27 Aralık 2014 Cumartesi

MEŞAL-BARZANİ-PUTİN HATTINDA AKP DIŞ POLİTİKASI...

Gerçekten de kafalar çok karışık. 30 Eylül 2012'de AKP Büyük Kongresi Irak Kürdistan Bölgesel Yönetimi Başkanı ve Irak Kürdistan Demokrat Partisi lideri Barzani'yi ağırlar ve kendisine konuşma yaptırırken, bu davranışın bir siyasal istisna olmadığını anlamak gerekiyordu. İktidar partisi, Barzani'yi Büyük Kongresi'nde konuştururken, özellikle Ortadoğu'ya yönelik, "bölgesel vesayet" anlayışını pekiştirmeye çalışıyordu. Bu bir bakıma Osmanlıcı bakışın yansımasıydı. "Kürt sorunu"nu, ulus-devletin bir hastalığı olarak gören AKP, imparatorluk mirası ve İslami kimlikle, biraz da Nakşibendi akımının yardımıyla, muhafazakar Sünni Kürtler'i kendince asimile etmeye çalıştı.
Bu genel bir bakışın ete kemiğe bürünmesiydi. 27 Aralık 2014'te, AKP'nin Erdoğan sonrasi lideri ve Başbakan Davutoğlu'nun seçim bölgesi AKP Konya'nın İl Kongresi vardı. Davutoğlu'nun Meşal'i kendi seçim bölgesinde ağırlaması bir rastlantı değildi. Dışişleri Bakanlığı ve Başbakan Danışmanlığı, Dışişleri Bakanlığı görevlerinden beri, Osmanlıcı bölgesel vesayetin mimarı olan Davutoğlu için, Meşal'in bizzat kendi "siyasi evi"nde ağırlanması, siyasal ütopyaları açısından anlamlıydı. Ne var ki, AKP-Davutoğlu çizgisinde, bırakın İsrail'i, Filistin Kurtuluş Örgütü, onun en büyük bileşeni El Fetih ve 1993 Oslo Süreci sonrası kurulan, fiilen sadece Batı Şeria'da hükmeden Filistin Otoritesi, hep arka planda kaldı. Zira bu anlayış, İslamcı perspektifle, sadece Hamas'ı kendine muhatap aldı. Zaten Gazze'ye yönlendirilen Mavi Marmara da tam bu konuyla ilgiliydi. 2007 Haziran'ında Filistin Otoritesi'nden darbeyla ayrılan Hamas'ın Gazze yönetimi, Batı sistemi ve uluslararası düzen açısından, adeta tanınmayan bir siyasal varlığa (antite)ye dönüştü. Sadece Hamas'a dönük bir Filistin siyasetinin, Türkiye'nin gittikçe uzaklaştığı Batı dünyasıyla oluşturduğu tezatlar aşikarken, Avrupa Adalet Divanı'nın Hamas'ı "terörist ülkeler listesi"nden çıkartması, Avrupa Parlamentosu'nda "iki devletli çözüm" çerçevesinde "Filistin"in devlet olma hakkını güçlendiren" niyet kararlarının çıkması, değişik bir atmosfer oluştırdu.
2011'e kadar, Suriye'de yaşayan Meşal'in, "gecikmiş Arap baharı" adı altındaki kaosun ardından, bugünlerde Mısır'daki Sisi yönetimiyle arası düzelen Katar'a taşınması, Katar'ın Batı ile iç içe ilişkiler içinde olması, bugünkü iktidar açısından, artık bir dengeden ziyade, "savrulma" siyasetini ortaya koymaktadır.
Rusya'ya Doğu Akdeniz'de "nükleer tesis" kazandıran günümüz iktidarı, Suriye'deki Rusya'ya ait Tartus deniz üssü düşünüldüğünde, adeta Ruslar'ın "sıcak denizlere inme" rüyasına altyapı hazırlamaktadır. Üstelik Akkuyu, İncirlik'e de çok yakındır.
Esad müttefiki Rusya, Esad karşıtı Türkiye aracılığıyla Doğu Akdeniz'e ilerlerken, bundan kuşkusuz en büyk rahatsızlığı İsrail ve ABD duymaktadır. Son 1 yılda, ikili dış ticaret hacmi %25 artsa da, İsrail'e yönelik ideolojik kinin temelinde, Ortadoğu'ya "ağabeylik" hevesi yatmaktadır. Öte yandan İsrail, hazırladığı "milliyet yasası" ile, "Yahudi devleti" olma özelliğini yasalaştırarak, tüm dünya Yahudileri'nin temsilcisi olma savıyla "göçü özendirme" siyasalarını vurgulamakta  ve kendi yurttaşı olan Araplar'ı "resmi azınlık" statüsüne geçirerek, Avrupa devletlerinin "Filistin" politikasını kadük hale getimeye gayret etmektedir.
Siyasal iktidar, ideolojik körlükle, 200 yıllık modernleşme birikimini tasfiye etmeye neden olacak hamleler yapsa da, real politik karşısında, bu hamleler hem etkisiz kalacak, hem de kaybeden ülkemiz olacaktır.
Meşal-Barzani ve Putin yüzeyinde ilerleyen "AKP dış politikası", 2015'te yaklaşan ekonomik krizle birlikte, Türkiye'yi, Batı medyasının deyimiyle, uçuruma sürüklemektedir.
Kaostan sonra düzenin doğması dileğiyle... 

21 Aralık 2014 Pazar

DEMOKRASİDE "DARBOĞAZ"...

Siyasal literatürümüzde sıklıkla kullanılan bir ifadeyi başlığa taşıdım. Ne yazık ki, modern siyasal yaşamımız; ekonomik, toplumsal ve siyasal tıkanıklıklarla dolu. "Darboğaz" ise, atlatılmaya çalışılan kritik bir durumu dile getirmek için kullanılır. Kimileri krizin karşılığı olarak ele alsa da, "darboğaz" bize özgü bir anlatım biçimidir. Elbette içinde, "çıkış yolu" umudunu da barındırmaktadır. Zira zor da olsa geçilecek bir "boğaz" vardır.
Türkiye'de 12 Eylül 1980 askeri müdahalesi ve ardından getirilen 1982 anayasası ile, ülke adeta bir "deli gömleği"nin içine sokuldu. Kendi içinde pek çok farklı dinamiği içeren toplum, "2.5 siyasal parti", "yürütmenin başı olan bir cumhurbaşkanı", "seçimlerde %10 ülke barajı", sendikalara konulan siyasal engeller, uzun dönem süren üniversite öğrenci ve öğretim üyelerine getirilen siyaset yasağı ve bu yazıya sığması zor pek çok engelle, anayasa değil "amayasa" ile yönetilmeye çalışıldı. Neden "amayasa"? Çünkü tanımlanan her özgürlük, "ama" bağlacı ile hükümsüz hale getirildi. Kimi yazarlar, "insan derisiyle kaplı anayasa" başlıklı kitaplar yazdılar.
12 Eylül 1980, 12 Eylül 2010 referandumu ile pekiştirildi.1980'lerdeki ANAP iktidarları, düşünsel anlamda örtüşse de, Kenan Evren-Turgut Özal arasındaki rekabetle birlikte, Evren'i Marmaris'e, Özal'ı Çankaya'ya gönderen bir finalle sonuçlandı. 1990'lardaki koalisyonlar sürecinde, Özal'ın ani ölümü, Demirel'in Çankaya'ya çıkışı, Ecevit'in yıllar sonra tekrar başbakanlığı, Çiller-Yılmaz maceraları derken, Türkiye 2002'de AKP iktidarı ile tanıştı.
AKP'yi ele alacak pek çok yön var. Yeni bir "rejim", "yeni bir toplum", "yeni değerler" zemininde, Graham Fuller ve Morton Abromowitz'in de hesap etmediği bir "dış politika" çerçevesine oturdular. Fuller, Huntington'dan esinlenerek, "laiklik"ten vageçmiş, ekonomisinde "küresel likidite bolluğunda" kendisini daha zengin hisseden, dış politikasında ABD'ye rağmen birtakım manevralar alabilen, son tahlilde Sünni Araplar'ı Batı'yla "ağabeylik" yüzeyinde bitiştiren bir "Yeni Türkiye Cumhuriyeti" tasarlarken, Türkiye-Rusya arasında, otoriter liderliklere, enerji güzergahlarına ve Akkuyu'da Doğu Akdeniz nükleer işbirliğinde gelişen, yeni bir "ikli gerçeği" ile karşılaştılar. ABD-Küba ilişkisi, elbette tanımladığımız "yeni ilişki"nin simetrisi değildir. Türkiye'nin NATO'daki konumu, AB giriş sürecindeki durumu ele alındığında, yeni arayışların, bir hesaplaşma mı, yoksa kafa karışıklığı mı olduğu, daha iyi anlaşışabilir.
Türkiye'de 12 Eylül'den beri değişmeyen iki düzenleme, rejimin kendi içindeki tekrarı ve devamlılığı açısından anlam taşımaktadır. Zorunlu din dersi ve seçimlerdeki %10 ülke barajı ile daha muhafazakar bir toplum, içeriği sandığa sığdırılmış bir siyaset, 12 Eylül'ün değişmez uygulamaları olarak, bugün de devam etmekte, adeta siyasal iktidara her seferinde tazelenmek için fırsat sunmaktadır.
Türkiye'nin "çıkış yolu"nun bulunmasında, başta iki düzenleme olmak üzere, pek çok değişiklik yapılması gerekmektedir. İşin ilginç yanı, ABD'nin "Yeşil Kuşak"ı realize olma şansı bulurken, Türkiye-İran ve Pakistan; farklı mecralara sürüklenmekte, ABD Ortadoğu'dan Hint Okyanusu'na giden zeminde, bu arada Basra Körfezi'nde yeni belirsizliklere doğru yol almaktadır.
Batılılar "Türkiye'yi kim kaybetti" sorusunu ararken, "kendilerini kaybetme" noktasına kaymaktadırlar.
Türkiye, kendi işini kendi görecek, modernleşme birikimi ve devlet geleneği bağlamında, gerçek demokrasiye kavuşacaktır. Darboğazdan kurtulmanın şifresi, Cumhuriyet değerleri temelinde, demokrasiyi yeniden inşa edebilmektir.
Batı'nın "Zihni Sinir" projeleri, miyadını doldurmuştur...

4 Aralık 2014 Perşembe

ABD’NİN “BÜYÜK STRATEJİK ORTAĞI” VE “YAHUDİ DEVLETİ” BAĞLAMINDA İSRAİL


Ortadoğu’daki yoğun gündemin karmaşasında oyalanırken, İsrail’de ilginç gelişmeler yaşanıyor. Bir yandan Batı Şeria’da sivillere yönelik  terör saldırılarıyla dikkat çeken Hamas’ın, sadece Gazze’de değil, Filistin Otoritesi ve El Fetih’in kontrol alanındaki topraklardaki varlığını hissettirmesi, hatta Batı Şeria’da darbe planladığı spekülasyonları yapılıyor. Öte yandan İsrail askerlerinin, söz konusu saldırılarda gerekçe olarak öne sürülen, Mescid-i Aksa’ya girmesinin yarattığı infial, “3. İntifada” senaryolarını hızlandırıyor. İsrail ise, El Aksa’nın “silah deposu” haline getirildiğini iddia ederek, askeri yöntemlerini meşrulaştırmaya çalışıyor.

Ancak tüm bunların ötesinde, bölgedeki dengeleri biraz daha sarsacak, siyasal-yapısal değişimler de göze çarpıyor. Henüz İsrail parlamentosunda nihai biçimi verilmemiş biçimiyle, ülke 17 Mart 2015’te erken seçime gidiyor. Bu kararın arkasında, İsrail’in “muhafazakar başbakanı” Netenyahu’nun, Lapid ve Livni gibi siyasal liderler ve bakanlarla anlaşamaması, daha radikal girişimlere hız vermesi, pazar ekonomisi ve muhafazakar siyaseti, kendi “Sağ”ıyla anlaşarak, konsolide etmesi gerçeğini ortaya koyuyor. Hatta denilebilir ki, Türkiye’deki siyasal söylemin sert ve muhafazakar tavrı da, Netenyahu’ya siyasal güç kazandırıyor. Muhafazakarlık, muhafazakarlığı güçlendiriyor.

Kadima milletvekilleri tarafından hazırlanan, Netenyahu’nun gündeme getirdiği “ulus-devlet yasası” ilk bakışta, kafalarda değişik soru işaretleri yaratabilir. İsrail’in 1948’deki kuruluş deklarasyonunda, “Yahudi devleti” ibaresi vardı. 1985’teki “Temel yasa” ile, “demokratik” olma niteliği de eklendi. İsrail’in “Yahudi ve demokratik devlet” olma vasfı, neden önem taşıyor? Zira, İsrail-Filistin müzakerelerinde, konu her seferinde Filistin tarafından reddediliyor.  En önemli gerekçe olarak ta, İsrail’de yaşayan Arap kökenli İsrail yurttaşlarının konumunun tehlikeye gireceği endişesi ortaya konuluyor. Yurttaş olan Araplar’ın “resmi azınlık“ durumuna getirilmesi, beraberinde, “kalıcı çözüm” aşaması arefesinde, olası Filistin devletine, İsrailli Araplar’ın dönmesi olasılığını resmileştirir mi? Bu temel bir sorun olarak göze çarpıyor. İfade edilen koşul, defalarca dile getirildiği gibi, 2007’deki Annapolis Barış Süreci’nde, İsrail tarafından Filistin heyetine temel koşullar olarak öne sürülmüştü. Üstelik Livni de Dışişleri Bakanı olarak konuyu dile getiriyordu.  Öte yandan, İsrail kabinesi tarafından tartışmalarla ve oy çokluğuyla onaylanan, Knesset’te henüz son aşamasına gelmeyen “ulus-devlet yasa tasarısı”nda, İsrail’in “Yahudi ve demokratik devlet olma” özelliği yinelenirken, “dönüş” başlığında, İsrail dışındaki Yahudiler’e İsrail’e gelmelerinde yeni kolaylıklar sağlanıyor. Zaten mevcut durumda, İsrail dışı Yahudiler’in, başvurmaları halinde İsrail’e yurttaş olma hakları var. İsrail’in “Yahudiler’in yurdu” kabul edilmesi, yeni yerleşimciler konusunu gündeme getirme potansiyelini içinde taşımaktadır. İsrail’in “devlet politikası”nda var olan konu, yeni yasal düzenlemeyle, daha da pekişmekte, İsrail seçimleri öncesi Netenyahu ve Likud’a siyasal prim kazandırmaktadır. Resmi dilin İbranice olduğunun vurgulanması, Arapça’ya “özel statü “verilmesi de “milliyet yasası” zeminini çağrıştırmaktadır. (Bernard Avishai, “Netanyahu’s Inflammatory New Bill”, http://www.newyorker.com/news/news-desk/netanyahus-nation-state )

ABD Temsilciler Meclisi’nde kabul edilen ve ABD Başkanı Obama’ya imzaya giden yasayla, İsrail ABD’nin “büyük stratejik ortağı” olarak ilan edilmektedir. Fiilen “stratejik ortaklığı” olan iki ülke açısından, kabul edilen son yasa, işaret edici niteliktedir. Yasanın içeriğinde, İsrail'in ticari statüsünde, ABD'ye yönelik ihracatının kolaylaştırılması, iki ülke arasında enerji, su mühendisliği, araştırma-geliştirme konularındaki işbirliğinin arttırılması, ABD silah stoklarının İsrail'de gelecekte de artarak devam ettirilmesi öngörülmektedir.  ( JPost, “US House of Representatives passes bill declaring Israel 'major strategic partner' “, Dec 4, 2014,  http://www.jpost.com/International/US-House-of-Representatives-passes-bill-declaring-Israel-major-strategic-partner-383616?utm_source=twitterfeed&utm_medium=twitter)

Böylece “3. İntifada”nın eşiğinde görülen İsrail’e “büyük ortağı” tarafından yine önemli bir destek, zamanlaması ilginç bir biçimde verilmektedir.

