19 Aralık 2017 Salı

TRUMP’IN ‘İLKELİ REALİZM’ FANTEZİSİ


http://politikaakademisi.org/2017/12/19/trumpin-ilkeli-realizm-fantezisi/

Uluslararası İlişkiler alanında, klasik olarak muhafazakarların ‘Realizm’ ve liberallerin ‘İdealizm’ bakışları, günümüzde yapısalcı, post-yapısalcı eğilimler ve güncelleştirilmiş kuramlara karşın halen literatürde yer bulmakta ve dikkate alınmaktadır. Özetle, Disraeli’den Churchill gibi devlet adamlarına ve George Kennan gibi danışmanlardan Morgenthau’ya uzanan “Realist” bakış, gücü merkeze alan, çıkarları maksimize etmeyi uluslararası siyasetin temel zemini olarak kabul eden ve askeri yapıyı ve ekonomik ilişkileri bu çıkarları empoze etmek adına kullanmayı hak gören bir yüzeyde kendisini ifade eder. Liberallerin Bentham’dan beri, “devletler meclisi” ve Kant’ın “İdeal Avrupa devleti” noktasından hareket eden vizyonu ise, 20. yüzyılda ABD Başkanı Wilson’ın ilkeleri ile bütünleşip, gelişmiştir. Bu çerçevede, Uluslararası İlişkileri değerler ve kurumlar üzerinden yürütmeyi esas alan ve Realizm’in karamsarlığı yerine, insanlığın barış ideallerini ön plana aldığını iddia eden bu anlayış, Milletler Cemiyeti ve Birleşmiş Milletler örgütünün de zihinsel anlamda  fikir babasıdır. Ne var ki, liberallerin “İdealist” anlayışı, sömürgeciliğe ve kolonyalizme çoğu zaman altını çizdiğimiz ilkelere rağmen siper olmuştur. “Ulusların kendi kaderini tayin hakkı” derken, mandaların oluşturulması, ülkelerin bölünmesi, MC ve sonra BM kararlarının hep güçlülerden yana olması, Soğuk Savaş sonrasında “insani müdahale” adı altında yapılan askeri operasyonlar ve pek çoğu, söz ettiğimiz çerçevede söylenebilir.
ABD Başkanı Donald Trump’ın 18 Aralık 2017’de açıkladığı, “Trump’ın ilk güvenlik stratejisi” adı verilen dokümanda, muhafazakarların Realizm akımına, mahçup bir makyaj yapılmaya çalışılmıştır (https://www.whitehouse.gov/wp-content/uploads/2017/12/NSS-Final-12-18-2017-0905.pdf). “İlkeli Realizm” diye ifade edilen anlayış, gücü merkeze alan bakışı, bizzat strateji içinde dile getiriyor. Bununla birlikte, “İlkeli Realizm’e dönüş” olarak betimlenen stratejide, güç ve çıkarların merkeziliği, Amerikan değerleriyle harmanlanarak meşrulaştırılmaya çalışılıyor. Belgedeki tarif şu biçimdedir: “Realizm, gücün merkezi rolünü temel almaktadır, güçlü ve egemen devletler barış dolu bir dünya için umuttur.” Deyim yerindeyse, askeri güç kullanımı ve müdahalecilik, hukuk devleti, bireysel haklar gibi başlıklar altında, meşru bir zeminde ele alınmaya gayret ediliyor. Bu çaba, aslında oğul Bush dönemindeki ulusal güvenlik stratejilerinde de, “demokrasi ihracı” gibi sözde amaçlarla ortaya konuluyordu. Gösterişli “İlkeli Realist” Trump politikasında, Çin ve Rusya ABD’nin rakipleri olarak teyit edilirken, İran ve Kuzey Kore ise bölgesel anlamda tehditler olarak yineleniyor. Füze savunma kapsamının genişletilmesinde ise, adı geçen ülkeler aynı kategoride, hep birlikte “gerekçe” olarak değerlendiriliyor. Bir başka tehdit başlığı ise, alışageldik üzere “terör” kapsamında işleniyor. Şu ifade “cihatçı terör” tanımıyla dikkat çekmektedir. “Cihatçı teröristler masum insanları ideolojilerine kurban etmekte, uluslararası suç örgütleri toplumlara uyuşturucu ve şiddet yaymaktadır.” Oğul Bush’un “yeni muhafazakarları” gibi, Trump’ın “ilkeli muhafazakarları” da cihatçı ideolojiye karşı konumunu vurgulamaktadır.  Dünyayı dinlere dayalı uygarlıklara bölen ve aralarındaki çatışmalara prim veren Huntington zihniyeti, burada da göze çarpmaktadır. Buradan yola çıkılarak, terörizm tehdidi, Soğuk Savaş sonrasındaki pek çok ABD ulusal güvenlik stratejisinde olduğu gibi öne çıkarılmaktadır. “Terörizm tehdidi, kitle imha silahları, uyuşturucu hattı ve uluslararası suç şebekeleriyle birlikte artmaktadır.” Öncelikli olarak ABD topraklarının korunması pekiştirilmekte; bu kapsamda sınır kontrolü ve göçmen politikasını sıkılaştırma duyurulmaktadır. Siber tehditler başlığı ise, her bir strateji dokümanında daha fazla yer kaplamaktadır. Daha önce yeni muhafazakarların “haydut devlet” ya da “başarısız devlet” kategorilerine ek olarak, “kırılgan devletler” ve “otoriter liderler” tabirleri kullanılmaktadır.
Bu boyutuyla “stratejik değişim” getirmekten çok, muhafazakar politikaların yinelenmesi olarak ele alınabilecek stratejide, ilk bakışta “ABD topraklarının korunması”na verilen öncelik, izolasyonizm yanılgısı getirebilir. Halbuki, “İlkeli Realizm” başlığı altında, yerkürede, gerek Çin ve Rusya gibi ABD rakiplerine, gerekse İran ve Kuzey Kore gibi ABD açısından bölgesel tehditlere ve cihatçı terörizm tehdidine karşı “müdahalecilik” öngörülmektedir. Bu arada, IŞİD ve El Kaide terör örgütleri bizzat strateji içinde geçmekte, “cihatçı terör”, terörün içinde en fazla vurguyu içermektedir.
Suriye Devlet Başkanı Beşar Esad, Trump’ın “ulusal güvenlik stratejisi” yayınlandığı gün medyaya verdiği demeçte, ABD tarafından korunan PYD’yi “hain” olarak ilan eden ifadeler kullandı. Irak’ta Barzani’nin güç kaybı, Suriye’de Rusya’nın nüfuzu ve Esad’ın ağzıyla ABD dominansının reddi, İran-Rusya işbirliğinin bölgede artan konumu, neredeyse NATO müttefiki Türkiye’nin “kaybedilmesi” riski, özellikle son Kudüs kararıyla, bölgedeki aktörler ve Filistin Otoritesi tarafından “tarafsızlığı” ve “arabuluculuk” rolü reddedilen durumuyla Trump’ın stratejisi pek işler gözükmemektedir. Bununla birlikte, Suudi Arabistan, Mısır ve Körfez ülkelerinin öncülüğünde, İsrail’i de içine alan “İran karşıtı cephe” beklenen sonuca ulaşacak mıdır? Yoksa, bizzat ABD dokümanındaki ifadesiyle, Rusya ve Çin gibi rakipler hesabı karıştıracak mıdır?  2018 öncesinde, “Trump’ın ABD’si”nin  stratejisi çıkmaz bir sokakta gibi gözükmektedir…
Yrd. Doç. Dr. Deniz TANSİ

