29 Kasım 2013 Cuma

POST MODERN ÇAĞ'DA "İKTİDAR SAVAŞLARI"...

Türk siyasal yaşamının tarihsel referanslarını yinelemeden, son dönemde yaşanan "politik gerilimi", kullandığım başlık çerçevesinde ele almak, daha geçerli bir yaklaşımı ifade eder diye düşündüm. Malum, demokratik ülkelerde, siyasal rekabet, iktidar ve muhalefet partileri arasında gerçekleşir. Bu çerçevede bireysel haklar, yurttaşlık,  sivil toplumun örgütlenmesi, ifade özgürlüğü, medya özgürlüğü, seçme-seçilme hakları ve daha pek çok başlığı ele alabiliriz. "Kuvvetler ayrılığı" ve  "yargı bağımsızlığı" da unutmamak gerekir elbet.
Gelgelelim, ülkemizdeki "iktidar denklemi", hegemon bir zeminde biçimlenirken, siyasal İslamcılık'la liberal entelijansiyanın "kısa süren" evliliği, kafaları alt üst eden bir durumu ortaya koydu. Siyasal İslam, liberal entelektüeller aracılığıyla, sözde demokratik yapıyı kurar ve sivil toplumu öne çıkartırken, 2007 sonrası süreçte, demokratik hakların budandığı, hegemon söylemin medya ve yargı eliyle icra edildiği bir tablo yarattı.
Böylece "muhafazakar demokrat" etiketiyle ilmek ilmek dokunan, "askeri vesayet sonrası" diye tanımlanan yapı, "28 Şubat sonrası" refleksiyle tanıtıldı.
Sendikalar, meslek odaları, sivil toplum örgütleri, "muhafazakar" siyasetin vesayetinde kalınca, ortada şöyle bir boşluk oluştu. Yaşamın diyalektik kodları ihmal edilince, Özal döneminin (kategorik farklılıklar olsa da) sorunsalı hortladı. O da "rakipsizlik" oldu. Özal da sıklıkla "alternatifsiziz" derdi. Demokratik yaşamda asla kabul edilemeyecek bir durumu ifade eden "seçeneksiz" ve "rakipsiz" iktidar formülü, ister istemez, otoriter bir siyaseti, tepeden tırnağa realize etmeye başladı.
"İktidar yozlaştırır, mutlak iktidar, mutlak yozlaştırır" sözünün anımsattığı gibi, "seçeneksizlik" siyasal iktidara yaramadı. Gittikçe otoriterleşen ve buyurganlaşan bir "iktidar" algısı, 3 genel seçim, 2 yerel seçim ve 2 referandum zaferleri anımsandığında, sürekli kendini devam ettiren siyasal güç, kendisini Menderes'ten beri Türk Sağı'nın içine düştüğü, "milli irade sarmalı"na kapılmasına neden oldu. Şöyle ki, kendilerini zaman içinde "milli irade" denen soyut kavramın yerine koymaya başlayan "mutlak Sağ iktidarlar", zaman içinde, kendilerini "millet"in yerine koyuyorlar. Bu da, sözkonusu siyasal iktidarlara dönük her tür siyasal karşı duruşun, "millete ve vatana ihanet"le suçlanması sonucunu doğuruyor. Ve artan siyasal gerilim, siyasete birşey kazandırmıyor. Sürekli siyasal krizler ve rejim bunalımları, ana siyasetin ve toplumun gündeminden düşmüyor.
