Terör hiç kuşkusuz, dünyadaki en insanlık dışı, en kural tanımayan mücadele yöntemlerinden biri. "Hafıza-i beşer nisyan ile maluldur" sözünden de anlaşılacağı gibi, toplumsal-siyasal kültürümüzdeki bellek o kadar da kuvvetli değildir.
2012 sonbaharından itibaren, kamuoyuyla paylaşılmaya başlanan, PKK terör örgütü başı Öcalan'la süren "resmi diyalog", en azından 2013 başından beri, siyasal iktidar tarafından artık saklanmıyor. İşin geldiği nokta çok ta "oximoron" bir çerçevede ilerliyor. 12 Eylül 2010'da "yetmez ama evet" propagandası yapan, sonradan liberal geçinen yazar-çizer tayfası, şimdi de otoriter bir başkanlık sistemi ve etnik özerklik nikahında buluşmuş gözüküyorlar.
Örgütün başka bir elebaşısı Karayılan ise, 25 Nisan 2013'te Kandil'den yaptığı açıklamada, "çözüm süreci" adı verilen çerçevede, siyasal iktidarın düştüğü açmazı sergilemekle kalmadı aynı zamanda mevcut bilinmezlerin topoğrafyasını da çizdi.
Ne dedi Karayılan? Öncelikle PKK terör örgütünün Türkiye'den çekilmesini "silahlı bir çekilme"yle açıkladı. Bu bir anlamda örgütün, Irak anayasasına göre, "Kürdistan Bölgesel Yönetimi" olarak anılan bölgeye "silahlı çekilmesi"nin sağlanarak, Türkiye'den bekledikleri taleplerin yerine getirilmesi için "silah kozu"nu koruyacakları anlaşıldı.
Peki nedir talepler? Anayasanın değiştirilerek, modern dünyanın "ulus-devlet" olmayan tek unsuru haline gelmek. Bir bakıma federal devletler ABD ve Almanya dahil, Batı sistemi ulus-devlete göre yapılanmışken, Türkiye'nin kendi adından ve sosyolojik bağlamda siyasal ulus kavramından da vazgeçerek, "globaliter devlet"/"devletçik" olmasını andıran bir "meydan okuma" ile karşı karşıyayız. Karayılan, siyasal ulustan vazgeçerek, etnik anlamda Kürt kimliğinin anayasaya yazılmasını istiyor. Diğer kimliklerin şansı yok, zira silahları yok?
Ancak bu anlamda bir yapısal değişiklik Karayılan'a yetmiyor. Öcalan dahil PKK militanlarının salıverilmesini istiyor. Gerek siyasal iktidar, gerekse de örgütün temsilcileri "genel af" çıkmayacak diyorlar. Doğrudur, zira PKK'ya göre kendileri "suçlu" olmadığı için, Avrupa Konseyi'nin adlandırmasıyla "PKK militanları", "Kürt aktivistleri" sayıldığından, Cenevre antlaşmasının hükümlerinin uygulanması gündeme geliyor.
En acımasız yöntemlerden biri olsa da terör, siyasal hedeflere ulaşmak için kullanılan yöntemlerden biri,
2013 başından beri, Türkiye'nin "bölücü terör"ün hızlı siyasallaşmasıyla ezberinin bozlulduğu ortada. Oysa Öcalan'ın Türkiye'ye teslim edildiği 1999'dan beri "fiili siyasallaşma" gündeme geliyor.
Bu zor süreçte, üniversitelerimiz de karışıyor, toplumsal dalgalanma oralara yansıyor. Siyasal iktidarın "akilleri" ise, toplumsal kalkışmadan korkarak işlerini iptal ediyorlar ya da erteliyorlar.
ABD'nin Barzani'yi Türkiye'yle entegrasyona sokma çabası pahalıya patlar mı?
Bekleyip göreceğiz...
26 Nisan 2013 Cuma
21 Nisan 2013 Pazar
TÜRKİYE'NİN ORTADOĞU DENKLEMİ?
Son zamanlarda dış politika, yapısal anlamda bir kriz olmaktan ziyade, artı ya da eksi sonsuz denilebilecek bir kombinasyonlar yumağına dönüşüyor. Suriye politikasında kaç yüzbin olduğu artık hesap edilemeyen mülteciler, 2 yılı aşkın bir süreden beri yaşanan "fiili iç savaş"a rağmen ayakta kalan Esad yönetimi, Barzani'yle yakınlaşan, Maliki'yle zıtlaşan Irak politikası, İsrail'le "özür sonrası" ağır ilerleyen yeni dönem derken, bilançonun "benzemezler"i artıyor, tutarlı bir resim ortaya çıkamıyor.
Aslında son tahlilde, tüm politikalar ABD patentli denilip, işin içinden kolaylıkla çıkılabilir ama bu çerçevede de ciddi zıtlıklar var. Demokrat Obama yönetimiyle yakın, Cumhuriyetçi Temsilciler Meclisi'yle ağır sorunlu bir dış politikada, yarına dair bir belirli fotoğraf var mı? Yanıtlamak gerçekten zor.
