İsmet Paşa'nın, toplumsal olayları yorumlamakla ilgili, en veciz uyarılarından birisi, "24 saat beklemek" ile ilgiliydi. Kendisini sağlığında göremesem de, onun ekolünden yetişen bir nefer olarak, bu ilkeyi korumaya hep özen gösterdim. Bir de akademik özen işin içine girince, pek çok dostum, zaman zaman "aşırı temkinli" olmakla beni değerlendirdi. Oysa, birebir araştırma yapmadığım konularda kalem oynatmak, son yılların moda deyimiyle, uzaktan izleyip, "büyük fotoğrafı görmekle" mümkün olabiliyor. Bu dediğimiz de elbette neden-sonuç ilişkilerini irdelemekle, birtakım analizleri realize etmekle mümkün kılınabiliyor. Hiç kuşkusuz, bir blog yazısında, bilimsel bir çalışmayı ortaya koymak mümkün değil. Bununla birlikte, süreci tarihe not etmek ve kısa vadede başka insanlarla görüşlerinizi paylaşmak, teknolojik olanaklarla bir fırsata dönüşüyor.
Ülkemizde 17 Aralık'ta başlayan, "yolsuzluk ve rüşvet operasyonu", pek çok farklı yönden ele alındı. Kimi konuyu, ABD'nin Türkiye-İran arasında, "altın takasına" dayalı, ABD ambargolarını delen ticaretine yönelik dolaylı müdahalesine bağladı, kimi Hükümet-Cemaat ilişkisi açısından fikirler yürüttü, kimi de 2014'teki siyasi hesaplara dayalı yorumlar yaptı.
Aslında altı çizilen tahminlerin, reel politikte, belli karşılıkları vardı. Hatta belki de, herbir başlık, gerçeğin belli bir parçasını ifade ediyordu. Oysa kimse, tüm bu gerçeğe yakın gerekçelere rağmen, içinde bulunduğumuz vahim durumu göremedi. Operasyondan sonra Erdoğan, aynı Gezi olaylarında olduğu gibi, şehir şehir geziyor, mitingler yapıyor. Haziran 2013'te sayın Başbakan, Gezi eylemcilerini, kendi taraftarlarına şikayet ediyordu. Şimdilerde "ironi" konusu olan, evde tutulamayan "milyonlar", artık başka bir benzetmeyle ele alınıyor. Aralık 2013'te ise Başbakan, polis ve savcıları halka şikayet ediyor. Ayrıca, Ilımlı İslam tasarımıyla koşut giden büyük müttefik ABD ve büyükelçisi, bu suçlamalardan payını alıyor. Gezi'de de Batı suçlanmıştı. Meşruiyetin, dış konjonktürde kırılan önemli ayaklarından biri budur.
Bir başka parantezde, iç dinamiklerle konuyu mercek altına aldığımızda, ne de olsa Futbol Cumhuriyeti haline geldiğimize göre, seçmenlerin daha iyi anlayacağı bir dille konuyu ifade edelim. Fenerbahçe, "Şike Operasyonu" sonucunda yapılan yargının, sonuçlarıyla birlikte ortadan kaldırılmasını istiyor. Neden olarak ta, çok önemli bir noktadan hareket ediyor. Bizzat Başbakan, "yargının içinde çete var" diyerek, yargı kararlarının, "güvenilmez" olduğu vurgulamasını yapıyor.
Dikkat edilecek olursa, herhangi bir yargılama sürecinde, hele konunun toplumsal-siyasal etkileri varsa, hukuki değerlendirmeler değil, siyasal vaziyet alışlar, iktidar partisi ya da Gülen Cemaati etkisi üzerinden tahminler yapılıyor.
Bu sadece futbolda değil, Ergenekon, Balyoz dahil, vesayetin kaldırılması zemininde savunulan, toplu davaları akıllara getiriyor. Sözkonusu davalarda, "sabahın 5'inde insanların gözaltına alınması", "medyayla hazırlık soruşturmasındaki gizlilik ilkesinin ihlali", yine "medya yoluyla yargısız infaz" yakınmaları, "sahte deliller" suçlaması, bu sefer, siyasal iktidardan geliyor.
Dönemin popüler ve emrine "zırhlı araba" verilen savcısı, şimdilerde siyasal iktidarın hedefinde...
Ergenekon'da, "Türkiye'nin barsakları temizleniyor" diyen, iktidar yetkilileri ve birtakım kalemşörler şaşkın. Sözde liberaller, Cemaat'le ana muhalefet arasında, kendilerine "yeni adresler" bulma peşinde.
AKP-Gülen Cemaati arasında biten koalisyon, o dönemde, "anciént regime" elitlerini tasfiye ederken, Fuller'in "Yeni Türkiye Cumhuriyeti" kitabı yok satıyordu.
Geldiğimiz noktada, yeni kurulmaya çalışılan hegemonya, tam da kendi yöntemleriyle krize girerken, kendi unsurları arasındaki "iktidar kavgası"yla, "meşruiyet krizine" giriyor.
Bağımsız yargı, hukuk devleti gibi çoğulcu ve çağdaş demokrasinin -olmazsa olmazları- adli kolluk yönetmeliğinde yapılan acele ve kuvvetler ayrılığı ilkesini zedeleyen değişikliklerle bir kez daha yara alırken, soru işaretleri şurada yoğunlaşıyor.