Günümüzde, "sivil toplum"un ve "demokratik muhalefet"in kanallarının tıkalı olduğu süreçte, ilginçtir "muhafazakar demokrat" iktidarın muhalefeti, bir başka İslamcı yapıdan kendini ifade etmeye başladı. Üstelik altı çizilen zemin, bir siyasal parti değil, kendisini "sivil toplum" olarak tanımlayan, Gülen cemaati oldu. Klasik "tarikat" yapılanmasından çok daha geniş, elbette temeli "biat"a dayanan sözkonusu "hareket"in "sivil toplum" olması elbette büyük bir tartışma olsa da, siyasal iktidarın, liberal kesimle biten evliliği, Gülen hareketi için sonlanmadı. Küresel yüzeyde, gerek yurtdışındaki okulları, gerek akademik referanslarıyla kendini dile getiren "hareket", siyasal iktidarla en temel zıtlaşmasını 2010'da yaşadı. İsrail'le yaşanan "Mavi Marmara" krizinden sonra, Gülen, iktidarı eleştirirken, kendisine en yakın kalemlerden Zaman yazarı Hüseyin Gülerce, "Saddamlaşmamak" gerektiğini belirten, sert ifadeler kullandı.
Güncel tartışmalar içinde, Erdoğan'ın başbakan olarak katıldığı, 2004'teki MGK bildirisinde, "Nurculuk faaliyetleri"nin mercek altına alındığı kararı iddiası, "belge"siyle malum gazateci "taraf"ından yayınlanınca, tartışma büyüdü. Çelişkilerin daha yapısal olduğu ortaya konulmaya başlandı. Kavga, özellikle "dershaneler" cephesinden çok sert geçiyor. Kimi süreci Şubat 2012'de MİT müsteşarı hakkındaki "dava girişimi"ne bağlıyor.
Konunun temelinde şu var. AKP-Gülen cemaati arasındaki koalisyon, bir "post-modern" koalisyondu. Zira taraflardan birisi bir siyasal parti, diğeri de kendisini farklı ifadelerle tanımlayan İslamcı bir hareketti. Her ne kadar "İslamcılık" ortak bir payda olarak görülse de, iktidar, "karizmatik liderliğe" güvenerek, Gülen hareketinin bürokrasi ve yargıdaki gücünü tırpanlamaya başladı. MİT müsteşarı üzerinden yürüyen tartışmada, "son hedefin" başbakan olduğu söylendi. Gülen hareketi, küresel uyumunu sürdürürken, siyasal iktidarın "değerli yalnızlık" içine girmesi, aradaki temel zıtlıkları arttırdı.
Bozulan koalisyon, bir "post-modern" koalisyondur. İki türdeş yapının değil, farklı işlevlere sahip oluşumların birlikteliği, "güç savaşı"ndan dağılma noktasına gelmiştir. Demokratik seçeneksizliğin kronikleştiği çerçevede, muhalefet te ancak böyle bir zeminden çıkıyor. Bununla birlikte, hegemon yapının, ortak dili muhafazakarlıkta birleşen bir siyasal rekabetin, inşa edilen "yeni toplumsal" dokuyu parçalayacağı beklentisi boşunadır.
Demokratik muhalefet ortaya çıkmadıkça, cumhurbaşkanlığı rekabeti dahil, yaşanan tüm siyasal tartışmalar, mevcut siyasal iklimin yansımaları olarak kalacaktır. Üslup ne kadar ağır olursa olsun... 