6 Aralık 2017 Çarşamba

TRUMP, CORPUS SEPERATUM VE KUDÜS

http://politikaakademisi.org/2017/12/06/trump-corpus-seperatum-ve-kudus/

2017 yılı başında, ABD Başkanı Donald Trump’ın olası “Kudüs kararı”nı ele almış ve söz konusu kararın ne tür  etkilerinin olacağını çözümlemeye çalışmıştım (http://politikaakademisi.org/2017/01/23/trumpin-israil-yaklasimi/). Ne yazık ki, Trump, seçim öncesindeki vaadini gerçekleştirmeye sabitlendiğinden dolayı, uluslararası toplumun tedirgin bakışları arasında, 6 Aralık 2017’de, ABD’nin İsrail’in başkenti olarak Kudüs’ü tanıyacağını, Büyükelçiliğin ise şimdilik Tel Aviv’den Kudüs’e taşınmasa da, bunu kısa bir zaman içinde gerçekleştireceğini ifade eden bir açıklama yapacağını Beyaz Saray kanalıyla önceden duyurdu (https://www.c-span.org/video/?438167-1/white-house-president-speak-embassy-move-jerusalem).
Peki, daha önce de vurguladığımız bu tartışmalı karar ne anlama geliyor? 2017 yılı başında altını çizdiğimiz bu yaklaşım neden bu kadar önem arz ediyor? İçinde yaşadığımız yılda, İsrail devleti kurulmadan önce, İngiltere’nin Filistin mandasından çekilmesi arafesinde, 29 Kasım 1947’de BM Genel Kurulu’nda oylanan 181 sayılı kararın yani “Taksim Planı”nın 70. yıldönümü yaşandı. İsrail, bu kararla birlikte, Britanya Dış İşleri Bakanı Balfour’un adıyla yayınlanan “Balfour mektubu”nun da 100. yılını kutladı. Balfour, Rotschild’a yazdığı mektupta, Kudüs ve çevresinde henüz oluşmaya başlayan Britanya vesayeti tarafından, gelecekte bir “Yahudi yurdu” kurulmasını vaat etti. “Balfour mektubu” ve “181 sayılı karar”, 1948’de kurulacak İsrail’in kritik kilometre taşları olurken, 181 sayılı kararda, “iki devletli çözüm” başlığında, nüfusun 1/3’ünü oluşturan Yahudiler’e, Filistin topraklarının 2/3’ü, 2/3’ünü oluşturan Araplar’a ise, toprakların 1/3’ü veriliyordu. Bu orantısız gözüken dengede, Britanya vesayetinden sonra, “white paper”larla zaman zaman duraklatılsa da, artarak devam eden düzenli Yahudi göçü ve organize toprak satın almaların etkisi  oldu. Bu konudaki kararlar, Theodor Herzl’in 1897’de Basel’de topladığı Siyonizm Kongresi’nde alınmış ve adım adım uygulanmaya başlamıştı.
Tarihsel sürecin tamamını tekrarlamadan, şu aşamalara da değinmekte fayda bulunmaktadır. 181 sayılı kararda, Kudüs, “corpus seperatum” yani “bölünmüş şehir” olarak kaydedilmiş, “iki devlet”in kurulmasıyla, “eski şehir” olarak anılan Ağlama Duvarı, Hristiyan Kilisesi ve Harem-üş Şerif’in bulunduğu alan, BM mandası altında yönetilecek zeminde, “açık şehir” olması kararlaştırılmıştı. Gelgelelim, 1948’de İsrail’in kurulmasının ardından, 1948-1949’da yaşanan Arap-İsrail Savaşı’nda, Kudüs ve Batı Şeria Ürdün tarafından, Gazze Şeridi ise Mısır tarafından ele geçirilmiştir. 1949 ateşkesindeki statüko, 1967 Savaşı’na (Altı Gün Savaşı) kadar sürmüş; İsrail Kudüs ve Batı Şeria’yı Ürdün’den, Gazze’yi de Mısır’dan almış, Suriye’ye ait Golan tepelerini de işgal etmiştir. BM Güvenlik Konseyi’nin 1967 tarihli 242 sayılı kararına göre, söz konusu topraklar, “işgal edilmiş topraklar” olarak ifade edilmiştir.
İşte o zamandan beri Kudüs’ün statüsü konusunda tartışmalar yaşanmaktadır. 1973 Yom Kippur Savaşı’nda, vurgulanan işgalleri muhafaza eden İsrail, üstüne Mısır’ın Sina yarımadasını da ele geçirmiş, 1978’de imzalanan Camp David barışıyla ancak 1983’te Sina’dan çekilmiş, karşılığındaysa Mısır tarafından tanınmıştır. 1970’li yılların başından itibaren ABD kamuoyunda Kudüs konusu ele alınmış, İsrail ise 1980’de Kudüs’ü tek yanlı olarak başkent ilan etmiştir. Sadece ülkemiz değil, Avrupa devletleri, Arap ülkeleri, Rusya ve Çin dahil, İsrail’in başkenti olarak Tel Aviv olarak kabul edilmekte, Kudüs’ün tartışmalı statüsünde başkentliği tanınmamaktadır. Ne var ki, ABD, 1995’te Bill Clinton döneminde kabul edilen yasayla İsrail’in başkenti olarak Kudüs’ü görse de, Clinton, George W. Bush ve Barack Obama dönemlerinde Başkan onayı yerine getirilmemesinden dolayı yasa yürürlüğe girmemiş ve 6’şar aylık sürelerle her seferinde ertelenmiştir.
Burada tartışılan asıl konu Doğu Kudüs’tür. Zira sadece El Fetih ve Filistin Özerk yönetimi değil, Hamas da (İsrail’i tanımasa da), 1967 sınırları içerisinde başkenti Doğu Kudüs olan Filistin devletinden yana olduklarını defalarca yinelemişlerdir. ABD tarafı her ne kadar tüm Kudüs’ten söz etmese de, İsrail’in 1980 tarihli başkent kararındaki “bölünmemiş başkent” konumunu fiilen tanıyacak bir hamlenin içerisine girmiş durumdadır. Halbuki Kudüs, “corpus seperatum” yani “bölünmüş şehir” olarak, “iki devletli çözüm”ün “iki başkenti” olarak bir dengeyi ortaya koymaktadır.
Trump, bu bakışıyla, Ortadoğu barış sürecini, belki bir daha geri getirilemeyecek bu hamleyle içinde çıkılmaz hale getirirken, Arap Birliği, Avrupa Birliği ve diğer kuruluş ve ülkelerden gelen itirazları dikkate almamaktadır. Tamtersine İran tehdidini öne sürerek, İsrail-Suudi Arabistan hattında, önceleri gizlenen, şimdiyse alenileşmeye başlayan işbirliğini teşvik etmekte ve bu denkleme Mısır’ı da katmaktadır. İsrail’in son günlerde, Suriye’deki İran tesislerine yaptığı hava saldırıları, hangi refleksin ön plana geçeceğini göstermektedir.
2016 yazından itibaren normalleşen Türkiye-İsrail ilişkilerine ve enerji işbirliğinde atılan adımlara karşın, Cumhurbaşkanı Erdoğan, ABD’nin olası “Kudüs kararı”ndan sonra, İsrail’le tüm diplomatik ilişkileri koparacağını ve Kudüs’ün “kırmızı çizgi” olduğunu belirtmiştir. 1980’den beri Kudüs’ü başkent ilan eden İsrail’le o dönemde ilişkiler gerilmesine karşın, 37 yıldan beri ilişkiler inişli çıkışlı sürerken, neden ABD kararı İsrail’le ilişkileri sonlandırmaktadır? O zaman şu soruyu da sormak gerekir; ABD ile de diplomatik ilişkiler sonlandırılacak mıdır? Bu soruya verilecek yanıtı tahmin ederek, Ortadoğu’da 2010 Mavi Marmara olayından sonra icra edilmeye çalışılan ve Suriye’deki sonucu aşikar olan “bölgesel liderlik” konusu, içte ve dışta yoğunlaşan gündemi değiştirmek bağlamında yeniden mi ısıtılmaktadır?
Bu, ayrı bir tartışma konusudur. Ancak Trump, “iki devletli çözüme” fiilen karşı çıkarak, “tek devletli” bir dayatmayı üstelik “tek başkent”le realize etmeye çalışmaktadır. Görevden alınma ve FBI-CIA skandalları arasında, bu da mı gündem değiştirmektir ya da muhafazakar siyaset yerküre üzerinde “gündem değiştirme” konusunda benzeşmekte midir? Ve yine bu hengame içinde olan Filistinliler’e ve bölgesel barış hayallerine mi olmaktadır…

Yrd. Doç. Dr. Deniz TANSİ

26 Eylül 2017 Salı

AYRILIKÇI EĞİLİMLERİN KÜRESELLEŞMESİ: BARZANİ ÖRNEĞİ


http://politikaakademisi.org/2017/09/26/ayrilikci-egilimlerin-kuresellesmesi-barzani-ornegi/

25 Eylül 2017’de, Barzani’nin -Irak anayasasında tanımlanan “Kürdistan Bölgesel Yönetimi” sınırları ve dışında “tek taraflı” olarak- düzenlediği ve Irak merkezi hükümeti ve uluslararası kurumlar tarafından tanınmayan referandumda “ezici çoğunlukla” bağımsızlık için evet çıkacağı belliydi. Konu Batı medyasında öylesine romantik bir üslupla ele alınıyor ki, konu Barzani’yi de aşarak, Türkiye, İran ve Suriye’yi kapsayan, “Büyük Kürdistan” haritasına odaklanıyor. İngiltere, Fransa ve Rusya’nın 19. yüzyılda, hatta Rusya’nın  18. yüzyıl sonlarından itibaren pişirdiği, “Kürt devleti hayali”, bir bakıma gerçek oluyor.
Bu süreci sadece, 1990’lardaki gelişmelerin bir uzantısı olarak görmek, elbette tarihsel arka planın bulunmadığı, yüzeysel ve güncel bir çerçevede sıkışmış gündemi ifade ediyor. Şeyh Ubeydullah İsyanı’ndan bu yana, 130 yılı aşan bir zaman diliminde, “ulus inşa etme süreci” artık son aşamada, kendi devletini, bugünün “düvel-i muazzama”sı ile dayatıyor. Sevr’in bugünkü en önemli savunucularından biri olan Mesut Barzani, babası Molla Mustafa Barzani ve dedesinin yolundan gidiyor. Ülkemizde de içselleştirilmiş bir söylemle, 4 ülkeye yayılmış bir halkın devlet kurması gerektiği savı, inşa edilmiş bir hakikat alanıyla bizleri sarmalıyor. Dolayısıyla, Türkiye’de “muhafazakar sağ”dan “sosyalist sol”a uzanan bir yelpazede, deyim yerindeyse kendisini farklı politik kimliklerle ortaya koyan bir lobi, artık “son günü“ beklemenin sabırsızlığı içinde davranıyor.
1916 Sykes-Picot, 1920 San Remo Konferansı ve Sevr Barış Antlaşması’nın yüzyıl sonra, bölge ve dünyadaki gelişmelerle uygulama alanı bulması, pek çok akademik teze hipotez oluşturacak bir problematiği dile getiriyor. Öte yandan, Ortadoğu’daki her bir adım kolaylaştırıcı bir işlev üstleniyor. Suriye Dışişleri Bakanı Velid Muallim’in SANA’ya verdiği mülakatta “Kürt özerkliğine” hazır oldukları mesajını vermesi, 2011 öncesine kadar, kendi Kürtleri’ne yurttaşlık dahi vermeyen rejim açısından hayli ilginç bir manevrayı işaret ediyor (http://www.reuters.com/article/us-mideast-crisis-syria-kurds/damascus-says-syrian-kurdish-autonomy-negotiable-report-idUSKCN1C10TJ).
Rusya’nın hazırladığı “yeni Suriye anayasası”nda, Kürtler’e özerkliğe zaten yer verilmişti (http://theduran.com/russias-constitution-for-syria-is-not-intended-seriously-and-is-just-a-diplomatic-play-full-text-and-analysis/). Öte yandan, sadece Ortadoğu’da değil, Avrupa’nın farklı coğrafyalarında da, tarihsel ayrılıkçı eğilimler siyasallaşmakta, resmi ya da gayrı resmi referandum talepleri ete kemiğe bürünmektedir. İskoçya’da yapılan referandumda, her ne kadar az bir oranla “birlikte kalma” iradesi ortaya çıksa da, yeni referandum talepleri ister istemez dillendirilmektedir. Özellikle Britanya’nın AB’den çıkması süreci, ülke sathında düzenlenen “Brexit” referandumundan sonra ortaya çıkınca, “Scotexit” konusu, yeniden gündeme getirilmiş, ancak genel seçimlerde İskoç Ulusal Partisi (SNP) gerilediğinden, talep şimdilik ertelenmek durumunda kalmıştır. Romanlara konu olan İspanya İç Savaşı’ndan neredeyse 80 sene sonra, yeniden bir çatışma öngörülmese de, Katalonya’nın referandumunu içeren bağımsızlık talebi ise, İspanya içinde siyasal gerilimi arttırmakta ve yeni bir çalkantı riskinden AB ve İspanya içinde korkulmaktadır. 1980’lerde ve 1990’larda Kanada’nın Quebec bölgesinin ayrılma referandumlarında “hayır” çıksa da, her bir referandum, kazanılan özerklik ve imtiyazların artmasına neden olmaktadır.
Dolayısıyla, “ayrılıkçı eğilimler” İskoçya’dan Katalonya’ya, oradan Irak Kürt Bölgesel Yönetimi’ne uzanırken, buna küreselleşme-yönetişim hattından bakmaktan çok, yeni ulus-devlet talepleri olarak değerlendirmek gerekmektedir. Yaşananlar post-modern bir yüzeyden ziyade, “yeni tip bir modernleşme” zemininde görülmektedir. Avrupa coğrafyasında, yaşanan siyasal birikimle belki bu talepler, AB’yi de zayıflatacak, “çok devletli” bir kıta ile sonuçlanabilir. Bununla birlikte, Ortadoğu’da sadece İsrail’in bölge ülkesi olarak desteklediği ve büyük güçlerin hızlandırdığı “Barzani referandumu” ile ortaya konulan talep, kanlı ve kronik bir çatışma ortamını göstermektedir. Üstelik Ruslar’ın hazırladığı anayasa ile PKK/PYD terör yapılanması, “yeni Suriye”de teritoryal bir alanda, siyasi bir antiteye dönüşmek üzeredir. Hatta Türkiye içinde, PKK/KCK terör yapılanmasının belediyeler için öngördüğü “özyönetim” modeli, Suriye’deki sözde kantonal yapılanmayla aynı kapsamda ele alınmaktadır. Bu da, Türk kamu yönetimi içinde yer alan bir kısım belediyelerin, siyasi ve mali anlamda, bir paralel terör yönetimi tarafından manipüle edilmesi anlamını taşımaktadır.
Barzani referandumuna kanımca bir de bu yönden bakmak yerinde olacaktır…

