10 Ağustos 2014'te yapılan Cumhurbaşkanlığı Seçimi'nde, YSK'nın resmi olmayan kesin sonuçlarına göre, AKP Genel Başkanı ve Başbakan Erdoğan, Türkiye'nin 12.Cumhurbaşkanı seçildi. 1982'de anayasa oylamasıyla birlikte ve 'tek adayla' yapılan seçimler sayılmazsa, ilk kez sandık yoluyla Cumhurbaşkanı seçimi gerçekleştirildi.
2007'de '367' kriziyle, Cumhuriyet mitingleri ve "e-muhtıra" eşliğinde, erken genel seçimlere gidilmesi sürecinde, iktidar partisi AKP, seçimlerden sonra yapılan anayasa değişikliği referandumuyla, hem Cumhurbaşkanı'nın görev süresini 7 yıldan 5 yıla indirdi, hem de ikinci kez seçilmesinin önünü açtı.
28 Ağustos 2007'de seçimle yenilenmiş parlamento Gül'ü Cumhurbaşkanı seçerken, 7 yıl sonra yine bir Ağustos ayında seçimlerin yapılacağı biliniyordu. 2002'den beri iktidarda olan AKP, 2003'ten beri başbakanlık görevini sürdüren Erdoğan, 2002-2007 yıllar içerisinde, AB ve IMF çıpalarıyla Türkiye'yi yönetirken, 2007'de Çankaya'nın da kendi siyasal tekeli içine girmesiyle, otoriter ve hegemon eğilimlerini, daha baskın bir biçimde ortaya koymaya başladı. Siyasal iktidar 2002-2014 arasında, 3 genel, 3 yerel, 2 referandum ve 1 Cumhurbaşkanlığı seçimi kazandı. 9 seçim kazanmanın verdiği özgüvenle, Erdoğan'ın Çankaya'daki mesaisinde, fiilen yarı başkanlık ya da başkanlık sistemini yaşama geçireceği tahmin ediliyor. Aslında fiili süreci, resmileştirmek açısından elbette bir 'kapsamlı anayasa değişikliği' planı var. Ne var ki, Erdoğan, seçimleri %51.7 ile 1.turda kazanmış olsa da, Haziran 2015 genel seçimlerinde, anayasal barajın aşılması önünde zorluklar gözüküyor. Zira, 10 Ağustos'ta katılımın düşük olması, miktar açısından çok değişmeyen oyları, oransal olarak arttırdı, bir başka açıdan, katılımın yüksek olacağı bir genel seçimde, sözkonusu oranın düşmesi, tahminler içinde yer alıyor.
Gelelim ana muhalefet cephesine. 2 turlu seçimlerin genel karakteristiği, seçim ittifaklarının 2. tura bırakılması zemininde kendini ifade eder. 1. turda, aday ya da partiler, seçime 'kendileri' olarak girerler. 2. turda, fiilen bir ittifak vücuda gelir. Yıllar önce Fransa'da Chirac'ın 2. turda Sol'dan oy almasının mantığı buna dayanıyordu. Dayanışma ise özellikle Le Pen'in 'Ulusal Cephesi'ne karşı ortaya konuluyordu. Sol seçmen, Cumhuriyet değerleri ve demokratik tepkiyle, oylarını Merkez Sağ'daki Chirac'a vermek durumunda kalmıştı.
Türkiye'de ise, Erdoğan'a karşı, CHP-MHP hattında beliren ittifak, 1. turda ilan edildi. Bu aslında, daha 1. turda yenilgiyi kabullenmek anlamına geliyordu. CHP seçmenine yönelik "tıpış tıpış oy vermeye gidecekler" yorumu, konuyla doğrudan bağlantılı olmasa da, Demirel'in 1991 genel seçimlerindeki "hamsi kavağa çıkar mı" sözünü anımsattı.
