31 Aralık 2012 Pazartesi

2014'ÜN GÖLGESİNDE TÜRKİYE...

Yılsonu ve yeni yıl değerlendirmelerinin yapıldığı bu günde, 2013'e geçmeden, 2014'le ilgili bir başlık görünce şaşırmış olabilirsiniz. Oysa siyasal-toplumsal anlamda, 2013'te "tek gündem" 2014 yılı olacaktır. Zira 2014'ün Mart ayında "yerel seçimler", Ağustos'unda ise "cumhurbaşkanlığı seçimi" yapılacaktır. Her iki seçim, Türkiye'nin sonraki 10 yılının belirlenmesi açısından yaşamsal bir öneme sahip olacaktır.
Türkiye'de 2002'den beri süren AKP iktidarı, 2007'den sonra, hegemonik özelliklerini daha net yansıtmaya başladı. Bu çerçevede, 2007 cumhurbaşkanlığı seçimi, günümüze kadar, gün geçtikçe "gündelik yaşama" müdahale eden, kendi otoriter yaklaşımını toplumsal yaşama ve siyasal üstyapıya, yargıya nüfuz ettiren bir iktidar yapılanmasının başlangıcı oldu. Sözkonusu zeminde, 2002-2007 yılları, hegemon dönem için adeta bir "hazırlık süreci" idi. Liberal entelijansiyanın desteğinin alındığı, AB başkentlerinin övdüğü, ABD'nin "1 Mart 2003 tezkeresi"ne rağmen, Ilımlı İslam yüzeyinde "stratejik ortaklık" (ki bu doğru değil) boyutunda önem verdiğini hissettirdiği bir ortam yaşandı. Bu zaman zarfında, piyasa ekonomisiyle uyumlu, özgürlükler söylemine değer veren "Müslüman Demokratlar" imajı yaratıldı.
2007'den itibaren ise, 2. seçim zaferinin ardından, Çankaya'daki "engel" sonlanınca, hem yasaların Çankaya barajına takılması aşıldı, hem de yüksek yargıdaki "sıkıntılar, yine liberal entelijansiyanın "yetmez ama eveti"yle 12 Eylül 2010 referandumunda geride bırakıldı. 2007 ve 2010 kilometre taşları atlanınca, 2011'deki 3. seçim zaferi, artık "ucu açık, sonu gelmeyecek" bir hegemonyanın müjdecisi olarak yorumlandı. Bu bağlamda "4+4+4"'le "eğitimin muhafazakarlaştırılması", "kılık-kıyafet" konusunun ilkokullara kadar girmesinin öncüsü oldu. Zaten dikkat edilirse, AKP iki ana konu üzerinde toplumu daha da muhafazakarlaştırıyor ve dönüştürüyor. Bunlardan birincisi "dış politika"dır. Prof.Davutoğlu'nun Ortadoğu'ya yönelik "stratejik derinlik" politikası zemininde "mezhepsel bağlarla Ortadoğu'da ABD ve piyasa ekonomisi ile uyumlu" bölgesel liderlik ve periferi yaratma iddiası ortaya konulmaktadır. İkincisi de gün geçtikçe "milli" olma vasfını kaybeden uygulamalarla, Milli Eğitim Bakanlığı görevini yürüten Ömer Dinçer'le "eğitim" alanında yaşama geçirilmektedir. AKP dış politika ve milli eğitim üzerinden toplumu dönüştürürken, medyadaki "tekelci ve baskı altına alan" yaklaşımı ile, Gramsci'nin işaret ettiği kitle endüstrisi üzerinden hegemon yaklaşımını derinleştirmektedir.
Kitlesel olarak görülen, Ergenekon, Balyoz gibi davalarda kamuoyu vicdanı daha fazla ses çıkartmaya, sorgulamaya başlamışsa, Aralık 2012'de ODTÜ'de öğrenciler bir şeylere "dur" demişse, "mükemmel ve hatasız" giden süreçte, birşeyler aksamaya başlamış demektir.
Erdoğan malum 2014 Ağustos ayında Çankaya hedefine kitlenmiş durumda. Buraya kadar anlaşılmayan birşey yok. Ancak Erdoğan Çankaya'ya "siyaseten rakipsiz" bir biçimde çıkmak istiyor. Anayasa çalışmalarında "başkanlık" dayatmasının temelinde de bu var. Halbuki beklenen 2014'te Erdoğan Çankaya'ya çıkarken, başka bir AKP'linin başbakan olması ve AKP iktidarının yeni bir liderle devam etmesiydi. Bununla birlikte "Erdoğansız bir AKP"nin, aynı başarıyı göstermeyeceği olasılığı, AKP'li olmayan bir hükümetle, Çankaya'daki Erdoğan'ın çalışmak durumunda kalacağı ve karizmatik liderliğin, Özal ve Demirel gibi, siyasetten gelmesine rağmen "Çankaya ile sınırlanacağı " kaygısını pekiştirmiştir. Ancak AKP'nin "kuvvetler ayrılığı"na dayanan bir başkanlık sistemi değil de "kuvvetler birliği"ne dayanan bir "keyfi sistemi" dayatması, otoriter, hegemon bir anlayışın, "çoğunlukçu otoriterliğin" kalıcı bir biçimde yerleşmesine izin vermesi korkularını uyandırmıştır.
Gülen Cemaati ile Erdoğan'ın "karizmatik liderliği" arasındaki "nikahın düşmesi", özellikle 2014 arefesinde, başka siyasal formüllerin dillendirilmesi spekülasyonlarını da gündeme getirmiştir. Erdoğan'ın "Soldaki versiyonu" arayışları bunun bir parçası mıdır? Zaman içinde göreceğiz. Öte yandan Erdoğan-Gül soğukluğunun, 2014 öncesi "parti içi bir konsensüsle"mi, yoksa "siyasal ayrışmalarla" mü gündeme geleceği belirsizdir.
Muhalefet açısından bakılacak olursa, MHP'nin her fırsatta AKP ile MC'yi andıran bir "yakınlaşma" göstermesi, hegemon iktidara hizmet eden Sağ muhalefet izlenimini ortaya koymaktadır. CHP'nin AKP'ye karşı 10 yılı aşkın muhalefetinde, 2002-2010 arasında Baykal kaptan köşkündeyken, 2010'da Kılıçdaroğlu görevi devralmıştır. Deniz Baykal'ın "kaset skandalı"nın ardından görevi "iradesinin dışında" bırakması, siyasette deprem etkisi yaratmıştır. Kılıçdaroğlu 2010'dan itibaren, önce grup başkan vekilliği , 2009 yerel seçimlerinde de "İstanbul Büyükşehir Belediye Başkan adaylığı" ile gösterdiği "çalışkan kişiliği"ni, 2010 Eylül referandumunda, 2011 genel seçimlerinde de tekrarlamıştır. Buna rağmen CHP'nin oy oranı %26'ları aşamamıştır. AKP'nin CHP'ye yönlendirdiği medya ve liberal muhalefet, yani "muhalefete muhalefet eden" hegemonik ilişkiler, CHP'ye yönelik kampanyaların da öncüsü olmuştur. Zaten Erdoğan, "kuvvetler ayrılığı" ve CHP'den şikayet ederek, bakışını da tekrar sergilemiştir.
Geldiğimiz süreçte tartışılacak nokta, Çankaya seçimlerinde, bugünden bitiren otoriter, vesayetçi anlayışa karşı, laik-demokratik Cumhuriyet'i simgeleyen birisinin seçilebilmesi ortamını oluşturabilmektir. Bunun yolu, öncelikle "yerel seçimler"den geçmektedir. 2014 Mart yerel seçimlerinde alınacak bir hüsran, Erdoğan için Ağustos 2014'te seçim oranları açısından adeta "yeni bir rekor denemesi" anlamına gelmektedir. O yüzden, kısır tartışmalar ve lokal hesapları aşacak, "yeni bir iktidar" formülünü, CHP'nin bünyesinde "kimseyi dışlamadan" ve "kimseyi kazımaya çalışmadan" uygulamaya koyma vaktidir.
Yarınlar geç olmadan, "yavaş yavaş acele etme zamanı"dır.
2013'ün Türkiye'nin "aydınlık yarınları" için bir "geçiş süreci" olmasını dilerim.
İyi yıllar...  

28 Aralık 2012 Cuma

"YENİ ORTADOĞU"DA TÜRKİYE'YE DÜŞEN PAY?

Başlık böyle atılınca, akıllara ister istemez siyasal iktidarın Ortadoğu'ya yönelik, gerek Ilımlı İslam gerekse de Yeni Osmanlıcılık akımlarıyla ifade edilen dış politika bakışı geliyor. Ne var ki söz konusu süreçle bağlantılı ama ısrarla görmezden gelinen bir konu, Türkiye'nin ve bölge ülkelerinin gündemini daha fazla meşgul ediyor ve daha fazla edecek gibi gözüküyor.
Evet, 1992'de dönemin başbakanı Süleyman Demirel ve başbakan yardımcısı Erdal İnönü'nin ifade ettikleri bir olgudan söz ediyorum. Çiçeği burnunda koalisyon ortakları, Diyarbakır'a yaptıkları bir gezide "Kürt realitesini tanıyoruz" demişlerdi. Köprünün altından çok sular aktı hatta akabinde, Özal'ın ölümüyle çalkalanan siyasette,  Demirel Çankaya'ya, İnönü istirahate çekilirken, Tansu Çiller "rastlantılarla" başbakan oldu ve 1993-1996 arasında "derin devlet" uygulamaları, "faili meçhuller" en acımasız yöntemlerle gündeme geldi. 1999'da PKK terör örgütünün başı Öcalan, Ecevit'in başbakanlığındaki Türkiye'ye müttefiki ABD  tarafından teslim edilirken, Ecevit siyasetten ayrıldıktan sonra son yıllarında "Öcalan bize niye teslim edildi, hala anlayamadım" demişti.
2003'teki II. Körfez Savaşı'ndan sonra, Irak'ta Barzani ve Talabani güç kazanırken, PKK da "sözde ateşkesini", Haziran 2004'te bozmuştu. 1999-2004 arasında görünürde olmayan terör, 2004'ten bu yana, boyut değiştirerek etkinliğini arttırdı. Artık PKK siyasal taleplerle sürece girmekte, "etnik özerklik", "konfederasyon", "iki uluslu federasyon" gibi önerileri, hem parlamentodaki siyasal kanadı BDP ile hem de kendi örgüt yöneticileri ile vermeye başladı.
Yalnız konunun eksik kalan çerçevesi, "dış Kürtler" konusudur. I. ve II. Körfez Savaşları ile 1916 Sykes-Picot öncesine dönen (Osmanlı'ya değil elbette:) Irak'ta, 2005 Irak anayasasına göre Kürdistan Bölgesel Yönetimi anayasal bir resmiyet kazandı. 2011 Mart'ında Suriye'de başlayan "sözde bahar" ile Kürtler açısından PYD ile "özerk bir Kürt bölgesi" daha oluştu. Geriye kalan parçalar da Türkiye ve İran'daki tartışmaları işaret etti. 2011 Aralık ayında Irak'tan çekilen ABD ise, "buraların güvenliği"ni, bölgedeki "tek NATO üyesi"ne bıraktı.
Şimdilerde İran yanlısı Irak merkezi hükümetinin başbakanı Maliki yönetimi ile Barzani'nin Kürt bölgesi arasında bir savaş çıkarsa, Türkiye'nin Barzani'ye yardım sözü verdiğinden söz ediliyor? Aslında bu savlardan değil ama ABD müttefiki Türkiye'nin, Irak'taki "tek ABD müttefiki" Barzani ile yakın olmasının doğallığından, 1200 Türk şirketinin buradaki aktifliğinden defalarca söz etmiştim. Tıpkı Esad yanlısı İran ile Suriye'deki muhalif güçlerin yanındaki Türkiye'nin rekabetinde olduğu gibi.
Türkiye-İran rekabeti, Arap Baharı derken, "Kürt realitesi" aradan sıyrılıp çıkıyor. 1881'de  modern Kürt isyanı sayılan Şeyh Ubeydullah isyanınından 130 yıl sonra, "ulus inşa süreci" tamamlanıyor.
28 Aralık 2012 akşamı TV mülakatında Erdoğan, "İmralı'yla görüşmeler sürüyor" dedi.
Herhalde gelinen noktada Yeni Ortadoğu'da Türkiye'ye düşen pay da "Kürt realitesi" oluyor...

16 Aralık 2012 Pazar

"TARAF" SOLCULUĞU...

İbret dolu günler yaşıyoruz. Taraf adındaki gazetenin "görevinin" bittiği, tam da 13 Aralık 2012'de davanın ertelenen "esas hakkındaki mütalaası" yani son aşamasında görüldü. Gazetenin önde gelen yazarları Ahmet Altan, Yasemin Çongar ve Neşe Düzel istifa ettiler. Gerekçe ise kurumsal uyuşmazlıklar... İsmet Paşa'dan gelen bir anımsatmayla: "Hadi canım sen de"...
Aslında ilginç ve tarihsel derslerle dolu sürecin en önemli açıklaması AKP kurmaylarından, başbakan yardımcısı sayın Arınç'tan geldi. "Bitaraf oldukları için bertaraf oldular" dedi. Nereden nereye?
Oysa Taraf, asıl işlevini, bu yazarların eksantrik görüşlerinden değil, Ergenekon ve Balyoz gibi davalarda kendilerine ulaştırılan "çuvallarla" getirdi. Taraf'ın "suç duyuruları", Özel Yetkili Mahkemelerin "iddianamelerine" dönüştü. Bu olaylar, tüm bir kamuoyunun gözleri önünde gerçekleşti.
İşin tuhaf yanı, Taraf'a dayanarak Solculuk yapmaya çalışan "kaybedenler"dir. Türkiye o kadar garip bir ülke ki, Sosyal Demokrasi savı da "sözde liberallere" kaldı. Merkez Sol'da  "Sol kanat" oluşturmaya çalışanlardan bazıları, "liberalleşme"yi Solculukla izah etmeye çalıştılar. Halbuki ifade ettikleri liberalizm de değildi. 12 Eylül 2010 referandumunda Taraf öncülüğünde "yetmez ama evet" diyenler, Solculuk adı altında "Kemalistleri tasfiye edeceğiz" demeye başladılar. Post modern mi desem, şaşkın mı desem, cahil mi desem, artık diyecek söz bulamıyorum.
Taraf'ta hala Ahmet Altan'ın "sözde cesur yazıları"ndan söz edenler artık mahçup bir edayla Zaman'a dönmek durumundalar. Sosyal-liberal bir yaklaşımı Sol, Kemalizm'i Sağ kabul eden konformist yaklaşımlar, Kemalizm ile Sosyal Demokrasi/Demokratik Sol/Demokratik Sosyalizm'in sentezini, tarihsel bağlamda, Türkiye pratiğinde göremediler.
Kemalizm'e karşı olma obsesyonu, bu sözde Solcularımızı AKP'nin kucağına itti. İşin kötüsü artık AKP de işleri bittiği için onları istemiyor. Şimdi nefret ettikleri hala medyada yerel yönetimlerini yerden yere vurdukları CHP'yi ele geçirmeye, liberal sapmalarını Solculuk diye yutturmaya, CHP'nin kuruluş felsefesini inkar ettirmeye çalışacaklar.
Nafile, başka kapıya...

7 Aralık 2012 Cuma

Deniz Tansi: AVAMLIK HALLERİ...

Deniz Tansi: AVAMLIK HALLERİ...: Türkiye sosyolojik açıdan ilginç bir dönüşüm geçiriyor. Aslında modernizmin aşamaları çerçevesinde, sanayileşme süreciyle birlikte, köyden ...

5 Aralık 2012 Çarşamba

YEREL YÖNETİMLERDE SIKIYÖNETİM...