12 Eylül 2017 Salı

BARZANİ REFERANDUMU ÖNCESİNDE İSRAİL’İN KÜRT POLİTİKASI


http://politikaakademisi.org/2017/09/12/barzani-referandumu-oncesinde-israilin-kurt-politikasi/

7 Eylül 2017’de, ABD’deki önemli düşünce kuruluşlarından Washington Institute, İsrail Genelkurmay Başkan Yardımcısı Yair Golan’ı ağırladı. Soru-cevap bölümünde,  General Golan’ın PKK terörü ve Barzani bağımsızlığı hakkında söyledikleri gerçekten inanılmazdı. Türk medyasına da düşen beyanlarında, Golan, İsrail devletini bağlamadığını ifade ettiği sözlerinde, PKK’yı terör örgütü olarak görmediğini dile getirdi (http://www.washingtoninstitute.org/uploads/Documents/other/GolanTranscript20170907-3.pdf).
Aslında İsrail’in Kürt politikasında, Golan’ın da işaret ettiği üzere, 1950’lerin sonundan beri Irak Kürtleri ağırlıklı bir bakış açısı ve gelecek stratejisi mevcuttur.  Irak’ta 1958’de General Kasım’ın gerçekleştirdiği askeri darbeden sonra, Molla Mustafa Barzani, SSCB’den dönerek kendi deyimiyle devrime  destek vermişti. SSCB’ye ise, İran’ın SSCB tarafından geçici olarak Britanya ile eşzamanlı işgal edildiğinde, SSCB destekli kukla Mahabad Kürt devletinin bileşenlerinden biri olmak için geldiği ve İran merkezi kuvvetlerinden kaçmak zorunda kaldığı İran’dan gelmişti. 12 senelik sürgünden sonra, Irak’a geçtiğinde, beklentisi “özerklik” idi. Kasım’dan beklediği vaatlerin yerine gelmemesi üzerine, 1962-1975 arasında Irak’ta bir Kürt ayaklanması başlattı. Bu ayaklanmaya, 1958 darbesinden sonra SSCB’ye yaklaşan Kasım’ı destabilize etmek için bölgedeki  ABD müttefikleri, “Şah’ın İran’ı” ve İsrail destek verdi.  Türkiye, kendi iç ahengini bozmamak adına, ayaklanmaya sempatik bakmadığı gibi, tedirginlik yaşadı. ABD müttefikleri arasındaki çelişkiler bir yana, İsrail, “Arap olmayan bir bölgesel müttefik” kazanma uğruna Irak’ta özel bir Kürt politikası izledi. 1975’te Irak’ın ABD ile ilişkileri düzelmeye başlayınca, İran Kürt hareketine verdiği desteği kesti ve iki ülke arasında Cezayir Antlaşması imzalandı. Irak merkezi kuvvetleri Barzani liderliğindeki Kürt aşiretlerine saldırınca, İran sınırı kapadı ve yeni katliamlar gerçekleşti.
İsrail, doğrudan olmasa da dolaylı destek politikasına devam etti. Kültürel ve antropolojik çalışmalar, akademik faaliyetler, bu alanda kesifleşti. Zaman zaman psikolojik harp teknikleriyle, Barzani’nin Yahudi olduğu efsaneleri üretildi. Bu yakınlaşma için çıkarılan tevatürler, ne kadar devlet kaynaklıydı elbette bilinemez. Ve İsrail’in “Kürt politikası” başlığından ziyade “Barzani politikası” demek, belki belli bir süreç için daha isabetli olurdu.
İran-Irak Savaşı arasında, göreli anlamda hareket serbestisi kazanan Barzani ve Talabani çizgisi, savaş sonrası Halepçe Katliamı’nın darbesini alsa da, ne zaman ki Birinci Körfez Savaşı sonrası, 36. Paralel’in kuzeyi, BMGK kararıyla “uçuşa yasak bölge” ilan edildi, güvenliği İncirlik’te konuşlanan uluslararası Çekiç Güç tarafından sağlandı, işte o zaman bölgenin yazgısı, Kürtler’in kaderi değişti.
Seymour Hersh’in 2004 yazında The New Yorker’da kaleme aldığı “Plan B” makalesinde de görüldüğü üzere, gerek iki Körfez Savaşı, gerekse de İkinci Körfez Savaşı (Irak Savaşı) sonrasında, Barzani’nin “Peşmergeleri”, İsrail Ordusu’ndan emekli olduğu ya da istifa ettiği rivayet edilen seçkin subayların oluşturduğu Mistaravim tarafından eğitildi (https://www.newyorker.com/magazine/2004/06/28/plan-b-2). Barzani, 2005’te ABD’nin hazırlattığı ve oylattığı “yeni Irak federal anayasasıyla” özerkliğe kavuşurken, artık Peşmergeleri de ordulaşmıştı. Gün geçtikçe gerek iktisadi, gerekse de askeri açıdan, Irak devletinden fiilen uzaklaşmaya başladı.
Daha geçen ay İsrail Başbakanı Netanyahu’nun –Jerusalem Post’un haberine göre- ülkesini ziyaret eden ABD Kongresi’nden 33 Cumhuriyetçi milletvekiline “Kürtler bağımsız devlet sahibi olmalı” dediğini bir yere kaydedelim (http://www.jpost.com/Middle-East/Netanyahu-to-Congressmen-Kurds-should-have-a-state-502336).
Barzani ise, Türkiye’nin kurucu antlaşması Lozan’a atıfta bulunarak, “Lozan Antlaşması’ndan bu yana bağımsızlığı hayal ediyoruz. Bölgedeki yeni gerçekler Ortadoğu haritasını yeniden çiziyor. Söz konusu antlaşmada Osmanlı İmparatorluğu’ndan geri kalanlardan Kürtlere bir devlet sağlanması taahhüdüne uyulmadı” dedi (http://www.aljazeera.com.tr/haber/barzani-lozandan-beri-bagimsizligi-hayal-ediyoruz).
1991’den sonra, 1916 Sykes Picot ve 1920 San Remo düzeni anımsatılırken, bölgedeki işgaller ve iç çatışmaların nasıl sonuçlar yarattığı görülmektedir. 2011 sonrası, Suriye’deki kaosta Türkiye üzerinden bölgesel vesayet hesapları yapılırken, Suriye’nin kuzeyinde PKK terör örgütünün ikiz yapılanması PYD, kantonal yapı egzersizlerinde, ABD ve Rusya’nın desteğini aldı. Hatta Ruslar’ın hazırladığı yeni anayasa taslağında, “PYD bölgesine özerklik” bile tanımlandı (https://www.memri.org/reports/russian-draft-proposal-new-syrian-constitution). Barzani ve PYD arasında ne kadar uzlaşmaz çelişkiler olduğu savlansa da, ikiz bir özerkliğin, Akdeniz’den İran sınırına bir “büyük Kürdistan” hayalini, Araplar devletsizleşirken, Kürtler için mümkün kılan bir altyapıyı hazırladığı gözüküyor.
İsrail’in Barzani politikasının yanısıra, PKK-PYD hattında, her ne kadar General Golan görüşlerinin kendi devletini bağlamadığını iddia etse de, Hizbullah-İran-Esad tehdidine karşı Suriye’de PYD’yi, Irak’taki İran vesayetindeki merkezi yönetimine karşı Barzani’yi desteklemesi sadece İran karşıtlığıyla açıklanabilir mi?
Türkiye açısından bakılacak olursa, iktidar partisinin büyük kongresinde “Türkiye seninle gurur duyuyor” diye karşılanan Barzani, Nakşilik ve ABD müttefikliği zemininde, 2007 Beyaz Saray zirvesi sonrası Türkiye’nin resmi ilişki kurduğu bir antitenin başıdır. 1991-2003 arası, Türkiye’nin de katkılarıyla, ekonomik bir temel kazanmıştır. Her ne kadar siyasal iktidar Barzani referandumuna resmi söylemde karşı çıksa da, asıl kaygıyı, domino etkisi ve Suriye’deki PKK-PYD terörü çerçevesinde hissetmektedir.
Parçalanan Ortadoğu’da Kürt devlet/devletçikleri, İsrail açısından nefes alma kanalları mıdır? İsrail’in görev süresi  bitmekte olan ve Türkiye’de veda ziyaretlerini gerçekleştiren İstanbul Başkonsolosu Shai Cohen, Hürriyet’e verdiği mülakatta “Kürt devleti konusunda İsrail bir taraf değil” demiştir (http://www.hurriyet.com.tr/kurt-devleti-konusunda-israil-bir-taraf-degil-40574911). Bununla birlikte, ortaya konulan politika, “Kürt bağımsızlığı”nın İsrail’in bölgede 1950’lerden beri geliştirdiği siyasalarda politikasının bir unsuru haline getirildiğini net biçimde göstermektedir.
Türkiye-İsrail ilişkileri normalleşirken, Barzani yaklaşımındaki koşutluklar, PKK-PYD teröründe siyasi açmaza dönüşmektedir. Barzani referandumu öncesi, İsrail, Kürt politikasında artık daha açık konuşmaktadır. Yaşanan gelişmeler, ABD-Rusya dahil, küresel ve bölgesel aktörlerin hesaplarını bir kez daha bozacak bir içeriktedir. Türkiye ise bu parantezde  ne yazık ki daha yapısal sorunlara gebedir…
Yrd. Doç. Dr. Deniz TANSİ

23 Ağustos 2017 Çarşamba

ORTADOĞU'DA KÜRESEL MUHAFAZAKARLIK VE YENİDEN REALİZM...


http://www.sosyaldemokratdergi.org/deniz-tansi-ortadoguda-kuresel-muhafazakarlik-ve-yeniden-realizm/