Bir başka açıdan ise, seçim sonuçları üzerinden analizler yapılırken, seçimin ihalesinin "yazlıkçı ve boykotçulara" bırakılması, ilk öfkeyle çok tatlı gelebilir. Hatta bir nevi "günah keçisi" bulunarak, bir dahaki seçimlere kadar "parti içi iktidar" korunabilir. Ancak en kritik viraj da tam burada başlar. Kendi seçmeniyle sorunlu, kavgalı bir parti profili çizmek ne kadar akılcıdır? Siyasal partilerin en temel kriterlerinden biri, kendi örgütünü ve seçmenini mobilize edebilmektir. Seçmeni suçlayarak, siyaseten bir çıkış bulunabileceğini ummak, pek akıl karı gözükmemektedir. Parti tabanına "rağmen" bir aday belirlemenin siyasal faturası elbette ağır oldu. Siyasette Ecevit'in "iki artı iki dört etmez" sözünü hatırlayalım. İhsanoğlu'nun aldığı oy, CHP-MHP'nin 30 Mart 2014 yerel seçimleri toplamının altında kaldı. Nedeni ise, siyaset aritmetik toplam değildir. Gerçekten bir 'sinerji' yakalanıyorsa, toplamın üzerinde rakam da, güç te elde edilir. Yoksa, siyaseten durağanlık içine girmek kaçınılmaz olur. Öncelikle, değişime inanan bir siyasal iradenin ete kemiğe bürünmesi gerekir. 'Kaybetmemek' üzerine bir siyasal strateji kurulmaz. Siyaset hep 'kazanmak' üzerine inşa edilir. Önceki dönemlerde benzer hataların yapılması, bugünü haklı kılmaz. Önemli olan, bugün doğruyu yapmak, yanlıştan kendini ayırabilmektir.
HDP adayı Demirtaş'ın Türkiye ortalamasının üzerine çıkan oyu açısından, kısa vadede yorum yapmak, pek isabetli olmayabilir. Ancak Kürt siyasetinin 'sosyalist Sol'la Batı'dan da oy alabilecek bir aşamaya gelmesi, CHP'nin muhalefetteki 'siyasal konumu'nu zorlama olasılığını içermektedir. 2015 ya da sonrası, bu çerçevedeki tartışmalara gebedir.
Her seçimin bir muhasebesi vardır. Kurultaylar ille de, kısır çekişme anlamına gelmez. CHP'de 'olağan kurultay' takvimi ertelenmiş olsa da, en geç 2015 yazına kadar, bu sürecin tamamlanması gerekmektedir. Parti içi hesaplar, 2015 Haziran'ına dönük olduğu için, seçim öncesi kimse siyasal risk altına girmek istememektedir. Oysa siyaset, bir arz-talep meselesidir. Kendi seçmeniyle sorun yaşayan bir mekanizmanın, başka kulvardaki seçmenlere ulaşmak adına, tabanında erozyon yaşama potansiyeli yüksektir. Siyasetteki sarmal ise, "kutuplaşma ortamında nasıl olsa oylar bize gelir, iktidar iki kişiden birinin oyunu alıyorsa, biz de dört kişiden birinin oyunu alıyoruz" kolaycılığına kapılınabilir. Öte yandan, CHP içindeki 'ulusalcı-yenilikçi' kavgası soyuttur, sokakta karşılığı yoktur. Partinin Atatürk'ten gelen aydınlanmacı çizgisiyle, sosyal demokrasinin evrensel ilkelerinden gelen sentezi, 1976'dan bugüne, DEMOKRATİK SOL'dur. Diğer siyasal fantezilerin, yaşamda karşılığı yoktur. Üstelik 'yenilikçilik' adı altındaki 'mahçup muhafazakarlık', parti tabanından tepki görmektedir. Ulusalcılık adı altında, partinin Sol çizgisine, 'içe kapanmacı' reaksiyon, marjinal partilerin kuyrukçuluğu zemininde kaybolup gitmektedir.
Bu tartışmalar arasında, Türkiye siyasal tıkanıklık içine girmekte, seçenek arayışları ele alınmaktadır.
Oysa, Türkiye'nin sorunları yaşamsaldır, günlük politikaya heba edilemeyecek kadar acildir. Seçimlerde oy kullanmaya gitmeyen seçmenle ilgili, parti yönetimi kamuoyuna gerçekçi değerlendirme ve özeleştiri yapmak zorundadır. Kısa vadede hiç olmazsa, siyasal değerlendirmelerin ele alınacağı, "küçük kurultay" gündeme getirilmelidir. Partide, var olan tabanı küçümseyip, 'yeni taban' yaratma gibi, siyasal mühendisliklerin yeri yoktur. Elbette seçmen tabanı genişlemelidir, ancak Türkiye seçmeninin talepleri, ülkenin durumu üzerine yapılacak çözümlemeler, akademik bir bencillikle, kapalı kapılar arkasında olmamalıdır.