Yıllardan beri devlet içinde "paralel devlet mekanizmaları"nın oluştuğunu reddeden Başbakan, "yargı içinde çete var" diyorsa, bu hegemonyanın tam da meşruiyet göbeğinden yapısal bir kriz içinde olduğunun tespitidir. Peki sade vatandaş, hukuka güvenmeyecek te, nereye güvenecek?
Bu soru, içi boşalan hegemonyanın olduğu kadar, ülkemizin geleceğini ilgilendiren, en temel sorudur...
Ülkemizde 17 Aralık'ta başlayan, "yolsuzluk ve rüşvet operasyonu", pek çok farklı yönden ele alındı. Kimi konuyu, ABD'nin Türkiye-İran arasında, "altın takasına" dayalı, ABD ambargolarını delen ticaretine yönelik dolaylı müdahalesine bağladı, kimi Hükümet-Cemaat ilişkisi açısından fikirler yürüttü, kimi de 2014'teki siyasi hesaplara dayalı yorumlar yaptı.
Aslında altı çizilen tahminlerin, reel politikte, belli karşılıkları vardı. Hatta belki de, herbir başlık, gerçeğin belli bir parçasını ifade ediyordu. Oysa kimse, tüm bu gerçeğe yakın gerekçelere rağmen, içinde bulunduğumuz vahim durumu göremedi. Operasyondan sonra Erdoğan, aynı Gezi olaylarında olduğu gibi, şehir şehir geziyor, mitingler yapıyor. Haziran 2013'te sayın Başbakan, Gezi eylemcilerini, kendi taraftarlarına şikayet ediyordu. Şimdilerde "ironi" konusu olan, evde tutulamayan "milyonlar", artık başka bir benzetmeyle ele alınıyor. Aralık 2013'te ise Başbakan, polis ve savcıları halka şikayet ediyor. Ayrıca, Ilımlı İslam tasarımıyla koşut giden büyük müttefik ABD ve büyükelçisi, bu suçlamalardan payını alıyor. Gezi'de de Batı suçlanmıştı. Meşruiyetin, dış konjonktürde kırılan önemli ayaklarından biri budur.
Bir başka parantezde, iç dinamiklerle konuyu mercek altına aldığımızda, ne de olsa Futbol Cumhuriyeti haline geldiğimize göre, seçmenlerin daha iyi anlayacağı bir dille konuyu ifade edelim. Fenerbahçe, "Şike Operasyonu" sonucunda yapılan yargının, sonuçlarıyla birlikte ortadan kaldırılmasını istiyor. Neden olarak ta, çok önemli bir noktadan hareket ediyor. Bizzat Başbakan, "yargının içinde çete var" diyerek, yargı kararlarının, "güvenilmez" olduğu vurgulamasını yapıyor.
Dikkat edilecek olursa, herhangi bir yargılama sürecinde, hele konunun toplumsal-siyasal etkileri varsa, hukuki değerlendirmeler değil, siyasal vaziyet alışlar, iktidar partisi ya da Gülen Cemaati etkisi üzerinden tahminler yapılıyor.
Bu sadece futbolda değil, Ergenekon, Balyoz dahil, vesayetin kaldırılması zemininde savunulan, toplu davaları akıllara getiriyor. Sözkonusu davalarda, "sabahın 5'inde insanların gözaltına alınması", "medyayla hazırlık soruşturmasındaki gizlilik ilkesinin ihlali", yine "medya yoluyla yargısız infaz" yakınmaları, "sahte deliller" suçlaması, bu sefer, siyasal iktidardan geliyor.
Dönemin popüler ve emrine "zırhlı araba" verilen savcısı, şimdilerde siyasal iktidarın hedefinde...
Ergenekon'da, "Türkiye'nin barsakları temizleniyor" diyen, iktidar yetkilileri ve birtakım kalemşörler şaşkın. Sözde liberaller, Cemaat'le ana muhalefet arasında, kendilerine "yeni adresler" bulma peşinde.
AKP-Gülen Cemaati arasında biten koalisyon, o dönemde, "anciént regime" elitlerini tasfiye ederken, Fuller'in "Yeni Türkiye Cumhuriyeti" kitabı yok satıyordu.
Geldiğimiz noktada, yeni kurulmaya çalışılan hegemonya, tam da kendi yöntemleriyle krize girerken, kendi unsurları arasındaki "iktidar kavgası"yla, "meşruiyet krizine" giriyor.
Bağımsız yargı, hukuk devleti gibi çoğulcu ve çağdaş demokrasinin -olmazsa olmazları- adli kolluk yönetmeliğinde yapılan acele ve kuvvetler ayrılığı ilkesini zedeleyen değişikliklerle bir kez daha yara alırken, soru işaretleri şurada yoğunlaşıyor.
Yıllardan beri devlet içinde "paralel devlet mekanizmaları"nın oluştuğunu reddeden Başbakan, "yargı içinde çete var" diyorsa, bu hegemonyanın tam da meşruiyet göbeğinden yapısal bir kriz içinde olduğunun tespitidir. Peki sade vatandaş, hukuka güvenmeyecek te, nereye güvenecek?
Bu soru, içi boşalan hegemonyanın olduğu kadar, ülkemizin geleceğini ilgilendiren, en temel sorudur...