5 Aralık 2012'de Cumhurbaşkanı Gül tarafından onaylanan "Büyükşehir Yasası", yeni bir siyasal-sosyal yapının inşası olarak değerlendirilmektedir. Kimi çevreler yeni yasal düzenlemeyi, federasyon-yerelleşme hattında ele almaktadır. Aslında yerelleşme ve federasyon terimleri arasında bir orantısal ilişki yoktur. Pekala Türkiye gibi merkezden yönetim esasları çevresinde idari yapıya sahip ülkelerde de, "yerinden yönetim" esasları uygulanmaktadır.
"Ratingi" yüksek komplo teorilerinde, eyaletleşme ve federe yapılar kurma biçiminde ifade edilen gelişmeler aslında tevatürdür. Öncelikle yasal düzenlemede, il genel meclisleri ve il özel idarelerinin büyükşehirlerden kaldırılması ve yetkilerinin büyükşehir belediyelerine devredilmesi; bu bağlamda büyükşehir sınırlarının il sınırı kabul edilmesi kesinlikle bir yerelleşme adımı değildir. Tam tersine, siyasal iktidar, 2014'te öngördüğü "süper başkanlar"la, bir otoriter hiyerarşiyi ortaya koymaktadır. Zira, pek çok denetim mekanizması ortadan kaldırılmakla kalmamakta, yerel yönetimler zayıflatılmakta, ilçe belediyeleri tırpanlanmaktadır. İmar yetkisi fiilen bakanlık ve TOKİ'ye devredilmektedir.
Muhalif  büyükşehir belediyeleri ise, valilere bağlı olan "yatırım izleme komisyonları" ile kıskaç altına alınmaktadır. Sayın başbakanın söz ettiği "valilerin seçimle işbaşına gelmesi" önerisi de, aslında belediye ve vilayeti birleştirmek, devlet mekanizmasını, iktidar partisinin tekeline ve vesayetine bırakmak biçiminde yorumlanmaktadır.
CHP milletvekili ve yöneticisi olan Prof.Dr. Birgül Ayman Güler, 2004'te gündeme getirilen "kamu yönetimi çerçeve tasarısı" üzerine yaptığı değerlendirmelerde, neo-liberalizm ve piyasalaşma üzerinde durmuş, Türk kamu yönetiminin temel zemini olan idari vesayet ve hiyerarşinin budanması riskini gündeme getirmişti.
Yeni düzenlemeyle otoriter, vesayetçi bir "tek adam" sisteminin altyapısı örülmektedir. Küresel piyasalar artık yerel otoritelerle değil, "süper başkanlarla" muhatap olacaklardır. Anıtlar Kurulu'nun yetkileri geriletilmiştir. Güneydoğudaki büyükşehir belediyelerinde "özerklik" gündeme gelir mi? Bu tam anlamıyla bir gündem saptırmadır. Süper başkanlar ve siyasal iktidar, otoriter muhafazakarlığın yüzeyini ete kemiğe büründirmektedir.
2014 yerel seçimleri öncesi bin kusur belediye tarihe karışmış olacaktır. Ve seçimin asıl gündemi de burada kendisini ortaya koymuştur.
Yerelleşme engellenmekte, katıksız bir merkezileşme, "daha fazla yerelleşme" adı altında yaşama geçirilmektedir.
Yeni yapı YEREL YÖNETİMLERDE KALICI BİR SIKIYÖNETİMDİR. Uyanmak dileğiyle...     

1 Aralık 2012 Cumartesi

FİLİSTİN DEVLETİ...


Bu tabir bir özlemi ifade etmekle birlikte, teknik bir terimi de dile getiriyor. Zira 29 Kasım 1947’de BM Genel Kurulu’nda kabul edilen 181 sayılı karar göre, Britanya Filistin mandasını terk etmeden önce bu bölgede “iki devletli çözüm” olarak nitelenen bir “taksim planı” ortaya koymuş, ve terk edeceği bölgede bir Arap ve bir Yahudi devleti öngörmüştü. O zaman Araplar, şiddetle söz konusu karara muhalefet etmiş, “hayır” oyu kullanmış ve tek bir Filistin devletinden yana tavır almışlardı.
            1948’de İsrail, 181 sayılı karara dayanarak, Britanya mandası sona erer ermez bağımsızlığını ilan ederken, Arap ülkeleri bir Filistin-Arap devleti kurdurmaktansa, İsrail’le savaşta kazandıkları toprakları, ilhak etmeyi tercih ettiler. Batı Şeria Ürdün’ün, Gazze Mısır’ın eline geçti. Ta ki 1967’ye kadar. 6 Gün Savaşı’ndan sonra, İsrail’in Ürdün’den aldığı Batı Şeria, Mısır’dan aldığı Gazze ve Suriye’den aldığı Golan Tepeleri, BM Güvenlik Konseyi’nin 242 sayılı kararına göre “işgal altında topraklar” olarak nitelendirildi. Golan’ın Suriye toprağı olduğu belliydi, Batı Şeria ve Gazze ise, 1967’den sonra yeni bir vasıf kazandı. Mısır ve Ürdün, kurulacak bir Filistin devleti karşılığında, bu topraklarda hak iddia etmeyeceklerini açıklarken, inisiyatif FKÖ’ye geçti. FKÖ İsrail’e göre 1960’lardan 1990’lara kadar “terörist”sayılırken, 1993 Oslo Süreci ile FKÖ-İsrail karşılıklı olarak birbirini tanıdı ve 1996’da Filistin Otoritesi “özerk” olarak kuruldu. 15 Kasım 1988’de Cezayir’de sürgünde toplanan Filistin Ulusal Konseyi, FKÖ’nün yasama olarak, Filistin Devleti’ni ilan etmiş, Türkiye dahil pek çok ülke tarafından da tanınmıştı. Tarihi olarak ta 181 sayılı kararı 41 yıl sonra kabul ettiyse de artık çok geçti ve hiç olmazsa 1967 sınırları elde edilmeye çalışılıyordu.
1996’da kurulan Filistin Otoritesi, 2000’de başlayan II.İntifada ve 2004’te Arafat’ın ölümüyle sarsıldı. 2005’te göreve seçilen Mahmut Abbas ise şu anda devlet başkanlığında “kaçıncı uzatmaları” oynuyor. 2006’da iktidara gelen Hamas, FKÖ’nün ve onun en büyük bileşeni El Fetih’in kurucu iradesinin dışına çıkan bir anlayışın sahibi, İslamcı bir örgüttü. Nitekim, II. Lübnan Savaşı sırasında Hizbullah’a destek için roketler atan Hamas’ın milletvekilleri tutuklanınca, İslamcı  örgüt Filistin parlamentosunda çoğunluğunu kaybetti ve ulusal birlik hükümetinden sonra 2007 Haziran’ında yaptığı darbeyle Gazze’de ayrı bir yönetim kurdu. 2007-2011 arasında Mısır da, karadan İsrail’in Gazze ablukasına katıldı, 2008 Aralık-2009 Ocak Dökme Kurşun Operasyonu’nda İsrail-Hamas çatıştı. “One minutes”, “Mavi Marmara” derken, AKP İsrail politikasında “şov”a girişti ama etkisiz eleman oldu.
Geldik 29 Kasım 2012’ye. Bu karar Filistin’de “kapsamlı ve kalıcı” bir barış olmadıkça, bir değer kazanmaz. Hamas’ın Gazze’sine hakim olamayan bir Filistin yönetimi ciddiye alınmaz. İsrail’in hemen yanıt olarak Maaleh Adumim ile Doğu Kudüs arasında, Batı Şeria’nın fiilen kuzeyden-güneye bölünmesine yol açacak, 3000 yerleşimi içeren “E-1 Koridoru”na yeniden başlama kararı (2009’da durdurmuştu) işlerin hiç te kolay olmayacağını gösteriyor.     
            İsrail ve Hamas arasında sıkışan Filistin Devleti’nin işi çok zor gözüküyor…       

21 Kasım 2012 Çarşamba

GAZZE OPERASYONU'NDAN ARTA KALAN...

İsrail'in Gazze'de Hamas'a  yönelik "Savunma Kolonu Operasyonu", beklenenden daha önce ilan edilen bir ateşkesle bitti. 14-21 Kasım 2012 tarihlerinde gerçekleşen operasyonda 140'dan fazla Gazzeli'nin öldüğü ifade ediliyor.
Bu çerçevede İsrail'in müdahalesi, Hamas silahlı kuvvetler şefi Cabari'nin "roketle" öldürülmesiyle başlamıştı. Ardından Hamas'ın stratejik noktaları vurulurken, sivil ve çocuk kayıpları yine ağırlığı oluşturdu. Hamas İsrail'e karşı Fecr 5 füzelerini kullanırken, Tel Aviv, Kudüs ve Hayfa'yı hedef aldı. Hamas'ın bu meydan okuması, bölgedeki dengeler açısından da yeni soru işaretlerini getirdi. Bu meyanda Hamas, en son Tel Aviv'de sivil bir otobüsü havaya uçuracak kadar ihtirasını ortaya koydu ve "kent terörü"nü anımsattı.
Ama asıl soru, ateşkesin ilanında bile görülmektedir. İsrail-Hamas arasındaki çatışmayı bitiren nokta, ABD Dışişleri Bakanı Clinton'un bölgeye ziyareti sürecinde gerçekleşti. Clinton Mısır Cumhurbaşkanı Mursi'ye özellikle teşekkür etti. Deyim yerindeyse iki taraf arasında "aracılık" rolü, Mısır tarafından gerçekleştirildi. Erdoğan'ın İsrail operasyonu sürerken Mısır'a yaptığı ziyarette ve sonraki toplantılarda ortaya koyduğu söylem ve duygusallık hali, Türk Dış Politikası ve Türkiye'nin algısı üzerinde soru işaretlerini pekiştirdi.
Bu "yeni bir durum" olmasa da, Türkiye'nin Ortadoğu'ya dönük politikaları açısından, Batı sistemi zemininde "olası açmazlar"ın işaretlerini de ortaya çıkardı. Başbakan'ın "Ortadoğu eski Ortadoğu değil" demesi, "öleceksek adam gibi ölelim" sözleri, ve İsrail'i "terörist devlet" olarak nitelendirmesi, Batı siyasal sisteminin dışında bir "bakış açısını" vurguladı. Öte yandan Erdoğan'ın Avrasya İslam Şurası'nda BM Güvenlik Konseyi daimi üyeleri arasında Müslüman bir ülke olmaması çerçevesindeki eleştirisi, İslam'ın "tek belirleyici olması gerekliliği" anlatımı, altı çizilen bakış açısı bağlamında kaygı ve endişeleri arttırdı. Dışişleri Bakanı Davutoğlu'nun ölümler karşısındaki "insani duyarlığı" elbette takdire değer bir durum. Duygusallığın vardığı boyut ise Türkiye değil Mısır'ın ateşkesi sağlayan bir ülke olarak ABD tarafından övülmesi karşısında ne anlama gelmektedir? Elbette tartışılır. 
Operasyonun başlangıcındaki yorumumda "ikinci one minutes" olur mu demiştim. ABD Başkanı Obama ve Batılı başkentlerin İsrail'in "silahlı müdahalesi"nin ilk gününden beri "İsrail'in kendini savunma hakkı"ndan bahsetmesi Erdoğan'ı "çileden çıkaran" bir yaklaşım oldu. Erdoğan'ın karşı argümanı İsrail'in işgalciliğine karşı, Hamas'ın direnişte olması ve Hamas'ın "tek yanlı silah kulanması"na İsrail ve Batılı ülkelerin, bu arada Rusya ve Çin'in razı olması gibi bir kurgu içinde gerçekleşti.
"Arap sokağı"na seslenen Türkiye, "sorun çözücü" olamadı. İnisiyatif İhvan'ın Mısır'ında kaldı. Tıpkı Mübarek'in Mısır'ında olduğu gibi.
Gün geçtikçe artan ve duygusallaşan İslami söylem, Ortadoğu'daki karmaşık sorunlar çerçevesinde yetersiz, gündemden uzak ve "tribünlere oynanan" bir çabaya dönüşüyor. Ortadoğu'ya "düzen vermeye" çalışan AKP yaklaşımı, Batılı müttefikleriyle artan çelişkileri de beraberinde getiriyor. Suriye'de Türkiye müdahalesine "yeşil ışık yakılmaması", Irak'ta Dicle Ordusu ve Peşmerge Ordusu'nun "iç savaş" düzeyine yaklaşan çatışmaları, İran'ın Suriye hattında bölgedeki Batı aksına meydan okuması ve uranyum zenginleştirme programı, duygusallığa izin vermeyen bir dikkati getirmektedir.
Rövanşist ve reaksiyonist akımlara prim veren bir AKP söylemi, gittikçe marjinalleşen, ABD ve diğer müttefiklerle siyaseten çatışan ama yine de söz konusu eksenden ayrılmayan bir "zikzaklar bütünü"nü resmetmektedir. 
Ve Gazze'den arta kalan, yaşamını kaybeden çoğu Filistinli ve İsrailli'nin dışında, Türkiye'nin "yol haritası" hakkındaki soru işaretleridir?

14 Kasım 2012 Çarşamba

İSRAİL'DEN "SAVUNMA KOLONU OPERASYONU"..

Uzun zamandır beklenen İsrail-Hamas çatışması, 14 Kasım 2012'de, "kapsamlı bir operasyonel" hamleyle tekrar başladı. Anımsanacağı gibi son geniş operasyon Aralık 2008-Ocak 2009 sürecinde yaşanmıştı. Aralık 2008'de Hamas'ın kendi "kuruluş yıldönümü"nün akabinde, Mayıs 2008'den beri süren ateşkesi bozması sonucu başlattığı roket saldırılarına karşı, İsrail "Dökme Kurşun Operasyonu" adıyla bir müdahalede bulunmuştu. Aslında siyasal bir bilanço çıkartıldığında, Hamas'ın Gazze'deki "ayrı yönetimi"nin sürmesi, siyasal gücünü kaybetmemesi, İsrail'in ikili karşılaştırmada, "orantısız güç dengesi" ve "askeri üstünlüğüne" karşı "başarı" Hamas'ın hanesine yazılmıştı. Bu operasyonun ardından, İsrail hem dünyadan ağır eleştiriler aldı, hem Türkiye'yle "dostluk süreci" sarsıldı, hem de en önemlisi "askeri caydırıcılığı" ve "psikolojik özgüveni"nde sorunlar yaşadı.
İsrail Savunma Kuvvetleri sözcüsü Yoav Mordeach, Savunma Kolonu Operasyonu adı verilen yeni müdahalede, iki temel hedefin altını çizdi. Birincisini güney İsrail'de sükuneti sağlamak, ikincisi de terör örgütlerini vurmak olarak sıraladı. Mordeach, iki örgütün özellikle adını verdi. Hamas zaten tahmin edilen örgüttü, diğeri de İslami Cihad olarak ifade edildi. J
( Yaakov Lappin,  JPost Com Staff, Reuters, The Jerusalem Post, 14/11/2012, http://www.jpost.com/Defense/Article.aspx?id=291779&rz=n_14nov12)
İsrail'in daha henüz yeni başlayan operasyonunda çok çarpıcı askeri eylemler gerçekleştirildi. Öncelikle Hamas'ın "genelkurmay başkanı" olarak açıklanan, kimi zaman da "ikinci askeri adam" olarak nitelendirilen Ahmet Cabari, hava saldırısında, roketle öldürüldü. Tıpkı 2004'te Hamas'ın efsanevi lideri Şeyh Ahmet Yasin'in "tekerlekli sandalyesi"nde öldürüldüğü gibi. Öte yandan İsrail yeraltında aynı zamanda  füze rampası olarak ta kullanılan 20 askeri hedefi vurdu. Bu alanlardan özellikle Fecr 5 ve diğer roketler atılıyordu. İsrail askeri kaynaklarının "tweet"lerinde, "kara harekatı" seçeneğinden de söz ediliyor.
Ahmet Cabari, hem roketlerin fırlatılmasında hem de İsrailli asker Gilad Şalit'in kaçırılmasında başrolde yer almış bir örgüt kurmayıydı. İsrail'in bu hamlesini sadece Ocak 2013 seçimleri arefesinde bir eylem olarak görmemek gerekir.
Özellikle sözde Arap Baharı sonrasında, İsrail askeri açıdan kendisini "daha fazla risk" altında hissetmeye başladı. Mübarek devrildikten sonra, Mısır'da askeri yönetim henüz iktidarı devretmeden, Mayıs 2011'de Gazze'ye yönelik "kara ablukası"nı kaldırdı. Bu abluka Haziran 2007'den beri, Gazze'de Hamas'ın yönetimi darbeyle devralması ve 1993 Oslo süreciyle kararlaştırılan ve 1996'da kurulan Filistin Otoritesi'nden ayrılmasıyla başladı. İsrail "deniz"den, Mısır "kara"dan bu ablukanın uygulayıcısı oldular. Gerekçe olarak ta o zaman İran-Suriye eksenine yakın görülen Hamas'ın "askeri yardım" almasını engellemekti. Tabi bununla birlikte, "gıda-ilaç" krizi, "insani yardım" konuları gündeme geldi.
Yeni Mısır'ın "kara ablukası"nı kaldırması, Kahire'deki İsrail büyükelçiliğinin göstericilerce basılması girişimi, İsrail açısından 1978'den beri süren "Camp David dengesi"nin bozulması endişesine yol açtı. Gerçi Hamas artık Şam'dan ve İran-Suriye ittifakından ayrılmıştı ama Yeni Mısır ve esin kaynağı olan İhvan'la "müttefik" olmuştu. Yeni Mısır'ın İhvan yönetiminde Sina yarımadasında güvenlik sağlayamadığı savları, İslami Cihad'ın Sina'daki yapılanması ve Gazze'ye "cephane" girişi, İsrail'e Camp David'ten yıllar sonra "Güney Birliği" kurma ihtiyacı doğurdu ve 30 bin kişilik bir "kara birliği"ni Mısır sınırına yerleştirdi.
İsrail bu operasyonu derinleştirir mi bilinmez ama Yeni Mısır'a da "gözdağı" verme gereği hissettiği aşikar. Öte yandan Bahar'ın uğradığı Ürdün'de Kral Abdullah devrilirse İsrail karşıtı bir İhvan yönetimi gelirse durum İsrail için "kendine dönük bir abluka"ya dönüşebilir. Suriye'deki "iç karışıklık" zemininde, İsrail kendisine sıçrayan askeri hareketlilik karşısında, iki kez karşılık vermekle kalmadı, Suriye'nin "havan mevzileri"ni yok etti. İşin ilginci Esad-İran ittifakı düşerse, Suriye İhvanı da Suriye'ye talip.
Obama ikinci döneminde Ocak 2013 seçimlerinde kuvvetlenmesi beklenen Netenyahu hükümetine sıcak bakmıyor ancak İsrail'in güvenlik kaygılarını paylaşıyor. Suriye'de "yeni muhalefet"te İhvan'ı gerileten ABD, diğer ülkelerde ne yapar? Zaman içinde göreceğiz.
Dökme Kurşun Operasyonu, Türkiye-İsrail ilişkilerine "one minutes"i getirmişti. "Savunma Kolonu", ikinci bir "one minutes" getirir mi? Mavi Marmara dahil pek çok gerginlik Dökme Kurşun'un ardından gelmişti. Ve herşey dönüp dolaşıp Gazze ablukasına dayandı.
Operasyonun Türkiye-İsrail ilişkilerine yansıması, başka yazıların konusu olmaya devam edecektir.  

