24 Mayıs 2012 Perşembe

AKP'YE MUHALEFET ETMEK...

Ülkemizde yaşanan siyasal gerilim ve otoriterleşme eğilimlerinin etkilerini sıklıkla gündeme getiriyorum. Bugün, "ileri demokrasi" görüntüsü altında yaşanan baskılardan değil, daha ziyade AKP'ye "muhalefet" etmenin ve söz konusu siyasal partiye karşı gerçekten "seçenek" olmanın koşullarını değerlendirmeye çalışacağım.
CHP'nin örgütlenmeden sorumlu genel başkan yardımcısı, yani fiilen "ikinci adamı" pozisyonundaki sayın Nihat Matkap, İskenderun İlçe örgütüne yaptığı bir ziyaret sırasında, bugün seçim olsa AKP'nin yine "her iki kişiden birinin" oyunu alacağını ifade etmiş. Medyaya yansıyan haberlere bakılırsa, sayın Matkap, ekonomideki verilerin olumsuz olmasına karşın, AKP'nin iktidarında bir değişiklik olmadığını vurgulamış.
Ana muhalefet partisinin, genel başkandan sonraki en yetkili yöneticisinin değerlendirmeleri elbette bir hayli önemli. Üçüncü dönemini yaşayan AKP iktidarının, son genel seçimlerden yaklaşık bir yıl geçmesine karşın, siyaseten konumunu sürdürmesi, oy oranını koruması, ortada çok önemli bir olgulaşma sürecini gösteriyor.
AKP, iktidarının üçüncü dönemi ve 10. yılında, AKP iktidarı öncesindeki siyasal koşulları çok iyi kullanıyor. Bir zamanlar nasıl general Evren, "12 Eylül öncesine döneriz ha" diye korutuyordu, AKP de 1990'lı yıllardaki "koalisyon hükümetleri ve ekonomik krizlere dönme" korkutmacasını ustalıkla kullandı.
Öte yandan "karizmatik bir lidere" sahip olmanın avantajlarını iyi değerlendirirken, "sosyal devlet" yerine, "dini cemaatlerin dayanışma ruhunu" harekete geçirerek, piyasa ekonomisinde, kendi "sosyal sübabını", devlet dışında inşa etti. Devlet olanaklarını da "kendi partisinin sosyal yardımları"nda seferber etti. "Topluma dokunmak" deyimi, AKP ile icat edildi. AKP "kendi zengini"nden önce, "kendi yoksulu"nu yarattı. Öte yandan neo liberal ekonominin acımasız yöntemlerini, global sermayeyle birlikte uygulamaktan çekinmedi. Ancak AKP formülündeki "tılsım", yoksulların "cemaat dayanışması"yla kapitalizme "ikna edilmesi" ya da kendilerine yabancılaştırılmasıdır.
Dış polititikada ise muhafazakar kitleler, Müslüman nüfuslu diğer rejimlerle "çatışma" açısından motive edilmiş, gerekirse mezhep kartı kullanılmış, "Neo" parantezindeki Osmanlı-Selçuklu fantezileriyle, ABD'nin bölgesel politikalarının "uygulayıcısı" olmak, aynı kitlelere sempatik hale getirilmiştir.
CHP'de genel başkan yardımcısının ağzından ortaya konulan itiraf, belki "durum tespiti" olarak bir değer taşıyabilir. Ama bu bir yandan da seçimlerin ardından geçen son bir yılda, ana muhalefetin bir gelişme gösteremediğinin de "resmi bir beyanı" olarak ayrıca bir önem taşımaktadır.
Mayıs 2010'da sayın Kılıçdaroğlu'nun CHP genel başkanı seçilmesi, Kasım 2010'da Sav ve arkadaşlarının MYK'dan "yeni tüzükle" tasfiye edilmeleri ve Gürsel Tekin'in "yeni ikinci adam" olması, Aralık 2010'daki olağanüstü kurultayda yeni PM seçilmesi ve Haziran 2011'de "yeni meclis grubu"nun oluşması, seçim sonrasında Gürsel Tekin'in "ikinci adamlığı"nın sona ermesi ve Nihat Matkap'ın "ikinci adam" olması, CHP içi kulislerle ilgilenenler için bir değer taşıyabilir. Ama inanın Türkiye kamuoyunu ve seçmenini pek te ilgilendirmiyor.
Parti içi tasfiye geleneği önceki yönetim döneminde de vardı. Bugün de özellikle, Kasım 2011'deki il ve ilçe görevden alma süreçleriyle, 2012 olağan kurultayındaki "yeni yapı" tasarlandı. Bu arada Şubat 2012'de "parti içi muhalefet"in öncülüğündeki imzalarla, bir genel merkezin, bir de muhalefetin isteğiyle art arda iki "tüzük kurultayı" yapıldı.
CHP ne yaptı sorusuna, genel merkez yöneticileri, oluşturulan projeler ve çözüm önerileriyle yanıt veriyorlar. Haksız da değiller. Ama önemli olan "mesajın tabana nüfuz ettirilmesi". Buna da yanıt, "medya engeli"yle verilebilir.
Kılıçdaroğlu'nun Mart 2009 yerel seçimlerinde, "varoşlara" uzanan siyasal performansı, Mayıs 2010'daki süreçte, yaşanan kaosun ardından, genel başkanlığa gelişini kolaylaştırmıştı. Yeni PM ve yeni TBMM grubundan sonra "yeni örgüt" yapısı AKP'ye muhalefet edebilir mi?
Ya da tüm bunlar, AKP'ye muhalefet etmekten çok, eski yönetimler döneminde olduğu gibi "parti içi iktidara" yönelik hesaplardan başka bir anlam taşımıyor mu? Bir soru daha. Muhafazakar kitlelere, "muhafazakarlaşarak" gitmenin siyaseten bir karşılığı var mı?
Beni ilgilendiren soru şu. Mart 2014'de İstanbul başta olmak üzere CHP büyükşehir ve ilçe belediyelerini kazanıp, Türkiye'nin "1. partisi" olacak mı? 50-25 dengesizliği altüst olacak mı? Genel seçimlerde CHP yeni hükümeti kuran parti olacak mı?
Gerisi laf-ı güzaf ve parti kulisi...
Kimse kusura bakmasın...