23 Kasım 2013 Cumartesi

STRATEJİK ŞAŞKINLIK...

"Stratejik derinlik", "stratejik özerklik", "değerli yalnızlık" derken, siyasal iktidar, dış politika bağlamında "stratejik şaşkınlık"ta çakılıp kaldı.
Bu günlerdeki politik gelişmelere baktığınızda, gerçekten de insanın başının dönmemesi mümkün değil. Erdoğan'ın Rusya gezisinde, "bizi AB'den kurtarın, Şangay İşbirliği Örgütü'ne alın" demesi, aslında Türkiye'deki "Avrasyacılar" açısından da kafa karıştırıcı bir öneri oldu:) Gelgelelim, siyasal iktidarn sözkonusu niyeti, bu gezide spontan olarak gelişmedi, son yıllarda Türkiye'nin bu konuda çeşitli girişimleri vardı.
Peki, Çin'den "füze alımı" kararını nasıl değerlendirmeli? ABD ve NATO, ısrarla NATO sistemine uyumlu olmayacak bir füze sistemine karşı tepkiler ortaya koyuyor. Türkiye'nin yanıtı "maliyetler" üzerinde odaklanıyor. Çin'in füzeler için "ortak üretim" teklifleri de ayrı bir başlık. Halbuki Çin'le 20 Eylül-4 Ekim 2010'da Konya'da gerçekleşen hava tatbikatı, Kasım 2010'daki "ortak eğitim tatbikatları" anımsandığında, ilişkilerin belli bir derinliğe kavuştuğu gözlemlenebiliyor. Unutmayalım ki, Türkiye ABD ve Britanya'yla uyguladığı Anatolian Eagle tatbikatını Ekim 2010'da uluslararasından ulusala dönüştürmek zorunda kalmıştı. Zira Türkiye, Mayıs 2010'daki "Mavi Marmara krizi"nden sonra, Ekim 2010'da sözkonusu tatbikattan İsrail'i çıkarmış, ABD ve Britanya da durumu protesto ederek, tatbikattan çekilmişlerdi.
Peki Suriye'deki şaşkınlığa ne demeli? Mart 2011'den birkaç ay sonra, Esad'ın iktidardan düşeceğini hesaplayan siyasal iktidar, bir anda El Kaide destekli El Nusra'nın "tek destekleyicisi" konumuna sürüklendi. ÖSO'yla etkin işbirliği bile geride kaldı. Suriye'de Esad'ın müttefiki İran'la, sadece Suriye politikasında değil, Maliki çerçevesinde Irak politikasında da derin çelişkiler oluştu.
Ve en sonunda Mısır'da Türk Büyükelçisi "persona non grata" yani "istenmeyen kişi" ilan edildi. Askeri yönetimin devirdiği İhvan'ı destekleyen politikaları sonucu, Türkiye'nin Mısır'la ilişkileri neredeyse "0" noktasına yaklaştı. Halbuki "sözde Arap Baharı" eşliğinde, Mısır-Suriye hattında oluşacak "İhvan kuşağı", AKP ile bir "üçgen" oluşturacaktı. Esad'ın direnmesi, İhvancı Mursi'nin devrilmesi, hesapları alt üst etti. Üstelik Suriye'de oluşan "Kürt bölgesi", Barzani'nin denetimi dışında PKK'nın güdümündeki PYD öncülüğünde oluştu. PKK, Türkiye'de bulamadığı fırsatı, PYD eliyle, Rojava'daki teritoryal alanda buldu.
Bu hesaba göre, İsrail-Suriye-İran-Mısır, Türkiye açısından "problemli ülkeler" kategorisinde değerlendiriliyor. Mısır'daki cuntanın Suudi Arabistan ve Körfez ülkeleri tarafından sponsorluğu yapıldığı hatırlanırsa, bu ekseni de mi, karşıt cepheye yazacağız? Bu manzarada acaba Barzani mi "tek dost" kaldı?
ABD-NATO-AB çizgisiyle yaşanan yapısal krizler de eklendiğinde, kafalar gerçekten de çok karışıyor. "0 sorun"dan, "herkesle soruna" dönüşen dış politika, "stratejik derinlik"te kaybolmuş gözüküyor.
Türk dış politikasının iki temel ilkesi, "laiklik" ve "rasyonellik" unutulunca, genel bilanço ancak "stratejik şaşkınlık"la açıklanıyor.    

17 Kasım 2013 Pazar

YENİ SİYASET "RÜZGARLARI"...