2 Ekim 2012 Salı

"ENDİŞELİ MUHAFAZAKARLAR"...

1 Ekim 2012 gündemi, daha çok futbolla ve efsanevi kaptan Alex'in Fenerbahçe'den apar topar gönderilişi ile doluydu. Bu konuyu daha sonra "bir taraftar" olarak ele alacağım.
Ne var ki, Türk siyasal yaşamını derinden etkileyecek tarihi bir çıkış yaşandı söz konusu tarihte. 1 Ekim'de TBMM'nin yeni yasama yılı açılış konuşmasını yapan Cumhurbaşkanı Abdullah Gül,  içinden geldiği siyasal parti AKP'nin iktidarını ilk kez somut ifadelerle eleştirdi. Konuşmada üç konu dikkatleri çekti. Birincisi başkanlık sistemini benimsemediğini ortaya koydu. İkincisi "tutuklu vekillerin durumu" hakkında sitem etti. Üçüncüsü ise AKP kongresindeki "akreditasyon konusu"nu imalarla doğru bulmadığını ortaya koydu. İlginçtir ki, 2 Ekim 2012'de Türk medyasına Fethullah Gülen'in "sağ kolu" olarak lanse edilen, Zaman yazarı Hüseyin Gülerce "tek adam yönetimi", "akreditasyon eleştirisi" gibi konularda, oldukça sert ve net ifadelerle AKP iktidarını hedef aldı.
Bu bağlamda son günlerde muhafazakar basında, değişik içeriklerle dile getirilen "endişeli muhafazakarlar" başlığının, Gül-Erdoğan ikileminde başka bir zeminde ortaya çıktığını görüyoruz. Şöyle ki, son zamanlarda iddia edilen Gülen cemaati-AKP iktidarı zıtlığı, yanıltmaca bir durumu anlatmıyor. Gerek Gülen cemaati, gerekse de Çankaya, Erdoğan'ın "tek adam" yönetiminden oldukça endişeli. Erdoğan AKP kongresinde bu algıyı pekiştirecek bir üslupta konuştu. Numan Kurtulmuş'u AKP yönetimine monte ederek, Abdullah Gül'ün 2014 sonrası, AKP genel başkanı ve başbakan olmasını olanaksız hale getirmeye çalışıyor. 2013'e yerel seçimlerin alınma girişiminin nedeni, öncelikle Erdoğan'ın AKP'nin yerel yöneticilerini belirlemesini sağlamak.. Kendi meclis grubu ve yerel yönetimleriyle, 2014 Ağustos'unda "sandıktan çıkacak" ilk cumhurbaşkanı olmaya hazırlanan Erdoğan, muhafazakar tabanın taleplerini neredeyse bire bir yerine getiren hamleleri ardı ardına yaptı. "4+4+4" sisteminin eğitimde temel alınması, İmam-Hatip eğitimini "kitlesel ve zorunlu" hale getirecek bir algı yaratılması, üniversite kampüslerinde içkinin yasaklanması, kürtajı zorlaştıracak yasal önlemler alınması ve daha pek çok uygulama bu meyanda değerlendirilebilir. 2001'de AKP kurulurken "Milli Görüş gömleğini çıkardık" diyen Erdoğan'ın 11 yıl sonra, iktidarının 10. yılında, AKP'nin 4.Büyük Kongresi'nde Erbakan'ı anması, son derece anlamlıdır. Zira Erdoğan, Kurtulmuş'la birlikte, Milli Görüş tabanına, DP eski genel başkanı Süleyman Soylu ile DP tabanına mesaj vermektedir. Erdoğan, AKP ve kendi liderliği çerçevesinde "Büyük Sağ"ı bir araya getirmeye çalışmaktadır. Yeni hedef'in 2023'ten 2071'e kaydırılması ve Alpaslan'a yapılan atıf ise MHP ile bağlantılıdır. Bu arada "Türkiye seninle gurur duyuyor" sloganları eşliğinde konuşan, Irak anayasasına göre Kürdistan Bölgesel Yönetimi'nin başkanı ve KDP lideri Barzani ise "muhafazakar Kürt" tabanına yöneliktir. Altı çizilen yüzeyde bir tek Aleviler içerilememektedir. O yüzden de dışlanmakta ve ötekileştirilmektedirler. Batı'dan Doğu'ya, oradan Kuzey Irak ve Suriye'ye uzanan bir "Sünni kardeşliği", ulusçuluğun bittiği ,"federasyon etiketli" Osmanlı ya da Selçuklu motifleriyle işlenmektedir. Hegemon söylem ve otoriter liderlik te bu resmi tamamlamaktadır.  
Bununla birlikte, bu kadar "geniş yelpazede", seçeneksiz duruma gelmeye çalışan Erdoğan, "rakipsiz" bir Çankaya yarışına hazırlanırken, belli bir süreden beri devam eden bir rahatsızlıkla yüzleşmek konumunda kalmıştır. Erdoğan'ın 30 Eylül'de "eksik bıraktığı" AB hedefi, Gül tarafından tamamlanmış ve vurgulanmıştır. Gülerce, 31 Mayıs 2010'daki Mavi Marmara hadisesinden sonra da "Saddamlaşmama" gibi, çok sert bir yaklaşımla Erdoğan'ı tenkit etmiş, Gülen de bu minvalde bir değerlendirme yapmıştı.
Gül-Gülen çizgisi, muhafazakarlaşmaya rağmen, "tek adam yönetimi" ve "Batı'dan kopma" konularında endişe duymaktadırlar.
Sağ'ın Sağ ile rekabetine alıştığımız çerçevede, Gül eğer Çankaya'ya bir kez daha aday olursa, kimbilir "endişeli modernler"in desteğini almayı da hesaplayabilir. Zira "muhafazakar olmayan" bir adayın Çankaya'ya çıkması çok zor gözüküyor.
Erdoğan'a karşı bir "endişeliler koalisyonu" hiç olmazsa "ikinci turda" gündeme gelirse, siyaset gerçekten beklenmedik hesaplara gebe olabilir.   

24 Eylül 2012 Pazartesi

21. YÜZYILDA SOSYAL DEMOKRASİ...

Sosyal Demokrasi kavramını ele aldığımızda, Marx'ın etkisinde kurulan Alman Sosyal Demokrat Partisi, II. Enternasyonal'den itibaren Bernstein ve Kautsky'nin tartışılan tezleri, İskandinavya modeli,  II. Dünya Savaşı'ndan sonra yayınlanan Frankfurt Bildirgesi, 1960'larda gündeme gelen "sosyal devlet" olgusu, Soğuk Savaş sonrası neo-liberalizmin etkisinde "yeni Sol" ve buna karşı yeni arayışlar hatırlara gelmektedir.
Sosyal Demokrasi günümüzde, reel sosyalizmin çöküşü ve liberal demokrasilerin yükselişinde "kendi Sağ"ıyla rekabet etmek durumunda kalmıştır. "Emeğin en yüce değer" olması, parlamenter demokrasinin içselleştirilmesi daha önceki dönemlerde öne çıkarken, çağımızda küreselleşme olgusunu da içererek, bunların yanısıra, yerelleşme, yönetişim, çevrecilik, kadın-erkek eşitliği, eşcinsel hakları, azınlık hakları, kimlik hakları ve pek çok konu Sosyal Demokrasi'yle anılmaktadır.
Zira Sosyal Demokrasi, demokraside 4 temel kategoriyi içermekte, "demokratik yaşam alanları"nın çoğaltılması konusunda tüm bir süreci ifade etmektedir. Şöyle ki, siyasal demokrasi, sosyal demokrasi, ekonomik demokrasi ve kültürel demokrasi başlıklarında, Sosyal Demokrasi bu kategorilerden biri olarak görülmekle birlikte, tüm hepsini kapsayan, emeğin üstünlüğü  ve toplumsal dayanışmayı çıkış noktası alan, daha çok üreten ve hakça bölüşen bir bakışı ortaya koyan bir orijin noktasından, "tam demokrasi"yi hedefleyen bir yüzeyi ete kemiğe büründürmektedir.
Bugün Sosyal Demokrasi, özellikle Ortadoğu'daki kaosta, Türkiye'deki AKP iktidarına karşı, Sosyalist Enternasyonal üyesi CHP'nin öncülüğünde, otoriter-hegemonik sisteme karşı, demokrasi seçeneğini ileri sürmeye çalışmaktadır. Atatürk'ün Cumhuriyet anlayışında ortaya koyduğu "yurttaş"ın konumu tehlikededir. AB üyesi ülkelerde eş zamanlı artan "yabancı düşmanlığı" ve "İslamcı radikal akımlar", göçle gelen nüfus üzerinden dile getirilmektedir.Sosyal Demokratların görevi, "önce insan"a, "birey"e dayalı bir siyaseti ön plana çıkartmaktır. Birey toplumun öznesi olmaktan çıkarsa, kişiler birey olmaktan çıkıp, etnik, mezhepsel ve dinsel cemaatlerin kulları olur. Cemaatlerde "demokrasi" olmaz, "biat" olur.
21. yüzyılda, "cemaatlerin federasyonu" yapılar başat hale gelirse, insanlar cemaat cendereleri içinde sıkışıverirler . İnsan olma yerini kul olmaya terkeder.
Sosyal Demokrasi'nin 21. yüzyıl hedefi, yeniden "birey"i tüm özellik ve potansiyeliyle siyasal-toplumsal yaşamın öznesi haline getiren bir anlayış olmalıdır...
Bu beraberinde unutulan ve unutturulan "emek mücadelesi"ni yeniden gündeme getirecektir. Öte yandan artık sadece imalat sektörü değil, eğitim, sağlık, medya ve eğlence sektörleri gibi, hizmet ağırlıklı alanlar, esnek çalışma modelleri, Sosyal Demokrasi'nin öncelikli konuları içinde değerlendirilmektedir.
Kimliklerin etkin biçimde "sosyal realite" olduğu bu süreçte, Sosyal Demokrasi, kimlikleri reddetme değil, toplumsal uzlaşı ve ifade özgürlüğü zemininde çözümler bulma konumundadır.
Sınıfsal, kimliksel talepler, "emeğe dayalı kitle partisi" ideolojisinde birleştirilmek ve sentezlenmek durumundadır.
Sosyal Demokrasi, 21. yüzyılın "toplumsal sözleşmesi"ni hazırlamak gibi ağır ve önemli bir görevi üstlenmek zorundadır. Daha fazla demokrasi ve insanca yaşanan bir dünya için...   

18 Eylül 2012 Salı

ULUSÇULUK BİTTİYSE?