Gerçi Obama-Netenyahu arasındaki siyasal iklimin iyi olduğunu söyleme olanağı yoktur. Bununla birlikte, ABD-İsrail ortaklığının bölgedeki konumu, Suriye ve Irak’taki belirsizlikler, Türkiye’yle yaşanan kaygan süreç, İran’la IŞİD konusundaki dolaylı paslaşma yüzeyinde daha da fazla anlam kazanmaktadır. Yaşanan son gelişmelerin ışığında, “ABD’nin büyük stratejik ortağı” ve kendi yasalarıyla “Yahudiler’in yurdu ve devleti” kabul edilen İsrail’in, 2015 baharına doğru, ne tür bir hareketlilik içine gireceği tartışma konusudur. Netenyahu’nun elini rahatlatacak olan Hamas’ın yeni bir “şiddet dalgası” olacaktır.

İsrail, yaşanan gerilimlerin yanında “Doğu Akdeniz” koridorunda önemli mesafeler kaydetmiş, Kıbrıs Rum Kesimi ve Yunanistan’la, kendi doğal gazını Avrupa’ya transfer edecek bir hamlenin içine girmiştir. İsrail ve Kıbrıs Rum Kesimi, AB'ye "en uzun doğal gaz boru hattı" için bastırmakta ve yardım talep etmektedir.  Kıbrıs üzerinden Yunanistan'a ve Avrupa'ya uzanması düşünülen boru hattıyla, yılda 10 milyar metreküp İsrail doğal gazının Avrupa'ya transfer edilmesi planlanmaktadır. Business Insider’e göre, Kıbrıs merkezli boru hattı, 1530 km uzunluğunda, denizin 3 bin metre derinliğinde olacaktır . İsrail enerji bakanı Silvan Şalom, AB'nin geçen hafta düzenlenen bakanlar toplantısında, konuyu AB'nin Enerji Birliği'nden sorumlu Başkan Yardımcısı ile görüşmüştür. (Business Insider, “Israel and Cyprus are pushing the EU to help build the longest gas pipeline ever”, Dec 2, 2014,       http://www.businessinsider.com/israel-and-cyprus-push-eu-to-build-the-longest-gas-pipeline-ever-2014-12 ) Bu bağlamda, İsrail-Kıbrıs Rum Kesimi-Yunanistan, AB sponsorluğunda "Akdeniz koridoru"nu İsrail doğal gazı için kullanmayı, gerçekleşmeyen "Güney Akım"a karşı seçenek haline getirir mi? Türkiye-Rusya, AB sponsorluğundaki üçlüye karşı bir konumda mı? Oyun gerçekten büyük gözükmektedir.
ABD’nin NATO üyesi olmayan “büyük stratejik ortağı” ve AB’nin “ticari ortağı” İsrail, Doğu Akdeniz-Ortadoğu hattında, Batı ekseni açısından öne çıkmaya çalışmaktadır. “Yahudi devleti” olma konusunu, Batılı devletlere kabul ettirecek yeni bir kampanyanın içine girer mi? Avrupa parlamentolarında tek tek  Filistin’in tanınma kararları alınırken, “Yahudi devleti” başlığı, sanki buna karşı bir karşı atağı ortaya koymaktadır. Stratejik rekabet tüm bu başlıkların arasında ete

9 Ekim 2014 Perşembe

KOBANİ'DE DEĞİŞEN DENGELER...

Kobani'nin IŞİD tarafından işgalinin akabinde, ülkemizde son günlerde 23 kişinin ölümüne yol açan gösterilerle, büyük şehirlerde yaşanan kitlesel protestolarla, 6 ilde sokağa çıkma yasağı ile sonuçlanan kaosla, tam bir panik havası doğdu.    
Aslında konu hep benzer bir sarmalın izdüşümünde kendini tekrarlıyor. Mart 2011'den beri, Suriye'de "gecikmiş Arap Baharı" ile başlayan muhalif ayaklanmalar, Esad'ın yıkılması için Batı'nın tutkulu bir heves göstermesi , Türkiye'nin mülteci göçünün ardından muhalif gruplarla boyutları henüz belirlenemeyen ilişkiler içine girmesi, 6 Ekim 2014'te karşımıza kanlı bir bilançoyu çıkartan, iç ve dış krizle geldi. Türkiye, "0 Sorun" ve "bölgeye liderlik etme" hayallerinden dönerek, kendi sınırları içinde, PKK-IŞİD-Türkiye Hizbullahı gibi grupların çatışmalarına sahne olmak durumunda kaldı. Kobani'nin Kurban Bayramı'nda IŞİD'in eline geçmesi, bir dönüm noktası oldu. Terör örgütü PKK'nın başındaki Öcalan'ın, Kobani'yi bir kritik eşik olarak gündeme getirmesi, IŞİD'i "Ortadoğu'nun JİTEM'i" olarak adlandırması, Kobani düşerse Türkiye'de uzun ve kanlı bir darbeyi ima etmesi, tam da bu konularla iç içe giren, bir mesaj içeriğini işaret etmektedir.
IŞİD'in Kobani saldırısı ve eline geçirmesiyle, sadece Suriye Kürtleri'nin bölgesi  Rojava'daki kantonlar birbirinden ayrılmıyor, aynı zamanda bölgedeki "Kürt koridoru" parçalanıyor, IŞİD ise Suriye-Irak hattında var olan alan derinliğini pekiştiriyor. Siyasal iktidar ise, IŞİD'in saldırılarına göz yummakla, IŞİD'e halen gizlice yardım etmekle ve Kobani'deki Kürt katliamına karşı sessiz kalmakla suçlanıyor.
Türkiye'nin Kürt kökenli yurttaşlarının Kobani sınırına akın etmesi, ülke içinde çeşitli olayların çıkması, bölgedeki tüm çatışma unsurlarının bir "mikro örneği"nin ülke içine taşınması ile koşut bir seyir izlemektedir. Esad'ı düşürme konusundaki ısrarda, Arap Baharı sonrası Mısır, Esad sonrası planlanan Suriye ve AKP'nin iktidarındaki Türkiye ile, deyim yerindeyse bir "İhvan kuşağı" tasarlanıyordu. Oysa bu girişimler, önce Mısır'daki darbe, bu darbeye Suudi Arabistan önderliğindeki Körfez ülkelerinin desteği, Suriye-Irak hattında Sünni Arap kuşağındaki IŞİD'in "daha büyük bir tehdit" olarak görülmesiyle, darmadağın oldu. Üstelik Haziran 2014'te Musul işgaliyle dünyaya adını daha fazla duyuran IŞİD, Türkiye'nin Musul konsolosluğunu basarak ve 49 yurttaşımızı rehin alarak, Türkiye'nin sonbahara kadar, olası manevra alanlarını daralttı. O dönemde bile, başta Suriye'ye giden tırlar olmak üzere, Türkiye'nin rehineleri birer koz olarak kullanıp, IŞİD'e karşı bir koalisyona girmeyeceği yorumları yapıldı. Rehine krizi çözüldükten sonra, hangi pazarlıkların yapıldığı spekülasyonları Batı medyasında oldukça fazla ele alındı. Musul'daki rehine krizini geride bırakan Erdoğan, BM Genel Kurulu'ndaki temaslarının ardından, "IŞİD karşıtı koalisyona" Türkiye'nin katılacağı, hatta olası bir kara operasyonunun ele alınması gereği yorumunu yaptı. ABD'nin Eylül'de IŞİD'e karşı başlattığı hava operasyonları, bütüncül bir stratejinin ilk adımları mıdır? Yoksa ABD bu çerçevede, dünya kamuoyunun bir bakıma gazını mı almaktadır? Çok tartışılsa da, ABD-Barzani işbirliği, en azından Irak'taki Kürt bölgesinin zayıflaması ya da yok olmasını engellemektedir. Öte yandan IŞİD'e karşı "İncirlik olmazsa Erbil'i kullanma seçeneği", ABD'nin bölgedeki harekat alanını genişletmektedir.
9 Ekim 2014'te Rus dışişleri bakanı Lavrov'un "Rejim değişikliği yapmak için terör karşıtı sloganların kullanılması kabul edilemez." sözü, kara harekatı dahil, Rusya'nın olası bir bütünsel operasyona izin vermeyeceği biçiminde yorumlanabilir. Rusya'nın ve İran'ın desteğine sahip Esad'a karşı, Türkiye'nin "tampon bölge" önerisiyle, bilfiil bir askeri harekata girişmesi zor gözüküyor.
Ancak işin sarpa sardığı yer, Türkiye ile Suriye ve kendi Kürtleri'nin arasına çekilen duvardır. Rojava'da PKK'nın uzantısı PYD'nin hükümranlığı, sadece Türkiye'yi değil, Irak Kürdistan Bölgesel Yönetimi başkanı Barzani'yi de rahatsız ediyor. Ne var ki, Rojava ile arasına hendekler kazdıran Barzani, IŞİD'in Musul-Kobani güzergahında, Kürt koridorunu hedeflemesinden sonra, PKK'nın silahlı kolu HPG ve PYD'nin silahlı kanadı YPG ile birlikte IŞİD'e karşı savaşmaya başladı. Dolayısıyla, Suriye'de Esad karşıtı grupları desteklemekle başlayan ve IŞİD'le sonuçlanan Batı'nın bakış açısı ve Türkiye'nin konumu, gelinen zeminde bir hayli karışık bir denkleme dönüştü. AKP iktidarı, hala "Esad karşıtlığı" obsesyonuyla Batılı müttefiklerinin tepkisini çekerken, Batı'nın gündemi "IŞİD karşıtlığı" olarak değişmiş durumda. IŞİD karşıtı koalisyonda yer almayı kabul eden Türkiye'nin, ABD ile "Esad'ı düşürme" pazarlığıyla, Suriye'ye müdahale koşulları öne sürmesi, "değerli yalnızlığı" arttırıyor. Üstelik bu sefer, Körfez ülkeleri, Mısır, hatta Katar da, bu yolculukta, siyasal iktidar ile birlikte davranmıyor.
"Çözüm süreci"ni diline pelesenk eden siyasal iktidar, Kobani'de değişen dengeler ile, var olan yüzeyi kaybetme riskiyle karşı karşıya. Ülkedeki kaos ortamının yoğunlaşması, gittikçe belirsizliği artan 1300 km.'lik Suriye-Irak sınırı, mültecilerle birlikte yaşanan sorunlar ve Ortadoğu'daki farklı terör gruplarının zemin kazanması, eylem potansiyeline ulaşmaları, çok tehlikeli ve provokatif bir durumu işaret ediyor. Bir de bu ortama, "baskı politikaları" ile yaklaşılınca, üniversitelerde ve büyük kentlerin alanlarında, varoşlarında çatışma görüntüleri de eklenince, "yönetemeyen bir siyaset" anlayışı ön plana çıkıyor. Ülkenin ağırlığı azalıyor, demokrasi eksiği, Batı medyasınca, orta gelir tuzağı ile birlikte ele alınıyor.
Yarını kaybetmemek, ülkenin modern birikimine, kurucu değerlerine sahip çıkmak ve en önemlisi yeniden hesap yapmak için zaman pek kalmadı...
Demokrasiye, laik Cumhuriyet'e ve ülkemize sahip çıkmaktan başka çaremiz yok...    

2 Ekim 2014 Perşembe

TEZKEREDEN TEZKEREYE?