ABD hükümetinin haftasonu mesaisi simgesel açıdan da önemli mesajlar içeriyordu. Bu bağlamda ABD Dışişleri Bakanı Kerry, haftasonunu Türkiye'de İstanbul temaslarına ayırırken, ABD Savunma Bakanı Hagel ise İsrail'e gitti.
Hagel İsrail temaslarında İsrail'e yeni silah satışları önerisi paketi getirirken, Kerry Türkiye'de Suriye muhalefeti ile toplandı, Dışişleri Bakanı Davutoğlu ile bir araya geldi, Erdoğan'ın Mayıs sonunda planladığı Gazze gezisini ertelemesini rica etti. The Sunday Times'in iddialarına göre, özür sonrası Türkiye-İsrail ilişkileri normalleşirse, İsrail'in 1996'daki askeri anlaşmayı revize edip, Akıncılar hava üssünü, "uçak eğitimi" için istediği, karşılığında Arrow füze savunma sistemi dahil, çeşitli savunma sistemlerini Türkiye'ye önereceği ifade edildi.
(http://www.jpost.com/Defense/Article.aspx?ID=310538&R=R1&utm_source=twitterfeed&utm_medium=twitter)
ABD Dış Politikası'nın tıkanan gündeminde, Hürriyet'e yansıyan savlara göre, Cumhuriyetçi parlamenterler, Türkiye-İran ticaretinde Halk Bankası'nın yaptırımları aşmak için kullanıldığını öne sürerken, nükleer trafik ve Hamas gibi unsurları da içine katıp, Financial Task Force'u göreve davet etmesi, yenir yutulur cinsten değil.
(http://www.hurriyet.com.tr/ekonomi/23098859.asp)
Konunun temelinde, Cumhuriyet'te yazdığı dönemlerde, Mustafa Sönmez'in sıklıkla dile getirdiği, altın karşılığı, petrol-doğal gaz alımını içeren İran'la ticaret sürecinde, özellikle "şişirme altın ihracatı"nın küresel finans dengesinde sırıttığı görünümü var.
Kafalar bu kadar karışınca, bir zamanların "0 sorunlu", "Yeni Osmanlı" denklemi, artı sonsuzun büyüsüyle, bir yanı eksi sonsuzda, ancak somut sonuca uzanamayan bir zemini anlatmaya başlıyor.
Herhalde ideolojik ön yargılara karşın, ABD'nin yürütücülüğünde, Türkiye-İsrail ilişkilerindeki gelişim, mevcut siyasal iktidarı zorlasa da, adeta yeniden başlıyor.
Yoksa benzemezler bilinmezlerle birlikte derinleşecek ve şimdilik kendi "Kürt açılımı" ile meşgul olan siyasal iktidar, daha çok hata yapacak.
Uygulanan politikalar küresel bir karşılık bulamazsa, her an maceraya dönüşmeye "aday" gözüküyor...
Aslında son tahlilde, tüm politikalar ABD patentli denilip, işin içinden kolaylıkla çıkılabilir ama bu çerçevede de ciddi zıtlıklar var. Demokrat Obama yönetimiyle yakın, Cumhuriyetçi Temsilciler Meclisi'yle ağır sorunlu bir dış politikada, yarına dair bir belirli fotoğraf var mı? Yanıtlamak gerçekten zor.
ABD hükümetinin haftasonu mesaisi simgesel açıdan da önemli mesajlar içeriyordu. Bu bağlamda ABD Dışişleri Bakanı Kerry, haftasonunu Türkiye'de İstanbul temaslarına ayırırken, ABD Savunma Bakanı Hagel ise İsrail'e gitti.
Hagel İsrail temaslarında İsrail'e yeni silah satışları önerisi paketi getirirken, Kerry Türkiye'de Suriye muhalefeti ile toplandı, Dışişleri Bakanı Davutoğlu ile bir araya geldi, Erdoğan'ın Mayıs sonunda planladığı Gazze gezisini ertelemesini rica etti. The Sunday Times'in iddialarına göre, özür sonrası Türkiye-İsrail ilişkileri normalleşirse, İsrail'in 1996'daki askeri anlaşmayı revize edip, Akıncılar hava üssünü, "uçak eğitimi" için istediği, karşılığında Arrow füze savunma sistemi dahil, çeşitli savunma sistemlerini Türkiye'ye önereceği ifade edildi.
(http://www.jpost.com/Defense/Article.aspx?ID=310538&R=R1&utm_source=twitterfeed&utm_medium=twitter)
ABD Dış Politikası'nın tıkanan gündeminde, Hürriyet'e yansıyan savlara göre, Cumhuriyetçi parlamenterler, Türkiye-İran ticaretinde Halk Bankası'nın yaptırımları aşmak için kullanıldığını öne sürerken, nükleer trafik ve Hamas gibi unsurları da içine katıp, Financial Task Force'u göreve davet etmesi, yenir yutulur cinsten değil.