Dışişleri bakanı Prof.Davutoğlu'nun 17 Eylül 2012'de Hürriyet'e verdiği mülakatta manşete taşınan tümce "Ulusçulukla hesaplaşmanın zamanı geldi" biçimindeydi. Bazen yapılan yorumlarda, siyasette aktif olan kişilere çok fazla haksızlık yapılabiliyor. Ancak sayın bakan, "bakanlığını" yaptığı devletin temel öznesini yadsıyor, yerine ise kitabındaki "tarihdaşlık" kavramını ekliyor. Aslında kendi içinde çelişkili bir ifade biçimine rastlıyoruz. Zira bu mülakatta olmasa da "tarihdaşlık", "dindaşlık" gibi  değerlendirmelerin yanısıra sayın bakan "soydaşlık" başlığını da Stratejik Derinlik'te ortaya koyuyor. Genel olarak ele aldığınızda, Orta Asya'dan Balkanlar'a oradan da Ortadoğu'ya uzanan geniş bir coğrafi alanda, kültürel, ekonomik ilişkilerle siyasal-toplumsal-iktisadi bir "etki alanı" tasarlanmış görünüyor.
Akademisyen bakanın, bilimsel analizleri aşan "hayalleri"ni bir başka yazıda uzun uzun ele alabiliriz. Ne var ki, kendi kitabında bu kadar "geniş bir coğrafya" çizmesine karşın, Ortadoğu Prof.Davutoğlu için öncelikli... Osmanlı tarihi ve İslam birlikteliği üzerinden, "tarihdaş" ve "dindaş" bir yüzeyde biçimlendirmeye çalıştığı Yeni Osmanlı, 19. yüzyılın son çeyreğinde tasfiye edilen Osmanlıcılık akımını çağrıştırıyor. Osmanlıcılık Tanzimat'ta gelişen bir akımdı. Tanzimatçılar, yukarıdan aşağıya gelişen Osmanlı modernleşmesini, Osmanlı öznesine dayandırarak, hangi din ve milletten olursa olsun, herkesi Osmanlı tebası sayıyordu. 19. yüzyılın son çeyreğinde Osmanlıcılık bizzat II.Abdülhamit tarafından geriye bırakılarak, İttihad-ı İslam akımı ortaya çıkarıldı. Nedeni ise Osmanlı'nın Hristiyan unsurlarının imparatorluktan ayrılması ve Türk-Arap birlikteliğinin vurgulanması idi. Bu politikanın başarısızlığı 1.Dünya Savaşı'nda Mekke Şerifi Hüseyin'in Osmanlı'ya "ihanetinde" olduğu gibi acı bir şekilde görüldü. 20. yüzyılın başında, II. Meşrutiyet'ten sonra ön plana gelen Türkçülük akımı ise Enver Paşa'nın onbinlerin yaşamına mal olan maceralarında yine acı bir sonla tarihte yerini aldı.
Atatürk milliyetçiliği tüm bunlardan ders alarak, "Türkiye Cumhuriyeti'ni kuran Türkiye halkına Türk milleti denir" özdeyişinde de görüldüğü üzere, imparatorluk bakiyesi olan değişik etnik, mezhepsel kimlikleri yurttaşlık çerçevesinde, Türk öznesinde ele aldı. Ancak bu hedef, Atatürk'ün tasarlamadığı bir bağlamda, Osmanlı'daki Müslüman kavramının devamı oldu. Öncelikle Lozan azınlıkları (Ermeni, Rum ve Yahudiler), resmen olmasa da fiilen kamusal görevlerden dışlandılar, Varlık Vergisi ve 6-7 Eylül gibi hadiselerle, ekonomideki konumlarını kaybettiler.
Kürtler Osmanlı'dan beri devam eden isyanlarını sürdürdüler. Aleviler Cumhuriyet'le nefes alsalar da, Osmanlı alışkanlıkları bürokraside kaybolmadı.
Davutoğlu Osmanlı'nın son dönemi dahil, yeni bir "Asr-ı Saadet" yaratma peşinde. Yeniden yazılan "resmi tarihte", Osmanlıcı-İslamcı bir ton egemen. Arap ülkeleriyle gösterilen dayanışma, Balkan Savaşı sonrası, Osmanlı'nın son 6 yılını anımsatıyor. 1912-1918 arasındaki Osmanlı Anadolu ve Arap yarımadasını kapsayan, dağılmakta olan bir imparatorluğu resmediyordu.
Bugünse Türk Dış Politikası'nda, Sünni Arap rejimleriyle bir dayanışma ortaya çıkıyor. Ulusçuluk yerine, Sünni enternasyonalizmi ABD'nin İran karşıtı politikalarında göze çarpıyor. Alevi yurttaşlar  bu fotoğrafta "sakıncalı" sayılıyor. Müslüman Kardeşler örgütünün Türkiye'de yaşayan lideri Riyad el Şukfa, 18 Eylül 2012'de Cumhuriyet'e verdiği mülakatta "Şii hilalini kıracağız" derken, "Amerikan-İslam sentezi"ni bir kez daha gözler önüne seriyor. Şukfa ilginç bir biçimde, Suriye'de Esad sonrası seçimleri liberaller kazanırsa, itiraz etmeyeceklerini söylüyor. İslamcı lider ilginç bir biçimde liberalleri İslamcıların rakibi olarak değerlendiriyor. Türkiye'de ise liberaller İslamcılık'la biten evliliği kurtarma çabası içinde.
Sünni dayanışmasıyla ortaya konulan "yeni Türk dış politikası", laik temellerden uzaklaşmış, serüven ve hayaller peşinde. Ulusçuluk'un bitmesine sevilen "liberaller", Sünni İslamcı paradigmanın organik değil ama üvey evlatları olma durumunda. Gerçekten de ibret verici günler yaşıyoruz...
          

12 Eylül 2012 Çarşamba

"İKİNCİ 11 EYLÜL"...

11 Eylül 2001'de New York'ta gerçekleşen ve binlerce ABD vatandaşının ölümüne neden olan "terör saldırıları"nın yıldönümünde, terör yine ABD'yi vurdu. Ancak bu sefer saldırı ABD topraklarında gerçekleşmedi, ABD'nin Libya Büyükelçisi J.Christopher Stevens ve üç elçilik görevlisi, Bingazi konsolosluğuna atılan roketle yaşamlarını kaybettiler. Yapılan değerlendirmelerde, büyükelçinin saldırının neden olduğu yangın sırasında boğularak can verdiği şeklinde...
Aslında 11 Eylül 2001'in, 1990'da baba Bush tarafından açıklanan "yeni dünya düzeni" açısından "sarsıcı bir etkisi" vardı. Her iki dünya savaşı dahil kendi topraklarında "vurulmayan" ve "dokunulmazlık"la tanımlanan ABD vuruldu. Üstelik vuran ne SSCB ne de yeni Rusya ya da Çin'di. El Kaide adlı Vahabi-Selefi öğretisine dayalı, daha önce adı sanı çok ta duyulmamış bir İslamcı örgüt, bu eylemleri üstlendi. New York'taki "ikiz kuleler", arkasında herhangi bir devletin olmadığı, militan bir örgüt tarafından, sivil uçakların "intihar saldırısı"na alet olduğu, alışılmamış yöntemlerle ortadan kaldırıldı. Ne var ki, El Kaide'nin kaynaklandığı Selefi anlayışı ABD tarafından Afganistan'da SSCB işgaline karşı "mücahit" örgütlenmesinde ve Çeçenistan'da Rusya'ya karşı kullanılmış, El Kaide lideri Bin Ladin, Afganistan'da CIA'nın "lojistik ve ideolojik eğitimi"nden geçmişti. Soğuk Savaş bitince "namlu" ABD'ye döndü ve vurmaya başladı.
El Kaide'nin saldırıları "asimetrik savaş" ya da "post modern savaş" olarak nitelendirildi. Zira artık siyasal ve askeri rekabet, devletler arası tekelinden çıkmıştı. Nitekim 11 Eylül 2001'den sonra olağanüstü toplanan NATO zirvesi, ABD'ye yönelik saldırıları, "kollektif savunmayı" içeren "5. madde" kapsamında kabul etti ve Afganistan'da El Kaide'yi yardım ve yataklık etmekle suçladığı Taliban yönetimine karşı, askeri operasyon kararını verdi. Afganistan'daki "hayalet avcılığı", 11 yıldan beri sürüyor. El Kaide terörünün gündeme getirdiği en önemli tezlerden biri, Samuel Huntington'un "Uygarlıklar Çatışması" idi. Önce makale, sonra kitap olan Uygarlıklar Çatışması, dünyadaki siyasal rekabeti, dinlere dayanan uygarlıklar çerçevesinde ele aldı ve "küresel muhafazakarlık"ı öne çıkardı. Oğul Bush'un birlikte çalıştığı "yeni muhafazakarlar" da bu işten epey nemalandı. Ilımlı İslam önerileri ise, radikalleşen İslami hareketlerin piyasacı ve Batıcı bir zemine kaydırılması ancak Batı sistemine dahil edilmemesi bağlamında ele alındı. Türkiye'ye AKP iktidarı yüzeyinde "model ülke" olma rolü biçildi.
11 Eylül 2012'ye gelindiğinde ise, "Arap Baharı" adı verilen, sosyo-ekonomik taleplerle ortaya konulan kitlesel gösterilerin, Müslüman Kardeşler (İhvan) tarafından nüfuz altına girmesiyle, giden diktatörlerin yerini İslamcı, otoriter ama Batı'yla "sorunsuz" yönetimlerin almasını sağladı. Tunus'ta Raşid Gannuşi'nin Ennahda'sı, Mısır'da Mursi'yi cumhurbaşkanı seçtiren Hürriyet ve Adalet Partisi iktidarları böyle oluştu. Bu arada Libya'da Kaddafi, NATO operasyonuyla devrilirken, ülke ikiye bölünmenin eşiğne geldi. Suriye'de tasarlanan İhvan düşü ise, Esad yönetiminin direnmesiyle "gecikmiş bahar"a dönüştü.
Obama yönetiminin 2011-2012 döneminde, İsrail hükümetiyle zıtlaşan ve İhvan'la flört eden "Ortadoğu yaklaşımı", 12 Eylül 2012'de ABD'nin  Libya Büyükelçisi'nin öldürülmesiyle iflas etti. Üstelik iki aydan az bir zaman sonra, ABD başkanlık seçimleri var. 11 Eylül'de ABD'nin Mısır'ın başkenti Kahire'deki büyükelçiliği de yine Selefi gruplarca baskına uğratılmaya çalışılmış, büyükelçiliğin duvarlarına tırmanmaya çalışan göstericiler, ABD güvenlik görevlilerinin açtığı uyarı ateşleriyle dağılmak durumunda kalmıştı. Tüm bu olaylara neden olan da eski bir emlakçı olan, ABD'nin California eyaletinde yaşayan ve kendisini İsrailli bir Yahudi olarak tanıtan 56 yaşındaki Sam Bacile'ın Youtube'da yayınlanan 13 dakikalık videosu. "Müslümanların Masumiyeti" adını taşıyan video, Hz. Muhammed'i aşağılayan ve hakaret eden, kaba bir çalışmayı ifade ediyor. Tam da Huntington'a göre bir "yaklaşım"???
Bacile'ın "provokatif" filmi, nasıl kitleleri  sokağa döktü? Bu hakaretleri içeren video, nasıl hedefine ulaştı? Sorular çok ama, her bir provokasyonda Selefiler "Arap Sokağı"na hakim olursa, İhvan yönetimleri de kısa  bir vadede tarihe karışabilir. İkinci Ilımlı İslam denemesi İhvan'la son bulurken, Selefiler "Uygarlıklar Çatışması"nı yaşama geçirip, El Kaide'yi İhvan'la yer değiştirebilirler.
Türkiye'nin "laik modeli"ni, Atatürk'ün "yurtta barış, dünyada barış"ını aşağılayanlar, "nasıl bir Ortadoğu yarattık" sorusunu sorduklarında iş işten geçmiş olacak? Obama bakalım Kasım'da ne yapacak?    

30 Ağustos 2012 Perşembe

BİR 30 AĞUSTOS YAZISI...

Öncelikle 30 Ağustos Zafer Bayramımızı kutlarım. Atatürk ve silah arkadaşlarıyla, şehit ve gazilerimize ne kadar minnettar olsak azdır. Ne var ki, bu coşkuyu buruklaştıran bir siyasal iklimde yaşıyoruz. Gün geçtikçe hegemonlaşan ve otoriter yapısını iyice belirginleştiren siyasal iktidar, ulusal bayramlarla ilgili, taktiksel bir uygulama ortaya koyarak, kendi siyasal ve kültürel kodlarını yerleştirmeye çalışıyor.
Bu açıdan 2011 yılında gerek Zafer Bayramı, gerekse de Cumhuriyet Bayramı kutlamaları, "terör" gerekçesiyle rafa kaldırılmıştı. 2012'de 23 Nisan ve 19 Mayıs törenleri "stadlardan" yasaklandı. 5 Mayıs 2012'de "çelenk yönetmeliği"nde yapılan değişiklikle de, siyasal partilerin ve demokratik kitle örgütlerinin ulusal bayramlarda Atatürk Anıtları'na "çelenk koyması" yasaklandı. Bayramlar, devlet erkanının katıldığı, "renksiz, soğuk" ve "zoraki" anmalara dönüştürülmeye çalışıldı. 2012 Zafer Bayramı'nda Cumhurbaşkanı Gül'ün "kulak rahatsızlığı" nedeniyle "Çankaya resepsiyonu"nun iptal edilmesi "sağlık gerekçesi"yle anlaşılsa da, TBMM Başkanı'nın diğer resmi kutlamalara vekaleten başkanlık ederken, resepsiyondan vazgeçilmesi başka bir çerçevede değerlendirilebilir mi?
2011 Zafer Bayramı'nda, YAŞ toplantıları öncesinde yapılan Balyoz ve casusluk gibi davalar eşliğinde oluşturulan yeni komuta kademesi, TSK'nın ev sahipliğindeki 30 Ağustos'tan vazgeçti ve "topuk selamı"yla ev sahipliğini Cumhurbaşkanı Gül'e bıraktı. Aslında 2012 bu açıdan "bir ilk"e sahne olacak ve 30 Ağustos'un "ev sahibi" Çankaya olacaktı.
Siyasal iktidar açısından 30 Ağustos'la ilgili rahatsızlık, "yeni paradigma"nın simgeleri açısından bir anlam taşımaktadır. AKP'nin "muhafazakar demokrat" etiketinde kurumsallaştırmaya çalıştığı "Ilımlı İslam" ya da "siyasal İslam" anlayışı, "yeni bir toplum" yaratmayı öngörmektedir. Bu bağlamda TSK ve yüksek yargıda yapılan düzenlemeler, üst yapıda çok stratejik bir konum arzetse de, özellikle "4+4+4" başlığındaki eğitim düzenlemeleriyle, İmam-Hatip okulları, tüm bir Milli Eğitim'i kapsar hale getirilmektedir. Yeni kuşaklar yetiştirilirken hala Atatürk resimlerinin okullarda olması, "Andımız"ın sabah okunması derken, tüm simgeler br bir uygulamadan kaldırılmaktadır. Zira yeni bir toplum, ancak geçmişin karalanmasıyla yaratılabilir. Siyasal İslam anlayışı aslında sadece "laikleri" değil, özellikle Aleviler'i de "azınlık" çerçevesinde görmekte, bununla birlikte "Aleviler'e tahammül" başlığı altında bir asimilasyon politikasını gündeme getirmeye çalışmaktadır. Hatta "yandaş medya", Suriye Sünnileri'ne duyduğu aşkı abartarak, kendi Alevi yurttaşlarımıza "yerli BAASçılar" diyecek kadar "gözü dönmüş" bir vaziyettedir.  Vurgulanan parantezde, siyasal Sünni İslam başlığı daha geçerli bir anlam taşıyacaktır. Sünnilik'le eritilmeye çalışılan Kürtler direndikçe "ötekileştirilecek"tir. Müslüman olmayan yurttaşlar ise zaten "bir tehlike" olarak görülmediğinden, "lutfen" yaşasalar da, gerek Yahudilik'e karşı "nefret söylemi", gerekse de Ermeni ve Rum olmayı "aşağılanma sebebi" gören mevcut kültürel altyapı "duruma göre" gıdıklanmaktadır.
30 Ağustos ruhunda, başkaldırı ve bağımsızlık aşkı vardır. Ancak Ortadoğu'da "taşeronluk" hevesi, bu ruhu sakıncalı görmektedir.
Dolayısıyla 30 Ağustos tartışmaları, bir günlük gündemden öte yapısal bir dönüşümün simgesi konumundadır. CHP örgütleri başta olmak üzere gösterilen "direnç" ise, henüz bu dönüşümün tamamlanmadığı, hegemon yapının öğütemediği dinamiklerin diri olduğunu göstermektedir. O zaman tarihin aydınlık tarafında mücadeleye devam...

28 Ağustos 2012 Salı

ÇANKAYA'DA 5 YIL...