Tarihsel süreç içinde, büyük güçlerin rekabet ve savaş alanı olan Ortadoğu, ne yazık ki akıllara; kan, gözyaşı, çatışma ve terörle geliyor. Trump’ın ABD başkanlığı görevini üstlenmesinden sonra farklı bir Ortadoğu tasarımıyla karşı karşıya gelinmiş görülüyor. Her ne kadar özde bir değişiklik kaydedilmiyorsa da,  Obama dönemindeki “sözde Arap Baharı”, “ılımlı İslam”, “İhvan” ve “Katar” başlıklı siyasalar, artık değerini yitirmiş gözüküyor.
Obama; “piyasa ekonomisi”, “biçimsel demokrasi” ve “İslamcı” akımlar arasında bir ilinti kurarak bölgedeki değişimi -deyim yerindeyse- değerlere dayalı, İslamcı bir demokrasiyle yerine getirecek bir arayış içindeydi.  Bu anlayış ise, “neo-con” Oğul Bush ve ekibinin 11 Eylül 2001 sonrası Ilımlı İslam arayışlarının “liberal” bir uzantısıydı. Obama, savaş yerine iç siyasal mobilizasyonla, 1980’lerin sonunda Doğu Bloku’nun yıkılmasında tanık olunduğu üzere, Ortadoğu’da da İslamcı ağırlığı olan “halk ayaklanmaları” yoluyla özgürlüklerin sağlanacağı gibi oksimoron bir siyaset güttü.
Ortadoğu’da Trump faktörü
Sonuçta, Libya’da devlet fiilen ortadan kalktı ve Suriye kaosunda logaritmik bir sıçrama gösteren IŞİD -Irak içlerinden Suriye’ye kadar uzanan- “kapkara bir imparatorluğa” dönüştü. Mısır’da İhvan en fazla bir yıl iktidar oldu; Mübarek’i deviren askerler Mursi’yi de devirerek, Suudlar’ın ve Körfez ülkelerinin sponsorluğunda, Batı destekli bir darbeyle Genelkurmay Başkanı Sisi’yi ülkenin başına geçirdiler.  Bu dönemde, “sözde Arap Baharı”nın merkezinde Suriye yer almıştı. “Esad gidecek, İhvan gelecek” sloganında, Türkiye’deki siyasal iktidar da heveslenirken; ortaya Rusya’nın ağırlığının arttığı, askeri, iktisadi ve sosyal açıdan nüfuz ettiği, haritası bölünen bir Suriye coğrafyası çıktı.
Obama sonrasında Trump, Rusya ile birlikte “IŞİD karşıtı siyasete” ağırlık verirken, yine Rusya ile beraber Suriye’de PYD yapılanmasına “IŞİD karşıtlığı” çerçevesinde destek verdi.  25      Eylül 2017’de bağımsızlık referandumuna hazırlanan Irak Kürdistan Bölgesel Yönetimi’nin Başkanı Barzani de, hem siyasal iktidarın, hem de ABD’nin en sağlam müttefiklerinden biri olarak güçleniyor.  Trump, bölgeye gerçekleştirdiği ziyaret öncesi Mısır devlet başkanı Sisi’yi en iyi şekilde ağırlayarak, tercihlerini vurguladı. Bölgedeki temaslarında ise Suudi Arabistan, İsrail ve Vatikan ön planda konumlandı.
Trump, Suudi Arabistan’ın bölgede ABD siyasetindeki konumunu merkezi zemine alırken, 110 milyar dolarlık silah satışı anlaşmasıyla net mesajlar verdi. İsrail’i ABD’nin “stratejik ortağı” olarak yeniden ön plana çıkardı; Obama döneminde yara alan ilişkileri onardı. Suudi Arabistan’la Sünni İslam’a, İsrail’le Yahudi dünyasına, Vatikan’la ise Katolik Hıristiyan dünyasına seslendi. Huntington’ın “medeniyetler çatışması” tezinde, dinlere dayalı uygarlıklar çatışmasına başka bir pencereden bakarak, bu sefer yine dinler üzerinden “uygarlıklar uzlaşması” tasarımını ortaya koydu. Dikkat edilecek olursa, ister “çatışma” isterse de “uzlaşma”da referans, dinler üzerinden veriliyor ve her ikisinde de muhafazakar bir siyaset anlayışı öne çıkıyor. Trump’ın muhafazakarlığında, ülkelerin rejimlerinde demokratik bir nitelik aramayıp her rejimi olduğu gibi kabul ederek, stratejik işbirliği ve elbette ABD çıkarları kutsanıyor. Bu yüzden, Suud rejimi ile İsrail siyaseti gibi çok zıt gözüken yapılar ABD siyasetinde belli bir yüzeye yerleşiyor.
Katar krizi ve Türkiye
Bu bağlamda ise “İran karşıtlığı” çok daha fazla pekiştiriliyor. Zira Suud ve İsrail rejimlerinin ortak düşmanı “İran tehdidi” olarak gündeme geliyor. Tam da bu noktada, “Katar krizi” bir başlık olarak yükseliyor. Basra Körfezi’nde İran’la ortak doğal gaz alanları, Hamas’a gösterdiği ev sahipliği, sözde Arap Baharı sırasında İhvan’a verdiği destek ve El Cezire’yi “bölgesel bir CNN” gibi kullanarak Ortadoğu’da “canlı yayında halk devrimleri” örgütlemesi Katar’ı hedef ülke haline getirdi.
Türkiye’de siyasal İslam zeminindeki siyasal iktidar, Suudi Arabistan’la ilişkilere her zaman özen gösterirken, “Katar krizi”nde, simgesel bir askeri üsle, sürece ortadan dahil oldu. Suudi Arabistan’a ve Körfez ülkelerine meydan okurken, Suriye’ye olası yeni askeri operasyonlar için sinyaller verdi. Ancak ABD’nin Suudi Arabistan ve Körfez ülkeleri, İsrail, Mısır, Ürdün temelindeki siyasetinde, Türkiye’nin tamamen sistem dışına çıkacağı beklentisi boşunadır. Nasıl bir zamanlar Suriye üzerinden bölgesel liderlik taslanmaya çalışılmışsa, Katar krizinde bu ülkeyle “ikili bir değerli yalnızlık” ya da ayrı bir merkez olmaya mı çalışılmaktadır? Rusya’yla yakınlaşan siyaset, Suriye’deki siyasette tamamen ters düşmektedir.
Bu bağlamda, Trump’ın siyasetinde “demokrasi ihracı” değil, muhafazakar siyasetin uluslararası ilişkilerdeki realizmi gündeme gelmekte; bir zamanlar Türkiye-Suriye-Mısır üzerinden düşünülen “İhvan kuşağı” çok hızlı biçimde tarihin arşivinde sararmaktadır. Siyasal iktidar ise, “değerler” ve “realizm” ikileminde, daha önce defalarca görüldüğü üzere, yine kısa sürede realizmle nikah tazeleyecektir.
*Deniz Tansi
Yrd. Doç. Dr., Yeditepe Üniversitesi
dtansi@gmail.com

21 Ağustos 2017 Pazartesi

BARZANİ REFERANDUMU NE ANLAMA GELİYOR?


http://politikaakademisi.org/2017/08/21/barzani-referandumu-ne-anlama-geliyor/

25 Eylül 2017’de düzenleneceği açıklanan, Irak anayasasına göre Kürdistan Bölgesel Yönetimi olarak adlandırılan Barzani bölgesinin “bağımsızlık referandumu”, pek çok soru işaretini de beraberinde getiriyor. 30 Ocak 2005’te, ABD vesayetinde oylanan Irak anayasa referandumunda, Barzani’nin kontrolündeki bölgede, gayrı resmi bir sandık konularak, sözde bağımsızlık referandumu da eşzamanlı yapılmış ve % 99’a yakın “evet” oyu verildiği açıklanmıştı. 12 yıl sonra ikinci kez gündeme gelen 2017 model “sözde bağımsızlık referandumu” arefesinde, aradan geçen pek çok olay ve olgu olduğunu not etmek gerekmektedir.
1991’deki Birinci Körfez Savaşı’nın ardından, Saddam’ın Barzani ve Talabani güçlerine karşı geçtiği saldırı sonrası, Türkiye’nin BM Güvenlik Konseyi’ne başvurusu üzerine, 36. paralelin kuzeyi Saddam’a “uçuşa yasak bölge” haline getirilmiş, bölgenin güvenliği de İncirlik üssünde konuşlanan uluslararası Çekiç Güç’e verilmişti. Bu bölge, 1991-2003 yani iki körfez savaşı arasındaki dönemde, bir antiteye yani siyasal varlığa dönüştü. Türkiye ve Ortadoğu’da ilginç olan konu, Britanya ve Rusya arasında “Şark Meselesi”nin yaratıldığı, 19. yüzyılın son çeyreğinden itibaren Batı vesayetinde bir Kürt bağımsızlığı ya da Kürt hareketinin farklı vesilelerle gündeme gelmiş olmasıdır. 1881’de, ilk modern Kürt isyanı sayılan Şeyh Ubeydullah isyanından beri, bu çelişki, çeşitli vesilelerle yaşanmaktadır.
Benzer durum, Sevr’deki ”Kürt özerkliği” ya da Ulusal Kurtuluş Savaşı sürecinde yaşanan “Koçgiri isyanı”, Cumhuriyet sonrası “Şeyh Sait isyanı”nda defalarca tekrarlanmıştır. Önceleri İslamcı hareketlerle anılan bu ayaklanmalar, 1950’lerde Ortadoğu, 1960’lardan itibarense Türkiye özelinde sol hareketlerle harmanlanmış, hatta günümüzde Türkiye’deki sol siyasetin üzerinde tahakküm kurmaya varan bir çerçeveye ulaşmıştır.
Peki Barzani bu fotoğrafın neresindedir. Baba Molla Mustafa Barzani, 1958’de General Kasım’ın  darbesinden sonra, SSCB’den Irak’a dönmüş; ancak beklediği özerklik vaadi yerine getirilmeyince, 1962-1975 arasında Şah’ın İran’ı ve İsrail’in ABD öncülüğündeki desteğiyle, “büyük ayaklanma”yı başlatmıştı. Türkiye’de feodaliteyi diline dolayan sol hareket, Barzani’nin aşiret özelliklerine yok saymış, farklı bir sentez arayışına girmişti. Ancak hesap etmedikleri, Barzani’nin olağanüstü “esnek” siyasetiydi. Sözgelimi SSCB destekli Baba Barzani, SSCB’den Irak’a döndükten sonra, ayaklanmasını ABD patronajında gerçekleştirmişti.
1991 sonrası oğul Barzani, aşiret özellikleri, İslami karakteri ve Nakşibendi kökleriyle, daha çok kendini göstermeye başladı. İran-Irak Savaşı sürecinde hareket serbestisi kazanan Barzani, iki körfez savaşı arasında önce Talabani’yle çatıştı, sonra Türkiye-ABD aracılığında Talabani’yle uzlaştı, Irak anayasasıyla “özerkleşti”, hatta bir ara “Yahudi” olduğu söylentisiyle İsrail’le geleneksel bağını güçlendirdi ve bugün de bağımsızlık için nabız yokluyor. Öte yandan, Türkiye’de iktidar partisinin (AKP) büyük kongresinde “Türkiye seninle gurur duyuyor” sloganıyla karşılandı ve Nakşi-İslamcı yönüyle Türkiye’de muhafazakarlığın İslamcı yönünü ve ortak paydasını vurgulamasına vesile olundu. “Kemalist Cumhuriyet”e karşı olma parantezinde, “sosyalist sol”dan “İslamcı sağ”a uzanan geniş bir politik spektrumun aktif ya da pasif desteğini aldı.
Belki bugün “bağımsızlık” Barzani açısından biraz daha vade gerektiriyor. Ancak artık imkansız değil; sadece zamanlama meselesini içeriyor. Suriye’deki “PYD” terörüne karşı, daha “zararsız”, Britanya ve ABD hattındaki “bizim çocuk” Barzani’ye karşı, bölgesel bir hareketin mimarisi gerçekten çok zor. İran Genelkurmay Başkanı’nın Türkiye ziyareti, bölgesel bir hareketin emaresi gibi görülse de, fazlaca anlam yüklenen bir teması andırıyor. Zira Barzani, Batılı güçlerin yanısıra, Rusya’yla da dengeli bir siyasetle, sosyalist, İslamcı, sağcı, solcu, bölgesel-bölge dışı güçlerle oldukça pragmatik bir diplomasi ve yaklaşımla adım adım hedefine ilerliyor.
Suriye’de Kürt bölgesiyle, Barzani bölgesi, “büyük Kürdistan” haritasını oluşturur mu? Bu birleşik harita Akdeniz’e bu vesileyle ulaşır mı? Fazlaca komplo teorisi kokan bu zihni egzersizler, Barzani’ye sadece hareket alanı kazandırıyor. İktidar partisi delegelerinin “Türkiye seninle gurur duyuyor” diye slogan attığı, en sekülerinden, en muhafazakarına Türk burjuvazisinin 1200 şirketi ve daha fazlasının iş yaptığı, İsrail’in Mistaravim grubunun Peşmergeler’i eğittiği, ticari ve sınai yatırım yaptığı, ABD üslerinin arttığı, Rusya ve Çin yatırımlarının yoğunlaştığı Barzani bölgesi, olanca rahatlığıyla bu ya da bundan sonraki referandumlarla kendisine bir meşruiyet alanı çiziyor. Bölgesel ve bölge dışı güçler de, bu tarihi sürece tanıklık ediyor ve bu süreci işbirlikleriyle güçlendiriyor.
Yaşanan tarihsel dönüşüm; Musul, Kerkük meselesi, Irak merkezi yönetiminin olası tepkisi, çöken IŞİD sonrası ortam derken, bölgedeki parçalanan Araplar, devletleşen Kürtler ve seyirci ülkelerle ilginç bir tabloyu ortaya koyuyor…