Ortadoğu'da Körfez Savaşları'ndan sonra ortaya çıkan kaos, ülkemizi yurtdışına asker göndermek, bazen de çok uluslu güce ev sahipliği yapmak gibi seçeneklerle, değişik içeriklerdeki meclis tezkerelerini çıkartmak ya da çıkartmamak durumlarıyla karşı karşıya bıraktı. 1991'deki 1. Körfez Savaşı'ndan sonra, 4 ayda bir TBMM gündemine gelen "Çekiç Güç" uzatma tezkereleri, her seferinde bir tartışma konusu olur, muhalefetteyken eleştiren ya da çekimser kalanlar, iktidarın bir parçası olunca, tezkereye "evet" oyu kullanmak durumunda kalırlardı. Bu bir bakıma, ülkenin ulusal egemenliği ile ilgili, bir turnusol kağıdı olarak nitelendirilir, ancak her seferinde, iktidardakiler değişse de, oylar "evet" olarak çıkardı. Söz konusu tezkerelerle, 1991-2003 arası İncirlik Üssü'nde konuşlanan uluslararası askeri birlik "Çekiç Güç", Türkiye'nin 1. Körfez Savaşı ertesinde, Saddam'ın Kürt gruplara yönelik "intikam hareketi" olasılığı çerçevesinde, 500 bin civarında Kürt mültecinin endişeyle sınırlarına gelmesi ve BM Güvenlik Konseyi'ne başvurusu üzerine yapılandırılmıştı. BM gözetimindeki Çekiç Güç, 36. paralelin üstünde, Saddam ve merkezi Irak hükümetine yasaklanan "uçuşa yasak bölge"nin güvenliğini sağladı. Geçen süre zarfında, Irak'taki Kürt yapılanması, bir antiteye dönüştü, fiili bir yönetim modeli oluştu. 1992'de Kürt parlamentosu kuruldu. O dönemlerde, Irak'ın kuzeyindeki otorite boşluğundan kaynaklanan yüzeyde, PKK terör örgütünün, Türkiye'ye yönelik saldırıları üzerine, defalarca "sınır ötesi harekat" tezkereleri, TBMM tarafından onaylandı. Adı geçen harekatlar, PKK terörüne zarar verse de, yok edemedi. 1999'da Öcalan'ın Türkiye'ye ABD istihbaratının müdahalesi ile teslim edilmesi, PKK'yı pasifleştirmedi, üstelik son gelişmelerle, artık örgüt, siyasal hedeflerini ortaya koymaya başladı. Örgüt lideriyle, Türkiye'nin istihbari ve bürokratik kurumlarının sürdürdüğü müzakereler, artık medya mensuplarının da ziyaretini kolaylaştıracak, siyasal yetkililerin de katılacağı tartışmalar ve "yol haritası"yla, "çözüm süreci" adı altında yasallaşma sürecine dönüştü. PKK terör örgütü sözcüleri, artık "bağımsızlık" hedefinden vazgeçtiklerini, federal bir yapılanma bağlamında, "eşit ortak" olarak, yeni bir anayasal zeminin kurulmasını yüksek sesle dile getirmeye başladılar.
Suriye'de ise 2011'de başlayan "gecikmiş Arap Baharı", Esad iktidarıyla, belli bir süre, son derece yakın ilişkiler devam ettiren siyasal iktidarın, Mısır'daki olaylar, iktidar değişimi derken, Mısır-Suriye-Türkiye çerçevesinde bir "İhvan ekseni" kurma düşüyle, çelişen stratejilere sürüklenmesine neden oldu. Esad'ın aylar içerisinde iktidarının sona ermesini hesaplayan siyasal iktidar, Suriye yönetiminin 3.5 yıldan beri, iktidarını sürdüren, ancak ülkenin tamamına egemen olamayan, bir muhatap haline gelmesi gerçeğiyle karşı karşıya kaldı . Türkiye'ye ülkedeki kaostan dolayı sığınan mülteciler içerisinde, çeşitli örgütlere mensup militanlar ülke içine sızarken, iktidar değişen dengelerde, ağır suçlamalara maruz kaldı. Suriye-Irak haritasında, özellikle Türk konsolosluk görevlilerinin rehine alınmasıyla eş zamanlı olarak, Musul işgaliyle adını öne çıkartan IŞİD, Esad'ın Batı açısından olumsuz özelliğini geride bırakan bir duruma gelmesini sağladı. Kamyonlarla Suriye-Irak hattında şehirleri işgal eden, ağır silahlara sahip olan IŞİD'e karşı, ABD Eylül'de "uluslararası koalisyon" kurulması çağrısı yaptı.
Erdoğan'ın BM Genel Kurulu'nun açılışı vesilesiyle ABD'de yaptığı temaslardan sonra, siyasal iktidarın IŞİD'e karşı tavrında hızlı değişimler görüldü. Önceleri "öfkeli bir grup" olarak tanımlanan IŞID, yetkililerce "terörist" ilan edildi. Bu meyanda 2 Ekim 2014'de, TBMM gündemine bir tezkere geldi.
2 Ekim 2014 tezkeresi, Türkiye'ye Suriye-Irak hattında geniş yetkiler tanıdığı gibi, aynı zamanda yabancı askeri güçlerin de Türkiye'de konuşlanmasına olanak veriyor. Öte yandan iki ülke hattında, Türkiye'nin "tampon bölgeler" ya da "uçuşa yasak bölgeler" kurulmasına olanak veriyor. ABD'li yetkililerin soğuk yaklaştığı "güvenli bölgeler", "cep alanlar", gündeme geliyor. Eylül-Ekim 2014'te, Suriye Kürtleri'nin Rojava bölgesindeki, Kobani kantonuna saldırılarını yoğunlaştıran IŞİD, hem Suriye-Irak coğrafyasında bir bağlantı kurmaya, hem de Kürtler arasındaki geçişkenliğe bir sekte vurmaya çalışıyor. İşte tam da tezkerenin çıkacağı zamanda, Türkiye yine IŞİD'e yardım etmekle suçlanıyor. Bu çerçevede, IŞİD militanlarının Türkiye sınırını ellerini kollarını sallayarak geçmeleri, Kobani'deki Kürt mültecilerin Türkiye'ye "araçla geçişleri"nin yasaklanması, sınırda bekletilmeleri, mayınlı arazideki "sivil ölümleri", bir hayli tartışma konusu oldu. Erdoğan'ın IŞİD'e karşı "kara harekatını" bile gündeme getirdiği aşamada, IŞİD-PKK karşılaştırması yapması, PKK'ya yönelik bu tür bir koalisyonunun kurulmamasına yönelik sitemleri, "çözüm süreci" hakkında adımlar atılırken, pek bir inandırıcılığa sahip olamadı. Hatta burada asıl sıkıntının, IŞİD'e yönelik yeni tutumdan, siyasal iktidarın rahatsızlık duymasıyla açıklandı. Ancak Türkiye'nin uluslararası taahhütleri ağır bastı.
Suriye'ye yönelik suçlamalarda, bu ülkeye giden tırlardaki spekülasyonların önü alınamadı. Hala IŞİD'e yardım gönderildiği savları Batı medyası tarafından dile getiriliyor. Öte yandan, "2 Ekim tezkeresi", 1 Mart 2003 tezkeresinde, siyasal iktidarın 2 Ekim 2014 günkü Cumhuriyet'te belirtildiği üzere acemiliklerini sözde geri bırakan bir tavırla, "önce tezkere, sonra ABD ile anlaşma" taktiği ile gündeme getiriliyor. Böylece Türkiye'nin kendi parlamentosunda kendisine tanıdığı sınırsız haklar, olası bir uzlaşmada törpülenecek. 1 Mart 2003'deki duyarlık, bu sefer toplumsal bazda bir harekete neden olamadı. Zira "IŞİD tehlikesi"nin Türkiye'nin ve Batı'nın büyük metropollerini de hedefleyerek yayılması, Rojava'da PKK'ya yakın PYD'nin, bizzat PKK ve Barzani peşmergelerinin işbirliği, PKK'nın Irak'ta Barzani'ye silahlı desteği, IŞİD'e karşı bir Kürt dayanışmasının oluşması, "tezkere karşıtı bir toplumsal koalisyonu"nun yaygınlaşmasını engelledi. Bununla birlikte HDP tezkereye karşı bir tutum içinde. Zira AKP iktidarının Suriye sınırı içinde kuracağı "güvenli bölgeler" aracılığıyla Kürt hareketini engelleyeceği, IŞİD'e nefes aldıracağı kuşkularını ifade ediyorlar. CHP ise, bu tezkerenin IŞİD'ten çok Esad'a karşı bir savaşta kullanılacağı, Türkiye'nin sonu olmayan bir savaşa gireceği gerekçesiyle "hayır" diyeceğini açıklıyor. MHP ise mutat olduğu üzere, siyasal iktidar sıkışınca yardıma koşuyor. Belki de "çözüm süreci"ni sürdüren iktidarın, bu tezkereyle "Kürt hareketi"ni budayabileceğini düşünüyor? Siyasal iktidar ise, Ortadoğu'ya yönelik Osmanlıcı dış politika, Ilımlı İslam deneyimleri tasfiye olurken, Suriye'de alacağı olası rollerle, hem "fatih" olmaya, hem de Batı ile arasını düzeltmeye çalışıyor.
Bu arada olan da Türkiye'ye oluyor...             

19 Eylül 2014 Cuma

İSKOÇYA SONRASI...

18 Eylül 2014'de İskoçya'da yapılan referandum, sadece "Birleşik Krallık" için değil, AB ve dünyanın diğer bölgeleri açısından da dikkat çeken bir gelişme oldu. 307 yıllık bir birlikteliğin yıkılması olasılığı, İskoç milliyetçiliğinin siyasal açıdan geldiği aşama, hep tartışma konusu olarak gündeme geldi. 19 Eylül sabahı gelen sonuçlarda, "hayır" oylarının %55'e varması, %44'de kalan "evet" oylarına 11 puan fark atılması ne ile açıklanabilir? Daha doğrusu, Büyük Britanya Birleşik Krallığı için, konu sonlanmış mıdır? İlk akla gelen referandum analizlerinde, ekonomik çıkarların ağır basması, "birlik"te kalmanın "sade yurttaş" için daha cazip göründüğü sonucuna varılabilir.
Okyanusun öteki yakasına geçtiğinizde, Kanada'daki Quebec konusu hemen göze çarpmaktadır. Anglo- Sakson geleneğin siyaseten belirleyici olduğu, simgesel anlamda Britanya kraliçesi II.Elizabeth'e "devlet başkanı" sadakatinin sürdüğü Kanada, Fransızca konuşan eyaleti Quebec'ten kaynaklanan, "bağımsızlık" talepleri ile bir hayli uğraştı. Sonuçta Quebec'te bir değil, iki referandum yapıldı. 1980 ve 1995'te yapılan her iki oylamada da, az farkla olsa da "hayır" oyları çoğunluğu oluşturdu. Kafaların bir hayli karışık olduğu yüzeyde, "hayır" oyları kazansa da, federal yapı içinde, özerklik ve federe hakların, her bir oylamada, verilen ödünlerle daha da genişlediğini görüyoruz. Bu bağlamda, "hayır"ın siyasal bedeli, "genişletilmiş özerklik" olarak gündeme geliyor, federe birimlerin "egemenliği", söz konusu referandumlarla artıyor. Bir bakıma "sandık"ın gündeme gelmesi, ortaya konması, "bağımsızlık" talep eden güçler lehine birtakım tavizleri ete kemiğe büründürüyor.
İskoçya'daki oylamanın ise, AB içindeki "birliği" ciddi bir sınava tabi tuttuğu net bir biçimde görülmüştür. Britanya için ise, şimdiye kadar Ortadoğu'ya yönelik "böl ve yönet" siyasetinin, kendi "ada"sına kadar ulaşması, tarihin garip bir cilvesi midir? Elbette ilginç bir polemik konusudur.
Bununla birlikte, Britanya siyasetinin "ana akımı"nı teşkil eden "Westminster" üçlüsünün, iktidarı ve muhalefetiyle, Britanya'nın birliği için seferber olması, "hayır" kampanyasında aynı cephede yer almaları, işaret edici bir durumu ifade etmektedir.  Muhafazakar-Liberal koalisyonu ve muhalefetteki İşçi Partisi, "birlik cephesi"nde ortak bir duruş sergilemişlerse de, bu durumun muhafazakar Cameron'a mı, yoksa İşçi Partisi lideri Miliband'a mı yarayacağı, 2015 ilkbaharındaki seçimlerde görülecektir.
İskoçya referandumu vesilesiyle, Kuzey Denizi'ndeki petrol yatakları, nükleer denizaltı üslerinin gündeme gelmesi, ekonomik-askeri yüzeydeki tartışmaları ateşlese de, Britanya için, daha endişe verici konu, "evet" oyları kazansaydı, dile getirilmeye başlanacaktı. O da Britanya'nın "veto" yetkisine sahip, BM Güvenlik Konseyi'ndeki "daimi" üyeliği idi. Sadece AB değil, asıl ABD "evet" skoru olasılığından rahatsızdı. Zira, dış politikadaki ve savunmadaki en önemli müttefiği zafiyete uğrayacak, Avrupa ve dünya siyasetindeki etkisi, daha fazla mercek altına alınacaktı. Hatta "büyük güç" olması konusu, kuşkulu bir zemine kayacaktı.
Bir başka açıdan ise, AB'nin içinde, "uluslar Avrupası" mı yoksa "bölgeler Avrupası" mı sorusu, acaba 18 Eylül 2014'de sonlanmış mıdır? Hiç sanmıyorum. 9 Kasım 2014'te Katalonya'nın İspanya'dan ayrılması ile ilgili "gayrıresmi bir referandum" yapılacaktır. Fransa'nın "Korsika" sorunu sürmekte, İtalya'da zaman zaman hükümetlerde de yer alan "Lombardiya Ligi" anlayışı, güneyden kopmuş, daha varsıl bir "kuzey İtalya" hayalini devam ettirmektedir. Katalonya ve Bask ta, daha varsıl olma açısından, benzer tutumlar sergilemektedirler. İskoçya ise, daha varsıl olmasa da, az nüfusu ve petrol geliri ile, "bir mini refah devleti" önerse de, şimdilik Britanya'nın sosyo-ekonomik ve de siyasal üstünlüğü galip gelmiştir.
Bu tartışmalar sürerken, Ortadoğu'ya yönelik etkide, hiç kuşkusuz Kürtler'in konumu zihinlere gelmektedir. Türkiye'de "İskoçya referandumu" konusu, kamuoyunda çok yoğun ele alınmasa da, süreci değerlendirenler, ister istemez bölgede Türkiye dahil, Kürt nüfusların yoğun olduğu coğrafyaları karşılaştırmışlardır. Irak'ta her iki "körfez savaşı" ve 2005 anayasasından sonra, "bölgesel özerklik" kazanan Kürdistan Bölgesel Yönetimi'nin en yakın müttefiklerinden biri Türkiye olmuştur. Suriye'de 2011'den sonra, kuzeydoğudaki Rojava bölgesinde, PKK ile yakınlığı olan PYD ve silahlı gücü YPG adını duyurmaya başlamıştır. İran'da Kürdistan adında bir eyalet yer almakta, PKK ile müttefik konumundaki PJAK şimdilik faaliyetlerini askıya almış durumdadır. Türkiye'de ise siyasal iktidar ile terör örgütü PKK'nın başındaki Öcalan'ın bürokratlar aracılığıyla sürdürülen diyaloğunda, "çözüm süreci" başlığı altında, yeni adımların atılacağı konuşulmaktadır. Ana dilde eğitim, Öcalan'a ev hapsi ve genel af başlıkları, iktidara yakın gazetecilerden Hüseyin Yayman tarafından dile getirilmiştir. Ana muhalefetin, Türkiye'nin "Avrupa yerel yönetimler özerklik şartındaki çekincelerin" kaldırılması talebi, şimdilik siyasal olmasa da, idari özerklik açısından, söz konusu sürece verilen dolaylı bir destek anlamına gelmektedir.
Peki bütün bunlar, ileride bir "referandumu" engellemek için mi, yoksa fi tarihteki olası bir referandumda avantajlar elde etmek için mi, servis edilmektedir? Bu rahatsız edici soru ve sorunları, tartışma zamanıdır. Ama terörün, "okul yakma" dahil, silahlı yöntemleri terketmesi, silahları bırakması ve terörün tasfiyesi ile gelecek demokratik bir yüzeyde ele alınabilir. Silahların gölgesinde varılacak yer, Ortadoğu'daki istikrarsızlığın, IŞİD dahil, ithal edilmesiyle sonuçlanır.
"İskoçya sonrası" tartışmalara, bir de Ortadoğu, Balkanlar ve Kafkasya penceresinden bakın. İskoçya'da "pub"larda gülerek yapılan siyasal rekabet, burada ne yazık ki, kan, terör ve gözyaşı ile gerçekleşiyor...      

9 Eylül 2014 Salı

CHP'NİN "ARAYIŞ"LARI...