Bundan 5 yıl önce, 28 Ağustos 2007'de TBMM, Türkiye'nin 11. cumhurbaşkanını seçti. AKP'nin ilk kabinesinin başbakanı, Erdoğan hükümetlerinin değişmez dışişleri bakanı ve AKP'den önce ta FP döneminde bile Erdoğan'ın desteklediği kişi olarak genel başkanlığa aday gösterilen Abdullah Gül, yeni dönemin önemli bir stratejik konumunu simgeledi.
Bu günlerde Gül-Erdoğan çelişkileri çok fazla ön plana çıkartılsa da, Gül'ün cumhurbaşkanlığının ardından "AKP hegemonyası" açısından önemli bir zemin ortaya konuldu. Yüksek yargı, ordu ve yüksek öğrenimdeki direniş kırıldığı gibi, Haziran 2007'de yine Gül'ün işaret ettiği kitlesel davalar, ilginç bir rastlantıyla tam da o tarihte soruşturma olarak başladı. 2008 ve 2009'daki kitlesel tutuklamalar, uzayan yargılama süreci, AKP iktidarı tarafından bu sefer Gülen cemaatiyle anlaşmazlık adına sonradan eleştirilmeye başlandı, ancak 2012'de çıkarılan "3. yargı paketi" bile uygulamaları değiştiremedi. ÖYM'ler mevcut davalar dışında kaldırılsa da, verili zeminde gazeteci, akademisyen, subay, milletvekilleri halen tutukluluk halleriyle bedel ödemekteler.
Konu elbette bununla sınırlı değil. 12 Eylül 2010 referandumuyla, yüksek yargı tamamen değiştirilirken, gerek referandum, gerekse yargılamalarla ordu ve yüksek yargıda "Aleviler'in tasfiyesi", yandaş medya tarafından büyük bir iştahla anlatıldı.
Çankaya, 1982 anayasasının verdiği yetkileri yüksek kurumlara yönelik atamalarda kendi siyasi dünyasını paylaştığı kesimlerden yana kullanırken, parlamentodaki AKP çoğunluğundan gelen yasaları birkaç istisna dışında olduğu gibi onayladı.
Gül'ün en çok önem verdiği konulardan biri, kendisinin yıllarca bulunduğu dış politikadır. Ancak 2009'da dışişleri bakanlığı görevini üstlenen, daha önce Gül'ün bakanlığı döneminde de büyükelçi ünvanlı danışman olarak faaliyette bulunmuş Prof.Dr. Davutoğlu üstlendi. Davutoğlu'nun Neo Osmanlı olarak ta anılan Stratejik Derinlik politikası, "komşularla 0 sorun"dan, komşularla kavgalı ve üstelik savaş senaryolarını barındıran, Türkiye'nin iç alaşımını tehdit eden bir duruma sürüklendi.
Yüksek yargı, ordu ve akademik yüzeyde Aleviler'e yönelik bakış açısı, dış politikada da akıl almaz boyutlara ulaştı. PKK terörü, Suriye'de yaşananlardan sonra, asimetrik tehdit düzeyine ulaştı. El Kaide terörü, Suriye'deki Hür Suriye Ordusu'na verilen AKP desteğinden faydalanarak sadece Suriye'ye değil, Hatay ilimize sızdı ve Aleviler'e tehdit oluşturan bir çerçevede hareket ediyor.
2007 sonrasında AKP, dış politikada "AB çıpası"nı bıraktı, ABD parentezini öne çıkardı. İsrail'le görüntüde yaşanan gerginlik aslında Ilımlı Sünni kuşağın lideri olma siyasetiyle paraleldi.
Gül'ün cumhurbaşkanlığıyla AKP ülke içinde "muhafazakar hegemonya", Ortadoğu'da ise "bölgesel hegemonya" peşine düştü. Yeni düzenlemelerle her ne kadar 28 Ağustos 2012'de görevi sona erse de, Anayasa Mahkemesi'nin kararıyla 2014 Ağustos'una kadar fiilen uzatılmış oldu. AKP'nin kuruluşunun 13. yıldönümünde Gül-Erdoğan nöbet değişimi gerçekleşecek mi? Her iki liderin sağlıkları hakkındaki spekülasyonlar arasında bile bir denge oluştu. Geçen sene 30 Ağustos ve 29 Ekim törenleri "terör" gerekçesiyle iptal edilirken, bu sene "sağlık" gerekçesi ön planda. Dolayısıyla öne sürülen iddilar çok daha manipülatif bir çerçevede ele alınma potansiyeline sahiptir. Gül cumhurbaşkanlığının 5. yıldönümünü "kulağındaki rahatsızlık" nedeniyle hastahanede geçirmek zorunda kalmıştır. Parlamentonun son kez seçtiği cumhurbaşkanıyla, seçmenin ilk seçtiği cumhurbaşkanı, yeni dönemde siyasal işbirliğini devam ettirecek mi? Bir sistem bu kadar "kişilerin değişmezliğine" yaslanabilir mi? Muhafazakar hegemonya rastlantılarla mı kendini sürdürüyor? Sözkonusu soruların ardından, net olarak vurgulanabilecek somut gerçek, geride kalan 5 yılda Gül-Erdoğan işbirliğinin hegemonyayı pekiştirdiğidir. Sonrası seçim-toto oynamaktan ibaret...

17 Ağustos 2012 Cuma

İMANLI, MANALI DEMOKRASİ?

17 Ağustos 2012'de Mısır'ın artık "muktedir" cumhurbaşkanı Muhammed Mursi, Ramazan'ın "Son Cuması"nın ardından ilginç bir konuşma yaptı. İhvan'ın "sözde Arap Baharı"ndaki "devrimi çalması"ndan sonra, "olaylı ve Tahrirli" seçim kampanyasıyla iktidara gelen "çiçeği burnundaki" lideri, aslında çok hızlı hareket etti. Parlamento seçimlerini  iptal eden, dolayısıyla Mısır meclisindeki İhvan çoğunluğunu askıya alan Yüksek Askeri Konsey başkanı Tantavi'yi ve genelkurmay başkanını görevden aldı.
Bu tür icraatle "askeri vesayeti" "şimdilik ortadan kaldırma" izlenimi veren Mursi, 1952'den beri süren, Nasır, Sedat ve Mübarek'le nöbet değiştiren ve ekonomiyi elinde tutan militarist yapıyı tasfiye edebilecek mi? Bunu zaman gösterecek.
İhvan türü değişim artık kuşku yok ki, Obama yönetimi-AKP-Suudi Arabistan-Katar tarafından açıklıkla destekleniyor. Bununla birlikte İhvan, "BAAS sonrası Ortadoğu"da, Obama yaklaşımı zemininde "Amerikan-İslam Sentezi"nin ete kemiğe bürünen yüzü oldu. Üstelik sadece Mısır'da değil, Bahar'ın değişik adreslerinde yapılanmaları var. Yani bölgesel bir mezhep dayanışmasını, "Ilımlı Sünni" bakışını ortaya koyuyor.
"Obama'nın İhvanı", Ortadoğu'daki yeni haritaların da "anahtarı" konumunda. Mursi'nin yazının başında vurguladığımız konuşmasında, "imanlı demokrasi" vaadi vardı.
Şimdi yine birileri kızacak ama demokrasilerde iman yoktur. Bu demokrasilerde "dinin olmayacağı" anlamına gelmez. Ancak demokrasiler herhangi bir inanç, mezhep üzerine oturamaz. Eğer öyle olursa, zaten ona demokrasi denmez. Şeriatla demokrasi bir arada olamaz derken sadece İslam'ı kastetmiyoruz bu Hristiyan ya da Yahudi şeriatı için de geçerlidir.
Demokrasinin en temel niteliği "laik" olmasıdır. Laik devlet ne dindar ne de dinsizdir. Laik devlet "tarafsız"dır. Zira "dinsizlik" te SSCB döneminde, devlet tarafından dayatılan "inançsızlık inancı"ydı. Buna "ateizm" de diyebilirsiniz. Laik devlet ateist de, dindar da değildir bu bağlamda. Neden? Modernleşme süreci, aklı inancın esaretinden kurtararak, devlet yönetiminde rasyonaliteyi ve çıkarı ön plana getirmiştir. Yasaların belli bir inanca ya da inançsızlığa değil de, evrensel hukuk kuralları ve rasyonel çıkarlara dayanması da laiklik tanımının içindedir.
Mursi'nin "imanlı demokrasisi"nin patenti aslında Gülen'in sağ kolu Gülerce'ye ait. Gülerce de "manalı demokrasi" diyerek, demokrasinin modern tanımını yadsıyan, laikliği sulandıran, imanı demokrasiye katmaya çalışan, otoriter ve piyasacı bir anlayışı ifade etmişti.
Bu bağlamda Gülen hareketi ve İhvan, her ne kadar çok farklı yapılar gibi gözükse de, ABD'nin tarafında yer almaları ve Obamacı olmaları çerçevesinde, Ilımlı otoriter Sünni rejimi talep etme konusunda koşut bir yaklaşımı sergilemektedirler.
Post modern bir çerçevede, "imanlı, manalı demokrasi", "bölgesel muhafazakarlık" zemininde, ABD'nin malum siyasaları bağlamında ele alınmalıdır.
İmanlı, manalı derken, elden giden demokrasinin ta kendisidir. Hem de "sokaktan gelen mahalle baskısına", ABD'den dayatılan vesayetle birlikte teslim olarak...

9 Ağustos 2012 Perşembe

NELER OLUYOR-2

Terör örgütü PKK, Ortadoğu'da değişen dengelerden faydalanarak, hem Türkiye'yi hem zaafa uğratmak, hem de parçalanan haritalar arasında kendisine "kalıcı kazanımlar" elde etme peşinde koşuyor.
Aralık 2011'de ABD Irak'tan resmen çekildikten sonra PKK'nın en büyük endişesi Barzani-Türkiye arasında, ABD patronajında varılacak bir uzlaşma çerçevesinde dışlanmak ve dayatılacak "yol haritaları"na boyun eğmek zorunda kalmaktı.
PKK'nın imdadına Suriye'deki kaos yetişti. Mart 2011'de sözde Arap Baharı ikliminde başlayan, 2012 yazında "gecikmiş Arap Baharı"na dönüşen Suriye'de Esad rejimi, zor duruma düşünce, özellikle Kobani-Kamışlı bölgesini PKK'nın gölgesindeki PYD'nin yönetimine bırakma taktiği uygulayarak, terör örgütüne "alan hakimiyeti" bırakacak bir zemin hazırladı.
PKK, İran'daki PJAK ve Suriye'deki PYD aracılığıyla "uluslararası aktör" rolüne soyunmaya başladı. Her ne kadar Irak anayasasına göre Kürdistan Bölgesel Yönetimi ve başındaki Barzani PKK'ya karşı olsa da, Kandil'deki "karargah"ı dağıtmadı. Üstelik Türkiye'ye karşı "koz" olarak kullanmayı da ihmal etmedi.
PKK, her yaz terörün dozunu arttırma stratejisini, 2010'dan beri "geometrik" olarak arttırmaya başladı. 2012 yazında ise, Suriye'deki otorite boşluğu, PKK'ya adeta "altın bir fırsat" sundu. Nasıl zamanında Irak'taki "otorite boşluğu", PKK'ya geniş avantajlar ve "derin yapılanma" olanağı sunduysa , Suriye'deki boşluk bu süreci adeta pekiştirdi.
Ancak PKK artık daha tehlikeli bir oyunun peşinde. Suriye ve Irak'taki bölünme ve asimetrik yapılanmalardan cesaret alan PKK, Türkiye'de "etnik bir kavga" yaratmaya çalışıyor. Öte yandan da Şemdinli vakasında görüldüğü gibi, belli bir alanda, "yoğun hakimiyet" sağlama peşinde. 1992'de Şırnak'ta oynanan oyun, 2012'de 20 yıl sonra tekrar sahneye konuyor. İran'la yaşanan gerginlik, Şemdinli'de konuşlanma iddiasında olan örgüte, adeta "açık kalan arka kapı" misali, militan desteği sağlıyor.
Suriye-Irak-İran hattındaki değişen siyasal ortam, PKK'ya "topyekün saldırı" cesaretini veriyor.
9 Ağustos 2012'de, İzmir Foça'da "deniz komandoları" üssüne giden yola döşenen mayınlar ve mayınların askeri aracımız geçerken patlatılması, iki boyutlu bir mesajdır. Mesajın bir bölümü, örgütün doğu-batı demeden, üstelik en hassas askeri üs ve tesisleri hedef alacak bir çılgınlığa sahip olduğunu ortaya koymaktır. Bir diğer bölümü ise İzmir gibi ulusal konularda duyarlı, Atatürk'e bağlılığın ve Ulusal Kurtuluş Savaşı'nın simgesi bir yeri vurmaktır. (Şehitlerimize Allah rahmet eylesin, ışıklar içinde yatsınlar...)
Bir süredir ülkenin değişik yerlerinde lokal bazda yaşanan etnik gerilimin, bu vesileyle tetiklenmesi amaçlanmıştır.
Hızla çözülen ve parçalanan Suriye haritası, sadece PKK açısından değil, alfabenin değişik harfleriyle anılan çeşitli militan örgütlerin, ülkemize asimetrik tehditlerle zarar vermesi sonucunu doğuracaktır.
Siyasal iktidar, 14 Ağustos 2012'de CHP'li milletvekillerinin girişimiyle TBMM'nin toplanmasını engelleme kararı almıştır. Erdoğan, partisinin  milletvekillerine "TBMM'ye gitmeyin, seçim bölgelerinizde iftara gidin" demiştir. 
TBMM Ulusal Kurtuluş Savaşı'nı yürütmüş, GAZİ BİR MECLİSTİR. Savaşın ortasında açık kalan meclis, bu kadar yoğun terör kampanyasının ve Suriye'yle savaş tehlikesinin ortasında kapalı kalması kabul edilemez bir durumdur.
Meclis, "milli irade", demokrasi herşeyin çözümüdür.
Zor günlerde TBMM'nin açık kalması, demokratik, laik Cumhuriyet ve toplumun esenliği için yaşamsaldır. Ortadoğu'ya yönelik "derinlikli" fanteziler iflas etmiştir ve bizzat insanımıza zarar vermektedir.
Tekrar söylüyorum. AMAN DİKKAT... 

6 Ağustos 2012 Pazartesi

NELER OLUYOR?

23 Temmuz 2012'den beri Şemdinli'de yaşananlar büyük bir soru işaretini içeriyor. Bir yandan terör örgütünün yayın organları neredeyse "büyük bir kalkışma"nın işaretlerini ve hatta "cephe mücadelesi"ni iddia ederken, siyasal iktidar Şemdinli konusunda yakın zamana kadar "yok sayma" eğilimini sürdürdü. PKK'nın propagandası artınca da, birtakım açıklamalarda bulunmak zorunda kaldı.
Daha bu yazının kaleme alındığı tarih (6 Ağustos 2012)de, Türk Silahlı Kuvvetleri, Hakkari-Şemdinli-Çukurca hattındaki yerleşim birimlerine 6 Ekim 2012'ye kadar "giriş yasağı" koydu. Ortada bazı sorunların varlığı aşikar. Ne var ki, Şemdinli çerçevesinde yaşanan çatışmalara yapısal bir teşhis koyma konusunda ciddi kafa karışıklıkları var. Nedeni ise içinde yaşadığımız iletişim çağında, Sudan'dan Güney Amerika'ya dek uzanan bir engin coğrafyada, yerküreden, hatta uzaydan haber alırken, ülkemizin bir bölgesinden bihaber kalmak, pek mantıkla açıklanabilecek bir durum değil.
Ne terör örgütü bu yerleşim yerlerinde bir "alan hakimiyeti" sağladı, ne de Şemdinli'de herşey "süt liman". Ancak yanıbaşımızdaki siyasal coğrafyanın parçalanması, yeni asimetrik yapıların ortaya çıkması, devlet kavramının Irak-Suriye hattında kaybolması, "topyekün bir felaket"in habercisi gibi gözüküyor.
Aslında konu sadece Kürt antitesiyle ya da "Büyük Kürdistan" potansiyeliyle bağlı gözükmüyor. Mezhep ve etnik köken bazında yeni parçacıklar, bölünen Ortadoğu'da "yeniden haritaların çizilmesi" bağlamında bir anlam taşıyor.
Türkiye'nin özellikle AKP iktidarı bağlamında, bölgedeki "mezhep aritmetiği"ne bel bağlaması, ülkemizin "laik yapısı" ve"ulus-devlet" özelliklerine karşı ciddi riskleri içinde barındırıyor. Sayın başbakanın 5 Ağustos 2012'de A Haber'e yaptığı açıklamalarda, Karacaahmet Cemevi'ni "ucube" olarak değerlendirmesi, Türkiye'nin "asimetrik risklerle" karşı karşıya kaldığı bu günlerde ne yazık ki alışageldiğimiz bir manzarayı tekrar sergiledi. İslamcı bir iktidar denkleminde, Sünni İslamcı bir refleksle hareket edilmesi, ülke içindeki "siyasal birliği" "mezhepsel yüzeyde" ifade etmekte, böylece Aleviler neredeyse bir "engel" haline gelmektedir.
Suriye'de BAAS iktidarına adeta "söylem savaşı" açan AKP, bu çerçevede Nusayrilik bir bakıma Arap Aleviliği'ne de cephe almakta, öte yandan otoriter Sünni zemininde İhvan'a büyük bir sempatiyle bakmaktadır. "İhvan Suriyesi" hasretiyle politika geliştiren AKP kurmayları, ABD'nin "İran'ı izole etme" ve "Şii ekseni"ni yıkma stratejisinde sadece Esad rejimiyle değil aynı zamanda Irak'taki Maliki hükümetine de cephe almaktadır. Zira Maliki de İran yanlısı olarak ele alınmaktadır. Keza Lübnan'daki Hizbullah ta İran nüfuzu bağlamında irdelenmekte, AKP Türkiyesi, Suudi Arabistan ve Katar'la birlikte fotoğraf vermektedir.
Bununla birlikte AKP'nin hesapları Kürt olgusu çerçevesinde sıkışmaktadır. Türkiye'de "muhafazakarlaşma" ve "Sünnileşme" yaklaşımıyla Kürt hareketi AKP tarafından dönüştürülememiştir. Irak'ta Kürdistan Bölgesel Yönetimi parantezinde, PKK tasfiye edilememiş, İran'da PJAK ve Suriye'de PYD, PKK'nın değişik kolları olarak terör örgütünü adeta "uluslararası bir aktör" konumuna getirmiştir.
Suriye'deki kaos, bu kadar "asimetrik yapının" cirit attığı bir bölgede, Türkiye açısından "zincirleme reaksiyon" gösterecek bir risk haritasını ifade etmektedir. "Şemdinli'de neler oluyor" sorusuna net bir yanıt vermek zor. Zira bilgimiz yok. Ama bu tür "derme çatma" oluşumlar, güvenlik zafiyetini arttıracak bir iklimi besleyecektir. Bölgede devlet olmayan yeni yapılar, post modern bir "sürekli savaş" ortamını somutlaştırmaktadır. Ve "yurttaşlığa dayalı gerçek bir modern birliğe", ulusal bir yaklaşıma gereksinim vardır. Yoksa yolun ardı 1916 Sykes Picot, 1920 San Remo ve 1920 Sevr'dir. Yani KARANLIK'tır...  

