika yerine, Ortadoğu’ya odaklanan ve oradan da çıkamayan bir siyaset girdabı içindeyiz.
CHP, hem kendi geçmişine, hem de bugüne bakarak, bu farklı coğrafyalarda, Batıcı değil ancak Batılı kimliğiyle, ulusal çıkarlar ve evrensel değerler arasındaki alaşımı ortaya koyacak, “bunu halka anlatamayız” kolaycılığına düşmeyecek, sorunların arkasından değil, önünde yer alacak bir siyasal hareketlilik içine girmek durumundadır.
Türkiye’nin Batı sisteminden kopması, yeni ve belirsiz başka büyük güçlerle, konjonktürel yakınlaşmalar içinde bulunması, ülkenin demokratik değerlerden hızla uzaklaşması ve kendi içinde kronik sorunlarla boğuşması anlamına gelecektir.
Siyasal iktidar, bilinçli olarak, dış politikayı trbünlere karşı oynamaktadır. İsrail’le gerilimde aklış alan iktidar, normalleşmede herhangi bir açıklama yapma gereğini duymamaktadır. Düne kadar “açılım” başlığı altında, farklı siyasi egzersizleri sergilerken, bugünkü siyasetinde de, kendi tabanında garipsenmemektedir.  Kürt siyasetiyle yakınlaşıırken “İslam kardeşliği”, MHP ile işbirliği yaparken “milliyetçi-muhafazkarlık” kartları oynanırken, aynı parantezlerde, CHP, Kürtçü ya da ulusalcı başlıklarıyla hedef alınmaktadır.
AKP’nin en büyük problemi, Gramsci’nin belirttiği hegemonik iktidarı bir türlü kuramamasıdır. Zira Gramsci, bunun için güçlü bir burjuva sınıfı, tarihsel ve küresel bağları, kültürel yapıdaki başatlığı, siyaset ve toplumsal yaşamdaki ağırlığından yani tarihsel bir bloktan söz eder. Siyasal iktdar, böyle bir tarihsel bloğa dayanmadığı için, tüm otoriter zeminlerinde bile, istese de kapsayıcı ve kuşatıcı olamamakta, o yüzden “sürekli bunalım” siyasasıyla, tüm muhalif unsurları, 15 Temmuz sonrası koşullarda, daha da geriletmeye çalışmaktadır.
CHP’nin dünden bugüne ve yarına olan siyasetinde, defansif bir tutum sergileyerek, bugün artık kendisinin olmayan “statükonun bekçisi” gibi davranarak değil, tam tersi fabrika ayarlarını anımsayarak, bugünkü koşullarla harmanlayarak, elbette dünyadaki sosyal demokrat partilerle dayanışarak, yeniden bir vizyon sergilemesi, mevcut siyaset oyununu bozması ve oyunu değiştirmesi gerekmektedir.
Türkiye’nin, dünyadaki değişimlerle birlikte, yeni ulusal güvenlik parametreleri, öncelikle demokrasi,  çağdaş ekonomi, hukuk devleti, laik düzendir. Bunu koruyabilmenin yolu, AB perspekfini kaybetmeden, ABD ile ilişkileri dengeleyen, NATO’daki konumunu koruyan; bu temel eksenlerin yanısıra Rusya ve Çin dahil, bölge ülkeleriyle ilişkileri meczeden bir bakış açısı gerekmektedir.
CHP “bunu halka anlatır”…