(http://www.hurriyet.com.tr/ekonomi/23098859.asp)
Konunun temelinde, Cumhuriyet'te yazdığı dönemlerde, Mustafa Sönmez'in sıklıkla dile getirdiği, altın karşılığı, petrol-doğal gaz alımını içeren İran'la ticaret sürecinde, özellikle "şişirme altın ihracatı"nın küresel finans dengesinde sırıttığı görünümü var.
Kafalar bu kadar karışınca, bir zamanların "0 sorunlu", "Yeni Osmanlı" denklemi, artı sonsuzun büyüsüyle, bir yanı eksi sonsuzda, ancak somut sonuca uzanamayan bir zemini anlatmaya başlıyor.
Herhalde ideolojik ön yargılara karşın, ABD'nin yürütücülüğünde, Türkiye-İsrail ilişkilerindeki gelişim, mevcut siyasal iktidarı zorlasa da, adeta yeniden başlıyor.
Yoksa benzemezler bilinmezlerle birlikte derinleşecek ve şimdilik kendi "Kürt açılımı" ile meşgul olan siyasal iktidar, daha çok hata yapacak.
Uygulanan politikalar küresel bir karşılık bulamazsa, her an maceraya dönüşmeye "aday" gözüküyor...
18 Nisan 2013 Perşembe
CHP'DE "KANATLAR"...
Uzun zamandır bu konuda bir değerlendirme yapmamaya gayret ediyorum. Zira yapılan tartışmaların, reel siyasetle bir ilintisi olmadığından dolayı, kitle iletişim araçları ve iktidar partisinin etiketlemelerini, parti içinde "kanat" sayan bir algıyı anlamaya çalışıyorum ama a-n-l-a-y-a-m-ı-y-o-r-u-m...
Malum "ulusalcılık", "yenilikçilik" gibi, iktidar antetli yaftaları, kolaylıkla benimseyen şaşkınlığı ifade etmeye çalışıyorum. CHP program ve tüzüğünü okuyanlar, aslında sözkonusu adlandırmaların, ne kadar yapay, ne kadar yaşamda karşılığı olmayan bir durumda olunduğunu tekrar tekrar farkedebilirler.
Gelgelelim, parti içinde yönetim değişikliği gerçekleştikten sonra ve bu bağlamda parti içi tartışmaların daha rahat yapılabildiği bir ortamda, SOSYAL DEMOKRAT düşünce zenginliğinin yansımasından ziyade, başka etiketlerle konuşmak, yine siyasal iktidarın gündemini, bu sefer parti içindeki konum almalarla yinelemek, gerçekten de hayal kırıklığı yaratan cinsten.
CHP'nin Atatürk'ten gelen kurucu kimliği ve 1960'larda, ikinci sanayileşme döneminin getirdiği toplumsal dönüşümde edindiği "Demokratik Sol" siyasal kimlik, yoğun tartışmalar ve parti içi mücadeleler sonucu tarihsel ve siyasal bir sentezle birleştirilmişti.
Bu noktada, ORTANIN SOLU hareketinin lideri Ecevit, değişik zaman dilimlerinde yaptığı açıklamalarda, Türkiye'deki "Demokratik Sol" siyasal hareketin, SOSYAL DEMOKRASİ'nin kurumsallaştığı İskandinav ülkeleri başta olmak üzere, Avrupa'daki SOSYAL DEMOKRAT/DEMOKRATİK SOSYALİST siyasal kimliklerden esinlendiğini ifade etti.
CHP'nin kapatıldığı 12 Eylül ikliminde kurulan siyasal partiler SOSYAL DEMOKRAT siyasal kimliği benimseme konusunda yadırganmadı. Ecevit ise Türkiye bazında SOSYAL DEMOKRASİ-DEMOKRATİK SOL farklılığını, CHP'den ayrı bir siyasal kimliği kabul ettirmek için kullandı.
CHP'nin yeniden açılması, SHP'yle birleşme, birleşik CHP derken, Atatürk'ün "kurucu" ve "inşa edici" iradesi, devlet kuran anlayışı, AYDINLANMACI felsefesi ile SOSYAL DEMOKRASİ'nin evrensel ilkeleri, CHP'nin içinde meczedildi.
Ulusalcılık başlığının isim babası aslında Bülent Ecevit'tir. Ecevit'in öz Türkçe'ye olan yatkınlığı, milliyetçilik kavramını önceleri Ulusçuluk olarak nitelendirirken, sonraları İngilizce'sinin tam karşılığı olarak Ulusalcılık'ı tercih etti. Ecevit'in bu kullanımı bir rastlantı olmaktan çok, siyasal açıdan kendince bilinçli bir tercihti. SHP-DSP, daha sonra CHP-DSP ayrımında, bu sefer "evrensel sol"a karşı "ulusal sol" "ulusalcı sol" kavramlarını "farklı olma" bağlamında ele aldı. Halbuki Sol zaten evrensel bir kavramdı. Ulusallık ta, Atatürk milliyetçiliği çerçevesinde "yurtseverlik" bağlamında kullanıldığı için, CHP'nin tarihsel ve siyasal kimliği içinde, "tarihi bir sentez"e oturtulmuştu.