30 Temmuz 2012 Pazartesi

"YA KATLİAM YA SÜRGÜN"...

29 Temmuz 2012 günü, neyse ki bir başka "Alevi katliamı"nın tarihi ya da yıldönümü olmadı. Ama olabilirdi. Ramazan davulundan rahatsız olan Alevi ailenin davulcuyla tartışması üzerine yürütülen "tahrik olma" senaryosu, 1993'teki versiyonunda Aziz Nesin'in "Şeytan Ayetleri" konusundaki sözlerinden "tahrik" olanlar çerçevesinde 37 canın yakılmasıyla sonuçlanmıştı. 1978 Aralık'ında ise, "Aleviler içme suyuna zehir karıştırdı" provokasyonu gündeme gelmişti.
Şimdilerde Sünni taassubu ve etnik milliyetçilik çerçevesindeki "kitle saldırganlığı"nı içeren saldırgan hareketleri, "derin devlet" ve "gizli güçler"le açıklamak moda. Elbette bunda "kontrgerilla" faaliyetlerinin bir hayli payı bulunabilir.
Ancak dikkat edin. Toplumun bir kesimi diğer kesimine karşı yıllardır "tahrik" oluyor. Osmanlı'dan Cumhuriyet'e uzanan tarihsel perspektifte, her ne kadar Atatürk, Anadolu'daki zenginliği "yurttaşlık" çerçevesinde bir ulus ve ulus-devlet anlayışına yerleştirmek istediyse de, Cumhuriyet'teki Türklük, Osmanlı'daki "Müslümanlık"ın karşılığı oldu. Lozan zemininde "azınlık" sayılan, 1926 Medeni Kanunu'yla "azınlık" olmaktan çıkartılsalar da, Lozan'dan kaynaklanan "azınlık" haklarını kullanan Ermeni, Rum ve Yahudi yurttaşlarımız "Gayrımüslimler" başlığı altında fiilen Türk sayılmadılar.
Türklük Müslümanlık'la eşitlendi ama Kürtler bu ezberi, Müslüman bir kimliğe sahip bir unsur olmalarına rağmen farklı olduklarını ifade ederek  bozdu. Sünnilik ise yine Osmanlı mirası çerçevesinde, devletin resmi değil ama "fiili baskın mezhebi" olarak, bu sefer Diyanet İşleri Başkanlığı aracılığıyla etkinliğini sürdürdü. Bürokrasi, siyaset ve iş dünyasında, belirleyici bir inanç olarak etkinliğini devam ettirdi.
Aleviler'in Osmanlı'da uğradıkları zulüm, Cumhuriyet'te bu anlamıyla ortaya çıkmadı ancak resmi alana "kimlikleri"yle giremeyen Aleviler, çok partili yaşamda katliamlara uğradılar. 1970'lerde yaşanan sosyal olaylar, Aleviler'in "büyük kentlere" göçlerini hızlandırdı. Anadolu "Alevisiz"liğe sürüklenirken, büyük kentlerde Aleviler seslerini daha çok duyurarak, haklarını gündeme getirdiler. Bunun en somut aracı ise "Cemevi" kavramının toplumsal alanda duyurulması ancak bir türlü "ibadethane" olarak devlete kabul ettirilmemesiyle devam eden bir mücadeleyi ateşledi.
Siyasal İslam'ın "Alevilik"i asimile etme çabası, Sünnileştirme eğilimi, Aleviler'in son süreçte direncini arttırdı. Bu da İslamcılık açısından sert tonu yoğunlaştırdı. Aleviler'i "Cami"ye zorlayan anlayış, aslında yıllardır Alevi köylerine Cami yapma ve imam atama yöntemleriyle görülüyordu.
Malatya Sürgü'de "tahrik" olanların İstiklal Marşı'yla Alevi ailenin evini kuşatma girişimi Sünnilik ve etnik milliyetçilik sarmalıyla bir "yok etme" ve "tahammül edememe" tavrını ete kemiğe büründürmektedir.
Yargıdaki Aleviler'in "tasfiye" edilmesini "kampanya"yla alkışlayan "yandaş medya", yaşanan kabusu tetiklemiştir. Üstelik buna Ordu'daki tasfiyeyi de dahil etmişlerdir.
Alevisiz bir devlet anlayışı, mezhebe dayalı bir siyaseti somutlaştırmaktadır. Tahrik olanlar ise "Aleviler'i katletme ya da sürgün" seçeneğiyle tehdit ederek, "tek tip" bir yaşamı, taşra tutuculuğunu saldırgan bir davranışla yaşama geçirmektedir. İslam'da olmayan bir "toplu yakma" eylemi ne yazık ki gelenek haline getirilmeye çalışılmaktadır. "Kanlı Ramazan" girişimi bu bağlamda tüyler ürpetici olmuştur.
Ortadoğu'da yaşanan etnik ve mezhepsel kargaşada, Laiklik'e dayanan bir yurttaşlık olmayınca, farklılıkları asimile ederek ya da yok ederek bir homojenleştirme riski yüksektir.
Ve varılan nokta vahim yerlere uzanma potansiyeline sahiptir...
AMAN DİKKAT... 

26 Temmuz 2012 Perşembe

SURİYE'DEKİ "KÜRT KARTI"...

Türk medyasında olduğu gibi, siyasal iktidar ve yetkililerde de, inanılmaz bir şaşkınlık var. Daha düne kadar, "Esad gidecek, İhvan gelecek" sevincinde olan iktidar sözcülerini, şimdi karamsar bir hal aldı. Zira "Esad sonrası" nihayet "tek bir Suriye"nin kalmayacağı anlaşılmaya başlandı. Bir tarafta Kürtler, bir tarafta Sünni Araplar, bir tarafta Alevi Araplar ve henüz bir işaret alınmasa da belki Dürziler, özerkleşme ya da devletleşme yoluna gidebilir.
Bunun benzeri Irak'ta yaşandı. Şimdilik "kağıt üstünde" "tek bir Irak" varsa da, Sünni Kürtler, Sünni Araplar ve Şii Araplar, ayrışma yolunda bir hayli mesafe aldılar. Sünni Arap-Sünni Kürt kesimleri Batı ve bu arada Türkiye tarafından desteklenirken, Şii Araplar İran tarafından destek alıyor. Bu yüzden de ABD işgali sürecinde "başbakanlığa atanan Maliki", başta ABD olmak üzere, Batı dünyası tarafından "İran yanlısı" olarak gösteriliyor. Ancak 2005 anayasasında bile "Arap dünyasının parçası" olarak belirtilen Irak'ta, en şanslı kesim Kürtler olarak öne çıkıyor. Mevcut anayasada sadece "Kürdistan Bölgesel Yönetimi"ne atıf bulunmakta, Barzani bu bölgenin başkanı olarak artık "uluslararası bir aktör" durumuna gelmektedir.
Suriye'deki kaosun ardından, bu ülkeye "sözde Arap Baharı" kapsamında yapılan değerlendirmeler ve beklentiler geride kaldı. Tunus ve Mısır'da Batı'nın desteklediği "güya seküler" diktatörlüklerin yerini "İhvan rejimi ve potansiyel diktatörlüğü" alması gözlemlenirken, Suriye "paket program"da farklı bir konuma geldi. 16  aydan beri "bir türlü" Esad'ın düşürülememesi, BM Güvenlik Konseyi'nden olası bir müdahaleye meşruiyet kazandıracak yaptırım kararlarına Rusya ve Çin vetosu, "iç savaş" olasılığını yükseltti. Öyle ki, İhvan devrimi beklentisi, "Suriye'deki Kürt yönetimi" endişesiyle yer değiştirmeye başladı. Bir adım ilerisinde, Barzani'nin Suriye Kürtleri'ni uzlaştırması, Barzani peşmergelerinin "yürüyerek" Suriye'deki Kürt bölgesine geçmeleri, hesapları altüst etti. Halbuki Suriye'de "merkezi otorite" çökünce, bu tür gelişmelerin olacağı gün gibi aşikardı. Irak'tan da mı ders alınmamıştı? "Büyük Kürdistan" hayaleti kol gezinirken, İhvan Suriyesi düşleri adeta kabusa dönüşmüştür. Suriye'nin kuzeydoğusunda yer alan Kamışlı-Kobani hattında sıkışan Kürtler'in Akdeniz'e yayılması ve "Büyük Kürdistan"ın Akdeniz'de "çıkış kapısı" bulması artık komplo teorilerini aşan, somut olmasa da "potansiyel bir gerçek " sıfatını kazandırmıştır. Böyle olursa Türkiye, Sünni Araplar dolayısıyla İhvan rejimiyle de sınırdaş olamayacak ancak Hatay-Lübnan arasında yer alan, dar sahil şeridindeki "olası Nusayri devleti" yani "Esad'ın ya da Esad yandaşlarının müstakbel devleti"yle komşu olacaktır?
Sünni kuşağı beklentisiyle yola çıkanlar, Büyük Kürdistan seçeneğiyle muhatap hale gelmişlerdir. Hatay-Hakkari arasındaki -bin kilometreyi- aşan, Türkiye-Suriye, Türkiye-Irak sınırı bir Kürdistan kuşağı haline gelmek üzeredir. Üstelik Türkiye kendi sınırını "düzenli ordusu"yle korurken, karşı taraf "milis-peşmerge" birliklerini içermekte ve devlet kurallarına bağlı olma konumunda değildir. PKK terör örgütü Suriye'de PYD ile organik bağ içindedir. Tıpkı İran'daki PJAK'la olduğu gibi. Barzani bölgesinde ise Kandil çevresinde "terör karargahına" sahiptir. İlk kez PKK ağırlıklı bir siyasal güç, belli bir toprak parçasını yani
Kuzey(doğu) Suriye'yi yönetme durumuna gelmiştir. Terör örgütü "uluslararası bir aktör" gib hareket etmeye çalışmaktadır. Tıpkı Barzani gibi.
Görünen o ki, 2007'de Erdoğan-Bush arasında düzenlenen Beyaz Saray zirvesinden beri, Irak'taki Kürdistan Bölgesel Yönetimi'yle diplomatik ilişkiye geçen, 1200 şirketi bu bölgede faal olan Türkiye, Suriye Kürt bölgesinde PKK ile muhatap olmaktansa, Barzani'nin bu bölgeye nüfuzunu tercih edecektir. Zaman Kürt hareketlerinin lehine gelişiyor.
İhvan ise Suriye çölünde kuracağı Sünni rejime hazırlanıyor. Komşuları ise Suriye Kürtleri ile Suriye Nusayrileri olacak.
Asimetrik muhataplarla ise ülkemizin işi ne yazık ki bir hayli zor olacak...

20 Temmuz 2012 Cuma

SURİYE'YE "İHVAN" REÇETESİ?

2011'de Tunus, Mısır, Libya ve Yemen'de yaşanan "sözde Arap Baharı" hareketleri, fiilen İhvan dalgasına dönüştü. Yıllarca ABD destekli diktatörlüklerle yönetilen rejimler, İhvan türü yapılara dönüşür/dönüştürülürken, söz konusu süreç Batı tarafından "özgürlük hareketleri" ve "Arap uyanışı" olarak değerlendirildi. Aslında, Demokrat Obama, yeni muhafazakar Huntington'ın "uygarlıklar çatışması" tezine uygun düşen bir siyasal işbirliği sergiledi. Şöyle ki, İhvan rejimleri, her ne kadar, "serbest seçimler"le gelse de, İslamcı esaslara göre "yeni bir hakikat" inşa ederek, parlamento, siyasal partiler ve tüm bir siyasal alanı İslamcı paradigmaya göre yapılandırmaya başladı. Böylece İslamcı bir yaşam tarzı, devlet eliyle ve güdümüyle, halkların daha henüz siyasal talepleri anlaşılmadan, yeni bir elbise olarak giydirildi.
Ekonomik-sosyal arayışların, devrim altyapısının, bu hareketleri başlatmayan ancak "en örgütlü" İhvan tarafından "çalınması, Batılı olmayan ancak Batıcı bir "Sünni rejimler zincirini" doğurmaya başladı. Tunus'ta Raşid Gannuşi'nin "Ennahda"sı, Mısır'da Mursi'yi cumhurbaşkanı seçtiren "Özgürlük ve Adalet Partisi", İhvan'ın "değişik versiyonları" olarak, "çalınan devrim" süreçlerinin ardından iktidara geldiler. Tunus'ta "laik cumhurbaşkanı ve kurumlar", Mısır'da "cunta" ile siyasal hesaplaşması süren İhvan, Yemen'de "diktatör kaçtıktan" sonra eski rejim sürse de, bu ülkede de "siyasal yaptırımını" güçlendirdi. Libya'da seçimleri kaybetse de, "ikinci parti" olarak, siyasal gücünü sürdürüyor.
Sıra geldi Suriye'ye. Irak'taki BAAS rejimini çökerten ABD ve Batı kampı, şimdi de Suriye'deki "son BAAS rejimi"ni yıkma gayretinde gözüküyor. Unutmayalım ki, her iki ülke de "Arap milliyetçiliği"nin çok güçlü olduğu bir iklime sahiptiler. Bugünkü Irak'ta, Sünni Kürt, Sünni Arap ve Şii Araplar ayrışmaya hazırlanırken, ABD döneminde Irak başbakanlığına atanan Maliki, şimdi Şii Arap bir lider olarak "İran yanlısı" olarak gösteriliyor. Suriye'de ise yönetime hazırlanan ve 20 Temmuz 2012'de Türkiye'de düzenledikleri bir basın toplantısıyla partileşme kararı alan İhvan, "silahlı kanadı" Hür Süriye Ordusu'yla, tüm Suriye'nin değil ama Sünni Suriyeliler'in iktidarı olmaya hazırlanıyor. 18 Temmuz'da Hür Suriye Ordusu'nun üstlendiği, Suriye savunma bakanının,cumhurbaşkanı danışmanının ve savunma bakanı yardımcısının öldürüldüğü ve içişleri bakanının ağır yaralandığı saldırı, sonradan yalanlansa da, Suriye devlet başkanının Lazkiye'ye kaçtığı, eşinin Rusya'ya sığındığı gibi söylentileri gündeme getirdi. Öte yandan Suriye'nin Irak ve Türkiye sınırının Hür Suriye Ordusu tarafından ele geçirildiği savları, Esad rejiminin sonu geldi izlenimini doğurdu. Esad ve Lazkiye'nin yan yana gelmesi işaret edici bir tercihi ifade ediyor. Zira İhvan Suriyesi'ne teslim olmayacak Nusayriler'in Lazkiye merkezli bir devletleşmeye gidecekleri ağırlıklı olarak konuşuluyor. Suriyeli Kürtler'in de ülkenin kuzeydoğusunda PKK terör örgütünün yöneteceği bir konuma sürüklendikleri hatta şimdiden Kürtler'in "kendi yönetimleri"ni kurdukları somut bir gerçek.
Irak BAAS'ı, Sünni Arap azınlıkla Şii Arap çoğunluğu ve Sünni Kürtler'i yönetirken, Suriye BAAS'ı, Nusayri azınlıkla Sünni Araplar ve Sünni Kürtler'i yönetti. Bugün ise İhvan, Sünni Arap çoğunluğu öne çıkararak, Suudi Arabistan, Katar ve Türkiye aracılığıyla, Sünni kuşağının desteğini alıyor. Bu Lübnan'daki Hizbullah'ın da çökmesi demek...
Suriye İhvanı Sünni İslamcı siyasetiyle İhvan kuşağının "son halkası", "son BAAS rejimi"nin celladı olmaya hazırlanıyor. Ortadoğu'yu Batılı olmayan, Batı'ya hizmet eden ancak demokrasileri imkansız kılan bir İslamcı gelecek bekliyor. Huntington'ın dediği oluyor. Uygarlıklar Çatışması zemininde Ortadoğu, İslamcı bir geleceğe mahkum bırakılıyor. Elbette piyasa ekonomisinden ödün vermeden... 