Siyaseten girilen sarmalda, "tek adam" yönetiminin konuşulduğu bu günlerde, gerçekten "değişim"in olup olamayacağı, demokratik ve toplumsal değişimin hangi yüzeyde yakalanacağı ve topluma temel siyasal vaadin ne olacağı anlatılmalıdır.
Siyasette rehavete yer yoktur...
2007'de '367' kriziyle, Cumhuriyet mitingleri ve "e-muhtıra" eşliğinde, erken genel seçimlere gidilmesi sürecinde, iktidar partisi AKP, seçimlerden sonra yapılan anayasa değişikliği referandumuyla, hem Cumhurbaşkanı'nın görev süresini 7 yıldan 5 yıla indirdi, hem de ikinci kez seçilmesinin önünü açtı.
28 Ağustos 2007'de seçimle yenilenmiş parlamento Gül'ü Cumhurbaşkanı seçerken, 7 yıl sonra yine bir Ağustos ayında seçimlerin yapılacağı biliniyordu. 2002'den beri iktidarda olan AKP, 2003'ten beri başbakanlık görevini sürdüren Erdoğan, 2002-2007 yıllar içerisinde, AB ve IMF çıpalarıyla Türkiye'yi yönetirken, 2007'de Çankaya'nın da kendi siyasal tekeli içine girmesiyle, otoriter ve hegemon eğilimlerini, daha baskın bir biçimde ortaya koymaya başladı. Siyasal iktidar 2002-2014 arasında, 3 genel, 3 yerel, 2 referandum ve 1 Cumhurbaşkanlığı seçimi kazandı. 9 seçim kazanmanın verdiği özgüvenle, Erdoğan'ın Çankaya'daki mesaisinde, fiilen yarı başkanlık ya da başkanlık sistemini yaşama geçireceği tahmin ediliyor. Aslında fiili süreci, resmileştirmek açısından elbette bir 'kapsamlı anayasa değişikliği' planı var. Ne var ki, Erdoğan, seçimleri %51.7 ile 1.turda kazanmış olsa da, Haziran 2015 genel seçimlerinde, anayasal barajın aşılması önünde zorluklar gözüküyor. Zira, 10 Ağustos'ta katılımın düşük olması, miktar açısından çok değişmeyen oyları, oransal olarak arttırdı, bir başka açıdan, katılımın yüksek olacağı bir genel seçimde, sözkonusu oranın düşmesi, tahminler içinde yer alıyor.
Gelelim ana muhalefet cephesine. 2 turlu seçimlerin genel karakteristiği, seçim ittifaklarının 2. tura bırakılması zemininde kendini ifade eder. 1. turda, aday ya da partiler, seçime 'kendileri' olarak girerler. 2. turda, fiilen bir ittifak vücuda gelir. Yıllar önce Fransa'da Chirac'ın 2. turda Sol'dan oy almasının mantığı buna dayanıyordu. Dayanışma ise özellikle Le Pen'in 'Ulusal Cephesi'ne karşı ortaya konuluyordu. Sol seçmen, Cumhuriyet değerleri ve demokratik tepkiyle, oylarını Merkez Sağ'daki Chirac'a vermek durumunda kalmıştı.
Türkiye'de ise, Erdoğan'a karşı, CHP-MHP hattında beliren ittifak, 1. turda ilan edildi. Bu aslında, daha 1. turda yenilgiyi kabullenmek anlamına geliyordu. CHP seçmenine yönelik "tıpış tıpış oy vermeye gidecekler" yorumu, konuyla doğrudan bağlantılı olmasa da, Demirel'in 1991 genel seçimlerindeki "hamsi kavağa çıkar mı" sözünü anımsattı.
