19 Eylül 2014 Cuma

İSKOÇYA SONRASI...

18 Eylül 2014'de İskoçya'da yapılan referandum, sadece "Birleşik Krallık" için değil, AB ve dünyanın diğer bölgeleri açısından da dikkat çeken bir gelişme oldu. 307 yıllık bir birlikteliğin yıkılması olasılığı, İskoç milliyetçiliğinin siyasal açıdan geldiği aşama, hep tartışma konusu olarak gündeme geldi. 19 Eylül sabahı gelen sonuçlarda, "hayır" oylarının %55'e varması, %44'de kalan "evet" oylarına 11 puan fark atılması ne ile açıklanabilir? Daha doğrusu, Büyük Britanya Birleşik Krallığı için, konu sonlanmış mıdır? İlk akla gelen referandum analizlerinde, ekonomik çıkarların ağır basması, "birlik"te kalmanın "sade yurttaş" için daha cazip göründüğü sonucuna varılabilir.
Okyanusun öteki yakasına geçtiğinizde, Kanada'daki Quebec konusu hemen göze çarpmaktadır. Anglo- Sakson geleneğin siyaseten belirleyici olduğu, simgesel anlamda Britanya kraliçesi II.Elizabeth'e "devlet başkanı" sadakatinin sürdüğü Kanada, Fransızca konuşan eyaleti Quebec'ten kaynaklanan, "bağımsızlık" talepleri ile bir hayli uğraştı. Sonuçta Quebec'te bir değil, iki referandum yapıldı. 1980 ve 1995'te yapılan her iki oylamada da, az farkla olsa da "hayır" oyları çoğunluğu oluşturdu. Kafaların bir hayli karışık olduğu yüzeyde, "hayır" oyları kazansa da, federal yapı içinde, özerklik ve federe hakların, her bir oylamada, verilen ödünlerle daha da genişlediğini görüyoruz. Bu bağlamda, "hayır"ın siyasal bedeli, "genişletilmiş özerklik" olarak gündeme geliyor, federe birimlerin "egemenliği", söz konusu referandumlarla artıyor. Bir bakıma "sandık"ın gündeme gelmesi, ortaya konması, "bağımsızlık" talep eden güçler lehine birtakım tavizleri ete kemiğe büründürüyor.
İskoçya'daki oylamanın ise, AB içindeki "birliği" ciddi bir sınava tabi tuttuğu net bir biçimde görülmüştür. Britanya için ise, şimdiye kadar Ortadoğu'ya yönelik "böl ve yönet" siyasetinin, kendi "ada"sına kadar ulaşması, tarihin garip bir cilvesi midir? Elbette ilginç bir polemik konusudur.
Bununla birlikte, Britanya siyasetinin "ana akımı"nı teşkil eden "Westminster" üçlüsünün, iktidarı ve muhalefetiyle, Britanya'nın birliği için seferber olması, "hayır" kampanyasında aynı cephede yer almaları, işaret edici bir durumu ifade etmektedir.  Muhafazakar-Liberal koalisyonu ve muhalefetteki İşçi Partisi, "birlik cephesi"nde ortak bir duruş sergilemişlerse de, bu durumun muhafazakar Cameron'a mı, yoksa İşçi Partisi lideri Miliband'a mı yarayacağı, 2015 ilkbaharındaki seçimlerde görülecektir.
İskoçya referandumu vesilesiyle, Kuzey Denizi'ndeki petrol yatakları, nükleer denizaltı üslerinin gündeme gelmesi, ekonomik-askeri yüzeydeki tartışmaları ateşlese de, Britanya için, daha endişe verici konu, "evet" oyları kazansaydı, dile getirilmeye başlanacaktı. O da Britanya'nın "veto" yetkisine sahip, BM Güvenlik Konseyi'ndeki "daimi" üyeliği idi. Sadece AB değil, asıl ABD "evet" skoru olasılığından rahatsızdı. Zira, dış politikadaki ve savunmadaki en önemli müttefiği zafiyete uğrayacak, Avrupa ve dünya siyasetindeki etkisi, daha fazla mercek altına alınacaktı. Hatta "büyük güç" olması konusu, kuşkulu bir zemine kayacaktı.