Yrd. Doç. Dr. Deniz TANSİ

31 Temmuz 2017 Pazartesi

EL AKSA’DA 50 YILIN KRİZİ…


http://politikaakademisi.org/2017/07/31/el-aksada-50-yilin-krizi/

14 Temmuz Cuma gününden beri İsrail’in El Aksa’da yaşadığı bir kriz var. İki İsrail polisini öldürdükten sonra El Aksa’ya saklanan üç Filistinli’nin İsrail polisince öldürülmesi olaylara neden olurken, İsrail hükümetinin Cami’de silah saklandığı savıyla Harem-üş Şerif girişine metal dedektörler koyması, gerilimi daha da arttırdı. 24 Temmuz’da dedektörlerin kaldırılması durumu biraz olsun kolaylaştırmış gözükse de, bölgede ve özellikle Türkiye’de yaşanan durum, gerçekten pek çok soru işaretini beraberinde getirmektedir.  (http://www.hurriyet.com.tr/yazarlar/murat-yetkin/israille-gerilimin-baska-hassas-boyutlari-var-40535602)
El Aksa ya da diğer adıyla Mescid-i Aksa, Müslümanlar’ın “ilk kıblesi” sayılmaktadır. Miraç gecesinde, kıblenin Mekke’ye alındığına inanılmaktadır. Mescid-i Aksa ve Hz. Ömer döneminde inşa edilen Kubbet’üs Sahra’nın bulunduğu alan Harem-üş Şerif olarak adlandırılmaktadır. 1967 savaşında el değiştiren Kudüs, İsrail yönetiminde farklı tartışmalarla gündeme gelmiştir. En çok kuşku duyulan konu ise, Tapınak Dağı olarak anılan sahada, Harem-üş Şerif’in bir kısmını çevreleyen, Ağlama Duvarı ya da Batı Duvarı olarak anılan yerdir. Bu yer, Yahudiler için en kutsal mekan olarak kabul edilmektedir. Zira Batı Duvarı, tek tanrılı dinlerin ilk mabedi olarak kayıtlara geçen Hz. Süleyman tapınağının Batı duvarı olarak ifade edilmekte, Müslümanlar ise, Harem-üş Şerif’in kazılarla ve baskı politikalarıyla ortadan kaldırılacağından endişe etmektedirler.
İnançlarla anılan Kudüs’te, Harem-üş Şerif’in yanındaki yokuş, “çileli yol” olarak bilinen Villa de Rosa’dır. Hz. İsa’nın çarmıhı taşıdığına inanılan yolun sonunda, mezarının olduğuna inanılan Hristiyan Kilisesi vardır. Harem-üş Şerif’ten baktığınızda, gördüğünüz tepe ise, Falih Rıfkı Atay’ın romanına isim olan Zeytindağı’dır. Hz. İsa’nın ilk vaazını da burada verdiği dile getirilmektedir.
Britanya’nın koloni idaresini bitirmeden önce, 29 Kasım 1947’de BM Genel Kurulu gündemine getirdiği 181 sayılı kararı belirten “taksim planı”nda, Kudüs, BM gözetiminde bir uluslararası antite olarak idare edilecekti. Adını saydığımız kutsal mekanların iç içe olduğu Kudüs’ün içindeki “eski şehir” de BM tarafından yönetilecekti.
İsrail kurulduktan sonra yaşanan 1948-1949‘daki Arap-İsrail Savaşı’nın sonunda, Doğu Kudüs, 1967’ye kadar Ürdün’ün elinde kaldı. O zaman Arap dünyasında bir “Kudüs tartışması” ya da 1958’e kadar bir “Filistin davası” başlıklı bir konu çok fazla ön planda değildi. Ne zaman ki 1967 savaşında İsrail Doğu Kudüs’ü ve kutsal mekanları da ele geçirdi, 50 yıldan beri bu konular tartışılıyor.
Günümüzde, Batı Şeria’da kısıtlı bir alanda Filistin Otoritesi yaşamını sürdürmeye çalışsa da, Gazze’deki Hamas, uluslararası alanda, özellikle İslam dünyasında daha çok dikkat çekiyor. 2000 yılında Ariel Şaron’un zorla Harem-üş Şerif’i ziyaret etme girişimi, II. İntifada ile sonuçlanmıştı. Bu kadar hassas bir çerçevede, İsrail’in konuya yaklaşımı, hem iç dengeler, hem de uluslararası dengelerle bağlantılı olarak ortaya konuluyor. Kırılgan koalisyonun Başbakanı Netanyahu, bir yandan muhafazakar görüntüsünü kaybetmemeye çalışırken, bir yandan da  Doğu Akdeniz’de Türkiye’yle 2016’da başlayan normalleşmeyi sonlandırmak istemiyor. Bununla birlikte, Türkiye’ye karşı sert bir dil kullanmaktan da geriye kalmıyor.
ABD Başkanı Trump’ın Netanyahu’yu destekleyen siyaseti, şimdilik uygulamasa da, ABD Büyükelçiliği’nin 1967 tarihli 242 sayılı BM Güvenlik Konseyi kararına göre işgal altında olduğu tescillenen Kudüs’e taşınma söylemi, İsrail hükümetine dünya siyasetinde biraz daha cesaret vermiştir. Ama bu tümden bir meydan okumayı içermemektedir.
Türkiye’de ise siyasal iktidar, şöyle bir çelişkiyi sürdürmektedir. İsrail hükümeti gibi, 2016’da normalleşen ilişkileri sona erdirecek bir sert hamleye girişmezken, İslam İşbirliği Örgütü’nün dönem Başkanı sıfatıyla, konuyu uluslararası platforma taşımakta, sert bir dil kullanmaktadır.
Siyasal iktidarın çelişik gözükse de, diplomasi-iç siyaset dengesindeki tutumu, Mavi Marmara gibi bir ortamın oluşmaması, sokakta aynı dengeyle karşılık bulmamaktadır. BBP’ye bağlı Alperen Ocakları’nın 20 Temmuz’da Türkiye’nin Yahudi yurttaşlarının kutsal mekanı Neve Şalom’a yönelik saldırısı, çok düşündürücüdür. Çünkü “sokaktaki sağ”ın bilinç altında, kendi yurttaşlarının bir bölümünü, inancı ve etnik kökeninden dolayı, bir başka ülkeye karşı “rehine” gören  tezahürü vardır.
21 Temmuz Beyazıt ve 30 Temmuz Yenikapı mitinglerinde, Saadet Partisi’nin öne çıktığı mitinglerde, İsrail karşıtlığından yola çıkarak, anti-semitizm, Türkiye’deki laik düzen ve pek çok konu harmanlanmış, 30 Temmuz’da İsrail’in protesto edildiği gün, eski Hıristiyan mabedi Ayasofya’nın Müslüman mabedi olarak tekrar açılmasının, El Aksa’daki düzenlemelere bir yanıt olacağı ileri sürülmüştür.
Kafalar karışık, siyaset kompleks, sokak ise nefret söylemiyle, tüm dünyaya karşıdır. Kudüs mü? O da, bu konuda iç siyasete yönelik araçsal bir verimlilik içermekte midir?

Yrd. Doç. Dr. Deniz TANSİ

TEKİRDAĞ SÜLEYMANPAŞA BELEDİYESİ "LOZAN GERÇEKLERİ" KONFERANSIM...


https://www.facebook.com/deniz.tansi/media_set?set=a.1632234383476222.1073741834.100000690283823&type=3&pnref=story
http://www.hurriyet.com.tr/lozan-gercekleri-konferansi-buyuk-ilgi-gordu-40532479

9 Haziran 2017 Cuma

BRİTANYA’DA NE “BREXIT”, NE DE “SCOTEXIT”