Ulusallık kavramını yadsıyanlar ise, sadece evrensel referanslarla, CHP'nin Türkiye'deki siyasal gelişim ve değişimini, Türkiye gerçeklerini yok sayarak, bir yere kadar gittiler, sonra da tıkandılar.
Ulusalcılık kavramına; Kemalizm kavramına sonraki aşamalarda herkesten çok sahip çıkan siyasal yapılar daha fazla sarıldılar, bu arada Ecevit'in "isim babalığı" unutuldu.
CHP'de 2010 sonrasında, sözkonusu "ayrım" varmış gibi bir hava yaratılması, "zamanın ruhu"nun hegemonik bir bağlamda, CHP'yi "kendi ürettiği" terimlerle tartıştırma gayretinden kaynaklanmaktadır.
Atatürk milliyetçiliği zemininde yurtseverliğe dayalı bir anlayış, AYDINLANMACI köklerle, SOSYAL DEMOKRASİ'nin evrensel ilkeleriyle ve Türkiye pratiğiyle bir bütünlük teşkil etmektedir.
CHP'ye değişik siyasal adreslerden katılımların olması bir zafiyet değildir ama gelenler eski siyasal referanslarını CHP'ye dayatma çabası içinde olmamalıdır.
CHP'de elbet kanatlar olacaktır. Daha merkezde, daha Sol'da arayışlar kendini ifade edecek, partinin siyasal bütünlüğü içinde, parti içi demokrasi yöntemleriyle hakça bir rekabet içinde olacaklar, ancak sonuçta ülkenin ve Parti'nin yararı ön planda olacaktır.
Siyasal iktidarın "çözüm süreci" adını verdiği, içi doldurulmamış, Öcalan'la müzakere, Akil'lerle psikolojik harekat arayışı, CHP içinde bir ayrışma konusu olmamalıdır. Ana muhalefet, neden siyasal iktidarın payandası olsun ki... Kürt sorununda, SHP döneminden beri, konunun kimlik ve feodallik boyutuna dikkat çeken, haksız suçlamalarla kamuoyu gözünde suçlanan, CHP geleneği olmuştur. Şimdi de, bu sorunun çözülmesine karşıymış gibi bir hava yaratılıyor.
SOSYAL DEMOKRASİ, kendi anlayışı çerçevesinde ÖNCE İNSAN der.
Tanzimat dönemini yaşamadığımıza göre, gelenekçi/yenilikçi gibi bir zorlama ayrıma girmektense, Sol siyasal kimliğin içindeki arayışlar, gerçek anlamda "kanat" politikasını ortaya koyacaktır. Yoksa muhafazakar medya, CHP'nin gündemini daha uzun süreler tayin etme hevesi içine girer.
Unutmayın. ÖNCE İNSAN...
Malum "ulusalcılık", "yenilikçilik" gibi, iktidar antetli yaftaları, kolaylıkla benimseyen şaşkınlığı ifade etmeye çalışıyorum. CHP program ve tüzüğünü okuyanlar, aslında sözkonusu adlandırmaların, ne kadar yapay, ne kadar yaşamda karşılığı olmayan bir durumda olunduğunu tekrar tekrar farkedebilirler.
Gelgelelim, parti içinde yönetim değişikliği gerçekleştikten sonra ve bu bağlamda parti içi tartışmaların daha rahat yapılabildiği bir ortamda, SOSYAL DEMOKRAT düşünce zenginliğinin yansımasından ziyade, başka etiketlerle konuşmak, yine siyasal iktidarın gündemini, bu sefer parti içindeki konum almalarla yinelemek, gerçekten de hayal kırıklığı yaratan cinsten.
CHP'nin Atatürk'ten gelen kurucu kimliği ve 1960'larda, ikinci sanayileşme döneminin getirdiği toplumsal dönüşümde edindiği "Demokratik Sol" siyasal kimlik, yoğun tartışmalar ve parti içi mücadeleler sonucu tarihsel ve siyasal bir sentezle birleştirilmişti.
Bu noktada, ORTANIN SOLU hareketinin lideri Ecevit, değişik zaman dilimlerinde yaptığı açıklamalarda, Türkiye'deki "Demokratik Sol" siyasal hareketin, SOSYAL DEMOKRASİ'nin kurumsallaştığı İskandinav ülkeleri başta olmak üzere, Avrupa'daki SOSYAL DEMOKRAT/DEMOKRATİK SOSYALİST siyasal kimliklerden esinlendiğini ifade etti.
