http://politikaakademisi.org/2017/12/06/trump-corpus-seperatum-ve-kudus/
2017 yılı başında, ABD Başkanı Donald Trump’ın olası “Kudüs kararı”nı ele almış ve söz konusu kararın ne tür etkilerinin olacağını çözümlemeye çalışmıştım (http://politikaakademisi.org/2017/01/23/trumpin-israil-yaklasimi/). Ne yazık ki, Trump, seçim öncesindeki vaadini gerçekleştirmeye sabitlendiğinden dolayı, uluslararası toplumun tedirgin bakışları arasında, 6 Aralık 2017’de, ABD’nin İsrail’in başkenti olarak Kudüs’ü tanıyacağını, Büyükelçiliğin ise şimdilik Tel Aviv’den Kudüs’e taşınmasa da, bunu kısa bir zaman içinde gerçekleştireceğini ifade eden bir açıklama yapacağını Beyaz Saray kanalıyla önceden duyurdu (https://www.c-span.org/video/?438167-1/white-house-president-speak-embassy-move-jerusalem).
Peki, daha önce de vurguladığımız bu tartışmalı karar ne anlama geliyor? 2017 yılı başında altını çizdiğimiz bu yaklaşım neden bu kadar önem arz ediyor? İçinde yaşadığımız yılda, İsrail devleti kurulmadan önce, İngiltere’nin Filistin mandasından çekilmesi arafesinde, 29 Kasım 1947’de BM Genel Kurulu’nda oylanan 181 sayılı kararın yani “Taksim Planı”nın 70. yıldönümü yaşandı. İsrail, bu kararla birlikte, Britanya Dış İşleri Bakanı Balfour’un adıyla yayınlanan “Balfour mektubu”nun da 100. yılını kutladı. Balfour, Rotschild’a yazdığı mektupta, Kudüs ve çevresinde henüz oluşmaya başlayan Britanya vesayeti tarafından, gelecekte bir “Yahudi yurdu” kurulmasını vaat etti. “Balfour mektubu” ve “181 sayılı karar”, 1948’de kurulacak İsrail’in kritik kilometre taşları olurken, 181 sayılı kararda, “iki devletli çözüm” başlığında, nüfusun 1/3’ünü oluşturan Yahudiler’e, Filistin topraklarının 2/3’ü, 2/3’ünü oluşturan Araplar’a ise, toprakların 1/3’ü veriliyordu. Bu orantısız gözüken dengede, Britanya vesayetinden sonra, “white paper”larla zaman zaman duraklatılsa da, artarak devam eden düzenli Yahudi göçü ve organize toprak satın almaların etkisi oldu. Bu konudaki kararlar, Theodor Herzl’in 1897’de Basel’de topladığı Siyonizm Kongresi’nde alınmış ve adım adım uygulanmaya başlamıştı.
Tarihsel sürecin tamamını tekrarlamadan, şu aşamalara da değinmekte fayda bulunmaktadır. 181 sayılı kararda, Kudüs, “corpus seperatum” yani “bölünmüş şehir” olarak kaydedilmiş, “iki devlet”in kurulmasıyla, “eski şehir” olarak anılan Ağlama Duvarı, Hristiyan Kilisesi ve Harem-üş Şerif’in bulunduğu alan, BM mandası altında yönetilecek zeminde, “açık şehir” olması kararlaştırılmıştı. Gelgelelim, 1948’de İsrail’in kurulmasının ardından, 1948-1949’da yaşanan Arap-İsrail Savaşı’nda, Kudüs ve Batı Şeria Ürdün tarafından, Gazze Şeridi ise Mısır tarafından ele geçirilmiştir. 1949 ateşkesindeki statüko, 1967 Savaşı’na (Altı Gün Savaşı) kadar sürmüş; İsrail Kudüs ve Batı Şeria’yı Ürdün’den, Gazze’yi de Mısır’dan almış, Suriye’ye ait Golan tepelerini de işgal etmiştir. BM Güvenlik Konseyi’nin 1967 tarihli 242 sayılı kararına göre, söz konusu topraklar, “işgal edilmiş topraklar” olarak ifade edilmiştir.