"Arayış", CHP'nin 1980'de önce faaliyetlerinden yasaklandığı, 1981'de ise kapatıldığı günlerde, Ecevit'in çıkardığı derginin adıydı. Arayış, CHP'de hiç bitmedi. Bu siyasal bir örgüt için doğaldı. Farklı arayışlar, zaman zaman parçalanma, zaman zaman da güçlenme getirdi. Tıpkı, 1960'ların sonu ve 1970'lerin başında "tutucu kanadın" ayrıldığı, "demokratik Sol" kanadın, yeni "arayış"la, partiyi Türkiye'de zirveye taşıdığı gibi...
Öncelikle güncelden konuyu irdelemeye başlayalım...
5-6 Eylül 2014'te gerçekleşirilen, CHP'nin 18. Olağanüstü Kurultayı pek çok kafa karışıklığını beraberinde getirdi. Şimdiye kadar, "liste savaşları" sonrası, yorgunluğunu bir türlü atamayan, bir sonraki kurultaya hazırlanan parti örgütü, kurultaylar konusunda eski iştahını kaybetmiş gözüküyor. Vurguladığımız yüzeyde, partinin derlenip toparlanmasından çok, siyasal iktidarın "yeni Türkiye" başlığında bir "yeni CHP" tasarlama sıkıntısı göze çarpıyor. Bu noktada hakkını yemeyelim; Ecevit ve Baykal dönemlerinde de "yeni CHP" başlığı sıklıkla kullanılmıştı. Kurumsal olarak, tarihi köklere dayanmanın avantajlarıyla birlikte, değişen konjonktürlerde, "yeni arayışlara", değişim gereksinimine yanıt vermek gibi bir çabanın, tarihsel köklere, "yeni filiz" verdirmenin gündeme geldiğini görüyoruz.
CHP tarihine bakıldığında, "Ulusal Kurtuluş Savaşı", "Cumhuriyet'in kurulması", "çok partili yaşama geçiş", "demokratik Sol hareket" gibi, toplumsal ve siyasal anlamda, devrimsel pek çok hamlenin, değişimin yer aldığı görülür. Hatta CHP 1992'de yeniden açıldığındaki en temel sloganı, "değişimin gücü" olmuştu. Ne var ki, 1980 sonrası, gerek SHP, gerekse de CHP dönemlerinde, yeni bir değişim dalgası yaratılamadı. 1965'te "ortanın Sol'u" olarak başlayan, 1976 kurultayında "demokratik Sol" adını alan dönüşümden sonra, 1980 sonrası, parti ister istemez "statükocu" bir görünüme kavuştu. Aslında darbeden sonraki dönemde "demokrasi mücadelesi"nin öne çıkması, hala hafızalarda kalan SHP'nin ünlü "Kürt raporu" dikkat çekse de, bu çalışmalar bütünlük taşımaktan ziyade, farklı duyarlıklara, Sol bir refleksle yaklaşmaktan öteye bir anlam içermedi. Kimlik siyaseti dışında ise, sosyal devlet, sosyal haklar konusu, sendikal mücadele, zaman içinde CHP siyasetinin inisiyatifi dışına çıktı. Bu da sosyal demokrasi çerçevesini geride bıraktı. Sol siyaset, sadece kimlik siyaseti bağlamında kaldı.
1960'larda "demokratik işçi hakları" ile gündeme gelen, entelektüellerin ve tabanın birlikte sahip çıktığı, "demokratik Sol" hareket ise, 1980'lerde, önce SODEP-HP/DSP, sonra SHP/DSP, ardından SHP/DSP/CHP ve CHP/DSP olarak, değişik siyasal yapılanmalara bölündü, karizmatik lider "kendi partisini" kurarken, SHP-CHP bir birleşip, bir ayrılarak, bugüne "birleşik CHP" yi getirdi.
Baykal döneminde, "ulusal bir merkez" parti kimliğine bürünen CHP, Kılıçdaroğlu'nun genel başkanlığında ise, "muhafazakar, İslamcı  ve liberal" siyasetlerle koalisyon yapan, "AKP karşıtı cephe" kurma hayaliyle, türdeş olmayan bir tür "parti içi koalisyon" durumuna geldi.
1980 sonrasında, 1989 yerel seçimleri dışında, CHP-SHP siyaseti bir başarı kazanamazken, DSP 1999 seçimlerinde 1. parti oldu, 2002'de ise parlamentoya giremedi. CHP aynı yazgıyı, 1999'da yaşamıştı.
Kılıçdaroğlu'nun "sosyal demokrat" bir partinin gereklerini yerine getirmekten yola çıkıp, Sağ siyasetlerle ittifak halinde, "merkez bir kadro partisi" oluşturma gayreti, hem kafaları karıştırmakta, hem de ister istemez "hegemonyanın siyasal tekeli"ne katkı vermektedir. Ekmeleddin İhsanoğlu'nun "cumhurbaşkanı adaylığı"ndan, Mehmet Bekaroğlu'nun "zorla PM'ye seçtirilmesine"  uzanan tercihler, parti seçmeni ve tabanıyla inatlaşmak gibi, anlaşılmaz bir tabloyu ortaya koymaktadır. Sözkonusu parantezde, partinin ve Cumhuriyet'in kuruluşunda, önemli bir konumu olan "rakı sofraları"nın eleştiri konusu olması, o niyetle ifade edilmese de, Erdoğan'ın "iki ayyaş" söylemine hizmet etmektedir. Yollar ne yazık ki, hegemonyaya hizmete çıkmaktadır. Gittikçe AKP'nin İslamcı hegemonyasının etkisi altına giren siyasal davranışlar, "parti içi tek seslilik", disiplin mekanizmasını cezalandırma aracı haline getirmek gibi bir çerçeveyi sergilemektedir. Bu da otoriterliğin ana muhalefete yansıması olarak kaydedilmektedir. Gün geçtikçe popülizmin ve Sağ siyasetlerin nüfuzunu arttırdığı yapı, beraberinde oy da getirmemektedir. 30 Mart 2014 yerel seçimlerinde, mucize formül olarak sunulan "Sarıgül efsanesi", amacına eremese de, parti içindeki gücünü yoğunlaştırmaktadır. Zira CHP'de eskiden olduğu gibi, seçim yenilgileri, beraberinde kurultay zaferlerini getirmektedir? Parti delegasyonuna "güce tapınma" ve "popülizm" yüzeyinde verilen siyasal motivasyon, siyaseten bir başarı değil, daralan siyasal çatıda, mevki kapma yarışına dönüşmektedir.
Son kurultayda, Kılıçdaroğlu'nun en çok  dikkat çeken vaadi, beklendiği gibi sosyal haklarla ilgili olmadı. Siyasal vizyon, Kürt siyasetine yönelik açılımları ifade etti. Dikkat çeken zeminde Kılıçdaroğlu, Avrupa yerel yönetimler özerklik şartında, Türkiye'nin çekincelerinin kaldırılmasını önerdi. Bu zeminde, Türk kamu yönetimindeki idari vesayet ve hiyerarşinin budanması, idari özerkliğe kapı açacak bir potansiyeli ortaya koymaktadır. "Çözüm süreci"nde, "ana dilde eğitim" konusundaki yaklaşımlara da kapı aralayan Kılıçdaroğlu, şimdilik "genel af" konusuna değinmese de, soğuk mesajlar vermemektedir. Bu arada "çekincelerin kaldırılması" konusundaki ilk vaat, 2011 genel seçimlerinden önce zaten verilmişti.
Bu bağlamda, siyasal iktidarın, Haziran 2015 genel seçimleri öncesi, "başkanlık-özerklik" pazarlığı mı önlenmeye çalışılmaktadır, yoksa yine eklektik bir öneri mi önümüzde durmaktadır? Kürt hareketinin, 1990'larda SHP'den ayrılmasından sonra, CHP siyasetiyle bir daha ortak bir zemin yakalamaması, muhafazakar değerlerle birlikte, Kürt hareketini de "özerklik hevesi"yle, AKP'nin hegemonyasına itmekte, başkanlık konusu, özerkliğin ucundaki "taviz" olarak algılanmaktadır.
Seçim kazanmayı unutan bir siyasette, her dönem farklı başlıklarla ele alınsa da, 1980 sonrasında CHP'de , büyük soru işaretleri durmaktadır.
Ulusalcı-yenilikçi gibi, "içe kapanmacı" mı olalım, yoksa muhafazakar bir yenilikçilik mi uygulayalım sorularında eksik olan Sol'dur. CHP, kurucu iradesiyle, Sol değerler arasında yakaladığı sentezi unutalı çok oluyor.
Zannediyorum, CHP için de bir "arama-karar konferansı" şart gözüküyor.
91. yılıında başta partinin kurucusu Atatürk olmak üzere, partiye hizmet veren herkesi kutlar, artık seçim zaferlerinin konuşulmasını dilerim...   

14 Ağustos 2014 Perşembe

ABD'NİN IŞİD OPERASYONU...

9 Ağustos 2014'ten beri süren ABD'nin IŞİD'e yönelik hava operasyonları sürüyor. 14 Ağustos gündemine ise, Sincar bölgesine İngiliz SAS komandolarının indirildiği, (http://www.hurriyet.com.tr/dunya/27004347.asp) kısa zamanda IŞİD bitmese de durdurulduğu, ancak operasyonel harekatın ucunun açık olduğu Beyaz Saray tarafından ifade edildi. (http://www.wsj.com.tr/article/SB10001424052702303996604580083171095004334.html)
Bu bağlamda dikkat edilirse, ABD operasyonları, IŞİD'in Suriye'deki varlığına karşı değil, Irak'taki kazanımlarına karşı gerçekleştirildi. Bunda en önemli itici güç, 2014 Haziran'ında IŞİD'in Musul'u ele geçirmesi, akabinde Irak Kürdistan Bölgesel Yönetimi'ne yönelmesi ve bu bölgenin başkenti Erbil'i hedef alması oldu.
Peki ABD'nin "kırmızı çizgisi" ne idi? Biraz önce ele aldığımız biçimiyle, petrol alanları ve güzergahlarının korunması, Barzani bölgesinin siyasal konumunun sürüdürülmesi olarak yorumlanabilir. Irak'ta Maliki'nin başbakanlığının ABD-İran uzlaşmasıyla sona erdiği bu günlerde, en azından kısa vadede, merkezi Irak yönetimi ile Barzani'nin IŞİD ilerlemesine karşı ortak bir tavır sergilemesi, bölgedeki yeni gelişme olarak göze çarpıyor. ABD'nin Aralık 2011'de çekildiği Irak'a, Ağustos 2014'te dönmesi sözkonusu mu? Bu tür bir analiz, konuyu saptırmak olur. ABD, Irak'tan çekildikten sonra, Kürt bölgesi ve enerji kaynaklarını riske atacak hamlelere karşı askeri reaksiyon gösterirken, Suriye'deki IŞİD varlığına karşı harekete geçecek mi? Tam da bu aşamada, Suriye'de Mart 2011'den beri süren durumu anlamak gerekmektedir. ABD, Esad'ın devrilmesi uğruna, bölgedeki müttefiklerini de harekete geçirerek, IŞİD'in parasal, askeri gereksinimlerinin karşılanmasına göz yumdu. Türkiye sınırının Suriyeli mülteci akınıyla belirsizleştiği aşamada, IŞİD militanlarının Türkiye'de eğitim aldıkları iddiaları, Reyhanlı saldırısında yaşananlar, IŞİD militanlarının Türkiye'de tedavi gördüğü savları nedense 2013'ten sonra daha fazla konuşulmaya başlandı.
Zira ABD yönetimi, kısa vadede Esad'ın "kalıcı" olduğunu görürken, Suriye-Irak derinliğinde Sünni Arap coğrafyasında ilerleyen IŞİD, ABD menfaatlerini zedelemeye başlayınca, önlem alma gereğini hissetti. . Kontrol edilemeyen istikrarsızlık alanı, Doğu Akdeniz'den Basra'ya uzanan bir "devletsiz coğrafya"da, "yaşam alanı" ve "son adım stratejisi" net olmayan bir çerçeveyi ortaya koydu.
ABD, Ağustos 2014 itibarıyla, IŞİD'in daha da ilerlemesini engelleyerek, "dokunulmazları"nı sergiledi. Türkiye ise, kendisi hakkındaki savları azaltan bir "politika değişikliği" ile IŞİD ve Nusra Cephesi'ni "terörist" olarak nitelendirse de, Katar ile birlikte IŞİD'le ilgili suçlamalarda, uluslararası kamuoyunda teşhir direğine asılmaya çalışıldı.
İsrail'in Hamas'a yönelik operasyonunda, Mısır aracılığıyla "ateşkes" denemeleri yapılırken, ABD bölgede şimdilik Suriye hattında hareketsiz kalmakta, Irak'ta ise, IŞİD'in Batı-Orta Irak zeminindeki Sünni Arap yapılanmasına karşı, bir "kontr-mevzi" kurmaya gayret etmektedir.
IŞİD'in Türkmen ve Yezidiler'e karşı soykırım denemelerini durdurma adına , ABD "insani felaketleri önleme" konseptine tekrar sarılmakta, 1995'te Bosna, 1999'da Kosova'da NATO kimliğindeki benzer gerekçeli harekatların uzantısını, 2014'te sınırlı bir bakış açısıyla IŞİD'e yöneltmektedir.
Peki Irak'ta şimdilik duran IŞİD, Suriye'de ne yapacaktır? ABD, bölgede yeni operasyonları gündeme getirecek midir? Yoksa ABD, "kırmızı çizgilerinden" uzaklaşan IŞİD'i bölgesel bir realite olarak mı kabul edecektir? Barzani'nin Kürt bölgesi ve peşmergeleri ile, Rojava'daki PYD ve askeri uzantısı YPG, PKK'nin HPG'si, "genişletilmiş Kürdistan"ın takviyeli Kürt ordusu olarak, IŞİD'i ve bölgedeki diğer unsurları geriletecek midir? Büyük Kürdistan ete kemiğe bürünecek midir?
En önemlisi, Suriye'nin kaosuna yatırım yapan bölgedeki ABD müttefikleri, yeni gerçeklere çabuk ayak uydurabilecek midir?
Tüm bu sorularda aranan yanıtlar, ABD'nin IŞİD operasyonunun şifrelerini vermektedir...    

13 Ağustos 2014 Çarşamba

"YENİ AKP" "2001 RUHU"NA KARŞI...

Medyaya yansıyan habere göre, iktidar partisi AKP, Cumhurbaşkanı seçilen genel başkanına, "veda resepsiyonu"na hazırlanıyor. (http://www.hurriyet.com.tr/gundem/26995573.asp)  Sözkonusu toplantının ilginç bir rastlantısal durumu var. Zira, 14 Ağustos 2001, AKP'nin 13. kuruluş yıldönümü. Bir yandan, kurucu genel başkanı ve başbakanını Çankaya'ya seçtirmek, öte yandan kendi içinden 2. defa bir Cumhurbaşkanı çıkartmak, iktidar açısından "çifte kutlama"yı beraberinde getiriyor. Bu bağlamda, AKP açısından ilk kez birtakım tartışmalar gündeme geliyor. Sözgelimi, 28 Ağustos'tan sonra, tekrar partisine döneceğini açıklayan 11.Cumhurbaşkanı Abdullah Gül'ün yeni dönemdeki konumu merak ediliyor. Öte yandan, Arınç ve çevresi tarafından "yeni yetmeler" olarak nitelendirilen, "sonradan olma AKP'li" olarak adlandırılan, Başbakan'ın "yakın çevresi"nin, Gül'e karşı siyasal tavırları irdeleniyor. Partinin olağanüstü kongrresinin, 27 Ağustos'a denk getirilmesinin, Gül'ü "Çankaya sonrası" engelleme girişimi olarak yorumlayanlar da var. Bu zeminde, "yeni AKP'lilerin" adayının da, Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu olduğu söyleniyor. (http://www.cumhuriyet.com.tr/haber/siyaset/105149/AKP_krizinde_3._olasilik.html)
Erdoğan'ın, seçimlere katılma oranıyla koşut olarak, %51.7 ile Çankaya'ya çıkması, "gönlündeki başkanlık ya da yarı başkanlık" hayalini somutlaştırmayı ertelediği gibi, en büyük çelişki de 2015 Haziran seçimlerine giderken görülüyor. "Düşük profilli" genel başkan ve başbakanla, AKP'nin alacağı oyların azalması, parlamentoda 330 milletvekilinin altında kalma olasılığı, başkanlıkla ilgili muhtemel bir "anayasa değişikliği referandumu"nu suya düşürüyor. Bununla birlikte, "yüksek profilli" bir genel başkan ve başbakanla, 330'un üstünde bir sandalye kazanılsa da, bu tablodaki bir siyasi liderin, anayasada başkanlık ya da yarı başkanlığa giden bir değişikliğe izin vermesi olanaksız gözüküyor. Zira bu bir anlamda, siyaseten intihar anlamına geliyor. Konuşulan senaryolar elbette çoğaltılabilir. Ancak siyasal muhalefet açısından en büyük handikap, iktidar içindeki "bölünme ya da çatlamaya" umut bağlanmasıdır. Türkiye'de Sağ'ın "pragmatizm dolu" geçmişinde, yaşanan pek çok siyasal krizin, tahmin edilemeyen uzlaşmalarla sonuçlandığı hatırlardadır.
Bir başka açıdan ise, AKP'nin eski yöneticilerinden Dengir Mir Mehmet Fırat'ın Rusya'nın Sesi'ne,12 Ağustos'ta verdiği mülakatta ilginç ipuçları yakalanmaktadır. (http://turkish.ruvr.ru/news/2014_08_12/Turkiyeyi-sicak-bir-gundem-bekliyor/ )
AKP'nin siyasal seçeneğinin, AKP'de, "2001 ruhu"na benzer, bir siyasal uzlaşmayla ortaya çıkabileceği, Fırat'ın demecinden anlaşılmaktadır. Fırat konuşmasında, "2001 ruhu" ifadesini kullanmasa da, "yeni bir AKP"nin, AKP'ye alternatif olabileceğini düşünmektedir. "Yeni AKP"yi ise, "merkez" ya da "merkez Sağ" başlıklarıyla tanımlamaktadır.
Kurulduğu yıldan bir sene sonra iktidara gelen, 2002'den beri, 3 genel, 3 yerel seçim, 2 referandum ve 1 Cumhurbaşkanlığı seçimini, sandıkta kazanan AKP, toplamda 9 seçim kazanmıştır. Haziran 2015'te ise, 10 seçim zaferini hedeflemektedir.
Ne var ki, 10. seçimde baraj, 276 değil, 330'dur. Anayasayı değiştrecek güce ulaşamayacak bir AKP, mevcut parlamenter sistemin prosedürleri içinde, Çankaya'daki kurucu, karizmatik lideriyle bir denge kurmaya çalışacak, bundan sonra, partinin içindeki tartışmalara, kamuoyu daha çok kulak kabartacaktır. Bu çerçevede, iki tür "yeni AKP" ihtimali zihinlere gelmektedir. Birincisi, AKP içindeki "yakın çevre"nin, yeni partililerin desteklediği "yeni AKP", diğeri de Fırat'ın ifadesiyle, AKP'nin dışında kurulacak bir "yeni AKP"dir. Bu tartışmalarda, "2001 ruhu"na geri dönüş mü, "yeni AKP" mi derken, arayışlar yine Sağ'ın içinde belirtilmektedir. Tanıl Bora'nın tanımıyla Türk Sağı'nın "üç hali", milliyetçi, muhafazakar ya da İslamcı bir yüzeyde, hepsini kapsayan mı, yoksa ayrıştıran bir çerçevede mi ikame edilecektir?
2007'den sonra hegemonlaşan ve otoriterleşen AKP'ye karşı, "daha ılımlı bir AKP" mi inşa edilmeye çalışılacaktır? Bu arada, 2015 Haziran'da sayıları 72 ile ifade edilen, 3. dönemleri dolan  "eski AKP"liler, "olası küskünler" mi olacak, yoksa "kol kırılıp, yen içinde kalsa da", kırılgan bir meclis grubunun, farklı kliksel yaklaşımların arenası haline mi gelecekler. Bu soruyu bir yere kaydetmek lazım.
Ana muhalefette ise, "Sağ'a açılma" siyaseti, eleştiri konusu olurken, tüm bir siyasal rekabet, Sağ'ın değişik unsurları içinde mi vaziyet alacaktır, yoksa CHP başta olmak üzere tartışmalardan yola çıkarak, Sol seçenek, bu sefer gerçekten ortaya konulacak mıdır? 10 Ağustos 2014'te %9.76 oy alan Demirtaş akla geldiğinde, CHP milletvekili Melda Onur'un ifadesiyle, "Sol'da yeni lider" olarak lanse edilen Demirtaş'ın öncülüğünde, "Sol'da yeni yapılanma", Kürt hareketi ile Sosyalist Sol'un ittifakıyla mı ele alınacaktır?
Tekrar AKP'ye dönersek, Sağ siyasetlere duyulan ilgi, AKP'nin kendi içinde ya da AKP'ye karşı "yeni AKP" rekabetinde bir kısır döngüyü ortaya koymaktadır. AKP'nin AKP'ye karşı "çözüm" olarak algılandığı bu günlerde, 2015 Haziran'ında bir "siyasal değişim"in gerçekleştirilmesinden çok, iktidar ve muhalefette, "parti içi iktidar mücadeleler"in öne çıkacağı bir tablo yaşama geçmektedir.
O yüzden siyasal tahminler, AKP'nin siyasal vesayeti içinde yapılmakta, anlamlandırılmaktadır.
Kısır döngüyü aşacak bir siyasal dönüşüm, şimdilik siyasal zeminin uzağındadır...  

