21 Aralık 2014 Pazar

DEMOKRASİDE "DARBOĞAZ"...

Siyasal literatürümüzde sıklıkla kullanılan bir ifadeyi başlığa taşıdım. Ne yazık ki, modern siyasal yaşamımız; ekonomik, toplumsal ve siyasal tıkanıklıklarla dolu. "Darboğaz" ise, atlatılmaya çalışılan kritik bir durumu dile getirmek için kullanılır. Kimileri krizin karşılığı olarak ele alsa da, "darboğaz" bize özgü bir anlatım biçimidir. Elbette içinde, "çıkış yolu" umudunu da barındırmaktadır. Zira zor da olsa geçilecek bir "boğaz" vardır.
Türkiye'de 12 Eylül 1980 askeri müdahalesi ve ardından getirilen 1982 anayasası ile, ülke adeta bir "deli gömleği"nin içine sokuldu. Kendi içinde pek çok farklı dinamiği içeren toplum, "2.5 siyasal parti", "yürütmenin başı olan bir cumhurbaşkanı", "seçimlerde %10 ülke barajı", sendikalara konulan siyasal engeller, uzun dönem süren üniversite öğrenci ve öğretim üyelerine getirilen siyaset yasağı ve bu yazıya sığması zor pek çok engelle, anayasa değil "amayasa" ile yönetilmeye çalışıldı. Neden "amayasa"? Çünkü tanımlanan her özgürlük, "ama" bağlacı ile hükümsüz hale getirildi. Kimi yazarlar, "insan derisiyle kaplı anayasa" başlıklı kitaplar yazdılar.
12 Eylül 1980, 12 Eylül 2010 referandumu ile pekiştirildi.1980'lerdeki ANAP iktidarları, düşünsel anlamda örtüşse de, Kenan Evren-Turgut Özal arasındaki rekabetle birlikte, Evren'i Marmaris'e, Özal'ı Çankaya'ya gönderen bir finalle sonuçlandı. 1990'lardaki koalisyonlar sürecinde, Özal'ın ani ölümü, Demirel'in Çankaya'ya çıkışı, Ecevit'in yıllar sonra tekrar başbakanlığı, Çiller-Yılmaz maceraları derken, Türkiye 2002'de AKP iktidarı ile tanıştı.
AKP'yi ele alacak pek çok yön var. Yeni bir "rejim", "yeni bir toplum", "yeni değerler" zemininde, Graham Fuller ve Morton Abromowitz'in de hesap etmediği bir "dış politika" çerçevesine oturdular. Fuller, Huntington'dan esinlenerek, "laiklik"ten vageçmiş, ekonomisinde "küresel likidite bolluğunda" kendisini daha zengin hisseden, dış politikasında ABD'ye rağmen birtakım manevralar alabilen, son tahlilde Sünni Araplar'ı Batı'yla "ağabeylik" yüzeyinde bitiştiren bir "Yeni Türkiye Cumhuriyeti" tasarlarken, Türkiye-Rusya arasında, otoriter liderliklere, enerji güzergahlarına ve Akkuyu'da Doğu Akdeniz nükleer işbirliğinde gelişen, yeni bir "ikli gerçeği" ile karşılaştılar. ABD-Küba ilişkisi, elbette tanımladığımız "yeni ilişki"nin simetrisi değildir. Türkiye'nin NATO'daki konumu, AB giriş sürecindeki durumu ele alındığında, yeni arayışların, bir hesaplaşma mı, yoksa kafa karışıklığı mı olduğu, daha iyi anlaşışabilir.
Türkiye'de 12 Eylül'den beri değişmeyen iki düzenleme, rejimin kendi içindeki tekrarı ve devamlılığı açısından anlam taşımaktadır. Zorunlu din dersi ve seçimlerdeki %10 ülke barajı ile daha muhafazakar bir toplum, içeriği sandığa sığdırılmış bir siyaset, 12 Eylül'ün değişmez uygulamaları olarak, bugün de devam etmekte, adeta siyasal iktidara her seferinde tazelenmek için fırsat sunmaktadır.
Türkiye'nin "çıkış yolu"nun bulunmasında, başta iki düzenleme olmak üzere, pek çok değişiklik yapılması gerekmektedir. İşin ilginç yanı, ABD'nin "Yeşil Kuşak"ı realize olma şansı bulurken, Türkiye-İran ve Pakistan; farklı mecralara sürüklenmekte, ABD Ortadoğu'dan Hint Okyanusu'na giden zeminde, bu arada Basra Körfezi'nde yeni belirsizliklere doğru yol almaktadır.
Batılılar "Türkiye'yi kim kaybetti" sorusunu ararken, "kendilerini kaybetme" noktasına kaymaktadırlar.
Türkiye, kendi işini kendi görecek, modernleşme birikimi ve devlet geleneği bağlamında, gerçek demokrasiye kavuşacaktır. Darboğazdan kurtulmanın şifresi, Cumhuriyet değerleri temelinde, demokrasiyi yeniden inşa edebilmektir.
Batı'nın "Zihni Sinir" projeleri, miyadını doldurmuştur...