http://politikaakademisi.org/2017/06/09/britanyada-ne-brexit-ne-de-scotexit/

8 Haziran 2017’de Britanya’da yapılan erken seçimler, dünyada son yıllarda hızlıca estirilen “otoriter ve popülist sağ” rüzgarı durdurmasa da, en azından söz konusu trendi dindiren bir ara durak işlevi gördü.  2015 genel seçimlerinin galibi Muhafazakarlar, 2016’da Brexit oylaması sonucunda, Britanya’nın AB’den ayrılmasını öngören 50. maddenin işletilmesini sağlayan süreci başlattılar. Resmen 2017 ilkbaharında başlayan yeni süreç, Muhafazakar Parti liderliğinde, 2016 referandumu sonrası nöbet değişimi getirmiş, kararsız kalan Başbakan David Cameron ise yerini “yeni demir Lady” olarak anılan Theresa May’e bırakmak durumunda kalmıştı. May, “Brexit” konusundaki kararlılığını her fırsatta dile getirmiş, buna koşut olaraksa, İskoçya’da “Scotexit” yani İskoçya’nın Britanya’dan ayrılması kampanyası ifade edilmeye başlanmıştı. Anımsanacağı üzere, 18 Eylül 2014’de İskoçya’nın Britanya’dan ayrılması hakkındaki referandumda, % 55 civarındaki “hayır” oyları, İskoçya’nın Birleşik Krallık’ta kalmasını sağlamıştı. Westminster partileri olarak anılan, Muhafazakarlar, İşçi Partisi ve Liberaller, “hayır” üzerinde önemli bir işbirliği sağlamışlar, ülkede birlik sağlama refleksi ön plana geçmişti.
Ne var ki, 2016 Brexit sonrası, İskoçya’daki tartışmalar, 2014 öncesi gibi ses getirmedi. Bununla birlikte, Muhafazakar iktidarın erken seçim talebinde görüldüğü üzere, daha kuvvetli bir Brexit vurgusunu yaşama geçirmek için, siyasal iradeyi tazeleme gereksinimi doğdu. İşte tam da bu çerçevede, İşçi Partisi’nde 12 Eylül 2015’ten beri Genel Başkanlık görevini üstlenen Jeremy Corbyn faktörü ön plana geldi. Partide Tony Blair’in neoliberal “yeni sol” söyleminin tersine, Marksist çizgiye ve Marksist sol’un klasik değerlerine yakın olan Corbyn, gençler içindeki popülaritesiyle beklenmedik bir ilerleme sağladı ve de en önemlisi İskoç Ulusal Partisi’ne kaptırılan oyları da geri alarak, önemli bir çıkış yakaladı. 2015’te % 30,4 oyla 232 sandalye kazanan İşçi Partisi, dünkü seçimlerde oylarını % 40,3’e çıkardı ve 261 milletvekiline ulaştı. Gerçi Muhafazakarlar da oylarını % 36,9’dan % 42,4’e çıkardı, ancak 330 olan sandalye sayısı 315 ya da 316 civarında kaldı. Sonuçta, Muhafazakarlar mutlak çoğunluğu kaybetti, İşçi Partisi çok önemli bir çıkış yakaladı ve İskoç Ulusal Partisi’nin oyları ise % 4,7’den % 3,1’e, sandalye sayısı da 54’den 35’e düştü.
2017 uk hung parliament
Seçim grafiği
Muhafazakar hükümetin 2015’e kadar ortağı olan Liberaller, % 7,9’dan % 7,1’e düşen oy oranlarına karşın, sandalye sayılarını 9’dan 12’ye çıkardılar. 2016 sonrasında muhalefet düzeyi daha da artan Tim Farron’un Liberal Demokrat Partisi, yeni dönemde koalisyona girer mi, ya da hangi koşullarla girer, Brexit ne olur, Corbyn liderliğindeki İşçi Partisi daha yoğun bir çalışmayla, güçlü ve belirleyici bir ana muhalefet olarak sadece Britanya’da değil, dünya siyasetinde de  sol bir karşı duruşu geliştirir mi? Bu gibi sorulara yanıtları önümüzdeki günlerde göreceğiz…
Muhafazakarlar ise, “burunlarından kıl aldırmayan”, sol’u küçümseyen, AB’den kopuşu hızlandıran ve Trump Amerikası ile birlikte görüntü çizen anlayışlarını, yeni dönemde koalisyon zorunluluğu ile törpülemek durumunda kalırlar mı? Aslında bu bile parlamenter sistemin önemini, demokratik işleyişin konumunu bize anımsatıyor. Uzlaşmaya dayalı bir yönetim, çoğunlukçu değil ama çoğulcu bir anlayışla mümkün olabiliyor.
Kendi içindeki çelişkilere karşın, Britanya demokrasisi yine dünyaya dersler vermeyi sürdürüyor, ancak bundan en çok rahatsız olanların başında, daha düne kadar İşçi Partili Müslüman kökenli Londra Belediye Başkanıyla, Twitter’da polemiğe giren Trump’da hissedilebiliyor. ABD’nin klasik stratejik ortağı Britanya’da sol iktidara gelmese de, güçlü ana muhalefet, üstelik Liberallere gereksinim duyan bir Muhafazakar iktidar, Trump için kabusa dönüşmüş gözüküyor. Herhalde, son yıllardaki Muhafazakar girdabın, en azından hızının kesilmesi açısından, geleceğe yönelik umutlar için, küçük de olsa bir ışık belirdi.
Britanya’da Brexit ve Scotexit, sandıkta ciddi yara aldı. Herhalde ülke içinde birliği sağlamak, yine sol’un birleştirici söyleminde ve siyasetinde olacak…
Yrd. Doç. Dr. Deniz TANSİ

8 Haziran 2017 Perşembe

KATAR’DA ‘KILIÇ DANSI’


http://politikaakademisi.org/2017/06/07/katarda-kilic-dansi/

Son yıllarda Türkiye’de adı en çok geçen ülkelerden birisi de Katar olarak kaydediliyor. Aslında sadece ülkemizde değil,  Ortadoğu ve dünya politikasında da sıklıkla vurgulanan, haritada çok dikkat çekmese de, doğalgaz zenginliğiyle ve farklı ülkelerdeki devasa yatırımlarıyla dikkat çeken bir Emirlik’ten söz ediyoruz. Basra Körfezi’nde Suudi Arabistan’a yakın Sünni rejimler kısaca “Körfez ülkeleri” olarak adlandırılırken, Katar, 1990’ların sonundan itibaren bölgesel anlamda da Suudi Arabistan’dan farklılaşan politikasıyla, tepki çeken bir unsur haline geldi.
2010 sonu ve 2011 başında “sözde Arap Baharı” olarak geçen olaylarda, Katar sermayesine ait El Cezire kanalı adeta “bölgesel CNN” olmaya soyundu. Katar’da olmayan demokrasi, Tunus, Mısır, Libya ve en son da Suriye’de talep edildi. “Naklen devrim” gerçekleştirme girişimlerinde, Mısır’da İhvan destekli bir yönetim istense de, Mursi’nin liderliğindeki İhvan sadece bir yıl dayanabildi ve ABD destekli bir askeri darbeyle devrildi. Sisi yönetimine, ertesi gün, Suudi Arabistan liderliğindeki Körfez ülkeleri 8 milyar $ verdiler; bir nevi “darbenin sponsoru” oldular. Libya’da El Kaide ve IŞİD’in güçlenmesi ve Suriye ve Irak derinliğinde “IŞİD imparatorluğu”nun kurulma girişimlerinde de hep Katar’ın adı geçti. Hamas’ın Gazze’deki konumu ve yaşanan çeşitli saldırılarda, Katar, özellikle Suriye kaosu başladıktan sonra, Hamas yöneticilerini ağırlayarak, İhvan-Hamas ekseninde bölgede belirleyici bir güç olmaya soyundu. Türkiye ile yakın siyasi, askeri ve ekonomik müttefik görünümünde, Körfez ülkelerinin son kararları da değerlendirildiğinde, ikili bir “değerli yalnızlık” senaryosunun pekiştiğini gözlemlemek mümkündür.
Bölgesel vesayet arayışlarında, ABD Başkanı Donald Trump’ın Mayıs’ta Suudi Arabistan ve İsrail temaslarında görüldüğü üzere, “İran karşıtı cephe”nin mimarisi dikkat çekti. İsrail ve Suudi Arabistan’ın yanısıra, Körfez ülkeleri ve Mısır bu çerçevede ele alınırken, Türkiye dengeleri gözetirken, Katar, İran’la da yakın ilişkiye sahip olmanın olumsuzluklarını bu eksende hissetmeye başladı. Körfez’de İran’la Kuzey Gaz Sahası’ndaki ortaklığı ve yoğun ilişkileri, soru işaretlerini ciddi anlamda pekiştirdi (http://www.sozcu.com.tr/2017/dunya/trump-geldi-ortadoguda-enerji-kavgasi-basladi-1884531/). Öte yandan, İran meclisine ve Humeyni’nin mezarına yapılan IŞİD saldırıları, İran’ın da yeni dönemde terörün hedefi  olacağını göstermektedir (https://t.co/xoO2P4ESEw). Ne var ki, krizin ilk başından beri, ABD, Katar’a karşı daha mesafeli bir tutum sergiledi. Zira Saddam Hüseyin’in devrilmesinde ve halen devam eden Afganistan’daki NATO operasyonlarında, Katar’daki ABD üslerinin konumunu yok saymak olanaksızdır.
Bununla birlikte, Suudi Arabistan, Körfez ülkeleri, Mısır, Maldivler, Moritanya, Ürdün’ün diplomatik ilişkileri askıya alan, Körfez ülkeleri ve Mısır’ın, hava sahasını kapatma, kara sınırlarını Suudi Arabistan başta olmak üzere bloke etme davranışı, kendi vatandaşlarını ivedilikle çağırma, gıda ambargosuna varan yaptırımlar, bölgesel ablukanın perde arkasında, ABD taleplerinin de dile getirildiğini gösteriyor. El Cezire’den @faisaledroos’un aktarımıyla, Suudi Arabistan, Kuveyt aracılığıyla, 6 Haziran 2017 gecesi, 10 ön koşul ileri sürerek, Katar’a ilişkilerin normalleşmesi için 24 saat mühlet verdi. Suudi Arabistan’ın Katar’a ültimatom verdiği 10 ön koşullar şöyle aktarılmaktadır:
1-) İran’la acilen diplomatik ilişkileri kes.
2-) Hamas üyelerini sınırdışı et.
3-) Hamas üyelerinin banka hesaplarını dondur ve anlaşmaları durdur.
4-) Müslüman Kardeşler (İhvan) üyelerini sınırdışı et.
5-) Körfez İşbirliği Konseyi karşıtı unsurları sınırdışı et.
6-) Terör örgütlerini desteklemeyi durdur.
7-) Mısır’ın iç işlerine müdahaleyi durdur.
8-) El Cezire’nin yayınlarına ara ver.
9-) El Cezire’nin Körfez yönetimlerine karşı tacizleri için özür dile
10-) Körfez İşbirliği Konseyi’nin temel antlaşmasına aykırı eylemleri durdur.
Buradan yola çıkarak, Suudi Arabistan’ın da bir dönem destek verdiği siyasaları unuttuğu, Trump’la Suudi Kralı’nın birlikte oynadığı simgesel “kılıç dansı”nın, etkilerini hissettirdiği görülmektedir. Tüm bu tartışmalar zemininde, nasıl bir pazarlık sergileneceği görülecektir. Diplomatik teamüllerde, verilen mühletin sonunda yaptırımlar beklenir. Yemen örneğindekine benzer silahlı bir müdahale ivedilikle tahmin edilmese de, ekonomik yaptırımların kalıcı hale gelmesi, Katar’da “ekonomik kriz” yaşanması olasılığı masada durmaktadır. Türkiye’nin iktisadi işbirliği ne kadar işe yarayacak ya da  Suudi Arabistan’la farklı eksenlere mi düşülecektir?
Soruları hemen yanıtlamak zor gözükse de, Katar merkezli ekonomik düşler, bölgesel vesayet, bölgeyi biçimlendirme arayışları ve “ılımlı İslam” hayalleri suya düşmüş gözükmektedir. Yeni dönemi bu yönüyle anlamak, Obama fantezilerinin yanıltıcı büyüsünü, ABD yardımıyla, bölgesel güç olma arayışlarını unutmak gerekmektedir.
Rakka’ya SDG görüntüsü altında yapılan operasyon, IŞİD’i tasfiye sürecinin hızlanması, Suriye’deki ham beklentilerin, ABD-Rusya desteğinde bir PKK terör oluşumuyla sonlandığını göstermektedir. Sil baştan da o kadar zor ki, resimleri Türkiye’de statlara asılan Katar Emiri, ileride hangi komplolarla anılacaktır hep birlikte göreceğiz…
Yrd. Doç. Dr. Deniz TANS