CHP'nin kapatıldığı 12 Eylül ikliminde kurulan siyasal partiler SOSYAL DEMOKRAT siyasal kimliği benimseme konusunda yadırganmadı. Ecevit ise Türkiye bazında SOSYAL DEMOKRASİ-DEMOKRATİK SOL farklılığını, CHP'den ayrı bir siyasal kimliği kabul ettirmek için kullandı.
CHP'nin yeniden açılması, SHP'yle birleşme, birleşik CHP derken, Atatürk'ün "kurucu" ve "inşa edici" iradesi, devlet kuran anlayışı, AYDINLANMACI felsefesi ile SOSYAL DEMOKRASİ'nin evrensel ilkeleri, CHP'nin içinde meczedildi.
Ulusalcılık başlığının isim babası aslında Bülent Ecevit'tir. Ecevit'in öz Türkçe'ye olan yatkınlığı, milliyetçilik kavramını önceleri Ulusçuluk olarak nitelendirirken, sonraları İngilizce'sinin tam karşılığı olarak Ulusalcılık'ı tercih etti. Ecevit'in bu kullanımı bir rastlantı olmaktan çok, siyasal açıdan kendince bilinçli bir tercihti. SHP-DSP, daha sonra CHP-DSP ayrımında, bu sefer "evrensel sol"a karşı "ulusal sol" "ulusalcı sol" kavramlarını "farklı olma" bağlamında ele aldı. Halbuki Sol zaten evrensel bir kavramdı. Ulusallık ta, Atatürk milliyetçiliği çerçevesinde "yurtseverlik" bağlamında kullanıldığı için, CHP'nin tarihsel ve siyasal kimliği içinde, "tarihi bir sentez"e oturtulmuştu.
Ulusallık kavramını yadsıyanlar ise, sadece evrensel referanslarla, CHP'nin Türkiye'deki siyasal gelişim ve değişimini, Türkiye gerçeklerini yok sayarak, bir yere kadar gittiler, sonra da tıkandılar.
Ulusalcılık kavramına; Kemalizm kavramına sonraki aşamalarda herkesten çok sahip çıkan siyasal yapılar daha fazla sarıldılar, bu arada Ecevit'in "isim babalığı" unutuldu.
CHP'de 2010 sonrasında, sözkonusu "ayrım" varmış gibi bir hava yaratılması, "zamanın ruhu"nun hegemonik bir bağlamda, CHP'yi "kendi ürettiği" terimlerle tartıştırma gayretinden kaynaklanmaktadır.
Atatürk milliyetçiliği zemininde yurtseverliğe dayalı bir anlayış, AYDINLANMACI köklerle, SOSYAL DEMOKRASİ'nin evrensel ilkeleriyle ve Türkiye pratiğiyle bir bütünlük teşkil etmektedir.
CHP'ye değişik siyasal adreslerden katılımların olması bir zafiyet değildir ama gelenler eski siyasal referanslarını CHP'ye dayatma çabası içinde olmamalıdır.
CHP'de elbet kanatlar olacaktır. Daha merkezde, daha Sol'da arayışlar kendini ifade edecek, partinin siyasal bütünlüğü içinde, parti içi demokrasi yöntemleriyle hakça bir rekabet içinde olacaklar, ancak sonuçta ülkenin ve Parti'nin yararı ön planda olacaktır.
Siyasal iktidarın "çözüm süreci" adını verdiği, içi doldurulmamış, Öcalan'la müzakere, Akil'lerle psikolojik harekat arayışı, CHP içinde bir ayrışma konusu olmamalıdır. Ana muhalefet, neden siyasal iktidarın payandası olsun ki... Kürt sorununda, SHP döneminden beri, konunun kimlik ve feodallik boyutuna dikkat çeken, haksız suçlamalarla kamuoyu gözünde suçlanan, CHP geleneği olmuştur. Şimdi de, bu sorunun çözülmesine karşıymış gibi bir hava yaratılıyor.
SOSYAL DEMOKRASİ, kendi anlayışı çerçevesinde ÖNCE İNSAN der.
Tanzimat dönemini yaşamadığımıza göre, gelenekçi/yenilikçi gibi bir zorlama ayrıma girmektense, Sol siyasal kimliğin içindeki arayışlar, gerçek anlamda "kanat" politikasını ortaya koyacaktır. Yoksa muhafazakar medya, CHP'nin gündemini daha uzun süreler tayin etme hevesi içine girer.
Unutmayın. ÖNCE İNSAN...
17 Nisan 2013 Çarşamba
"ÇÖZÜLME"NİN ANATOMİSİ...
Türkiye, 2013 yılının başından itibaren, "çözüm süreci" adı verilen bir "post-modern" belirsizliğe sürükleniverdi. Siyasal iktidarın "devr-i iktidarı"nda, çeşitli kereler, "çözüm egzersizleri" mahçup edalarla ortaya konmuş, ancak "iki ileri-bir geri" temposunda, mehter adımlarıyla, her seferinde "geri-gidişler" yaşanmıştı. 2005 "Diyarbakır açılımı", 2009 "Habur görüntüleri" derken, 2013'e gelindiğinde, bu sefer PKK terör örgütünün başı Öcalan'la "siyasal diyalog"u içeren bir süreç başlatıldı.