Bir başka açıdan ise, AB'nin içinde, "uluslar Avrupası" mı yoksa "bölgeler Avrupası" mı sorusu, acaba 18 Eylül 2014'de sonlanmış mıdır? Hiç sanmıyorum. 9 Kasım 2014'te Katalonya'nın İspanya'dan ayrılması ile ilgili "gayrıresmi bir referandum" yapılacaktır. Fransa'nın "Korsika" sorunu sürmekte, İtalya'da zaman zaman hükümetlerde de yer alan "Lombardiya Ligi" anlayışı, güneyden kopmuş, daha varsıl bir "kuzey İtalya" hayalini devam ettirmektedir. Katalonya ve Bask ta, daha varsıl olma açısından, benzer tutumlar sergilemektedirler. İskoçya ise, daha varsıl olmasa da, az nüfusu ve petrol geliri ile, "bir mini refah devleti" önerse de, şimdilik Britanya'nın sosyo-ekonomik ve de siyasal üstünlüğü galip gelmiştir.
Bu tartışmalar sürerken, Ortadoğu'ya yönelik etkide, hiç kuşkusuz Kürtler'in konumu zihinlere gelmektedir. Türkiye'de "İskoçya referandumu" konusu, kamuoyunda çok yoğun ele alınmasa da, süreci değerlendirenler, ister istemez bölgede Türkiye dahil, Kürt nüfusların yoğun olduğu coğrafyaları karşılaştırmışlardır. Irak'ta her iki "körfez savaşı" ve 2005 anayasasından sonra, "bölgesel özerklik" kazanan Kürdistan Bölgesel Yönetimi'nin en yakın müttefiklerinden biri Türkiye olmuştur. Suriye'de 2011'den sonra, kuzeydoğudaki Rojava bölgesinde, PKK ile yakınlığı olan PYD ve silahlı gücü YPG adını duyurmaya başlamıştır. İran'da Kürdistan adında bir eyalet yer almakta, PKK ile müttefik konumundaki PJAK şimdilik faaliyetlerini askıya almış durumdadır. Türkiye'de ise siyasal iktidar ile terör örgütü PKK'nın başındaki Öcalan'ın bürokratlar aracılığıyla sürdürülen diyaloğunda, "çözüm süreci" başlığı altında, yeni adımların atılacağı konuşulmaktadır. Ana dilde eğitim, Öcalan'a ev hapsi ve genel af başlıkları, iktidara yakın gazetecilerden Hüseyin Yayman tarafından dile getirilmiştir. Ana muhalefetin, Türkiye'nin "Avrupa yerel yönetimler özerklik şartındaki çekincelerin" kaldırılması talebi, şimdilik siyasal olmasa da, idari özerklik açısından, söz konusu sürece verilen dolaylı bir destek anlamına gelmektedir.
Peki bütün bunlar, ileride bir "referandumu" engellemek için mi, yoksa fi tarihteki olası bir referandumda avantajlar elde etmek için mi, servis edilmektedir? Bu rahatsız edici soru ve sorunları, tartışma zamanıdır. Ama terörün, "okul yakma" dahil, silahlı yöntemleri terketmesi, silahları bırakması ve terörün tasfiyesi ile gelecek demokratik bir yüzeyde ele alınabilir. Silahların gölgesinde varılacak yer, Ortadoğu'daki istikrarsızlığın, IŞİD dahil, ithal edilmesiyle sonuçlanır.
"İskoçya sonrası" tartışmalara, bir de Ortadoğu, Balkanlar ve Kafkasya penceresinden bakın. İskoçya'da "pub"larda gülerek yapılan siyasal rekabet, burada ne yazık ki, kan, terör ve gözyaşı ile gerçekleşiyor...      

9 Eylül 2014 Salı

CHP'NİN "ARAYIŞ"LARI...

"Arayış", CHP'nin 1980'de önce faaliyetlerinden yasaklandığı, 1981'de ise kapatıldığı günlerde, Ecevit'in çıkardığı derginin adıydı. Arayış, CHP'de hiç bitmedi. Bu siyasal bir örgüt için doğaldı. Farklı arayışlar, zaman zaman parçalanma, zaman zaman da güçlenme getirdi. Tıpkı, 1960'ların sonu ve 1970'lerin başında "tutucu kanadın" ayrıldığı, "demokratik Sol" kanadın, yeni "arayış"la, partiyi Türkiye'de zirveye taşıdığı gibi...