11 Ağustos 2014 Pazartesi

SİYASETİN SARMALI?

10 Ağustos 2014'te yapılan Cumhurbaşkanlığı Seçimi'nde, YSK'nın resmi olmayan kesin sonuçlarına göre, AKP Genel Başkanı ve Başbakan Erdoğan, Türkiye'nin 12.Cumhurbaşkanı seçildi. 1982'de anayasa oylamasıyla birlikte ve 'tek adayla' yapılan seçimler sayılmazsa, ilk kez  sandık yoluyla Cumhurbaşkanı seçimi gerçekleştirildi.
2007'de '367' kriziyle, Cumhuriyet mitingleri ve "e-muhtıra" eşliğinde, erken genel seçimlere gidilmesi sürecinde, iktidar partisi AKP, seçimlerden sonra yapılan anayasa değişikliği referandumuyla, hem Cumhurbaşkanı'nın görev süresini 7 yıldan 5 yıla indirdi, hem de ikinci kez seçilmesinin önünü açtı.
28 Ağustos 2007'de seçimle yenilenmiş parlamento Gül'ü Cumhurbaşkanı seçerken, 7 yıl sonra yine bir Ağustos ayında seçimlerin yapılacağı biliniyordu. 2002'den beri iktidarda olan AKP, 2003'ten beri başbakanlık görevini sürdüren Erdoğan, 2002-2007 yıllar içerisinde, AB ve IMF çıpalarıyla Türkiye'yi yönetirken, 2007'de Çankaya'nın da kendi siyasal tekeli içine girmesiyle, otoriter ve hegemon eğilimlerini, daha baskın bir biçimde ortaya koymaya başladı. Siyasal iktidar 2002-2014 arasında, 3 genel, 3 yerel, 2 referandum ve 1 Cumhurbaşkanlığı seçimi kazandı. 9 seçim kazanmanın verdiği özgüvenle, Erdoğan'ın Çankaya'daki mesaisinde, fiilen yarı başkanlık ya da başkanlık sistemini yaşama geçireceği tahmin ediliyor. Aslında fiili süreci, resmileştirmek açısından elbette bir 'kapsamlı anayasa değişikliği' planı var. Ne var ki, Erdoğan, seçimleri %51.7 ile 1.turda kazanmış olsa da, Haziran 2015 genel seçimlerinde, anayasal barajın aşılması önünde zorluklar gözüküyor. Zira, 10 Ağustos'ta katılımın düşük olması, miktar açısından çok değişmeyen oyları, oransal olarak arttırdı, bir başka açıdan, katılımın yüksek olacağı bir genel seçimde, sözkonusu oranın düşmesi, tahminler içinde yer alıyor.
Gelelim ana muhalefet cephesine. 2 turlu seçimlerin genel karakteristiği, seçim ittifaklarının 2. tura bırakılması zemininde kendini ifade eder. 1. turda, aday ya da partiler, seçime 'kendileri' olarak girerler. 2. turda, fiilen bir ittifak vücuda gelir. Yıllar önce Fransa'da Chirac'ın 2. turda Sol'dan oy almasının mantığı buna dayanıyordu. Dayanışma ise özellikle Le Pen'in 'Ulusal Cephesi'ne karşı ortaya konuluyordu. Sol seçmen, Cumhuriyet değerleri ve demokratik tepkiyle, oylarını Merkez Sağ'daki Chirac'a vermek durumunda kalmıştı.
Türkiye'de ise, Erdoğan'a karşı, CHP-MHP hattında beliren ittifak, 1. turda ilan edildi. Bu aslında, daha 1. turda yenilgiyi kabullenmek anlamına geliyordu. CHP seçmenine yönelik "tıpış tıpış oy vermeye gidecekler" yorumu, konuyla doğrudan bağlantılı olmasa da, Demirel'in 1991 genel seçimlerindeki "hamsi kavağa çıkar mı" sözünü anımsattı.
Bir başka açıdan ise, seçim sonuçları üzerinden analizler yapılırken, seçimin ihalesinin "yazlıkçı ve boykotçulara" bırakılması, ilk öfkeyle çok tatlı gelebilir. Hatta bir nevi "günah keçisi" bulunarak, bir dahaki seçimlere kadar "parti içi iktidar" korunabilir. Ancak en kritik viraj da tam burada başlar. Kendi seçmeniyle sorunlu, kavgalı bir parti profili çizmek ne kadar akılcıdır? Siyasal partilerin en temel kriterlerinden biri, kendi örgütünü ve seçmenini mobilize edebilmektir. Seçmeni suçlayarak, siyaseten bir çıkış bulunabileceğini ummak, pek akıl karı gözükmemektedir. Parti tabanına "rağmen" bir aday belirlemenin siyasal faturası elbette ağır oldu. Siyasette Ecevit'in "iki artı iki dört etmez" sözünü hatırlayalım. İhsanoğlu'nun aldığı oy, CHP-MHP'nin 30 Mart 2014 yerel seçimleri toplamının altında kaldı. Nedeni ise, siyaset aritmetik toplam değildir. Gerçekten bir 'sinerji' yakalanıyorsa, toplamın üzerinde rakam da, güç te elde edilir. Yoksa, siyaseten durağanlık içine girmek kaçınılmaz olur. Öncelikle, değişime inanan bir siyasal iradenin ete kemiğe bürünmesi gerekir. 'Kaybetmemek' üzerine bir siyasal strateji kurulmaz. Siyaset hep 'kazanmak' üzerine inşa edilir. Önceki dönemlerde benzer hataların yapılması, bugünü haklı kılmaz. Önemli olan, bugün doğruyu yapmak, yanlıştan kendini ayırabilmektir.
HDP adayı Demirtaş'ın Türkiye ortalamasının üzerine çıkan oyu açısından, kısa vadede yorum yapmak, pek isabetli olmayabilir. Ancak Kürt siyasetinin 'sosyalist Sol'la Batı'dan da oy alabilecek bir aşamaya gelmesi, CHP'nin muhalefetteki 'siyasal konumu'nu zorlama olasılığını içermektedir. 2015 ya da sonrası, bu çerçevedeki tartışmalara gebedir.    
Her seçimin bir muhasebesi vardır. Kurultaylar ille de, kısır çekişme anlamına gelmez. CHP'de 'olağan kurultay' takvimi ertelenmiş olsa da, en geç 2015 yazına kadar, bu sürecin tamamlanması gerekmektedir. Parti içi hesaplar, 2015 Haziran'ına dönük olduğu için, seçim öncesi kimse siyasal risk altına girmek istememektedir. Oysa siyaset, bir arz-talep meselesidir. Kendi seçmeniyle sorun yaşayan bir mekanizmanın, başka kulvardaki seçmenlere ulaşmak adına, tabanında erozyon yaşama potansiyeli yüksektir. Siyasetteki sarmal ise, "kutuplaşma ortamında nasıl olsa oylar bize gelir, iktidar iki kişiden birinin oyunu alıyorsa, biz de dört kişiden birinin oyunu alıyoruz" kolaycılığına kapılınabilir. Öte yandan, CHP içindeki 'ulusalcı-yenilikçi' kavgası soyuttur, sokakta karşılığı yoktur. Partinin Atatürk'ten gelen aydınlanmacı çizgisiyle, sosyal demokrasinin evrensel ilkelerinden gelen sentezi, 1976'dan bugüne, DEMOKRATİK SOL'dur. Diğer siyasal fantezilerin, yaşamda karşılığı yoktur. Üstelik 'yenilikçilik' adı altındaki 'mahçup muhafazakarlık', parti tabanından tepki görmektedir. Ulusalcılık adı altında, partinin Sol çizgisine, 'içe kapanmacı' reaksiyon, marjinal partilerin kuyrukçuluğu zemininde kaybolup gitmektedir.
Bu tartışmalar arasında, Türkiye siyasal tıkanıklık içine girmekte, seçenek arayışları ele alınmaktadır.
Oysa, Türkiye'nin sorunları yaşamsaldır, günlük politikaya heba edilemeyecek kadar acildir. Seçimlerde oy kullanmaya gitmeyen seçmenle ilgili, parti yönetimi kamuoyuna gerçekçi değerlendirme ve özeleştiri yapmak zorundadır. Kısa vadede hiç olmazsa, siyasal değerlendirmelerin ele alınacağı, "küçük kurultay" gündeme getirilmelidir. Partide, var olan tabanı küçümseyip, 'yeni taban' yaratma gibi, siyasal mühendisliklerin yeri yoktur. Elbette seçmen tabanı genişlemelidir, ancak Türkiye seçmeninin talepleri, ülkenin durumu üzerine yapılacak çözümlemeler, akademik bir bencillikle, kapalı kapılar arkasında olmamalıdır.
Siyaseten girilen sarmalda, "tek adam" yönetiminin konuşulduğu bu günlerde, gerçekten "değişim"in olup olamayacağı, demokratik ve toplumsal değişimin hangi yüzeyde yakalanacağı ve topluma temel siyasal vaadin ne olacağı anlatılmalıdır.
Siyasette rehavete yer yoktur... 

4 Ağustos 2014 Pazartesi

IŞİD YA DA KUVAY-I İNZİBATİYE...

Ortadoğu dillerini iyi konuşan, örgüt adlarını ezbere bilip, tarihi gelişimlerini bir çırpıda sayıveren uzmanlar; IŞİD'in, "Irak El Kaidesi" olmasından, El Nusra'yla Suriye'deki ayrışmasına, IŞİD'in El Kaide ile bağının kopmasına kadar olan ayrıntıları, bölgedeki deneyimleri ile rahatlıkla anlatabilirler. Hatta, "şuralarda bulunmuştum, bölgeyi iyi bilirim" diyerek, her tür siyasal analize dudak bükerek bakabilir, konuyu kendi tekellerinde bırakmayı düşünebilirler.
Ancak, uzmanların kaprislerini bir tarafa bırakarak, en son Lübnan'a da sıçrayan, Doğu Akdeniz'den Bağdat'a kadar uzanan geniş bir alanda, yeni bir nüfuz alanı kuran IŞİD'in, ne tür bir amaca hizmet ettiğini, gerçekten iyi irdelemek gerekir.
Örgütün, ideolojik kaynağını Selefilik olarak açıklamak, Teymiye'nin hayatını anlatmakla bitmiyor bu iş. Can alıcı soruları cesaretle sormak ve yanıtlamak gerekir.
Düşünebiliyor musunuz, Suriye ve Irak'taki otorite boşluğundan yararlanan örgüt, pek çok yeri, kamyonlarla işgal etti. Ancak buradaki algı operasyonuna kanmamak önemlidir. Zira IŞİD ya da yeni adıyla İD, El Nusra, ÖSO, YPG gibi farklı militan yapılarla, ağır silahlar vasıtasıyla çarpışıyor. Bu çerçevede en kolay sorular nedense unutturuluyor.
1- IŞİD, parayı nereden buluyor?
2- IŞİD, silahı nereden buluyor?
3- IŞİD, insan kaynağını nasıl yaratıyor?
4- IŞİD, çatışma talimlerini nerede, hangi güçlerin aracılığıyla yaptırıyor?
Aslında sorular çok daha fazla üretilebilir. Çeşitli yorumlar gündeme geldiğinde, "devletsiz alanda", petrol kaçakçılığı ve uyuşturucu işlerinden, örgütün gelir kazandığı söyleniyor. Ne var ki, IŞİD'in sahip olduğu avantajlar açısından, sözkonusu  açıklamalar yetersiz kalıyor.
IŞİD, kime lazım? Mevcut kaosun aşılmasından sonra, gerçekte neye hizmet ettiği anlaşılacak. Yalnız, bazı ipuçlarını gerçekten dikkatlice incelemeliyiz. IŞİD için militan devşirmeye en uygun ülkelerden biri hiç kuşkusuz Ürdün olarak gözüküyor. Hatta İsrail, bu zeminde Golan Tepeleri'nden Eliat'a uzanan bir uzun duvarı, Ürdün'le arasına çekmeyi düşündü. IŞİD'e karşı, Ürdün'le işbirliği görüşmeleri yaptı. Ancak IŞİD, Ürdün değil Lübnan'a sıçramayı tercih etti. Gazze'deki Cund-el Ensar yapılanması, El Kaide bağlantılı olmakla birlikte, Gazze'de Hamas'a destek vermeyi tercih etmedi. Hareketsiz kaldı. Zaten yıllar önce de, Hamas'ı "laiklikle" suçlamıştı!
Peki, şimdilik İsrail'e bulaşmayan, Irak-Suriye-Lübnan arasındaki geniş sahada, alan hakimiyeti kuran IŞİD, neye hizmet ediyor? ABD sermayesiyle içli dışlı olan Katar, neden bu örgüte sempatik bakıyor? Türkiye'yle ilgili iddialar, neden bu çerçevede dile getiriliyor? En önemlisi IŞİD, gerçekten de Batı'ya rağmen hareket eden bir İslamcı örgüt mü?
90 yıl sonra "hilafet" ilan ettiğini bildiren, bünyesinde pek çok asker kaçağı, çapulcu besleyen IŞİD, bana nedense, Nisan-Haziran 1920 arasında faaliyet gösteren Kuvay-ı İnzibatiye'yi anımsattı. Vahdettin ve Damat Ferit tarafından, Kuvay-ı Milliye'ye karşı kurdurulan 4 bin kişilik sözde orduda, hapishane kaçkınlarından, asker kaçaklarından oluşuyor, İzmit ve Adapazarı'nda pek çok yeri yağmalıyordu. Kuvay-ı İnzibatiye mensuplarının maaşını İngilizler veriyor, kendilerini "Hilafet Ordusu" olarak isimlendiriyorlardı. Başlarında da Anzavur vardı. Bu hain örgüt, Kuvay-ı Milliye tarafından bastırıldı.
IŞİD'in ise karşısında bir Kuvay-ı Milliye yok. Devletsiz bir Ortadoğu var. İşin kötüsü, Ömerli'de talim yapıyorlar, Gaziosmanpaşa'da halka saldırıyorlar, Güngören ve Bağcılar'dan "cihad" seferleri düzenliyor, belediyelerin tahsis ettiği salonlarda, "cihada çağrı" toplantıları yapıyorlar. Suriye çölü ya da Musul'da ararken, IŞİD'i, ne yazık ki, içimizde buluyoruz. Hala IŞİD tarafından rehin alınan  Musul konsolosluğu görevlilerimiz, "seçim öncesi jest"in insafına kalmış durumdalar.
Tüm bunlar değerlendirildiğinde, Esad'ın karşısındaki Sünni Arap çoğunluğu ve Maliki'nin karşısındaki Sünni Arap azınlığının, IŞİD "ortak paydası" altında birleşmesi, acaba İran-Suriye-Hizbullah eksenine karşı, bir "Sünni ekseni" arayışı mı?
İşte o zaman Kuvay-ı İnzibatiye durumu daha belirginleşmiş hale geliyor. Çünkü, kanlı mezhep savaşlarıyla, bölgede Sünni bir otoriter-baskıcı kuşağın oluşması, İran'ın Doğu Akdeniz ve Basra Körfezi üzerindeki emellerinin törpülenmesi, bu bağlamda petro-dolarların yönettiği bir dinci hükümranlığın tesis edilmesi öngörülmektedir.
Bölge ülkelerinin, Batı'nın, hatta Esad'ın bir süre göz yumduğu IŞİD, kalıcı bir düzen kurma sevdasında olsa da, "devletsiz geniş koridora", baskıcı yöntemlerine rağmen uzun vadede egemen olabilecek mi?
Kürtler'le Irak-Suriye hattında çarpışan örgüt, Kürtler-Şii Araplar zemininde, Irak'taki siyasal rekabetin bir parçası gibi gözükse de, Suriye bağlamında Sünni Arap çoğunluğun ÖSO, El Nusra gibi farklı yapılanmalarını tasfiye etme arayışında savaşıyor.
Ele alınan analizler yüzeyinde, IŞİD'in kendisi bir olgu mu, yoksa başka bir "büyük proje"nin "koçbaşı" görevini mi ortaya koyuyor?
Sanırım, denklemin çözülmesi, tam da bu soruya bağlı bir açıklamaya dayalı. Önümüzdeki günlerde "ak koyun, kara koyun" belli olur...