İlginç bir metotla, Öcalan'la daha öncekiler hariç tutulursa, 2012 sonbaharından beri devletin istihbarat örgütü, 2013 başından itibaren ise PKK'nın parlamentodaki sivil kanadı BDP, ayrı kollardan, ancak birbirine ters düşmeyen görüşmeler yapıyorlar.
MİT-BDP sarmalında bir "müzakere" ve "çözüm süreci"ni anlatmak ta, "akil insanlar" denilen, sayın başbakanın bizzat görevlerini "psikolojik harekat" olarak açıkladığı, "akademisyen, gazeteci, film yıldızı, tiyatrocu, sahne sanatçısı, AKP eski milletvekili, cemaat dernekleri yöneticileri"ni kapsayan bir gruba düşüyor.
Grup gittiği yerlerde protestolarla karşılanıyor, polis tarafından korunuyor ve içeriğini bilmedikleri "çözüm süreci"ni izah etmeye çalışıyorlar. Böyle olunca da her "akil insan" kendi dünya görüşü çerçevesinde hergün yeni birtakım "açılımlar" yapıyor.
"Laiklere getto" öneren Akit yazarı Hasan Karakaya ile Agos genel yayın yönetmeni ve Zaman yazarı Etyen Mahçupyan, nerede birleşiyorlar, hangi ortak paydaları paylaşıyorlar. Tarhan Erdem ile Orhan Gencebay, hangi parametreler çerçevesinde, bir bütünün unsurları içinde yer alıyorlar?
Başkanlık sistemi-federasyon orantısındaki tasarımda, başkanlık sisteminin şansı azalırsa, federasyon bir başka bahara mı kalacak?
O zaman tıpkı, 2011 genel seçimleri ve öncesinde olduğu gibi, yerel seçimler, cumhurbaşkanlığı seçimi ve milletvekili genel seçimlerini kapsayan, 2014-2015 yüzeyinde, terörün etkisini geçici olarak azaltmak ve siyasal riskleri kısa vade için ertelemek mi gündemde?
Taktiksel birtakım yaklaşımlar, toplum yapısını zedeleyecek boyutta bir çözülmeyi, geri döndürülemez bir biçimde ortaya koyarsa, tarih bugünleri "çözülmenin anatomisi" başlığı altında değerlendirecektir.
İlginç bir metotla, Öcalan'la daha öncekiler hariç tutulursa, 2012 sonbaharından beri devletin istihbarat örgütü, 2013 başından itibaren ise PKK'nın parlamentodaki sivil kanadı BDP, ayrı kollardan, ancak birbirine ters düşmeyen görüşmeler yapıyorlar.
MİT-BDP sarmalında bir "müzakere" ve "çözüm süreci"ni anlatmak ta, "akil insanlar" denilen, sayın başbakanın bizzat görevlerini "psikolojik harekat" olarak açıkladığı, "akademisyen, gazeteci, film yıldızı, tiyatrocu, sahne sanatçısı, AKP eski milletvekili, cemaat dernekleri yöneticileri"ni kapsayan bir gruba düşüyor.
Grup gittiği yerlerde protestolarla karşılanıyor, polis tarafından korunuyor ve içeriğini bilmedikleri "çözüm süreci"ni izah etmeye çalışıyorlar. Böyle olunca da her "akil insan" kendi dünya görüşü çerçevesinde hergün yeni birtakım "açılımlar" yapıyor.
"Laiklere getto" öneren Akit yazarı Hasan Karakaya ile Agos genel yayın yönetmeni ve Zaman yazarı Etyen Mahçupyan, nerede birleşiyorlar, hangi ortak paydaları paylaşıyorlar. Tarhan Erdem ile Orhan Gencebay, hangi parametreler çerçevesinde, bir bütünün unsurları içinde yer alıyorlar?
Başkanlık sistemi-federasyon orantısındaki tasarımda, başkanlık sisteminin şansı azalırsa, federasyon bir başka bahara mı kalacak?
O zaman tıpkı, 2011 genel seçimleri ve öncesinde olduğu gibi, yerel seçimler, cumhurbaşkanlığı seçimi ve milletvekili genel seçimlerini kapsayan, 2014-2015 yüzeyinde, terörün etkisini geçici olarak azaltmak ve siyasal riskleri kısa vade için ertelemek mi gündemde?
Taktiksel birtakım yaklaşımlar, toplum yapısını zedeleyecek boyutta bir çözülmeyi, geri döndürülemez bir biçimde ortaya koyarsa, tarih bugünleri "çözülmenin anatomisi" başlığı altında değerlendirecektir.
7 Nisan 2013 Pazar
AKİL Mİ, NAKİL Mİ?