Öncelikle güncelden konuyu irdelemeye başlayalım...
5-6 Eylül 2014'te gerçekleşirilen, CHP'nin 18. Olağanüstü Kurultayı pek çok kafa karışıklığını beraberinde getirdi. Şimdiye kadar, "liste savaşları" sonrası, yorgunluğunu bir türlü atamayan, bir sonraki kurultaya hazırlanan parti örgütü, kurultaylar konusunda eski iştahını kaybetmiş gözüküyor. Vurguladığımız yüzeyde, partinin derlenip toparlanmasından çok, siyasal iktidarın "yeni Türkiye" başlığında bir "yeni CHP" tasarlama sıkıntısı göze çarpıyor. Bu noktada hakkını yemeyelim; Ecevit ve Baykal dönemlerinde de "yeni CHP" başlığı sıklıkla kullanılmıştı. Kurumsal olarak, tarihi köklere dayanmanın avantajlarıyla birlikte, değişen konjonktürlerde, "yeni arayışlara", değişim gereksinimine yanıt vermek gibi bir çabanın, tarihsel köklere, "yeni filiz" verdirmenin gündeme geldiğini görüyoruz.
CHP tarihine bakıldığında, "Ulusal Kurtuluş Savaşı", "Cumhuriyet'in kurulması", "çok partili yaşama geçiş", "demokratik Sol hareket" gibi, toplumsal ve siyasal anlamda, devrimsel pek çok hamlenin, değişimin yer aldığı görülür. Hatta CHP 1992'de yeniden açıldığındaki en temel sloganı, "değişimin gücü" olmuştu. Ne var ki, 1980 sonrası, gerek SHP, gerekse de CHP dönemlerinde, yeni bir değişim dalgası yaratılamadı. 1965'te "ortanın Sol'u" olarak başlayan, 1976 kurultayında "demokratik Sol" adını alan dönüşümden sonra, 1980 sonrası, parti ister istemez "statükocu" bir görünüme kavuştu. Aslında darbeden sonraki dönemde "demokrasi mücadelesi"nin öne çıkması, hala hafızalarda kalan SHP'nin ünlü "Kürt raporu" dikkat çekse de, bu çalışmalar bütünlük taşımaktan ziyade, farklı duyarlıklara, Sol bir refleksle yaklaşmaktan öteye bir anlam içermedi. Kimlik siyaseti dışında ise, sosyal devlet, sosyal haklar konusu, sendikal mücadele, zaman içinde CHP siyasetinin inisiyatifi dışına çıktı. Bu da sosyal demokrasi çerçevesini geride bıraktı. Sol siyaset, sadece kimlik siyaseti bağlamında kaldı.
1960'larda "demokratik işçi hakları" ile gündeme gelen, entelektüellerin ve tabanın birlikte sahip çıktığı, "demokratik Sol" hareket ise, 1980'lerde, önce SODEP-HP/DSP, sonra SHP/DSP, ardından SHP/DSP/CHP ve CHP/DSP olarak, değişik siyasal yapılanmalara bölündü, karizmatik lider "kendi partisini" kurarken, SHP-CHP bir birleşip, bir ayrılarak, bugüne "birleşik CHP" yi getirdi.
Baykal döneminde, "ulusal bir merkez" parti kimliğine bürünen CHP, Kılıçdaroğlu'nun genel başkanlığında ise, "muhafazakar, İslamcı  ve liberal" siyasetlerle koalisyon yapan, "AKP karşıtı cephe" kurma hayaliyle, türdeş olmayan bir tür "parti içi koalisyon" durumuna geldi.
1980 sonrasında, 1989 yerel seçimleri dışında, CHP-SHP siyaseti bir başarı kazanamazken, DSP 1999 seçimlerinde 1. parti oldu, 2002'de ise parlamentoya giremedi. CHP aynı yazgıyı, 1999'da yaşamıştı.