3 Ağustos 2014 Pazar

"BİR BÜYÜK UZLAŞMA" SONRASI...

Şeker Bayramının 1. günü AKP'nin kurucularından, eski genel başkan vekili ve parti sözcüsü Dengir Mir Mehmet Fırat, AKP'den istifa ettiğini duyurduğunda, Cumhurbaşkanlığı seçimi öncesinde önemli bir gelişme olarak kaydedildi. Fırat, sözkonusu basın toplantısı öncesinde de, seçimlerde HDP'nin adayı ve genel başkanı Selahattin Demirtaş'a oy kullanacağını açıklamıştı.
Fırat'ı herhangi bir siyasal figür olarak ele almamak lazım. Demokrat Partili bir aileden gelen Fırat, muhafazakar Kürt hareketinin ses getiren bir siyasetçisi olarak dikkat çekmiş, 2000'de Fazilet Partisi'nden Cumhurbaşkanı adayı olarak gösterilmişti.
AKP'nin kuruluşunda yer alan, işaret edici bir unsurdu. Parti yönetiminde her zaman ön plandaydı. Peki AKP'den neden ayrıldı, neden Demirtaş'a oy kullanma iradesi gösterdi?
Aslında, eskilerin deyimiyle, "cari siyasette", kazanan ya da güçlü olanın algı yönetimine teslim olmamak, büyük fotoğrafı görmek gerekmektedir. Erdoğan'ın "seçim kazanması"na yönelik tasarlanan, 2014 Cumhurbaşkanlığı Seçimleri, 2007 Ekim'inde düzenlenen referandumla hazırlanmıştı.
Fırat, Bugün gazetesine verdiği demeçte,  ( http://gundem.bugun.com.tr/akan-kanda-payimiz-var-haberi/1209727 ), AKP'nin bugünkü yapısına varmasında, 2008 tarihini, bir dönüm noktası olarak değerlendiriyor. Bir yandan, Ergenekon'u "masum" görmediğini söylüyor, bir yandan da, Cemaat'i Emniyet'e, "asker ve MİT"e karşı, bizzat siyasal iktidarın yerleştirdiğini, başbakanı uyarmasına karşın, "bizimle aynı Kıble'de olanlardan zarar gelmez" dediğini söylüyor. Fırat, son süreçte, bir "genel af" ile, PKK ve 17 Aralık yolsuzluklarının üstünün örtüleceğini kaydediyor. Deneyimli siyasetçi, Erdoğan'ın seçimlerde "1.tur"da seçilmesi durumunda, "otoriter yapı"nın daha da sertleşeceğini ifade ediyor.
Peki Fırat neden bu noktaya geldi? Neden milat 2008? Fırat'ın 2001'de AKP'nin kuruluşunda yer aldığı fotoğraf, "bir büyük uzlaşma"ydı. Her ne kadar "Milli Görüş" gömleği çıkarılmış olsa da, siyasal İslam'ın kurucu çekirdek olduğu AKP, "28 Şubat sonrası", farklı mağduriyetler üzerinde yapılanan, bir nevi ittifakı temsil ediyordu. Bir yandan mağdur İslamcılar, mağdur muhafazakar Kürtler, bir yandan da "sonradan olma liberaller", ortak zeminde buluşuyordu. Elbette en önemli itici güçlerden biri de "Gülen hareketi" idi. Hareket'in iç ve dış bağlantıları, Fuller'in "Yeni Türkiye Cumhuriyeti" formülasyonu, zaman içinde AKP'yi, "Erdoğan-Gülen" koalisyonuna dönüştürdü. Askeri vesayete karşı olma ortak parantezinde yer alanlar, yeni bir hegemonyanın inşacıları konumuna geldiler.
AKP-Gülen koalisyonunun "Yeni Türkiye Cumhuriyeti", kurdukları hegemonyanın içinde sallanırken, ülkenin içinde bulunduğu durum, Ortadoğu'ya dönük politikasıyla, genetiği değiştirilmiş bir organizma halini alıyor. Ömerli'de talim yapan, Gaziosmanpaşa'da 2 Ağustos gecesi HDP bürolarına saldırı yapan IŞİD, Bağcılar ve Güngören'den "cihad turları" düzenliyor, devletten izinli "cihad toplantıları" yapıyor. Suriye ve Irak Kürtler'i IŞİD'e karşı birleşirken, IŞİD Türkiye'de Kürtler'e karşı hesaplarını, sokak hareketleri ve silahlı yöntemlerle gerçekleştirmeye çalışıyor. İç kargaşa yaratmaya, Ortadoğu'nun tüm hesaplarını, ülkemize ithal etmeye gayret ediyor.
Artık gerçekten bir "büyük uzlaşma"ya gereksinim var. "Tek adam", "yalnız adam"a dönüşürken, "hegemonya sonrası", Cumhuriyet değerlerine, demokrasiye, laikliğe, insan haklarına, piyasa ekonomisi ve sosyal devlete dayanan, kimlikleri yurttaşlık zemininde asimile etmeden, farklılıklarla zenginleşmeye olanak veren, Batı sistemi içinde bir "büyük barışa" ihtiyaç var.
İş işten geçmeden... 

11 Temmuz 2014 Cuma

"KORUYUCU HAT" VE "YENMİŞ EKİN YAPRAKLARI"...

İsrail-Filistin sorunu olarak, dünya kamuoyunun gündemine gelen yapısal sorunda, son iki günden beri devam eden çatışmalar, işi geometrik olarak başka bir boyuta taşımaya aday gözüküyor.
Haziran ayında, İsrailli üç gencin , Batı Şeria'da kaçırılması, günler sonra da cesetlerinin bulunması, İsrail-Hamas geriliminde süreci hızlı bir aşamaya sürükledi. Zira Hamas-Fetih arasında, Haziran başında kurulan "ortaklık hükümeti", İsrail tarafından olumsuz karşılanmış, bu yaklaşımın, Hamas'ı Batı Şeria'ya taşıyacağı endişesi doğurmuştu. 2007 Haziran'ında Hamas'ın Gazze'de "tek yanlı" kurduğu yönetim ile fiilen Filistin Otoritesi'nden ayrılması, sözkonusu tarihten beri, Gazze'ye yönelik İsrail ablukası ve tecridini ortaya koymuştu. Bu bağlamda İsrail, 1993 Oslo süreciyle, 1996'dan beri, Filistin'de "tek muhatap" gördüğü Filistin Otoritesi'ni, 2007'de El Fetih'in siyasal kimliğinde ele aldı. Ne var ki, El Fetih'e karşı, İsrail'in en önemli kozu, El Fetih'in Filistin'i resmen temsil etse de, somut olarak kapsayamadığı gerçeği üzerine yoğunlaştı. 2007 Kasım'ındaki Annapolis Barış Süreci'nden sonra, 2009'da işbaşına gelen Obama yönetimi, yeniden bir süreç başlatamadı.
2007 Haziran tarihinden tam 7 yıl sonra, Hamas'ın 2014'te, yeniden Filistin Otoritesi'nin içine girmesi, İsrail açısından, sadece Gazze'de değil, Batı Şeria'da da, artacak bir militan yapının risklerini ortaya koydu. Bu kuşkunun en somut yansıması da, İsrail'de kaçırılan ve öldürülen 3 gencin olayında görüldü. İsrail, bu tür kaçırmaların çoğalacağını, ülke içine dönük, sivilleri etkileyecek "terör dalgaları"nın yoğunlaşacağını düşündü. Daha doğrusu, İsrail kamuoyunda "terör sarmalı" algısı yoğunlaştı.
Hamas'ın El Fetih'le "ortak hükümet" kurmasına yol açan siyasal zemin, örgütün gün geçtikçe bölgesel ittifaklarındaki tabanı kaybetmesiyle oluştu. 2007-2011 arasında, İran'la siyasal işbirliğini arttıran Hamas, Şam'da yaşayan lideri Meşal'in, Suriye-İran çizgisiyle yaptığı dayanışmayla, Doğu Akdeniz'de bir "İran levantını", Hizbullah-Hamas ekseninde, simgelemeye çalıştı. Hatta 2006'da İsrail-Hizbullah arasında II.Lübnan Savaşı yaşanrken, attığı roketlerle, Gazze'den Hizbullah'a "dayanışma" gösterdi. Zaten bu durum, hem Hamas milletvekillerinin tuuklanmasına, hem de Hamas'ın Filistin Otoritesi'ndeki hükümetinin ve siyasal iktidarının düşmesine yol açtı. 2007'de Suudi Arabistan'ın desteklediği Hamas-Fetih "birlik hükümeti" ise, Hamas'ın Gazze'deki darbesiyle yıkıldı. Üstelik Filistin Otoritesi bölündü.
Türkiye'nin de, Mayıs 2010'da Mavi Marmara hadisesiyle, İsrail'le arasının bozulmasına yol açan "Gazze ablukası", Hamas'ı "kontrol altına" alma girişimi olarak kaydedildi.
Hamas, 2011 Mart'ında Suriye'deki "gecikmiş Arap Baharı" başlayınca, Suriye-İran çizgisiyle yürüttüğü dayanışmayı bitirdi. Meşal, Şam'ı terketti. Sonra da Katar'a yerleştiği iddia edildi. 2012'de Mısır'da iktidara gelen İhvan'la ittifaka giren Hamas,  2013'te Sisi'nin darbesinin ardından, Mısır'la da işbirliği yüzeyini kaybetti. Böylece, İran ve Mısır'la ilişkileri bozulan Hamas, El Fetih'le "ortaklık hükümeti"ne razı olmak durumunda kaldı.
Bununla birlikte, Hamas'ın İsrail'e yönelik "ılımlı bir siyaset" içine gireceği emaresi yoktu. İsrail'le yaşadığı savaşlarda, askeri olarak kayıp verse de, siyasal-toplumsal olarak güçlenen örgüt, bu sefer topyekün savaş stratejisi içine girdi.
İsrail'i zaten kışkırtmak kolaydı. Elindeki yetersiz askeri altyapıyı, İsrail'e karşı kullanan Hamas, sivil kayıplarla hem Filistin'deki gücünü, hem de dünya kamuoyu önündeki meşruiyetini sağlama olanağına, öncekiler gibi kavuştu. IŞİD'in Ürdün'e yaklaşmasıyla, askeri duyarlığı artan, bölgesel savaş olasılığına hazırlanan İsrail, Hamas'ın Batı Şeria'daki çıkışlarıyla, zafiyet göstermek istemedi. 3 gencin öldürülmesinden sonra, Filistinli bir gencin, Batı Şeria'daki "yerleşimciler" tarafından yakılarak öldürülmesi konusu, Hamas açısından da köprüleri atma nedeni oldu.
IŞİD tehlikesi karşısında, İsrail başbakanı Netenyahu, Golan Tepeleri'nden Eliat'a , bir başka deyişle Suriye sınırından, Akabe Körfezi'ne kadar uzanan bir alanda, kilometrelerce süren duvar inşa etmeyi planladığını açıklamıştı, tıpkı Batı Şeria ve Kudüs arasına yaptırmış olduğu gibi. Netenyahu, IŞİD konusunda, Ürdün-Batı Şeria arasındaki sınırın güvenliğini de İsrail'in sağlamaya devam etmesinin önemine dikkat çekmişti.
İsrail'in Hamas'a yönelik "koruyucu hat operasyonu"na, Hamas, "yenmiş ekin taprakları" ile yanıt veriyor. Yaşanan süreç, 1987'deki I.İntifada, 2000'deki II.İntifada'dan sonra, 2014'te III.İntifada'yı başlatır mı? Topyekün bir savaş mantığıyla, İsrail Gazze'ye "kara operasyonu" yapar mı? Hamas, Batı Şeria ve Gazze'den sonra, Ürdün'de de, o güçte olmamasına karşın bir siyasal kalkışma çağrısı yapar mı? Yoksa yaşananlar, IŞİD'e mi yarar?
Gelinen noktada, soru işaretleri çoğaltılabilir. Yalnız, Suriye-Irak hattında olduğu gibi, Filistin Otoritesi'nin varlığı tehlikeye girerse, kontrol dışına çıkan "şiddet sarmalı", daha büyük öfke dalgalarını tetikleyebilir. Arada Ürdün'ün de devlet olarak varlığı tehdit altına girebilir.
Ortadoğu'nun "devletsizleşen" yapısında, Filistin sorununu istismar eden radikal İslamcı örgütler, bu zeminde, kendi otoritelerini, devletsiz geniş alanda dayatabilirler.
İsrail'in "orantısız şiddet" girdabında, kendi gücüyle girdiği sınav, militan örgütler için, önemli bir olanak yaratabilir. Hizbullah'ın Lübnan'dan "destek" atışları, İsrail için Suriye-Hizbullah bağlamında da bir savaş dalgası yaratır mı?
Tüm bu yaşananlar, bölgede uzun sürecek bir kaosun, devletsizliğin, terörün ve çaresizliğin işaretleridir. Yaşanan her bir hamle, bir sonraki "çaresizlik sarmalı"nı beslemektedir.
Fatura da, yaşamlarını kaybeden masumlara çıkarılmaktadır. 