15 Temmuz 2012 Pazar

ERDOĞAN SONRASI...

Başbakan Erdoğan, "gündemi belirleme" konusunda gerçekten de çok ilginç bir strateji izliyor. 2.5 ay sonraki, AKP Büyük Kongresi için, "Genel başkanlığa 4. ve son kez adayım" demesi, öncelikle 17-18 Temmuz 2012'de Ankara'da yapılacak CHP 34. Olağan Kurultayı'nın "konuşulmasını" azaltmak için bir hamle olarak görülebilir.
Öte yandan, siyaseten "rehavet" sayılan yaz aylarında, her ne kadar "dış politika" gündemi yoğunluğunu koruyorsa da, "iç politikada" önemli bir çıkış yapmak, sonbahara kadar, "adından söz ettirmek" açısından da kayda değer bir görüntüyü ortaya koymaktadır.
Son günlerdeki siyasal ataklarla Erdoğan, Çankaya'ya "MC ittifakı"nın bir yenisini hazırlamak üzeredir. Eski Ülkücü hükümlülerin tahliyesi, Numan Kurtulmuş'un Eylül 2012 Kongresi'nde AKP'de "görev üstlenmeye" hazırlanması, DP eski genel başkanı Süleyman Soylu'nun AKP yolunda ilerlemesi, AKP'yi aşan, Erdoğan'ın liderliğinde bir Sağ Blok tasarımını çağrıştırmaktadır.
Erdoğan, "başkanlık" ya da "yarı başkanlık" konusunda yaptığı sondajlarda henüz istediği reaksiyonları alabilmiş değil. Bununla birlikte, AKP'de "Erdoğan sonrası" sendromunun yaşanmasını istemiyor. Bu yüzden, AKP tüzüğündeki 3. dönem kısıtlamasını, "yeni kadrolar"ın önünü açmak adına kullanıyor. Bir yandan da, "partinin eskileri"nin "hizipleşmesi"ni engellemek istiyor. Zira Çankaya'ya çıktıktan sonra, Özal ve Demirel'in "siyasal yalnızlık" akibetini yaşamak istemiyor.
AKP lideri, "3. dönem kısıtlaması"na uğrama durumunda olanların "bir dönem ara vererek" siyasete devam edebileceklerini söyleyerek, "partideki küskünleri" şimdiden teskin etmeye çalışıyor.
Peki siyaset bu kadar "mühendislik" kaldırır mı? Tüm bu strateji ve planlar, Türk siyasal yaşamının bir "asimetrik denge" üzerinde devamından kaynaklanmaktadır. İktidar partisinin, her bir seçimde "oyunu arttırması", "3. dönemden" sonra, "4. dönemin" de kolaylıkla geleceğini kadro ve tabanına hissettirmektedir. Ancak bu "tatlı rüya"da, "tılsımlı formül" olarak, "Erdoğan'ın karizmatik liderliği" görülmektedir. "Erdoğan sonrası AKP"nin, iktidardan uzaklaşması, " Özalsız ANAP" ve "Demirelsiz DYP" senaryolarını akıllara getirmektedir. İronik olarak, yıllar sonra iki parti "DP çatısı" altında birleşti ama DP'nin esamesi okunuyor mu? Bu ayrı bir konu..
Türk siyasetindeki "asimetrik denge"nin, yani hegemonik iktidar denkleminin "simetrik denge"ye dönüşmesi, CHP'nin AKP'yi sandıkta yenerek, "iktidar olacağı"nın "güçlü bir beklenti" haline gelmesiyle olasıdır. Verili zeminde, bu tür bir siyasal dönüşüm zor gibi gözükse de, "otoriter siyasetin", "demokratik rekabete" evrilmesi açısından yaşamsal bir önem taşımaktadır.
Erdoğan, eğer koşullar bugünkü gibi sürerse, 2014'ten sonra da, AKP'de kendisine "ortak" istememektedir. Yeni kadroların varlığı tamamen bununla bağlantılıdır. Numan Kurtulmuş'un "olası başbakanlığı", AKP kulislerinde reddedilse de, "yeni kadrolar"ın siyasal deneyimsizliği ve parti içindeki "hizipleşme"nin geriletilmesi bağlamında bir değer taşımaktadır.
Anlaşılan odur ki sadece AKP'nin değil, muhalefetin de "Erdoğan sonrası"nı iyi analiz etmesi gerekmektedir. Yoksa AKP iktidarı, Çankaya'daki "müstakbel karizmatik lideri"yle uzun yıllar sürer, asimetrik denge, "tek taraflı" bir siyasal yapılanmayla kaim olur...   

12 Temmuz 2012 Perşembe

ÇANKAYA'DA MC İTTİFAKI MI?

2014 Ağustos'u yaklaştıkça, "Cumhurbaşkanlığı Seçimi"nin siyasete etkisi gün geçtikçe artıyor. Sadece 12 Temmuz 2012'de yaşanan siyasal gelişmeler bile, ortaya konulan "siyasal strateji"nin parametrelerini daha fazla açığa çıkarıyor.
Belli bir süreden beri medyada, HAS Parti olarak bilinen HSP'nin genel başkanı Prof.Dr. Numan Kurtulmuş'un AKP'ye katılacağı yorumları yapılıyordu. Hatta 2014 sonrası, Kurtulmuş'un "başbakan" olacağı kuvvetle dile getiriliyordu. Başka bir parti liderinin, "genel başkan+başbakan" yapılması formülü, Türk siyasal yaşamında pek alışageldik bir uygulama değil. Gerçi Kurtulmuş ve Erdoğan'ın "Milli Görüş" geleneğinden gelmesi çok önemli bir ortak payda. Öte yandan Kurtulmuş, AKP-SP ayrımında, SP'yi tercih etmekle yetinmemiş, bu partinin genel başkanlığına seçilmiştir. Milli Görüş'ün "son temsilcisi" SP'yi, 2009 yerel seçimlerinde, il genel meclisi oylarını %5'e çıkaran Kurtulmuş, AKP'ye karşı önemli bir odak potansiyelini ortaya koymuştu. Hatta şimdi ters düştüğü, partisinin İstanbul il başkanı Mehmet Bekaroğlu, "otobüs durağında bekleyen başörtülü kıza çamur sıçratan, jip sahibi başörtülü kız" örneğiyle, sorunun sosyo-ekonomik temeline inmiş, AKP'nin "kapitalist sistemi içselleştirmesi, kendi zenginini yaratması" örneğini vermişti. "Mücahitler"in "müteahhit" olması değerlendirmeleri de, AKP-SP ayrımında, sınıfsal zemini vurguluyordu.
Kurtulmuş'un "parlak liderlik" imajına karşın, SP'deki "Erbakan" geleneği tarafından liderlikten uzaklaştırılması, Prof. Erbakan'ın "ölmeden önce" son liderliğini bir kez daha SP kongresinde seçilerek yapması, Kurtulmuş'un Halkın Sesi Partisi (HSP)yi kurması sonucunu verdi.
Ancak Kurtulmuş'un adı, partisinin siyasal rotasından ziyade, AKP'de "Erdoğan sonrası" siyasal senaryolarda geçmeye başladı. Bugüne kadar, Kurtulmuş'un "sessiz"liği tercih ettiği ortamda, 12 Temmuz itibarıyla, Kurtulmuş'un AKP'ye "iltihakı" somut bir noktaya geldi. Erdoğan-Kurtulmuş zirvesi bir bakıma 2014 sonrası "Gül'süz denklemin" ipucu oldu. Bu çerçevede, "başkanlık" sistemi anayasal olarak değişmese de, "yarı-başkanlık" düzenlemeleri yüzeyinde, Erdoğan-Kurtulmuş formülü çok konuşulacaktır.
AKP Manisa milletvekili Selçuk Özdağ'ın yine aynı gün, "Bahçelievler katliamı hükümlüleri hakkında talimatı başbakan verdi" demeci, yargı ve vicdan açısından çok tartışılacak bir konu olmakla birlikte, Özdağ, "12 Eylül sonrasındaki düzenlemelerde Solcular dışarı çıktı, Ülkücüler kaldı" diyerek, aslında Kurtulmuş olayıyla birlikte, bir başka genel stratejiyi ete kemiğe büründürdü. 12 Eylül 2010 referandumundan önce de "eski Ülkücüler"in AKP'nin istediği anayasal değişikliklere destek vermesi, AKP-Eski Ülkücü ittifakı açısından bir mesaj vermeye başladı.
AKP, Sağ'ın "farklı renkleri"ni "tek çatı" altında toplayarak, "büyük stratejisi"ni sahneye koyuyor. Son günlerde AKP'nin gerek Kürt sorunu gerekse de Aleviler'e karşı söylemde, bugünkü değil ama 12 Eylül öncesindeki MHP'ye atıfta bulunması boşuna değil. Orta ve Doğu Anadolu'daki "Sünni taassubu"na dayanan, "etnik Türk milliyetçiliği"ne referans veren AKP, 2014'e doğru "Çankaya'da MC ittifakı" hazırlıyor. Ancak sözkonusu ittifakı başka partilerle değil, kendi içinde somutlaştırmak istiyor. Kimbilir "Cemaat dışarı, eski Ülkücüler içeri" mi olur? Ya da Kurtulmuş ve BBP'nin de katıldığı bir "mozaik" oluşur mu? 1. ve 2.MC, "antikomünizm" zemininde, "liberal, milliyetçi, muhafazakar" otoriter bir altyapıyı yansıtmış, CHP'yi "düşman" bellemişti. 3.MC'de Osmanlı ortak parantezinde demokrasiye karşı bir ortak refleks yükselirken, CHP yine düşman bellendi.
MUHALEFETE DUYURULUR...

1 Temmuz 2012 Pazar

ZANA VE "YOL HARİTASI"...

Bağımsız milletvekili Leyla Zana'nın sayın başbakanla 30 Haziran 2012'de yaptığı görüşme, gündemde önemli bir yer kapladı. Aslında bir süredir Zana, Hürriyet'e verdiği özel demeçlerinde de belirttiği üzere, Erdoğan'ı "Kürt sorunu"nun çözülmesinde "kilit" olarak değerlendirdi. Bir yandan kendi deyimiyle hiçbir silahlı mücadelenin sonsuza kadar süremeyeceğini, gözyaşı ve kanın durması gerektiğini, sorunu çözecek kişinin de "başbakan" olduğunu eş zamanlı olarak formüle eden bir söylem geliştirdi.
Zana'ya BDP-PKK çizgisinden eleştirel bir bakışın geliştiği çok ta gerçekçi gözükmüyor. Kendi davası açısından "bedel" ödemeyi göze almış bir siyasetçinin, birden 180 derece değiştiğini söylemek, hiç inandırıcı değil. Özellikle kağıt üzerinde "temsil" konumu olmayan bir siyasinin Erdoğan'la "müzakere" etmesi daha kolay. Ancak Erdoğan, Zana'yla görüşmesinin ardından "iyimser" olmakla birlikte, basın mensuplarından kendisine yönelen, bir sonraki görüşmenin olup olmayacağı sorusuna, "hayır" dedi. 
Zana'nın 1 Temmuz 2012'deki basın toplantısında ifade ettiği ana konu başlıklarında, özellikle PKK örgütünün başındaki Öcalan'a "ev hapsi" konusu dikkat çekti. Aslında bu vurgulanan, "görüşme" özetinden ziyade, Zana'nın son günlerde geliştirdiği görüşlerin bir dökümüydü. Erdoğan-Zana görüşmesi, "görüşmek" üzere yapılan bir sohbetti. Ve "terörle mücadele"de şahin görülen bir önceki dönemin içişleri bakanı ve şimdiki başbakan yardımcısı Beşir Atalay'ın "görüşmede bulunması" haber değeri taşıyordu.
Leyla Zana, "Öcalan'a ev hapsi" dışında, "ana dilde eğitim", "Kürtler'in anayasal konuma kavuşması" gibi taleplerini, "ayrılıkçı" bir yüzeyde değil de, "birlik" çerçevesinde ortaya koydu. Böylece "anayasal yapının", "üniter devletin" değiştiği, en önemlisi "PKK'nın siyasallaştığı" bir "yol haritası"nın izleri görüldü.
ABD'nin 2011 Aralık'ında Irak'tan çekilmesinden sonra, "PKK'nın yol haritası" netleşti.
Şöyle ki:
1- Irak'ta Barzani liderliğindeki özerk Kürdistan Bölgesel Yönetimi'nin AKP iktidarıyla anlaşmasına karşın; PKK'nın yeni dönemde yeterli güvenceleri alarak "silahsızlanması" ve "siyasallaşması".
2- Bu konuyla koşut olarak, anayasada üniter yapının değiştirilmesi, "Kürtler"in "ayrı halk" olarak kabul edilmesi, "PKK militanları ve yöneticileri"ne "genel af" ilan edilmesi ve siyasal haklarına kavuşmaları.
3- Öcalan'ı siyasi sürece dahil edecek bir geçiş süreci. Bu bağlamda, "önce ev hapsi, ikinci aşamada "af", üçüncü aşamada "medeni ve siyasi haklarına kavuşması".
Daha başka maddeler de eklemek mümkündür. İktidar ve ana muhalefetin son dönemde aslında tartıştıkları konular, kamuoyuna açıklanmayan ama herkesin bildiği bu "yol haritası"nın zamanlaması ve içeriğinin sürece yayılmasıdır.
Suriye karışıklığı, PKK'ya hayal ettiği yönetimi, yani Kuzeydoğu Suriye topraklarını bahşetmek üzeredir. Üstelik gerek Esad yönetimi, gerekse de İhvancı Hür Suriye Ordusu, "özerklik" kavramı altında, PKK'ya bir "yönetim modeli" hazırlamak durumundadırlar.
Kandil-Diyarbakır-Ankara-İmralı dörtgeni çerçevesinde ortaya konulan Kürt ayrılıkçı hareketi, şimdi de Suriye'de Kamışlı bölgesini, bir özerk yönetim bölgesi ve "kalıcı üssü" haline getirmek üzeredir. Terör örgütü, Irak'ta "misafir, Suriye'de ise "ev sahibi" konumundadır. Türkiye'de ise "ortak" olma ve "özerklik" kazanma sevdasındadır.
Peki Türkiye siyaseti, iktidarı ve muhalefetiyle bu "yol haritası"nın neresindedir? Asıl soru buradadır. Günlük siyasi polemiklere aldanıp, konuyu karıştırmayalım... 

29 Haziran 2012 Cuma

ORTADOĞU'DA İHVAN ZAMANI?