Bir başka açıdan ise, seçim sonuçları üzerinden analizler yapılırken, seçimin ihalesinin "yazlıkçı ve boykotçulara" bırakılması, ilk öfkeyle çok tatlı gelebilir. Hatta bir nevi "günah keçisi" bulunarak, bir dahaki seçimlere kadar "parti içi iktidar" korunabilir. Ancak en kritik viraj da tam burada başlar. Kendi seçmeniyle sorunlu, kavgalı bir parti profili çizmek ne kadar akılcıdır? Siyasal partilerin en temel kriterlerinden biri, kendi örgütünü ve seçmenini mobilize edebilmektir. Seçmeni suçlayarak, siyaseten bir çıkış bulunabileceğini ummak, pek akıl karı gözükmemektedir. Parti tabanına "rağmen" bir aday belirlemenin siyasal faturası elbette ağır oldu. Siyasette Ecevit'in "iki artı iki dört etmez" sözünü hatırlayalım. İhsanoğlu'nun aldığı oy, CHP-MHP'nin 30 Mart 2014 yerel seçimleri toplamının altında kaldı. Nedeni ise, siyaset aritmetik toplam değildir. Gerçekten bir 'sinerji' yakalanıyorsa, toplamın üzerinde rakam da, güç te elde edilir. Yoksa, siyaseten durağanlık içine girmek kaçınılmaz olur. Öncelikle, değişime inanan bir siyasal iradenin ete kemiğe bürünmesi gerekir. 'Kaybetmemek' üzerine bir siyasal strateji kurulmaz. Siyaset hep 'kazanmak' üzerine inşa edilir. Önceki dönemlerde benzer hataların yapılması, bugünü haklı kılmaz. Önemli olan, bugün doğruyu yapmak, yanlıştan kendini ayırabilmektir.
HDP adayı Demirtaş'ın Türkiye ortalamasının üzerine çıkan oyu açısından, kısa vadede yorum yapmak, pek isabetli olmayabilir. Ancak Kürt siyasetinin 'sosyalist Sol'la Batı'dan da oy alabilecek bir aşamaya gelmesi, CHP'nin muhalefetteki 'siyasal konumu'nu zorlama olasılığını içermektedir. 2015 ya da sonrası, bu çerçevedeki tartışmalara gebedir.
Her seçimin bir muhasebesi vardır. Kurultaylar ille de, kısır çekişme anlamına gelmez. CHP'de 'olağan kurultay' takvimi ertelenmiş olsa da, en geç 2015 yazına kadar, bu sürecin tamamlanması gerekmektedir. Parti içi hesaplar, 2015 Haziran'ına dönük olduğu için, seçim öncesi kimse siyasal risk altına girmek istememektedir. Oysa siyaset, bir arz-talep meselesidir. Kendi seçmeniyle sorun yaşayan bir mekanizmanın, başka kulvardaki seçmenlere ulaşmak adına, tabanında erozyon yaşama potansiyeli yüksektir. Siyasetteki sarmal ise, "kutuplaşma ortamında nasıl olsa oylar bize gelir, iktidar iki kişiden birinin oyunu alıyorsa, biz de dört kişiden birinin oyunu alıyoruz" kolaycılığına kapılınabilir. Öte yandan, CHP içindeki 'ulusalcı-yenilikçi' kavgası soyuttur, sokakta karşılığı yoktur. Partinin Atatürk'ten gelen aydınlanmacı çizgisiyle, sosyal demokrasinin evrensel ilkelerinden gelen sentezi, 1976'dan bugüne, DEMOKRATİK SOL'dur. Diğer siyasal fantezilerin, yaşamda karşılığı yoktur. Üstelik 'yenilikçilik' adı altındaki 'mahçup muhafazakarlık', parti tabanından tepki görmektedir. Ulusalcılık adı altında, partinin Sol çizgisine, 'içe kapanmacı' reaksiyon, marjinal partilerin kuyrukçuluğu zemininde kaybolup gitmektedir.
Bu tartışmalar arasında, Türkiye siyasal tıkanıklık içine girmekte, seçenek arayışları ele alınmaktadır.
Oysa, Türkiye'nin sorunları yaşamsaldır, günlük politikaya heba edilemeyecek kadar acildir. Seçimlerde oy kullanmaya gitmeyen seçmenle ilgili, parti yönetimi kamuoyuna gerçekçi değerlendirme ve özeleştiri yapmak zorundadır. Kısa vadede hiç olmazsa, siyasal değerlendirmelerin ele alınacağı, "küçük kurultay" gündeme getirilmelidir. Partide, var olan tabanı küçümseyip, 'yeni taban' yaratma gibi, siyasal mühendisliklerin yeri yoktur. Elbette seçmen tabanı genişlemelidir, ancak Türkiye seçmeninin talepleri, ülkenin durumu üzerine yapılacak çözümlemeler, akademik bir bencillikle, kapalı kapılar arkasında olmamalıdır.
Siyaseten girilen sarmalda, "tek adam" yönetiminin konuşulduğu bu günlerde, gerçekten "değişim"in olup olamayacağı, demokratik ve toplumsal değişimin hangi yüzeyde yakalanacağı ve topluma temel siyasal vaadin ne olacağı anlatılmalıdır.
Siyasette rehavete yer yoktur...