22 Haziran 2014 Pazar

SURİYAK'TAN AFPAK'A "YENİ ORTADOĞU"

Ortadoğu hakkında yapılan değerlendirmelerde, sözcüğün kendisi bile "Ortadoğulu" olmadığından, kimi zaman, yanlış saptamalar içine girebiliyoruz ya da bize gösterilmek istenen vizyondan bir analiz yapmaya çalışıyoruz.
Irak Şam İslam Devleti (IŞİD)in Musul'u ele geçirmesi ve Türkiye'nin Musul başkonsolosluğunu basması, konsolosluk görevlilerimiz ve şoförlerimiz dahil, 80 kişiyi rehin almasından sonra, nihayet kamuoyu, IŞİD gibi bir örgütün varlığından haberdar oldu.
Stratejik derinsizliğe dayalı politikaların, Türkiye'yi Ortadoğu'da nasıl bir bilinmezliğe sürüklediği, dış faktörlerle birlikte ele alındığında daha iyi anlaşılabilir. Ne var ki, Türkiye'nin de dahil olduğu zeminde, bölgedeki değişimi iyi çözümlemek gerekmektedir.
ABD düşünce kuruluşları ve bizzat ABD yönetimince tanımlanan "Genişletilmiş Ortadoğu" Kuzey Afrika'yı da içine alarak, 2004 Haziran'ındaki G-8 zirvesi ve NATO'nun İstanbul Zirvesi'nde somut bir belgeye dönüşmüş, sözkonusu alanda, ekonominin hızlandırılması, satın alma gücünün yükseltilmesi, okur-yazarlığın arttırılması, kadınların ekonomi ve siyasete girmeleri, küçük ve orta ölçekli işletmelerle, istihdamı yoğunlaştırmak gibi bir dizi önerileri içeren yönleriyle dikkat çekmişti. Zira bölge, enerji zengini olmasına rağmen, tiranlıklar ve arkaik ekonomilerle, dünya kapitalizmi açısından birer "kara delik" haline gelmiş, küresel ekonomiye entegre olamamıştı. 10 yıl önce bu konular ele alınırken, ABD'ye yönelik 11 Eylül 2001 saldırıları, bununla birlikte, 2001 sonbaharında Afganistan'a başlayan NATO müdahalesi ve 2003 Mart'ında bizzat ABD'nin gerçekleştirdiği Irak işgalinin gölgesi, derin etkileri vardı. ABD'deki devlet psikolojisi açısından en fazla rahatsız olunan konu, Ortadoğu'da Batı'ya, özellikle de ABD'ye yönelik nefretin, neredeyse geri döndürülemez hale gelmesiydi. Bu bağlamda, Neo-Con'ların, tek yanlı ve şiddete dayalı siyasalarını da not etmek gerek.
2001 Afganistan ve 2003 Irak işgalleri; 2003'teki BM Arap İnsani Kalkınma Raporu, 2004'te sözünü ettiğim, G-8 zirvesi ve NATO belgeleri haline gelen "Genişletilmiş Ortadoğu ve Kuzey Afrika Projesi" ile birlikte değerlendirildiğinde, ortaya ilginç bir tablo çıkıyor. Bu arada, en önemli kilometre taşlarından biri olarak , 2011'de yaşanan sözde "Arap Baharı"nı da eklemeliyiz. Aslında, 2011'de klasik tiranlıkların yıkılması sürecinde, nihayet, 2001'de RAND mutfaklarında hazırlanan Ilımlı İslam projesinin yaşama geçeceği ümidi depreşmişti. ABD'nin yol verdiği İhvan rejimleriyle, Suriye'deki "gecikmiş Arap Baharı"nın ardından, Türkiye-Mısır-Suriye arasında bir "İhvan kuşağı" oluşacak, Batı da "piyasa ekonomisi,, "güvenli enerji güzergahları" çerçevesinde, biçimsel, otoriter, hibrid ancak adı "demokrasi" olan rejimlere destek verecekti. İsrail ve Suudi Arabistan dahil, bölge aktörleri de ona göre siyasetlerine çeki düzen vereceklerdi.
Aslında son tümce, projedeki temel aksaklığı ifade ediyordu. Körfez rejimleri ve İsrail'e rağmen, zorlama "İhvan kuşağı"nın yaşama şansı zaten yoktu.
Suriye'deki uzayan iç savaşta Esad'ın ayakta kalması, Irak'ta faaliyet gösteren El Nusra ve IŞİD gibi örgütlerin, ülke sınırı tanımadan, geniş alanda faaliyet göstermeleri, sonunda IŞİD'in, Suriye ve Irak'taki geniş coğrafyada, "alan hakimiyeti" ve "devlet düzeni sağladığı", yeni tür yapıları tetikledi. Bu arada Irak'ta, Saddam sonrası, siyaset alanından dışlanan Sünni Araplar açısından oluşan ortamdan dolayı, konuyu bir "Sünni rövanşı" olarak ele alan bazı kalemşörler, işi "Sünni devrimi" olarak adlandırma şaşkınlığına vardırdılar. Ele aldığımız ucube durum başka bir yazının konusu. Yeni gelinen aşamadan dolayı Batılılar, artık Suriye ve Irak'tan değil "Suriyak"tan bahsediyor. IŞİD'i de bu çerçevede öne çıkarıyorlar. (Paul Salem, "ISIS may skip Baghdad and instead  Build a new state: 'Syriaq', The World Post, http://www.huffingtonpost.com/paul-salem/isis-baghdad-syriaq_b_5503697.html)
Öte yandan Hürriyet'te Tolga Tanış ta, Batı'nın artık "Suriyak"ı bir olgu olarak kabullenmeye başladığına işaret ediyor. (Tolga Tanış, Ekmel bey ve Washington, Hürriyet,  http://sosyal.hurriyet.com.tr/Yazar/197/Tolga-Tanis/28051/Ekmel-Bey-ve-Washington)
Afganistan'da 1979'da başlayan ve 1990'ların başında sona eren SSCB işgaline karşı, "Selefi mücahitler"e verilen desteğin başında ABD ve Pakistan geliyordu. Pakistan, Soğuk Savaş döneminde, Türkiye ile birlikte, "Yeşil Kuşak projesi" yüzeyinde, SSCB'yi "çevreleme halkası"nın önemli bir zinciriydi. Zülfikar Ali Butto'yu astıran ve General Evren'le "kardeş" olan  Ziya Ül Hak, dinci siyasetlere verdiği primle, ABD projelerindeki ataklığıyla, "sevilen bir bizim çocuk" idi. Pakistan, Afganistan'daki SSCB işgali ve NATO'nun halen devam eden müdahalesinde , Afganistan'da Peştunlar ve Selefi grupların "yol geçen hanı" oldu, sınır kontrolünü kaybetti. Üstelik Taliban, Afganistan'la birlikte, Pakistan'da da bir politik-sosyal güç haline geldi. Pakistan medreselerinde yetişen Talibanlar, artık Batı gözlüğüyle Afpak bölgesinde ele alınıyor. Devlet özelliklerini kaybeden Pakistan'ın, hep benzemeye çalıştığı Türkiye ise, Suriyak olarak anılan, Ortadoğu'nun "yeni Afganistan'ı"nda, Pakistanlaşma riski içine girmiştir. Mezhepler ve etnik yapılarla atomize olan bölgeyi, daha demokratik değil, dinci-mezhepçi-etnikçi yapıların totaliter eğilimleri esir alıyor.
Genişletilmiş Ortadoğu'da Afpak'tan Suriyak'a uzanan "devletsiz yapılar", bölgesel ve küresel bir kaosun habercisidir.
ABD'nin Türkiye'deki otoriter, hibrid eğilimlere kulak tıkaması, dünya egemenliğini, Pasifik'e kaydırması, Türkiye'de siyasal İslam'ın, hegemon bir alanda, Ağustos'taki cumhurbaşkanlığı seçimleri dahil, siyasal bir  tekel yaratması, topyekün felaket emarelerini içinde barındırmaktadır.
O yüzden, kurucu ilkeler ve evrensel demokrasi arasındaki sentezi ve devlet olma özelliklerimizi kaybetmemeye dikkat...
TEHLİKE BİZZAT KOMŞUMUZ OLDU...

17 Haziran 2014 Salı

ORANTISIZ SEÇİM?

Daha çok çatışmalarda duymaya alıştığımız "orantısız güç" kullanımı kavramı, 10 Ağustos 2014'te ülkemizde ilk kez "sandık" yoluyla gerçekleşecek Cumhurbaşkanlığı seçimi açısından "orantısız seçim sarmalı"na dönüşmüş durumda.
Şöyle ki; Erdoğan'ın olası adaylığında talip olduğu makam, anayasada işaret edilen Cumhurbaşkanlığı makamı değildir. Siyasal söylevlerinde de sıklıkla belirttiği üzere, "fiili durum" yaratarak, partisinin genel merkezini, parlamento grubunu ve kabineyi yönetecek, adeta 4 koltuğu "bir karpuza" sığdıracak bir "tek adam yönetimi"ne talip olunmaktadır. Elbette bunların yanında, yargıyı da içine alan bir "kuvvetler birliği" esasıyla, ülkeyi hibrit olmanın da ötesinde bir otoriterliğe sürükleyen tasarımlar sözkonusudur. Bu çerçevenin ABD'deki "başkanlık" sistemiyle bir ilgisi yoktur. "Check and balance" adı verilen, kurumların birbirini denetlemesi ve dengelemesi üzerine yapılanmış olan ABD sistemi, gerçekleri ve federal yapısıyla kendine özgüdür. Başka bir ülkede uygulanma şansı da yoktur.
Erdoğan'ın karşısında "aday" olacak kişilerin talip olduğu makam ise parlamenter sistemdeki "Cumhurbaşkanlığı" makamıdır. Simgesel yanı ağır basan, bununla birlikte, 1982 anayasasının çarpık bir biçimde, aynı zamanda "yürütmenin başı" haline getirdiği makam, güçlü atamalar ve veto gibi silahlarıyla, sistem içinde sadece eşgüdüm sağlamamakta, belli bir siyasal-toplumsal ağırlığı da, kendi yaklaşımına göre koyabilmektedir.
Görünen odur ki, Erdoğan, "kuvvetler birliğine" dayalı bir otoriter başkanlık sistemine aday olmakta, karşısındakiler de değindiğim çerçevede "Cumhurbaşkanlığı"na talip olmaktadır.
CHP-MHP'nin "çatı aday" olarak işaret ettiği Prof.Dr.Ekmeleddin İhsanoğlu, daha çok uluslararası kimliğiyle, İslam Konferansı Örgütü'ndeki Genel Sekreterlik göreviyle ve doğduğu, eğitimini aldığı Mısır'la, El Ezher'le, öte yandan Britanya'daki Exeter eğitimiyle dikkat çekmektedir.
Saygın bir uluslararası kimlik elbette önemlidir. Ülkemiz son yıllarda, önemli prestij kayıplarına uğramıştır. Ne var ki, Prof.Dr. İhsanoğlu, CHP yönetiminin, "çatı aday" formülü zemininde, İslami algı çerçevesinde adaylaştırılmıştır. Parti örgütünün düşüncesi, tabanın yaklaşımları göz önüne alınmamış, CHP örgütünün, önüne "son dakika" gelen formüle çok ses çıkartmayacağı öngörülmüştür. Partinin "yeter ki seçilsin" mantığıyla, 30 Mart 2014 yerel seçimlerinde, parti kimliğine bakmadan yaptığı adaylaştırmalar, daha çok bir "platform" görünümünü ortaya koymuştur. Kısacası CHP'nin farklı partilerden destek beklediği "çatı aday"la ilgili, önce kendi tabanı ve örgütünü ikna etmesi gerekmektedir. Ancak bunun için de zaman son derece kısıtlıdır.
İşin bir başka boyutu ise, İhsanoğlu'nun adaylaştırılmasındaki "İslami" çerçevenin, ülkemizde son yıllarda iyice zemine oturtulan, "hegemonya"ya sunduğu hizmettir. Erdoğan'ın ancak İslami duyarlıkları olan bir "aday"la sandıkta yenilebileceği görüşü, hızla okulları neredeyse tamamen "imam-hatipleşen", medyada İslami "oto-sansürün" yaygınlaştığı, yaşam tarzlarının alıştırılarak "dönüştürüldüğü", kurbağanın kısık ateşteki tencerenin içindeki suda yanması gibi bir durumda, mevcut hegemonyaya teslim olmak, "farklı" olmayı ayıp sayan yaklaşımlara ayak uydurmaktır.
Demokrasi, benzeşen unsurlarla değil, farklı adaylar ve partilerle gerçekleşen bir rekabeti yansıtır. Aksi takdirde, neredeyse sadece "iyi bir insan" olmaya indirgenen  adaylaştırma, apolitik, ancak benzer bir unsur olarak, seçimi meşrulaştıran bir çabayı öngörür.
10 Ağustos'taki seçimde, birbirine kişilik olarak olmasa da, kamuoyuna sunulan biçimiyle, benzer dünya görüşleri çerçevesinde yarışacak iki adaydan, kendi partisini konsolide etmiş, partili kimliğiyle "başkanlığa" talip olanın kazanması, kuvvetli bir olasılık olarak masada durmaktadır.
Ezberi bozacak bir yaklaşımın değil, İslamcı iki adayın yarışacağı bir rekabetin, tribünden destekçisi olmak, ileride ne tür hesap hatalarını gündeme getirir?
Tartışma ve siyaseten hesaplaşma zamanıdır...

11 Haziran 2014 Çarşamba

YA BAĞDAT DÜŞERSE?