23 Mayıs 2017 Salı

KARANLIK ÇAĞ’A DOĞRU: MANCHESTER DURAĞI


http://politikaakademisi.org/2017/05/23/karanlik-caga-dogru-manchester-duragi/

23 Mayıs sabahı insan olan ve sağduyu sahibi herkesi dehşete düşüren, bir terör saldırısı daha yerküremizde gerçekleşti. 8 Haziran 2017’de erken seçime giden Britanya’nın Manchester kentinde, bir konser alanının yakınında, şimdiki belirlemelere göre 22 insanın yaşamını kaybettiği, 50’den fazla yaralı olduğu, haber sitelerinde güncelleniyor. Umarız, sayı artmaz. Britanya halkına baş sağlığı dilerken, her zamanki gibi, TV programlarında, saldırının zamanlaması, dünya düzenine etkileri, “kimin kime ne mesaj verdiği” soruları yanıtlanmaya çalışılacak.
22 Mayıs gecesi yaşanan dehşet, çivi bombası, intihar saldırısı, bir çantada taşınan mühimmat gibi çeşitli iddialarla gündeme getiriliyor. “İntihar bombaları ve bombacıları”nın savaş unsuru sayıldığı günümüzde, asimetrik savaşın etkileri ve korkunçluğu gözler önüne seriliyor. Sivillerin hedef alındığı terör saldırılarında, hangi amaç, hangi ideoloji, hangi inanç üstün kılınmaya çalışılabilir ki?  Teröre BM hukuku içinde bir tanım yapılamadığı, teröre ortak bir teşhis konulamadığı ve mücadele azminin ifade edilemediği bir zeminde, bu soruları kim bilir, kaç defa soracağız?
Teröre karşı çaresizlik, “silahlı propaganda”nın en temel amaçlarından biridir. Ancak unutulmamalıdır ki, “terör sarmalı”, terörle bir takım siyasetler güden örgüt ya da örgütlerin de işine yaramamakta, ancak bu sarmal, bir başka mimarinin temelini açığa vurmaktadır.
Anımsanacağı gibi, Kasım 2015’te, Paris’i kana bulayan saldırılarda, 100’den fazla insan yaşamını kaybetmiş, Fransa, söz konusu terör eyleminden sonra, olağanüstü hal (OHAL) ilan etmişti. En son Temmuz 2017’ye kadar uzatılan OHAL’in, Emmanuel Macron yönetimince ne kadar sürdürüleceği bilinmiyor. OHAL altında Cumhurbaşkanlığı seçimi yapan Fransa, Haziran 2017’de yine OHAL altında milletvekili genel seçimlerine gidecek. OHAL, Marine Le Pen’i iktidara getirmediyse de, siyasal spektrumun klasik özelliklerinin ve unsurlarının gerilediği bir atmosferde, Macron gibi kendini “merkez”de gören genç bir siyasetçi, Fransa’nın “1 numaralı koltuğu”na oturdu.
8 Haziran 2017’de erken seçime hazırlanan Britanya’da ise, Brexit’i destekleyen yeni Başbakan ve Muhafazakar Parti’nin yeni lideri Theresa May, kamuoyu yoklamalarında rahat bir seçime hazırlandığı izlenimi veriyor. Dolayısıyla, bu terör saldırısını Britanya’daki politik çerçeveyle açıklamak yersizdir. Ancak Kasım 2015’te Fransa’da gerçekleşen, Temmuz 2016’da, Bastille günü’nde Nice’de tekrarlanan terör sarmalının, OHAL-muhafazakar rejimler bağlamında, Britanya’ya uğrama olasılığı ciddi olarak masadadır. Manchester’da gün içinde bir AVM’de “ikinci patlama”nın olduğu savları da ortadadır. İkincisinde can kaybı olmasa da, önümüzdeki gün ve aylarda Britanya’yı vuracak yeni saldırı/saldırılar, vurguladığım yüzeyde, OHAL-muhafazakar yönetim modellerini arttırma potansiyeline sahiptir.
Bu perspektifte, Samuel Huntington’un “dinlere dayalı uygarlıklar çatışması” tezi, küresel muhafazakarlık, aydınlanma karşıtı eğilimler güçlenmektedir. Terör, adeta bu anlayışa hizmet etmektedir.
Öte yandan, bu günlerde Suudi Arabistan’la Ortadoğu turuna başlayan ABD Başkanı Trump, 110 milyar $’lık kapsamlı savunma anlaşmasından sonra, ikinci durak olarak İsrail’i ziyaret etmektedir. Suudi kralının ABD First Lady’sinin (Melania Trump) elini sıkması, Trump ve Rex Tillerson’un Suudi kralıyla birlikte, “kılıç dansı” yapması, PR açısından değer taşıyabilir. Ne var ki, burada önemli olan “NATO’yu köhne sayan” Trump’ın, sadık müttefik Suudiler aracılığıyla, “yeni Ortadoğu anlayışı”nı olgunlaştırmasıdır. ABD Dışişleri Bakanlığı’nın yaptığı resmi açıklamada anlaşmanın içeriği şöyle belirtiliyor:  “İkili anlaşma; 1-) Sınır güvenliği ve Kontr-Terörizm 2-) Deniz ve Sahil Güvenliği 3-) Hava Kuvvetleri Modernizasyonu 4-) Hava ve Füze Savunması 5-) Siber Güvenlik ve İletişim’i kapsıyor” (https://www.state.gov/r/pa/prs/ps/2017/05/270999.htm).
Trump’ın “ikinci durak” olarak İsrail’e yaptığı uçuş ise, iki ülke arasındaki ilk “direkt uçuş”tur. Birbirini tanımayan, bununla birlikte “ABD stratejileri”nde, örtük işbirliği her daim süren ikili ilişkilerde, Trump, rastlantısal bir tercihte bulunmamıştır. “Ağlama Duvarı”nı ziyaret, yeni Filistin barış görüşmeleri derken, ABD Başkanı, her iki ülkede de “teröre karşı işbirliği” çağrısı yapmış, üçüncü durak olarak ta Vatikan’ı belirlemiştir. Üç ülkeyi, “üç büyük dinin simgesi” olarak değerlendiren Trump, “uygarlıklar uzlaşması”nı tersten okumayla, yine dinler üzerinden mi vermek istemektedir?  Tali olarak da İran karşıtı cepheyi bölgede, ülkemiz, Mıısır, Ürdün ve Körfez ülkeleriyle birlikte, pekiştirmek mi istemektedir?
Teröre karşı OHAL’lerin arttığı yerkürede, ABD, küresel muhafazakarlığı dinler üzerinden yeni formüllerle mi verecektir? Bir başka açıdan ise, Britanya, Ortadoğu’nun eski kolonyal hakimi ve ABD’nin “geleneksel stratejik ortağı” olarak, May’in yeni döneminde mevcut aktif konumunu daha da mı güçlendirecektir?
Asimetrik savaşın, klasik savaşların yerini aldığı günümüzde, terör gündeminin,  özellikle dinler ve yaşam tarzları üzerinden verdiği mesajlar, bu sürecin tetikçisi olanların,  inançlarla ilgili olmayan zeminde, “sahte cennet vaadiyle” kandırılarak, insanlığın köküne dinamit koydukları aşikardır. Azmettirenler ise her zamanki gibi, “perde arkası”nda, malum tavırlarıyla dikkat çekmektedir.
Yeniden aydınlanmaya ivedilikle gereksinim duyduğumuz bu zaman diliminde, “karanlık çağa” girme riski, ne yazık ki her zamankinden daha fazladır…

17 Mayıs 2017 Çarşamba

BEYAZ SARAY’DA “NOKTALI VİRGÜL”


http://politikaakademisi.org/2017/05/17/beyaz-sarayda-noktali-virgul/

16 Mayıs 2017’de Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın ABD Başkanı Donald Trump’a gerçekleştirdiği ziyaret, Türk-ABD ilişkilerinin son derece karmaşık ve tartışmalı bir dönemine denk geldi. Erdoğan, Washington’dan önce Pekin’de, Çin’in öncülüğünde, “tek kuşak, tek yol” şiarıyla planlanan “Yeni İpek Yolu” projesinin toplantısındaydı. Yeni döneme damgasını vurması beklenen projede, demiryolları, karayolu ve deniz yolu üzerinden, Çin başta olmak üzere, bölge ülkelerinin mallarını, dünya pazarlarına ulaştırması, enerji güzergahlarının güçlendirilmesi perspektifi geliştirilmektedir.
Cumhurbaşkanının ABD ziyareti, bu iddialı toplantının ardından gerçekleşti. Zirve öncesindeki en sıkıntılı konu, ABD liderliğinin, Rakka Operasyonu öncesi, PKK terör örgütünün Suriye’deki uzantısı PYD ve silahlı kanadı YPG’ye “ağır silahlar vermesi”ni içeren kararı çerçevesinde yansıdı. Bu kararın akabinde, Rusya devlet başkanı Putin’in, PYD’ye  “silah desteği” vermeseler de, siyasi desteklerinin sürdüğünü açıklaması, gün geçtikçe, iki büyük güçle, özellikle PYD konusundaki açmazların arttığı bir Türk dış politikası izlenimi yarattı.
Erdoğan-Trump zirvesinde, iki liderin vücut dilini kullanmaları, olası bir sert polemik endişesi, boşa çıktı. Tam tersi, sıcak bir karşılama, dostane bir ortam çerçevesinde, siyasal iletişimin ve siyaset psikolojisinin gerekleri fazlasıyla yerine getirildi. Ancak içinde yaşadığımız iletişim çağında, “ne” değil, “nasıl” sorusu öne geçtiğinden, “içerik”te neler yaşandığı, kafaları fazlasıyla meşgul eden bir sorular dizisi olarak gündeme geldi. Toplum, siyasal PR hareketleriyle tatmin edilirken, siyasal ve akademik elitin kafasındaki tartışmalar, haklı olarak bitmedi.
Öncelikle, ABD’nin PYD-YPG’ye silah desteğinin kesilmesiyle ilgili, şimdiye dek kamuoyuna iletilen bir gelişme tespit edilmedi. Erdoğan’ın ABD’ye geldiği gün, FETÖ terör yapılanmasının başındaki Gülen’in, Washington Post’a yazdığı “Artık Tanımadığım Türkiye” (https://www.washingtonpost.com/opinions/global-opinions/the-turkey-i-no-longer-know/2017/05/15/bda71c62-397c-11e7-8854-21f359183e8c_story.html)  yazısında, Türkiye’ye yönelik ağır eleştiriler vardı. Türkiye, Fethullah Gülen’in Türkiye’ye “iadesi” konusunda, Trump’tan ziyade, ABD hukukunun iç engellerine takılmış durumda ve bu konuda da somut bir ilerleme kaydedilmedi.  Dolayısıyla Cumhurbaşkanı’nın “virgül değil nokta” hassasiyetinde, ilişkilere belki bir noktalı virgül konulmuş oldu. Ve bu bağlamda da kısa vadeli stratejik konularda adım atıldığını söylemek bir hayli zor gözüküyor.
Trump, heyetler arası 2 saat süren çalışma yemeğine geçmeden önce, ikili zirvenin ardından, medyaya yaptığı bilgilendirmede, Türk-ABD ilişkilerini Kore savaşından itibaren ele aldı, Soğuk Savaş’taki işbirliği ve Soğuk Savaş sonrası “terörle mücadele”deki dayanışmaya vurgulu atıflar yaptı. Cumhurbaşkanı Erdoğan da, “terörle mücadele”de, kendi deyimiyle “DEAŞ” yani IŞİD başta olmak üzere, terör örgütlerine karşı mücadeleye ağırlık verdi. Bir sonraki değerlendirmede ise, PYD’nin adını vererek, bu örgüte verilen desteğin “uluslar arası mutabakata” aykırı olduğunu ihsas ettirdi. Aslında bu eleştiri, her ne kadar ABD’ye yönelik ise de, Rusya’ya da somut bir göndermeyi işaret etmektedir.
Erdoğan, “enerji” ve “savunma” başlıklarına atfen, ilişkilerin stratejik geleceğini değerlendirirken, Trump’ın seçim zaferi ve Ortadoğu’nun geleceği arasında da bir beklentisi olduğunu hissettirdi.
Bu konuda “yeni bir dönem” ya da “dağ fare doğurdu” gibi başlıklar, günlük politikanın etkilerini ortaya koyan, fazla duygusal ya da buradan çıkarım sağlamaya çalışan uğraşlardır. Zirvenin gerçekleşmesi, diyaloğun devam etmesi açısından önemlidir. 1947’den beri müttefik, 1952’den beri NATO’da Soğuk Savaş ve sonrası işbirliğine devam eden iki ülke, 1990’lardan sonra, artan çelişkiler ve bölgesel değişimin çıktılarıyla sorunlar yaşamaktadır. Körfez Savaşları sonunda, siyasal olarak sahnede daha fazla yer alan Barzani yönetimindeki Irak Kürdistan Bölgesel Yönetimi’yle ilgili, 2007 Erdoğan-Bush zirvesinden sonra, farklı bakış açıları yumuşamış ve Türkiye, diğer Batı eksenindeki ülkeler gibi, Barzani antitesiyle yakın ilişkiler kurmuştur. Ne var ki Suriye’deki PYD konusu, Batı açısından çelişkileri arttırdığı gibi, ülkemiz açısından da “PKK’nın başka bir ülkede devletleşmesi” anlamına gelmektedir. Üstelik PKK terörünün KCK yapılanması, öz yönetim adı altındaki kantonlaşma siyasetinde, Güneydoğu Anadolu topraklarımız ile Suriye’nin kuzeyini aynı parantez içinde değerlendirmektedir.
Trump, Ortadoğu’ya gerçekleştireceği kapsamlı ziyarette, Suudi Arabistan ve İsrail’e öncelik vermiştir. Yakınlarda Mısır Devlet Başkanı Sisi’yi Beyaz Saray’da ağırlamıştır. İran karşıtlığı ekseninin yoğunlaştığı zeminde; Türkiye-İsrail-Suudi Arabistan-Mısır ve Ürdün, ABD eksenindeki bölge ülkeleri ön plana çıkmaktadır. Ancak Trump’ın başını ağrıtan diğer konular, Rus diplomatlara, İsrail’den IŞİD’le ilgili aldığı özel bir istihbaratı paylaşması ve FBI direktörüne, Rusya’yla işbirliği yaptğı savları üzerine kısa zamanda görevini bırakmak durumunda kalan Ulusal Güvenlik eski danışmanı Mike Flynn hakkındaki soruşturmayı sonlandırması talebi üzerine şekillenmektedir. Zaten bunun üzerine FBI direktörü Comey, Trump tarafından görevden alınmıştır.