2010 sonlarında Tunus'tan başlayarak, 2011'de Mısır, Libya, Yemen gibi ülkelerde rejim ya da lider değişikliğiyle sonuçlanan olaylar, oryantalist bir mantıkla "Arap Baharı" olarak nitelendirilmişti. Bu "bahar" nitelemesi, konuyla ilintili olmasa da, "Prag baharı" nı mı çağrıştırarak iliştirildi? Bilinmez.
Dikkat edilecek olursa, Arap ülkelerindeki "değişim"de asıl damga vuran ülke Mısır oldu. Zira, ABD'nin özellikle Camp David'ten sonra bölgedeki "değişmezleri", Türkiye, İsrail, Suudi Arabistan, Ürdün ve Mısır olarak yapılandı. Aslında Mısır da, Batı savunma konseptinin içinde, 1952'ye kadar yer alıyordu. Ancak Nasır'ın "Hür Subaylar" cuntasıyla, SSCB müttefiki olmuş, 1973'te Sedat'ın liderliğinde SSCB yanlılığı sürse de, 1978 Camp David'le, Batı sistemine Sedat'ın liderliğinde dönmüştü. Nasır'ın 1956 Süveyş Krizi'nde, "politik zafer"ine karşın, askeri başarısızlığı, 1967 savaşında yine İsrail'e karşı yaşanan hüsran, Sedat'ın göreve geldikten sonra Yom Kippur'da "İsrail'le savaş deneyimi ve yenilgisi", sonunda İsrail'i tanımayı içeren ve Mısır'ın 1973'de İsrail işgaline giren Sina Yarımadası'nı "kurtarma" maddelerini içeren Camp David Anlaşması yani Mısır-İsrail barışıyla sonuçlandı.
Sedat'ın İsrail'i ziyaret etmesi, İsrail parlamentosu Knesset'te konuşma yapması, İsrail'i tanıyan "ilk Arap ülkesinin lideri" olması, Sedat'ın İslamcı militanlarca "suikast"e uğramasıyla sonuçlandı. Ancak cuntanın diğer bir sonraki seçeneği Mübarek, İsrail'le başlayan süreci sonlandırmadı, bununla birlikte, iki ülke arasındaki ilişkileri "Soğuk Barış" yüzeyine oturttu.
2011'de Mübarek'in devrilmesi, "Tahrir"le açıklandı. Bu bir yere kadar doğrudur. Ancak rahmetli Attila İlhan'dan esinlenerek, "Hangi Tahrir" sorusunu kurcalamak lazım. Mısır'da Ergin Yıldızoğlu'nun deyimiyle, "çalınan bir devrim" var. 2010'un sonunda Kuzey Afrika ve Doğu Akdeniz'de pekişen olaylarda, ekonomik ve toplumsal krizlere karşın, "yiyecek ekmek bulamayan" kitleler, "kaybedecek birşeylerinin olmaması" refleksiyle harekete geçtiler. Sünni Arap rejimlerinde geleneksel olarak belirginleşen "Ululü Emre itaat" yani "hükümdar zalim olsa da biat ediniz" anlayışı altüst oldu.
Gelgelelim, "çalınan devrim", en örgütlü gücün yani İslamcı İhvan'ın eline geçti. "Tahrir kaçağı" olan örgüt, devrimi sulandırmakla kalmadı, İslamcı iktidarın altyapısını buradan başlayarak kurdu. Ancak İhvan'ın "iktidar ortağı", Mübarek'i "zorunlu emekli" eden Cunta oldu. Tantavi liderliğindeki Cunta, cumhurbaşkanlığı seçim sonuçlarının açıklanmasından önce, parlamento seçimlerini geçersiz saymakla kalmadı, neredeyse "son gün", cumhurbaşkanının yetkilerini tırpanladı, simgesel düzeye indirgedi.
Böylece İhvan-Cunta denklemi bir "zoraki koalisyon"dan öte, "koahibisyon" yani "birlikte yaşama"ya dönüştü. Bunun bir örneği Fransa'da Mitterand-Chirac sürecinde Fransa'da görüldü ama söz konusu örnek "demokratik bir yapıda"ki siyasal rekabeti ifade ediyordu. Ancak Mısır'daki koahibisyon, askeri rejim-İslamcı rejim taraftarlarının birbirini "yok edecek" bir bilek güreşini betimliyor.
Şimdilik Cunta avantajlı. Obama, hala İhvan'la Ortadoğu'da bir "eksen" kurabileceğini düşlüyor. Mısır'ın ABD açısından konumu İsrail'le barışı simgeleyen Camp David sürdüğü sürece devam eder. Bu denklem, eğer İhvan tarafından zorlanırsa, oyundaki kartlar yeniden dağıtılır.
Üstelik Mübarek'in son başbakanı Şefik, İhvan'ın seçilen adayı Mursi'nin %52'lik oyuna karşılık, %48 oy almış, "liberaller"in de desteğini kazanmıştır. Ve "kaybeden blok" ezilmemiş, "kafa kafaya" bir skorun sahibi olmuştur.
İhvan bu anlamda "Cunta" dışında, güçlü bir muhalefet bloğu ile de karşı karşıyadır. O yüzden Ortadoğu'daki İhvan zamanı kısıtlı bir ortamda, Batı'yla ve iç muhalefetle yaşanan gel-gitlerle kaderini belirleyecek ve BAAS'ın yerini ikame etmeye çalışacaktır.   

27 Haziran 2012 Çarşamba

DOĞU SÜTUNU YIKILDI...

"Atatürk öldü. Barış kubbesinin Doğu sütunu yıkıldı. Artık
evrende barışı kimse garanti edemez. Nitekim Avrupalı devlet
adamları; O' nun 1930'da yaptığı uyarı ve tavsiyeleri
dinlememiş ve dünyayı 1939 yılında ikinci büyük savaş
felaketinin içine sürüklemişlerdir. "

SANERWIN Gazetesi


Atatürk'ün aramızdan ayrılmasından sonra, yabancı basında çıkan yorumlardan "en çarpıcı" olanlarından biri buydu. Kasım 1938 itibarıyla "Atatürksüz" kalan dünya politikasında, gerek revizyonist ülkelerin taleplerine karşı uyarıcı, gerekse İngiltere'nin revizyonist cepheyi yatıştırıcı siyasetine karşı tepkili olan, kurucu ve inşacı liderin yokluğu, kaybolan "sağduyunun" sıcak dünya savaşı hakkındaki ikazlarının tarihe mal olması ve sonucu engelleyememesine neden olmuştu.
Bugünse Atatürk'ün kurduğu Cumhuriyet'te komşu Suriye'yle "savaş tamtamları" çalıyor.
"Barış Kubbesi'nin Doğu Sütunu", Atatürk'ün unutturulmaya çalışılan diğer ilkeleri gibi, "Yurtta Barış, Dünyada Barış" anlayışının yıkılmasıyla ayakta kalma şansını yitirmiştir. Türkiye, başka ülkelerin iç işlerine karışmakta, Ortadoğu'daki yoğun "siyaset mesaisi" içinde olanaklarını "suskunluk" çerçevesinde, "örtülü yardımlarla" seferber etmektedir. 
Ve tüm bunları "büyük müttefiki"nin "İran"ı izole etme siyasasının bir parçası olarak yapmakta, Sünni Arap rejimleri ile birlikte, İran'a karşı "Ilımlı Sünni kuşağı"nı yaşama geçirmektedir. Irak ve Suriye'de, bu ülkelerin  "toprak bütünlükleri"nden ziyade, yeni parçacıkların oluşumuna "yatırım" yapılmaktadır.
Kemalizm'in dış politikadan tasfiyesiyle "Yurtta Barış, Dünyada Barış"ın yanısıra, kolonyalizme karşı bir "mazlum uluslar dayanışması" da ne yazık ki kaybedilmiştir. Ortadoğu'da Kemalizm'in tasfiyesi ile "Doğu Sütunu" artık yıkılmıştır. Hem bölge hem de dünya barışı tehdit altındadır. 
O zaman zor günler kapıda demektir. 

26 Haziran 2012 Salı

SURİYE'YLE YENİ DÖNEM...

22 Haziran 2012 tarihi, Türkiye-Suriye ilişkilerinde yeni bir dönemin başlangıcı oldu. Mart 2011'den beri iki ülke ilişkilerinde gerilim yaratan ve Esad rejimini hedef alan "gecikmiş Arap baharı", sonunda Türk uçağının Suriye tarafından düşürülmesiyle "sıcak temas"ı içeren bir düzeye ulaştı.
Sayın başbakanın hafta sonunda askeri yetkililer ve muhalefet liderleriyle yaptığı temaslardan sonra, bugünkü AKP meclis grubunda yaptığı açıklamalarda dikkat çeken hususlar şöyle:
1- Suriye'ye yönelik askeri angajman kuralları değişti. Yani Suriye artık askeri konularda bir "tehdit" olarak algılanacak ve askeri uygulamalar "dost" bir ülkeye yönelik biçimde olmayacak.
2- Hür Suriye Ordusu'na yapılan yardımlar bizzat Erdoğan tarafından ifade edildi. Türkiye artık Suriye muhalefetine verdiği desteği alenen yapacak.
3- Suriye sınırına 26 Haziran (başbakanın konuşma yaptığı gün) yoğun yığınak yapılmaya başlandı.
Bu çerçevede özellikle isim verilmeden Rusya'nın faaliyetlerine de atıf yapıldığı anımsanırsa, Türkiye açısından "zorlu" bir sürecin başladığını görebiliriz.
1957 ve 1998 krizlerinden sonra, 3. kez iki ülke "savaşın eşiğine" gelmiştir.
Bazı medya organlarının değerlendirmesiyle "tarihi konuşma"nın yapıldığı gün, NATO zirvesi, 4. madde gündemiyle Türkiye hakkında toplandı. "Siyasal bağımsızlık", "toprak bütünlüğü" ve "güvenlik" tehdidi duyan NATO üyesi ülkelerin, "danışma çerçevesinde" toplanma talebini öngören 4. madde "kollektif savunma"yı içeren "5. madde" konusunu getirmedi. Bizzat NATO genel sekreteri "5. madde gündeme gelmedi" diyerek, Suriye'ye bir NATO operasyonuna "yeşil ışık" yakmadı.
Batılı başkentlerin "Suriye krizi"nde, Türkiye bölgedeki "tek NATO üyesi" olarak, neredeyse ön plandaki "tek ülke" konumunda kaldı.
Rusya ve Çin'in "askeri desteği"ni, İran'ın müttefik takviyesini hisseden Suriye'nin "krizde geri adım atmaması", Türkiye'nin duyurduğu adımlar açısından ne anlam içerecektir? Göreceğiz.
İsrail ve Suriye gibi, "kağıt üzerinde" hala savaş halinde olan 2 ülkeyle eş zamanlı olarak yaşanan "siyasal gerginlik ve kriz hali", her iki ülkeden beklenen "özür ve tazminat" taleplerinin yerine gelmeyişi, Ortadoğu'da "bölgesel liderliğe" oynadığını vurgulayan AKP iktidarı açısından önemli zafiyetler getirmiştir.
Irak'ta Maliki hükümetinin "düşman devlet" olarak tanımladığı ülkemizin, Kürt yönetimi ve Sünni Araplar'la mesaisi, Suriye konusunda olduğu gibi, Irak'ta da İran'la "siyasal rekabet" yaşadığını göstermektedir.
Suriye konusunda gelinen nokta, Türkiye açısından "savaş riski"ni yoğunlaştırmıştır. Terörün "asimetrik tehdit" olarak neredeyse her gün can aldığı, şehit verdiğimiz bir zeminde, Suriye krizi sadece askeri alanda değil, terörde de kendini gösterme durumundadır.
Suriye'de Hür Suriye Ordusu'yla anlaşmış ve Kuzeydoğu Suriye'de kendi yönetimini kurmaya hazırlanan PKK, Kürdistan Bölgesel Yönetimi'nin kontrolündeki Kandil'de yapılanan söz konusu örgüt, boşluktan yararlanma konumundadır.
Türkiye de "kendisinin olmayan bir savaşa" sürüklenme tehlikesi ile karşı karşıyadır.  

23 Haziran 2012 Cumartesi

SURİYE İLE "SON TANGO"...

Ajanslara "Türk jeti Suriye tarafından düşürüldü" başlığı düştüğünde, temkinli bir gözle, haberleri incelemeye başladım. Zira yorum medyanın değil bizzat hükümetindi. Ancak yapılan "güvenlik zirveleri" ve olağanüstü hareketliliğe karşın, sert demeçlerden ziyade "itidal" ilk planda göze çarptı. Hem Türkiye, hem de Suriye, var olan gerginliğe rağmen daha soğukkanlı değerlendirmeler yapmayı tercih ettiler.
Bununla birlikte, sürecin henüz tamamlanmadığı anlaşılıyor. Bilindiği gibi Suriye, kendi sınırlarına giren ve kimliği tespit edilmemiş bir uçağı düşürdüğünü açıklamıştı. Bir bakıma "Türk uçağı olduğunu bilmiyorduk" dediler. Sayın cumhurbaşkanı Gül'ün Kayseri'deki açıklaması ise dikkat çekici. Gül, bu çerçevede, uçağın nerede düşürüldüğünün önemini vurguluyor. Eğer Türkiye sınırlarında iken düşürülmüşse, "bunun telafi edilemeyecek" sonuçlarından söz ediyor.
Suriye'de Mart 2011'den beri devam eden "gecikmiş Arap baharı" senaryosunda son günlerde iyice sinirler bozuldu. Birkaç ayda tamamlanan "bahar serileri"ne kıyasla, 16 aydan beri bir türlü "kendi yazına eremeyen" bahar, Rusya, Çin ve İran'ın da katılacağı "büyük Suriye tatbikatı" ile suya düşme tehlikesi ile karşı karşıya kaldı.
Suriye'deki "sorunun çözülmesi" ihalesi, Batı başkentleri ve Sünni Arap rejimleri tarafından Türkiye'ye verilmeye çalışılıyor. Sayın başbakanın zaman zaman "NATO antlaşması 5. maddesi"ni içeren "kollektif savunma"yı öngören çağrısı, birkaç açıdan ele alınabilir. Türkiye'nin Libya'dan sonra NATO'yu Suriye'ye çağırması gibi bir durum olarak ta yorumlanabilir, öte yandan Türkiye'nin "tek taraflı, kendi başına" bir müdahaleden bu tür hamlelerle kaçındığı da anlaşılabilir.
Türkiye, 16 aydan beri süren ve "ölü doğuma" dönüşen, "gecikmiş bahar"da, söylemini sert kullanan bir NATO müttefiki olarak, üzerinde "müdahaleci" bir beklenti yaratılmasından rahatsız olsa da, "mülteci sorunu" karşısında, farklı bir yüzeyde değerlendiriliyor.
Hatay'daki "mülteci kampları"nda, Suriye'de İhvan'ın ağırlıkla yer aldığı rejim muhalifi Hür Suriye Ordusu'nun, sınırdan içeri girerek, eylem yapması iddiaları, Türkiye'yi Suriye konusunda doğrudan "taraf" haline getirdi. Yabancı ajanslarda, Hür Suriye Ordusu'nun CIA tarafından eğitildiği, finansmanın Suudi Arabistan, Katar ve Türkiye tarafından sağladığı savlanıyor.
İhvan ağırlıklı "Yeni Suriye" tasarımı AKP'nin kulağına hoş gelse de, Hür Suriye Ordusu "Yeni Suriye" açısından, son zamanlarda arttırdığı terör saldırılarıyla Türkiye kamuoyunun tepki ve öfkesini çeken PKK ile de siyasal diyaloğunu sürdürüyor. Çünkü PKK'nın konumu Irak'taki Kürdistan Bölgesel Yönetimi'nde olduğu gibi değil. Barzani Irak'ta oluşan "kendi Kürdistanı"nda neredeyse tek hakim ve PKK "misafir". Oysa Suriye'de olası bir bölünmede, Nusayri devleti, İhvan ağırlıklı Sünni Arap devleti olacaksa, kuzeydoğu Suriye'de oluşacak Kürdistan "PKK antitesi" olacak. Nedense bu olasılık hiç tartışılmıyor. Bu açıdan Suriye'deki statükonun bozulmasına verilen destek, bir "PKK yönetimi"yle "komşu olmamız" vakıasıyla bizi karşılaştıracak.
Şam-Lazkiye'de Nusayriler, Suriye Çölü'nde İhvancı Sünni Arap devleti ve kuzeydoğu Suriye'de "PKK güdümünde bir Kürdistan". Bir yandan mezhep savaşı, bir yandan bölücü terörün kendi başına bir "yönetim kurması"???
Umarım Ankara'da hesaplar, tüm  boyutlarıyla iyi yapılıyordur. Zira bu tür olasılıklar hepimizin üstüne "kabus gibi" çöker...