Ortadoğu'da herhangi bir konuda ele aldığınız yazı, mürekkebi kurumadan, yeni gelişmelerle daha fazla anlam kazanabiliyor ya da kadük hale gelebiliyor. Çok şükür, yazdıklarım çerçevesinde "ben dememiş miydim" reflekslerim güç kazanıyor ancak asıl belirleyicinin bilimsel bakış olduğunun rahatlığıyla, yine mütevazı köşeme çekiliyorum.
Irak'ta 25 yıla dayanan bir dönem, belirsizlikleri doğurduğu gibi, 1916 Sykes-Picot ve 1920 San Remo Konferansı'nda Batılı güçlerin çizdiği yapay haritaların test edildiği, yerine yenisinin bir türlü ikame edilemediği bir zincirleme kaos ortamını doğurdu. Her iki körfez savaşından sonra, "yeni dünya düzeni"nin geldiğini ülkemize muştulayan! kalemşörler, artık herşeyin farklı olacağını, Fukuyama'nın "tarih bitti" tespitinde olduğu üzere, yeni bir tarih okumasının geliştirilmesi gerektiğini, işaret parmaklarını sallayarak ifade etmişlerdi. 10 Haziran 2014 itibarıyla, Irak ve Ortadoğu'da, Musul'un IŞİD'in eline geçmesiyle "bölge tarihinde" dönüm noktası yaşandığını ileri sürenler, Kerkük'ün batı bölgelerinin ve Bağdat'a 150 km. uzaklıktaki Tıkrit'in IŞİD saldırılarına uğradığını görünce afalladılar. Herkes, karnından konuşarak şunu ima etmeye başladı. "Acaba sıra Bağdat'ta mı?" Ya da başlığımıza konu olan ifadeyle, "Ya Bağdat düşerse..."
Oysa, 1990-1991 sürecinde, "yeni dünya düzeni" zemininde, herşey farklı gösteriliyordu. 2003'teki II.Körfez Savaşı sonrasında ise, ABD'nin Irak'ı konvansiyonel işgaliyle, adeta ABD'li general Macarthur'un Japonya'ya II.Dünya Savaşı sonrası vesayetine gönderme yapılıyordu. Buna göre, 2005 Irak anayasasındaki ifadesiyle, İslami, federal, demokratik bir Irak ortaya çıkıyordu. Bir başka açıdan bakıldığında, İslami sözcüğünün İslamcılık olmadığı, demokrasi ve temel haklara yapılan atıflarla, anayasada ifade edilen tek bölgesel yönetim olan Kürdistan Bölgesel Yönetimi'nin "seküler ve federal bir özerk yönetim" modeliyle, diğer Sünni ve Şii Arap bölgelerle bir "denge oluşturulduğu" yorumlanıyordu.
Mesut Barzani, ("Kurdistan Is a Model for Iraq", The Wall Street Journal, November 12, 2008. http://online.wsj.com/article/SB122645258001119425.html)
Irak'ın ABD patentli anayasasında, yasama-yürütme-yargı erklerine sahip bölgeler, iç egemenliğe sahip olurken, sadece Kürdistan Bölgesel Yönetimi oluşturuluyor, diğer bölgelerin oluşumu, zamana bırakılıyordu. Anayasada, salt çoğunluğu seçim sistemi olarak zorlayan yöntemle, Şii Arap ve Sünni Kürtler'den oluşan bir koalisyon oluşturulurken, Osmanlı dönemi, Britanya'nın manda dönemi, krallık dönemi ve BAAS sürecinde, siyasal elit olan Sünni Araplar, yönetim erklerinden dışlanıyor, "yeni Irak"ta azınlık olmanın kaderiyle baş başa kalıyorlardı? (Deniz Tansi, "Irak Anayasası Üzerinden Büyük Ortadoğu", Jeopolitik, Aralık 2005)
2003 sonrası anımsanacak olursa, direniş ağırlıklı olarak Sünni Arap bölgelerden geldi O zamandan beri işlenen Tıkrit-Ramadi ve Felluce arasındaki "Sünni üçgeni", önceleri Saddam'ın "eski ordusu" ile bağlantılı olarak değerlendirildi. Halbuki zaman içinde, Sünni Arap bölgelerinde, işgale ve diğer unsurlara yönelik artan radikalizm, Vahabi-Selefi anlayışına, El Kaide yapılanmasına olanak sağladı. Siyaseten elde edilemeyen kazanımlar, silah yoluyla ortaya konulmaya başlandı.
Irak İslam Devleti, El Nusra gibi yapılanmalar, "işgal sonrası" dönemde, adını daha çok duyurmaya başladı. Burada iki dönüm noktası vardır. Birincisi Mart 2011'de Suriye'de başlatılan "gecikmiş Arap baharı", diğeri de Aralık 2011'de ABD'nin Irak işgalini resmen bitirmesidir. Bu süreçlerde oluşan siyasal-toplumsal boşluk ve kargaşa ortamı, bu örgütlerin, daha sonraki yapılanmalarında belirleyici oldu. Irak İslam Devleti yapılanması, Suriye'deki "iç savaş"ta da rol alınca, kapsama alanını genişletti ve Irak-Şam İslam Devleti (IŞİD)e dönüştü. IŞİD, El Kaide ile olan bağını kestiği gibi; daha sonra gerek El Nusra, gerekse de Suriye'de ÖSO ile çatışmalara girdi, zaman içinde Suriye-Irak hattında bir "Selefi kuşağı" meydana getirdi. En çok  çatıştığı unsur da, Suriye'de Rojava bölgesindeki Kürt unsurların siyasal örgütü ve PKK'nun siyasal uzantısı PYD oldu. Barzani ile Kürdistan Bölgesel Yönetimi ile de zaman içinde komşu oldu. IŞİD, aralarındaki ihtilafa rağmen, Irak'ta Barzani-Maliki, Suriye'de ise El Nusra, PYD, ÖSO ve diğer unsurlarla ters düştü.
Türkiye'nin Suriye'deki iç savaşta "müdahil olma" hevesi, muhalif grupların ülkemizden destek aldığı savları, kişiselleştirilen bir zeminde, "Esad karşıtlığı" ile açıklamaya çalışılırken, daha sonra siyasal iktidar El Nusra ve IŞİD'in her ikisini de "terörist" ilan etmek durumunda kaldı. Trajikomik bir rastlantıyla, Türkiye artık IŞİD'le, Suriye-Irak hattında, uzun bir sınıra sahip, komşu olmuştu.
Artık iş işten geçmişti. Suriye-Irak zemini "Afganistanlaşırken", evlerden ırak, ülkemizin "Pakistanlaşması" riski, yaşanan son süreçlerle ele alındığında, kaygı vericidir. Osmanlı hayaliyle beslenen birtakım siyasalar, Türkiye'nin kendi toprak bütünlüğü ve ulusal birliği açısından, endişe verici durumlara dönüşmüştür. Hatay'dan Hakkari'ye kadar uzanan bir sınırın, düzenli devlet muhataplarını içermemesi, son dönemde Kürt petrolü konusunda Bağdat'ı dışlayan siyasal iktidar açısından da, şapkayı tekrar önüne koyma zamanıdır.
Tekrar başa dönersek, "Bağdat düşerse", Doğu Akdeniz'den Basra'ya uzanan ve "Ortadoğu'nun kalbi" sayılacak coğrafya, Afganistan-Lübnan karışımı bir uzun erimli istikrarsızlık, kaos ve savaşa mahkum olur. Bölgesel istikrarsızlık, küresel istikrarsızlığı tetikler. Hobbes'un söylediği gibi "herkesin herkesle savaşı" gündeme gelir. O zaman da, bu coğrafya kimseye kalmaz.
IŞİD'e karşı, bölgesel-küresel yüzeyde bir seferberlik zamanıdır. 2005 ve 2010'da Milli Güvenlik Siyaset belgesindeki revizyonlarda, Türkiye'nin "öncelikli tehditleri" içerisine giren El Kaide, 15-20 Kasım 2003'te ülkemizi İstanbul'dan vurmuştu. 11 Haziran 2014'te ise Musul konsolosluğumuzu basıp, diplomatlarımızı rehin aldılar. IŞİD Türkiye'ye savaş açtı.
Türkiye'nin ekonomik ve askeri gücü, bölgede istikrar unsuru olacak bir potansiyeli ifade etse de, IŞİD'in açtığı savaş, dikkat çekicidir. Militan bir örgüt, ülkemize savaş açmıştır. Üstelik, bu bağlamda, ülkemizin içinde "bölücü terör" başta olmak üzere, başka yapılanmalar vardır. Mülteci konumundaki Suriyeliler'in bir bölümü, kriminal işlerin içindedir, terör unsurlarını barındırmaktadır.
Ortadoğu'ya yön verme hayalinin bedeli, bir biçimde ortaya çıkmaktadır. Bu süreçte, Bağdat'ı korumak kadar, ileride Şam'ın da düşmesini engellemek gerekir.
Siyasette ebedi dostluklar ve düşmanlıklar olmaz.
Barış, istikrar, demokrasi ve ekonomik kalkınma için "büyük Ortadoğu"ya değil, tüm bölge insanlarının dayanışması ve kardeşliğine gereksinim vardır.
Türkiye'nin "laik-demokratik" modeli, modern ekonomi ve ulus anlayışı, bu ihtiyaçlara 91 yıl önce yanıt vermiştir. Yeter ki ders alınsın, kompleksler bir tarafa bırakılsın.
Yarın çok geç olmasın...

9 Haziran 2014 Pazartesi

ERBİL'DE BULUŞAN YOLLAR...

Ortadoğu'nun kalbi sayılan Irak-Suriye hattında yaşananlar, Basra Körfezi'nden Doğu Akdeniz'e uzanan bir çerçevede, ister istemez enerji politikalarını, her iki ülkedeki belirsizlikten kaynaklanan "yeni devletçikler", "yeni antiteler", "devletlerle yarışan militan örgütler" gerçeğini gündemimize getiriyor. 
Bundan 10 yıl önce, deneyimli gazeteci Seymour Hersh, ilginç  bir makale kaleme almıştı. (Seymour Hersh, “Plan B”, New Yorker, June 06, 2004, , file://A:/The%20New%Yorker.htm.) Hersh'in, ilgili yazısında, İsrail ordusundan emekli olduğu ya da ayrıldığı gösterilen, tecrübeli subayların, Barzani'nin kontrolündeki Kürt bölgesinde, peşmergelere "komando eğitimi" verdikleri, özel operasyonların buradan gerçekleştirildiği, İran'ın tam da bu bölgeden izlendiği hakkında, çok dikkat çeken iddialar vardı. Hersh, peşmergelere özel askeri eğitim veren, İsrail'in seçkin eğitim subaylarının oluşturduğu birliğin adının da Mistaravim olduğunu söylemiş, askeri çıkarların yanısıra, ekonomik ölçekli önemli yatırımların da gerçekleştiğini, hacmin ileride daha da artacağını belirtmişti.
Türkiye-İsrail ilişkileri üzerine önemli akademik çalışmaları bulunan, Tel Aviv Üniversitesi Moşe Dayan Merkezi'nde kıdemli araştırmacı, Prof.Ofra Bengio ise, editörlüğünü yaptığı "Kürt Uyanışı: Bölünmüş Yurtta Ulus İnşası" (Kurdish Awakening: Nation-Building in a Fragmented Homeland) adındaki kitabı yayınlanmadan önce, Jerusalem Post'a dikkat çeken  açıklamalar yaptı. (Ariel Ben Solomon, "Iraqi Kurds close to declaring independence,  06/09/2014 http://www.jpost.com/Middle-East/Iraqi-Kurds-close-to-declaring-independence-355717) Bengio, Irak Kürtleri'nin bağımsızlık ilanına her zamankinden daha fazla yakın olduklarını, petrolü Türkiye üzerinden ihraç etmenin merkezi Irak hükümetine bağımlılıktan Barzani bölgesini kurtaracağına dikkat çekti. Bengio, Güney Sudan örneğinde olduğu gibi, Irak anayasasına göre, Kürdistan Bölgesel Yönetimi olarak adlandırılan, Kürt özerk bölgesinin olası bağımsızlık kararını ilk tanıyacaklardan birinin İsrail olacağını söyledi. 
Peki İsrail'in Kürt bölgesi ve politikasına ilgisi, sadece 2004'ten beri süren bir zaman aralığında mı, yoksa daha yapısal bir politika mı, tam da bu çerçevede dikkat çekiyor? Bengio'nun Middle East Quarterly'de yayınlanan makalesi, İsrail-Kürt ilişkilerine 1950'li yıllardan beri ele alan kapsamlı bir analizi içeriyor. (Ofra Bengio, Surprising ties between Israel and the Kurds, Middle East Quarterly, Summer 2014,   http://www.meforum.org/3838/israel-kurds) İsrail'in kuruluşundan beri Kürt politikasına ilgisi, Arap olmayan bir unsurun daha, Ortadoğu'da rol alması gibi gözükmekle birlikte, 1958'de Irak'ta gerçekleştirilen General Kasım'ın darbesi, bu çerçevede bir dönüm noktası oluyor. Irak Kürtleri'ne verilecek "özerklik" vaadiyle, Irak topraklarına dönen Molla Mustafa Barzani, bu vaatler gerçekleşmeyince, 1960'ların başında, Irak'ta "büyük Kürt ayaklanması"nı başlatıyor. O dönemde, Irak Kürtleri'ne iki ABD müttefiki yardımcı oluyor. Biri İsrail, diğeri de "Şah'ın İran'ı". Türkiye, bölgede NATO üyesi bir ABD müttefiki olarak, Irak Kürtleri'ne destek olmuyor. Aslında SSCB'ye yanaşan Irak yönetimine karşı, Türkiye'den de böyle bir tavır beklenebilirdi. Ancak Türkiye'nin kendi "Kürt sorunu"na olası etkileri, bu tavrı sözkonusu bile etmedi.
Irak Kürtleri, 1975 Cezayir Anlaşması'yla, İran-Irak uzlaşması olunca, ortada kaldılar. Irak merkezi kuvvetleri kendilerine saldırınca, İran sınırına kaçan Kürtler, kapılar kapanınca, bir büyük katliama maruz kaldılar. Tıpkı İran-Irak savaşının ardından, Saddam kuvvetlerinin, 1988'de gerçekleştirdiği Halepçe katliamı gibi. Aldatılmışlık ve konjonktüre yenik düşme, burada da kendini gösterdi.
Bengio'nun ilginç tesbitlerinde, İsrail üst düzey yetkililerinin, İran istihbaratının yardımıyla, 1950'lerden beri, Irak Kürtleri ile temas kurdukları, Barzani ailesi ile İsrail'in yakınlıkları, Molla Barzani'nin İsrail'e gizlice 1968 ve 1973'de gitmesi, oğulları Mesud ve İdris'in de İsrail'i ziyaret ettikleri yer alıyor. 
İsrail'in Barzani'ye ne kadar yakınsa, PKK'ya o kadar mesafeli olduğu, Öcalan'ın anti-semitik ve anti-siyonist söyleminin, özellikle Suriye ile olan ilişkisiyle birlikte değerlendirilmesi gerektiği Bengio tarafından vurgulanyor. PKK'ya karşı Türkiye-İsrail işbirliğinin zirvesi ise, Öcalan'ın yakalanması süreciyle birlikte ortaya konuyor. Bu çerçevede, Soğuk Savaş sonrası yalnızlaşan ve İran'la 1980'lerin başından itibaren yakınlaşan Suriye'nin "iki ABD mütefiki" tarafından izole edilmesi de değerlendirilebilir.
8 Haziran 2014'te "Türk bayrağının PKK terör örgütü yandaşları tarafından indirilmesi", bu olaydan önce haftalardır PKK tarafından kapatılan kara yolları, kimlik kontrolleri ile meşgul olan kamuoyunun gündemi, biraz önce ele aldığımız konuların dışında bir zeminde savruluyor. Zira, Barzani'nin Kürt politikası ile, PKK'nın ülkemizde, Suriye'de ve İran'da ortaya koyduğu politika birbirinden oldukça farklı. 2007'ye kadar, Barzani'ye mesafeli olan Türkiye, 2014'te Kürt petrolünü, Irak merkezi hükümetine sormadan, anlaşmalarla, dış piyasaya sürecek kadar, ilişkilerini ilerletti. İlginç olan, Kürt petrolünün, Dörtyol üzerinden İsrail'e satıldığı tesbitleri yapıldı.
Türkiye-İsrail-Irak Kürdistan Bölgesel Yönetimi'nin Erbil'de yolları buluşur ve ABD ekseninde bir diplomasi yürütürken, PKK, 2010 ve 2011'de yaptığı gibi, terörün dozunu arttırarak, bölgesel işbirliğinin nimetlerinden dışlanmak istemiyor. Türkiye'ye Barzani'yle işbirliği ya da konfederal bağlar, askeri işbirlikleri önerilirken, PKK "federasyon" adı altında sürece ortak olmak istiyor. Seçim zamanlarına rast gelen "çatışmasızlık" dönemlerinden sonra, statükonun değişmediğini gözlemliyor, Ağustos 2014'teki Cumhurbaşkanlığı seçimi öncesi, siyasal iktidardan kalıcı bir taviz koparmak istiyor.
Barzani ise, PKK'nın uzantısı PYD'nin Suriye'de oluşturduğu Rojava kantonlarına karşı hendekler kazıyor, ileride bir "büyük Kürdistan" olursa, bunun federal değil, "üniter" olmasını planlıyor. Üstelik olası bağımsızlıkta en çok Türkiye'ye ve İsrail'e gereksinimi var. Bununla birlikte, PKK'nın Kandil'deki terör karargahını "ne olur, ne olmaz" diye Türkiye'ye karşı koz olarak elinde tutuyor, Maliki'ye karşı, Türkiye kozunu kullanıyor. İsrail'in Azerbaycan'a kadar uzanan diplomatik manevra alanında, İran'ın çevrelenmesinde, petrol ticaretinde Barzani bölgesi, stratejik konum arzediyor.
Yazının başlığına bakarak komplo teorileri bekleyenler, Barzani konusunda Türkiye ve İsrail'in ortak konumlarını gördükçe, hayal kırıklığına uğrayabilirler. Oysa ki, benzer tutumlar, iki ülke için Suriye politikasında da var. Bengio'nun dediği gibi, ABD vize vermeden, Barzani bölgesinin "bağımsızlığı" şimdilik beklemede. İsrail gibi, Türkiye de, ABD'nin olumlu işaretiyle, ilk tanıyanlardan biri olur mu?