"Stratejik derinlik", "stratejik özerklik", "değerli yalnızlık" derken, siyasal iktidar, dış politika bağlamında "stratejik şaşkınlık"ta çakılıp kaldı.
Bu günlerdeki politik gelişmelere baktığınızda, gerçekten de insanın başının dönmemesi mümkün değil. Erdoğan'ın Rusya gezisinde, "bizi AB'den kurtarın, Şangay İşbirliği Örgütü'ne alın" demesi, aslında Türkiye'deki "Avrasyacılar" açısından da kafa karıştırıcı bir öneri oldu:) Gelgelelim, siyasal iktidarn sözkonusu niyeti, bu gezide spontan olarak gelişmedi, son yıllarda Türkiye'nin bu konuda çeşitli girişimleri vardı.
Peki, Çin'den "füze alımı" kararını nasıl değerlendirmeli? ABD ve NATO, ısrarla NATO sistemine uyumlu olmayacak bir füze sistemine karşı tepkiler ortaya koyuyor. Türkiye'nin yanıtı "maliyetler" üzerinde odaklanıyor. Çin'in füzeler için "ortak üretim" teklifleri de ayrı bir başlık. Halbuki Çin'le 20 Eylül-4 Ekim 2010'da Konya'da gerçekleşen hava tatbikatı, Kasım 2010'daki "ortak eğitim tatbikatları" anımsandığında, ilişkilerin belli bir derinliğe kavuştuğu gözlemlenebiliyor. Unutmayalım ki, Türkiye ABD ve Britanya'yla uyguladığı Anatolian Eagle tatbikatını Ekim 2010'da uluslararasından ulusala dönüştürmek zorunda kalmıştı. Zira Türkiye, Mayıs 2010'daki "Mavi Marmara krizi"nden sonra, Ekim 2010'da sözkonusu tatbikattan İsrail'i çıkarmış, ABD ve Britanya da durumu protesto ederek, tatbikattan çekilmişlerdi.
Peki Suriye'deki şaşkınlığa ne demeli? Mart 2011'den birkaç ay sonra, Esad'ın iktidardan düşeceğini hesaplayan siyasal iktidar, bir anda El Kaide destekli El Nusra'nın "tek destekleyicisi" konumuna sürüklendi. ÖSO'yla etkin işbirliği bile geride kaldı. Suriye'de Esad'ın müttefiki İran'la, sadece Suriye politikasında değil, Maliki çerçevesinde Irak politikasında da derin çelişkiler oluştu.
Ve en sonunda Mısır'da Türk Büyükelçisi "persona non grata" yani "istenmeyen kişi" ilan edildi. Askeri yönetimin devirdiği İhvan'ı destekleyen politikaları sonucu, Türkiye'nin Mısır'la ilişkileri neredeyse "0" noktasına yaklaştı. Halbuki "sözde Arap Baharı" eşliğinde, Mısır-Suriye hattında oluşacak "İhvan kuşağı", AKP ile bir "üçgen" oluşturacaktı. Esad'ın direnmesi, İhvancı Mursi'nin devrilmesi, hesapları alt üst etti. Üstelik Suriye'de oluşan "Kürt bölgesi", Barzani'nin denetimi dışında PKK'nın güdümündeki PYD öncülüğünde oluştu. PKK, Türkiye'de bulamadığı fırsatı, PYD eliyle, Rojava'daki teritoryal alanda buldu.
Bu hesaba göre, İsrail-Suriye-İran-Mısır, Türkiye açısından "problemli ülkeler" kategorisinde değerlendiriliyor. Mısır'daki cuntanın Suudi Arabistan ve Körfez ülkeleri tarafından sponsorluğu yapıldığı hatırlanırsa, bu ekseni de mi, karşıt cepheye yazacağız? Bu manzarada acaba Barzani mi "tek dost" kaldı?
ABD-NATO-AB çizgisiyle yaşanan yapısal krizler de eklendiğinde, kafalar gerçekten de çok karışıyor. "0 sorun"dan, "herkesle soruna" dönüşen dış politika, "stratejik derinlik"te kaybolmuş gözüküyor.