Kılıçdaroğlu'nun "sosyal demokrat" bir partinin gereklerini yerine getirmekten yola çıkıp, Sağ siyasetlerle ittifak halinde, "merkez bir kadro partisi" oluşturma gayreti, hem kafaları karıştırmakta, hem de ister istemez "hegemonyanın siyasal tekeli"ne katkı vermektedir. Ekmeleddin İhsanoğlu'nun "cumhurbaşkanı adaylığı"ndan, Mehmet Bekaroğlu'nun "zorla PM'ye seçtirilmesine"  uzanan tercihler, parti seçmeni ve tabanıyla inatlaşmak gibi, anlaşılmaz bir tabloyu ortaya koymaktadır. Sözkonusu parantezde, partinin ve Cumhuriyet'in kuruluşunda, önemli bir konumu olan "rakı sofraları"nın eleştiri konusu olması, o niyetle ifade edilmese de, Erdoğan'ın "iki ayyaş" söylemine hizmet etmektedir. Yollar ne yazık ki, hegemonyaya hizmete çıkmaktadır. Gittikçe AKP'nin İslamcı hegemonyasının etkisi altına giren siyasal davranışlar, "parti içi tek seslilik", disiplin mekanizmasını cezalandırma aracı haline getirmek gibi bir çerçeveyi sergilemektedir. Bu da otoriterliğin ana muhalefete yansıması olarak kaydedilmektedir. Gün geçtikçe popülizmin ve Sağ siyasetlerin nüfuzunu arttırdığı yapı, beraberinde oy da getirmemektedir. 30 Mart 2014 yerel seçimlerinde, mucize formül olarak sunulan "Sarıgül efsanesi", amacına eremese de, parti içindeki gücünü yoğunlaştırmaktadır. Zira CHP'de eskiden olduğu gibi, seçim yenilgileri, beraberinde kurultay zaferlerini getirmektedir? Parti delegasyonuna "güce tapınma" ve "popülizm" yüzeyinde verilen siyasal motivasyon, siyaseten bir başarı değil, daralan siyasal çatıda, mevki kapma yarışına dönüşmektedir.
Son kurultayda, Kılıçdaroğlu'nun en çok  dikkat çeken vaadi, beklendiği gibi sosyal haklarla ilgili olmadı. Siyasal vizyon, Kürt siyasetine yönelik açılımları ifade etti. Dikkat çeken zeminde Kılıçdaroğlu, Avrupa yerel yönetimler özerklik şartında, Türkiye'nin çekincelerinin kaldırılmasını önerdi. Bu zeminde, Türk kamu yönetimindeki idari vesayet ve hiyerarşinin budanması, idari özerkliğe kapı açacak bir potansiyeli ortaya koymaktadır. "Çözüm süreci"nde, "ana dilde eğitim" konusundaki yaklaşımlara da kapı aralayan Kılıçdaroğlu, şimdilik "genel af" konusuna değinmese de, soğuk mesajlar vermemektedir. Bu arada "çekincelerin kaldırılması" konusundaki ilk vaat, 2011 genel seçimlerinden önce zaten verilmişti.
Bu bağlamda, siyasal iktidarın, Haziran 2015 genel seçimleri öncesi, "başkanlık-özerklik" pazarlığı mı önlenmeye çalışılmaktadır, yoksa yine eklektik bir öneri mi önümüzde durmaktadır? Kürt hareketinin, 1990'larda SHP'den ayrılmasından sonra, CHP siyasetiyle bir daha ortak bir zemin yakalamaması, muhafazakar değerlerle birlikte, Kürt hareketini de "özerklik hevesi"yle, AKP'nin hegemonyasına itmekte, başkanlık konusu, özerkliğin ucundaki "taviz" olarak algılanmaktadır.
Seçim kazanmayı unutan bir siyasette, her dönem farklı başlıklarla ele alınsa da, 1980 sonrasında CHP'de , büyük soru işaretleri durmaktadır.
Ulusalcı-yenilikçi gibi, "içe kapanmacı" mı olalım, yoksa muhafazakar bir yenilikçilik mi uygulayalım sorularında eksik olan Sol'dur. CHP, kurucu iradesiyle, Sol değerler arasında yakaladığı sentezi unutalı çok oluyor.
Zannediyorum, CHP için de bir "arama-karar konferansı" şart gözüküyor.
91. yılıında başta partinin kurucusu Atatürk olmak üzere, partiye hizmet veren herkesi kutlar, artık seçim zaferlerinin konuşulmasını dilerim...