Gündemde olan konulara değinmek, hele ki başlığı bu çerçevede konumlandırmak, kaleme aldığınız yazınızın cezbedilme olasılığını arttırır. Ancak "iletişim toplumu"nda ihmal edilen, başlık kadar içeriğin ne olduğudur. Bu elbette başlı başına bir tartışma konusu.
Ne zamandır, kamuoyunun gündemine önce "akil adamlar" sonra da "akil insanlar" diye sunulan, akademisyen, gazeteci, yazar, ses sanatçısı, film yıldızlarından oluşan bir "grup çalışması" geliyor. Bu çalışmanın amacının ne olduğunun yanıtını bizzat sayın başbakan veriyor: "Psikolojik harekat".
Neymiş, yanlış olan "psikolojik harekat" değil, bu gücün kimin elinde olmasıymış. Bu bağlamda sivil güçlerin elinde bir "psikolojik harekat"ın demokratik açıdan bir sakıncası yokmuş.
O zaman sözkonusu grup, neyin "psikolojik harekatı"nı yapacak? İmralı'da "ağırlaştırılmış müebbet hapis" cezasını çeken, PKK terör örgütünün başı, "Apo" kod adlı Öcalan ile yapılan müzakereyi, kamuoyuna anlatacak. O da tamam da, Öcalan'la kim, neyi müzakere ediyor? Bir kere hükümet, kesinlikle bu iddiayı reddediyor. Ve Erdoğan, PKK ile müzakereyi MİT'in yaptığını ifade ediyor. Devletin istihbarat örgütü, terör örgütüyle neyi müzakere ediyor? "Çözüm süreci"ni.
"Çözüm süreci" neyi içeriyor? Hükümet üyeleri dahil, kimse bilmiyor. O zaman yazının başına tekrar gidiyoruz. Başlık cezbedici ama siyasal iktidarın sahip olmadığı bilgilere, doğal olarak haiz olmayan grup üyeleri, içeriğini bilmedikleri bir süreci, kamuoyuna anlatacaklar.
Kimler grupta var derken, Akit'ten Hasan Karakaya, "laiklere getto" önermişti. Şimdi Kürt yurttaşlarımıza ya da her bir etnik-mezhepsel kümeye, "getto" mu önerecek? Yoksa Sünni Kürtler'i benimserken, Alevi Kürtler'i mi ötekileştirecek?
"Çözüme karşı mısın" diye soran, kendini liberal ya da Solcu zanneden diğer bazı grup üyeleri mi Karakayalaşacak, yoksa Karakaya mı değişecek?
İsmet Paşa'nın dediği gibi "hadi canım sen de"...
4 Nisan günkü ilk toplantısını Dolmabahçe Sarayı'nda sayın başbakanla yapan grup üyelerinden Orhan Gencebay, malum toplantıdan erken ayrılmıştı. Nedeni de "Popstar" programında "kadrolu" olduğu için, zamanını ayarlaması gerekiyordu. Orhan Baba, "hatasız kul olmaz" diyerek, kimlerin gönlünü alacak?
Dönelim konuya. Çözüm süreci, "alaturka başkanlık sistemi" ve "etnik özerklik" alaşımı birşey mi acaba? "Genel af" sırada mı?
Gramsci, hegemonik paradigmayı anlatırken, düzenin entelektüellerini, aynı zamanda sistemi kamuoyuna anlatan, meşrulaştıran "organik aydınlar" olarak nitelemişti. Oysa bu üyelerden kaçı entelektüel sorusunu bir kenara bırakıyorum, "öz çocuklar"la, "geçici müttefiklerin" işi nerede çakışıyor, ya da bitiyor?
Kürt hareketini "Kürt-İslam" senteziyle, sisteme, ileride Barzani'yle yapılması olası, kapsamlı işbirliğine hazırlayan "süreç", Sünnilik parantezinde bir "muhafazakar" üstyapıyı mı barındırıyor?
Prof. İzzettin Doğan da, Aleviler'i "muhafazakar" paradigmaya uyumlu hale getirmek için mi görevlendirildi?
Prof.Arıboğan, "medyatik-akademik" çerçevede, TV programlarında, "bilinmeyen çözüm"ü, akademik zeminde, daha da "stratejik" hale mi getirecek?
Sorular çok, yanıtlar muğlak.
Yıllarca TV'lerde, gazetelerdeki köşelerinde "sivil aydın" olmayı önemseyenler, siyasal iktidarın "psikolojik harekatı"nda "akil" başlığı altında, sürecin "nakil" aşamasında ne yapacaklar? Bir nevi devlet görevlisi sıfatını üstlenen, "resmi aydın" sıfatına yükselenler, çok eleştirdikleri "vesayet sistemi"nin münevveranına dönüşmeyecekler mi?
Bu süreci bilimsel analiz etmek zor. Siz şimdilik bununla idare edin.