İşte o zamandan beri Kudüs’ün statüsü konusunda tartışmalar yaşanmaktadır. 1973 Yom Kippur Savaşı’nda, vurgulanan işgalleri muhafaza eden İsrail, üstüne Mısır’ın Sina yarımadasını da ele geçirmiş, 1978’de imzalanan Camp David barışıyla ancak 1983’te Sina’dan çekilmiş, karşılığındaysa Mısır tarafından tanınmıştır. 1970’li yılların başından itibaren ABD kamuoyunda Kudüs konusu ele alınmış, İsrail ise 1980’de Kudüs’ü tek yanlı olarak başkent ilan etmiştir. Sadece ülkemiz değil, Avrupa devletleri, Arap ülkeleri, Rusya ve Çin dahil, İsrail’in başkenti olarak Tel Aviv olarak kabul edilmekte, Kudüs’ün tartışmalı statüsünde başkentliği tanınmamaktadır. Ne var ki, ABD, 1995’te Bill Clinton döneminde kabul edilen yasayla İsrail’in başkenti olarak Kudüs’ü görse de, Clinton, George W. Bush ve Barack Obama dönemlerinde Başkan onayı yerine getirilmemesinden dolayı yasa yürürlüğe girmemiş ve 6’şar aylık sürelerle her seferinde ertelenmiştir.
Burada tartışılan asıl konu Doğu Kudüs’tür. Zira sadece El Fetih ve Filistin Özerk yönetimi değil, Hamas da (İsrail’i tanımasa da), 1967 sınırları içerisinde başkenti Doğu Kudüs olan Filistin devletinden yana olduklarını defalarca yinelemişlerdir. ABD tarafı her ne kadar tüm Kudüs’ten söz etmese de, İsrail’in 1980 tarihli başkent kararındaki “bölünmemiş başkent” konumunu fiilen tanıyacak bir hamlenin içerisine girmiş durumdadır. Halbuki Kudüs, “corpus seperatum” yani “bölünmüş şehir” olarak, “iki devletli çözüm”ün “iki başkenti” olarak bir dengeyi ortaya koymaktadır.
Trump, bu bakışıyla, Ortadoğu barış sürecini, belki bir daha geri getirilemeyecek bu hamleyle içinde çıkılmaz hale getirirken, Arap Birliği, Avrupa Birliği ve diğer kuruluş ve ülkelerden gelen itirazları dikkate almamaktadır. Tamtersine İran tehdidini öne sürerek, İsrail-Suudi Arabistan hattında, önceleri gizlenen, şimdiyse alenileşmeye başlayan işbirliğini teşvik etmekte ve bu denkleme Mısır’ı da katmaktadır. İsrail’in son günlerde, Suriye’deki İran tesislerine yaptığı hava saldırıları, hangi refleksin ön plana geçeceğini göstermektedir.
2016 yazından itibaren normalleşen Türkiye-İsrail ilişkilerine ve enerji işbirliğinde atılan adımlara karşın, Cumhurbaşkanı Erdoğan, ABD’nin olası “Kudüs kararı”ndan sonra, İsrail’le tüm diplomatik ilişkileri koparacağını ve Kudüs’ün “kırmızı çizgi” olduğunu belirtmiştir. 1980’den beri Kudüs’ü başkent ilan eden İsrail’le o dönemde ilişkiler gerilmesine karşın, 37 yıldan beri ilişkiler inişli çıkışlı sürerken, neden ABD kararı İsrail’le ilişkileri sonlandırmaktadır? O zaman şu soruyu da sormak gerekir; ABD ile de diplomatik ilişkiler sonlandırılacak mıdır? Bu soruya verilecek yanıtı tahmin ederek, Ortadoğu’da 2010 Mavi Marmara olayından sonra icra edilmeye çalışılan ve Suriye’deki sonucu aşikar olan “bölgesel liderlik” konusu, içte ve dışta yoğunlaşan gündemi değiştirmek bağlamında yeniden mi ısıtılmaktadır?
Bu, ayrı bir tartışma konusudur. Ancak Trump, “iki devletli çözüme” fiilen karşı çıkarak, “tek devletli” bir dayatmayı üstelik “tek başkent”le realize etmeye çalışmaktadır. Görevden alınma ve FBI-CIA skandalları arasında, bu da mı gündem değiştirmektir ya da muhafazakar siyaset yerküre üzerinde “gündem değiştirme” konusunda benzeşmekte midir? Ve yine bu hengame içinde olan Filistinliler’e ve bölgesel barış hayallerine mi olmaktadır…
Yrd. Doç. Dr. Deniz TANSİ