İşte böylesine “sorunlu bir ABD liderliği” gölgesinde, “PR”ı bol, içeriği “temennilerle” karışık bir Türk-ABD zirvesi gerçekleşmiştir. Sırtlar sıvazlanmış, geleceğe yönelik parlak sözlerle iç kamuoyu rahatlatılmıştır. Sorunlar ve yaşam ise devam etmektedir…

6 Mayıs 2017 Cumartesi

REFERANDUM SONRASI SİYASET HALLERİ?

16 Nisan 2017'deki referandumda, "cumhurbaşkanlığı sistemi" adı verilen, ne yazık ki, anayasa hukuku ve demokratik standartları zorlayan maddeler, oylama sırasında YSK'nın "mühürsüz zarflarla" ilgili aldığı kararların gölgesinde, "kıl payı" onaylanmış gözüküyor. Milyonlarca oy hakkındaki iddialar, AİHM yolunda, 1950'den beri "dürüst seçim" yapan ülkemizi zorlayan, demokratik meşruiyeti zedeleyen bir noktaya geldi.
Kuvvetler birliği ve otoriter yapıyı çağrıştıran yeni siyaset ortamında, aslında siyasal iktidarın da ezberini bozan bir tablo ortaya çıktı. Bir yandan geleneksel Sağ'ın konsolide sayılan  %60-70 bandındaki oranı bu kez yakalanamazken, geriye kalan %50 civarındaki "hayır" oylarının siyasal sahibi aranıyor. İlginç bir biçimde, Erdoğan'ın parti liderliğine dönüşünün, yerel yönetimler ve parti yönetiminde tasfiyesi, liderliğin tılsımı beklenirken, "hayır"da ciddi bir arayış var.
Referandum gecesi ortaya çıkan siyasal tabloda, CHP-MHP-HDP tabanının ifade edildiği bir "benzemezler zemini" belirginleşti. Tıpkı 7 Haziran 2015'te olduğu gibi...2019 Kasım'ında, itirazlara karşın kabul edildiği ilan edilen yeni sisteme göre, Türkiye bir ilki deneyecek. Parlamento seçimleri ve cumhurbaşkanlığı seçimleri, aynı gün, farklı sandıklarda yapılacak. Eğer parlamento seçimleri mevcut seçim sistemine göre yapılırsa, meclis dengeleri ve cumhurbaşkanlığı farklı yüzeylerde ifade edilebilir. Böylece, parlamenter hükümet sisteminde koalisyon dediğimiz, siyasal güçler arasındaki işbirliği, yeni sistemde, cumhurbaşkanı yardımcılıkları ve kabine üyelikleri çerçevesinde dile getirilebilir. Buradan yola çıkarak, nasıl 1982 anayasasının engellemeye çalıştığı koalisyonlar, 1991'den itibaren yeniden gündeme geldiyse, yeni sistemde de, bu sefer farklı bir çerçevede koalisyon gerçekliğiyle karşı karşıya kalınabilir. 1 Mayıs 2017 akşamı CNN Türk'te Ahmet Hakan'a konuşan,  CHP eski genel başkanı Deniz Baykal, sembolik değil icracı cumhurbaşkanı adayının, mutlaka parti genel başkanı olmasını zannederim bu meyanda anlatmaya çalıştı. Hem partisinin örgüt, taban ve seçmenine nüfuz eden, hem de ikinci turda, farklı siyasal partilerden aldığı destekle, cumhurbaşkanı yardımcılıkları  ve kabineyi farklı siyasal partilerden gelen temsilcilerle oluşturma da, bu perspektifte belirtildi. "Ekmeleddin İhsanoğlu"nun 2014 Ağustos'undaki başarısız bir tayinle, parti yetkili kurullarına danışılmadan, "tıpış tıpış" oy veren seçmen formülüyle gündeme gelmesi de, bu konuşmadaki eleştirinin uzantısı olarak vurgulandı.
Temel problem, Baykal'ın 18 yıllık genel başkanlığı sırasındaki yönetim anlayışını unutarak, mevcut Kılıçdaroğlu yönetimini eleştirmesiyle tekrar gündeme geldi. Gelen ve giden CHP yönetimleri, parti içi demokrasi ve "tek adamlık" konusunda, "istikrarı" bozmazken!, yerel yönetimler ve parti yönetiminde, mevcut iktidarın "tek adamlık" anlayışı, gittikçe tüm siyasal partilerimizi kuşatıyor ve partiler bu zihniyeti içselleştiriyor.
7 Mayıs 2017'de Fransa'da gerçekleştirilecek Fransız cumhurbaşkanlığı seçimlerinin 2. turunda, merkezde gözüken Macron, muhafazakarlar ve sosyalistlerden aldığı destekle %23'lerden %60'lara çıkarken, Madam Le Pen'in aşırı sağcı Ulusal Cephe'si, %37'lerde kalan bir performansı, kamuoyu yoklamalarında gösteriyor. Sonuç, elbette sandıkta belli olacak. Sanırım, Baykal'ın ifade ettiği tablo, Fransa'yı andırıyor. Birinci turda, parti liderliği ve parti seçim çalışması ön planda iken, ikinci turda farklı siyasal güçlerden alınan destek, iktidarı getirebiliyor. Buna benzer bir tablo, baba Le Pen ve Chirac arasında yaşanmış, sosyalistler ikinci turda merkez Sağ Chirac'a oy vermişlerdi. Fransa'nın Cumhuriyetçi geleneği bu zeminde ağır basıyor.
2019 Kasım'da muhalefetin göstereceği aday, bu sisteme göre, "icracı" olmak zorunda. Sembolik bir adayla, "kaybetmeye" mahkum kampanya, belediye başkanları ve meclis grubunu belirleyen, aday olmayan ve siyasal dükalığını kuran bir genel başkan profilini anımsatıyor. Baykal, her ne kadar, "partiyi elinde tutan, riske girmeyen" ve sembolik adaya destek veren bir genel başkan profilini eleştirse de, kendisinin de, parlamenter gözüken hibrit sistemde, siyasal kutuplaşmada, iktidarı kazanma olanağı bulmayan ana muhalefette, aynı anlayışı benimsediğini anımsatmamız gerekiyor.
Meseleye, Baykal-Kılıçdaroğlu ekseninden bakarsak, işin derinliğini gerçekten kaçırırız. Bazı kalemler, "sistemi kabul etmiyoruz, muhatap olmayalım" derken, 2019'da "aday çıkartmamayı" mı, yoksa simgesel adayla, var olan sistem ve müttefiklerini, muhalefet cephesinde desteklemeyi mi kastediyorlar?
Seçim sistemi değişir ve meclis için, dar bölge tek turlu ya da iki turlu seçim sistemi gelirse, siyasal iktidar, MHP ile birlikte, konsolide Sağ'ı bu sefer parlamentoda kümülatif bir yüzeyde hakim kılarak, "güçlü başkanlık" adı altında, zayıflamış bir MHP ile fiili bir koalisyonu ortaya koyacaktır. CHP-HDP arasında her tür yakınlaşma tepki görürken, AKP-MHP ve dışarıdan Barzani'nin destek verdiği bir siyasal tablo mümkün olabilecektir.
Siyasal stratejilerin şimdiden çizilmesi gerekiyor. 11. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül'ün Baykal'a verdiği "sert yanıtın" altında eski arkadaşlarına derin sitemi dikkat çekmiştir. Öte yandan CHP'de Fikri Sağlar hakkındaki "ihraç" önerisi, CHP Genel Başkan Yardımcısı Selin Sayek Böke'nin istifası, eski usulle siyaseti yürütmenin imkansız hale geldiğini göstermektedir.
Demokrasiyi önce kendi bünyesinde uygulayacak bir ana muhalefet, diğer siyasal kesimlere de "model" olacaktır. Parti içi kavga ve kulislerin "baldan tatlı" havası, siyasal zehirlenmeye dönüşmek üzeredir.
Yeni lider ve kadrolarla, artık "yeni şeyler söylemek lazım". Yoksa tünelin sonu pek umut vermemektedir. Ya da eski Bizans gibi, "meleklerin cinsiyeti"ni tartışmaya devam?