Türk dış politikasının iki temel ilkesi, "laiklik" ve "rasyonellik" unutulunca, genel bilanço ancak "stratejik şaşkınlık"la açıklanıyor.
Bu günlerdeki politik gelişmelere baktığınızda, gerçekten de insanın başının dönmemesi mümkün değil. Erdoğan'ın Rusya gezisinde, "bizi AB'den kurtarın, Şangay İşbirliği Örgütü'ne alın" demesi, aslında Türkiye'deki "Avrasyacılar" açısından da kafa karıştırıcı bir öneri oldu:) Gelgelelim, siyasal iktidarn sözkonusu niyeti, bu gezide spontan olarak gelişmedi, son yıllarda Türkiye'nin bu konuda çeşitli girişimleri vardı.
Peki, Çin'den "füze alımı" kararını nasıl değerlendirmeli? ABD ve NATO, ısrarla NATO sistemine uyumlu olmayacak bir füze sistemine karşı tepkiler ortaya koyuyor. Türkiye'nin yanıtı "maliyetler" üzerinde odaklanıyor. Çin'in füzeler için "ortak üretim" teklifleri de ayrı bir başlık. Halbuki Çin'le 20 Eylül-4 Ekim 2010'da Konya'da gerçekleşen hava tatbikatı, Kasım 2010'daki "ortak eğitim tatbikatları" anımsandığında, ilişkilerin belli bir derinliğe kavuştuğu gözlemlenebiliyor. Unutmayalım ki, Türkiye ABD ve Britanya'yla uyguladığı Anatolian Eagle tatbikatını Ekim 2010'da uluslararasından ulusala dönüştürmek zorunda kalmıştı. Zira Türkiye, Mayıs 2010'daki "Mavi Marmara krizi"nden sonra, Ekim 2010'da sözkonusu tatbikattan İsrail'i çıkarmış, ABD ve Britanya da durumu protesto ederek, tatbikattan çekilmişlerdi.
Peki Suriye'deki şaşkınlığa ne demeli? Mart 2011'den birkaç ay sonra, Esad'ın iktidardan düşeceğini hesaplayan siyasal iktidar, bir anda El Kaide destekli El Nusra'nın "tek destekleyicisi" konumuna sürüklendi. ÖSO'yla etkin işbirliği bile geride kaldı. Suriye'de Esad'ın müttefiki İran'la, sadece Suriye politikasında değil, Maliki çerçevesinde Irak politikasında da derin çelişkiler oluştu.
Ve en sonunda Mısır'da Türk Büyükelçisi "persona non grata" yani "istenmeyen kişi" ilan edildi. Askeri yönetimin devirdiği İhvan'ı destekleyen politikaları sonucu, Türkiye'nin Mısır'la ilişkileri neredeyse "0" noktasına yaklaştı. Halbuki "sözde Arap Baharı" eşliğinde, Mısır-Suriye hattında oluşacak "İhvan kuşağı", AKP ile bir "üçgen" oluşturacaktı. Esad'ın direnmesi, İhvancı Mursi'nin devrilmesi, hesapları alt üst etti. Üstelik Suriye'de oluşan "Kürt bölgesi", Barzani'nin denetimi dışında PKK'nın güdümündeki PYD öncülüğünde oluştu. PKK, Türkiye'de bulamadığı fırsatı, PYD eliyle, Rojava'daki teritoryal alanda buldu.
Bu hesaba göre, İsrail-Suriye-İran-Mısır, Türkiye açısından "problemli ülkeler" kategorisinde değerlendiriliyor. Mısır'daki cuntanın Suudi Arabistan ve Körfez ülkeleri tarafından sponsorluğu yapıldığı hatırlanırsa, bu ekseni de mi, karşıt cepheye yazacağız? Bu manzarada acaba Barzani mi "tek dost" kaldı?
ABD-NATO-AB çizgisiyle yaşanan yapısal krizler de eklendiğinde, kafalar gerçekten de çok karışıyor. "0 sorun"dan, "herkesle soruna" dönüşen dış politika, "stratejik derinlik"te kaybolmuş gözüküyor.
Türk dış politikasının iki temel ilkesi, "laiklik" ve "rasyonellik" unutulunca, genel bilanço ancak "stratejik şaşkınlık"la açıklanıyor.