Birgün akıllar başa gelirse, o zaman makul birşeyler tartışırız.
Grup üyelerinin bilmedikleri bir süreci, halkı ikna çalışmalarına kim İnanır? Onu da siz bulun???
Ne zamandır, kamuoyunun gündemine önce "akil adamlar" sonra da "akil insanlar" diye sunulan, akademisyen, gazeteci, yazar, ses sanatçısı, film yıldızlarından oluşan bir "grup çalışması" geliyor. Bu çalışmanın amacının ne olduğunun yanıtını bizzat sayın başbakan veriyor: "Psikolojik harekat".
Neymiş, yanlış olan "psikolojik harekat" değil, bu gücün kimin elinde olmasıymış. Bu bağlamda sivil güçlerin elinde bir "psikolojik harekat"ın demokratik açıdan bir sakıncası yokmuş.
O zaman sözkonusu grup, neyin "psikolojik harekatı"nı yapacak? İmralı'da "ağırlaştırılmış müebbet hapis" cezasını çeken, PKK terör örgütünün başı, "Apo" kod adlı Öcalan ile yapılan müzakereyi, kamuoyuna anlatacak. O da tamam da, Öcalan'la kim, neyi müzakere ediyor? Bir kere hükümet, kesinlikle bu iddiayı reddediyor. Ve Erdoğan, PKK ile müzakereyi MİT'in yaptığını ifade ediyor. Devletin istihbarat örgütü, terör örgütüyle neyi müzakere ediyor? "Çözüm süreci"ni.
"Çözüm süreci" neyi içeriyor? Hükümet üyeleri dahil, kimse bilmiyor. O zaman yazının başına tekrar gidiyoruz. Başlık cezbedici ama siyasal iktidarın sahip olmadığı bilgilere, doğal olarak haiz olmayan grup üyeleri, içeriğini bilmedikleri bir süreci, kamuoyuna anlatacaklar.
Kimler grupta var derken, Akit'ten Hasan Karakaya, "laiklere getto" önermişti. Şimdi Kürt yurttaşlarımıza ya da her bir etnik-mezhepsel kümeye, "getto" mu önerecek? Yoksa Sünni Kürtler'i benimserken, Alevi Kürtler'i mi ötekileştirecek?
"Çözüme karşı mısın" diye soran, kendini liberal ya da Solcu zanneden diğer bazı grup üyeleri mi Karakayalaşacak, yoksa Karakaya mı değişecek?
İsmet Paşa'nın dediği gibi "hadi canım sen de"...
4 Nisan günkü ilk toplantısını Dolmabahçe Sarayı'nda sayın başbakanla yapan grup üyelerinden Orhan Gencebay, malum toplantıdan erken ayrılmıştı. Nedeni de "Popstar" programında "kadrolu" olduğu için, zamanını ayarlaması gerekiyordu. Orhan Baba, "hatasız kul olmaz" diyerek, kimlerin gönlünü alacak?
Dönelim konuya. Çözüm süreci, "alaturka başkanlık sistemi" ve "etnik özerklik" alaşımı birşey mi acaba? "Genel af" sırada mı?
Gramsci, hegemonik paradigmayı anlatırken, düzenin entelektüellerini, aynı zamanda sistemi kamuoyuna anlatan, meşrulaştıran "organik aydınlar" olarak nitelemişti. Oysa bu üyelerden kaçı entelektüel sorusunu bir kenara bırakıyorum, "öz çocuklar"la, "geçici müttefiklerin" işi nerede çakışıyor, ya da bitiyor?
Kürt hareketini "Kürt-İslam" senteziyle, sisteme, ileride Barzani'yle yapılması olası, kapsamlı işbirliğine hazırlayan "süreç", Sünnilik parantezinde bir "muhafazakar" üstyapıyı mı barındırıyor?
Prof. İzzettin Doğan da, Aleviler'i "muhafazakar" paradigmaya uyumlu hale getirmek için mi görevlendirildi?
Prof.Arıboğan, "medyatik-akademik" çerçevede, TV programlarında, "bilinmeyen çözüm"ü, akademik zeminde, daha da "stratejik" hale mi getirecek?
Sorular çok, yanıtlar muğlak.
Yıllarca TV'lerde, gazetelerdeki köşelerinde "sivil aydın" olmayı önemseyenler, siyasal iktidarın "psikolojik harekatı"nda "akil" başlığı altında, sürecin "nakil" aşamasında ne yapacaklar? Bir nevi devlet görevlisi sıfatını üstlenen, "resmi aydın" sıfatına yükselenler, çok eleştirdikleri "vesayet sistemi"nin münevveranına dönüşmeyecekler mi?
Bu süreci bilimsel analiz etmek zor. Siz şimdilik bununla idare edin.
Birgün akıllar başa gelirse, o zaman makul birşeyler tartışırız.
Grup üyelerinin bilmedikleri bir süreci, halkı ikna çalışmalarına kim İnanır? Onu da siz bulun???
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)