Kendisine ve toplumuna sorumluluk duyan bir aydın, namuslu olmak zorundadır. Nasıl siyasal egemenler denklemindeki baskılardan çekinmiyorsa, mensubu olduğu siyasal tercihi de eleştirmekten çekinmemeli, gerçekleri her alanda söylemeye devam etmelidir. Atatürk'ün dediği gibi, "hakikatleri söylemekten korkmayınız..."
Neredeyse son bir yıldır estirilen "Sarıgül rüzgarı", önce CHP Genel Başkan Yardımcısı Adnan Keskin ve CHP İstanbul İl Başkanı Oğuz Kaan Salıcı'nın, Sarıgül'ü bizzat Şişli Belediyesi'ndeki makamını ziyaret etmesi ve üyelik başvurusunu almasıyla, sonra da PM'de üyeliğinin onaylanmasının ardından, Genel Başkan Kılıçdaroğlu'nun da hazır bulunduğu 9 Kasım 2013'te CHP Genel Merkezi önündeki törenle, üyeliğinin  ilan edilmesiyle, bir noktaya vardı.
Elbette "rüzgar", yerinde durmadı. CHP İstanbul Büyükşehir Belediye Meclis Grubu'na yapılan "sürpriz" katılımın akabinde, 17 Kasım'da CHP İstanbul İl Merkezi önündeki "açık hava toplantısı"yla "yeni siyaset tarzı"nın da ipuçlarını verdi.
Parti genel merkezinin "yöntemi" belirlemesinin ardından CHP'den İstanbul Büyükşehir Belediye Başkan aday adaylığına başvuracağını ilan eden Sarıgül, konuşmasında "yerel" değil, "genel" siyasi mesajlar vermeyi yeğledi. Bol dini referanslı ve Sağ seçmene selam gönderen üslubun yanısıra, iki konu dikkati çekti. Birincisi, Nusaybin'de örülen "duvarla" ilgiliydi. Bu konuda elbette Sarıgül'ün dedikleri doğruydu. Rojava'daki Kürt hareketine karşı, Türkiye'nin bir "duvar örmesi", 21.yüzyılda anlaşılacak gibi değil. İkinci mesaj ise, CHP örgütünün ve seçmeninin pek te alışık olmadığı bir çerçevede "Gülen hareketi"ne yapılan övgülerle ilgiliydi. Dersaneler konusunda siyasal iktidarı eleştiren Sarıgül, bu konuda ihtiyaç olduğu için, dersanelerin ortaya çıktığını söylerken, " Hizmet Hareketi'nin siyasi yollarla önünün kesilmemesi" çağrısında bulundu, Gülen'in 114 ülkedeki okullarında Atatürk ve İstiklal Marşı'nın olduğunu vurgulayarak, hem Gülen hareketine sempati gösterdi , hem de CHP klasik tabanının gazını almaya çalıştı.
Kürt siyaseti ve Gülen hareketini, AKP'nin Barzani'yle olgunlaştırdığı "muhafazakar post-modern koalisyona" karşı, yeni siyasal müttefikler olarak işaret eden Sarıgül, bir büyükşehir belediye başkan "aday adayı" olmaktan çok, genel başkanlık iddiasında olan bir siyasi olarak konuştu. Daha önce, kurmadığı TDH'nın genel sekreteri H. Aydın'ın "Türkiye Birleşik Devletleri" başlığındaki federasyon önerisini de unutmadan bir yerlere yazmak gerek.
Buradan, 2014'te kırılganlığı artacak siyasal iklimin mi parametrelerini tartacağız, yoksa CHP içi tartışmaların mı? Meseleye hala parti içi rekabet boyutundan bakanlar, adaylık beklentisiyle temkinli olanlar, yarınki tabloda ezberleri bozulmuş biçimde, "rüzgar"ın etkisiyle, oradan oraya savrulabilirler.
Demedi demeyin...

16 Kasım 2013 Cumartesi

POST-MODERN KOALİSYON...

Siyasal gündemde bazı tarih ve buluşmalar, özellikle öne çıkarılınca, ister istemez beklentiler de çoğalıyor. Erdoğan'ın 16 Kasım 2013 Diyarbakır ziyareti, bu bağlamda, ulusal medyada, çeşitli başlıklarla inceleniyor. İçinde yaşadığımız Gösteri Toplumu'nda (Bkz: Guy Debord, Society of the Spectacle, Zone Books, New York, 1994 ) siyaset deyim yerindeyse bir temaşa sanatıdır. Debord'un aynı adlı yapıtında belirttiği üzere, siyasetin kendisi, mutlaka popüler figürlerle desteklenmeli, siyasal etkinlikler birer gösteri (şov) havasında geçmelidir.
İşte bu bağlamda, Şivan Perver ve İbrahim Tatlıses'in "düet" yaptıkları "Diyarbakır çıkarması", belirttiğimiz siyaset tarzının tipik bir yansımasıdır.
Öte yandan Erdoğan'ın "Diyarbakır çıkarması"nın asıl "yıldızı", Irak Kürdistan Bölgesel Yönetimi Başkanı ve Irak Kürdistan Demokrat Partisi Genel Başkanı Mesud Barzani'dir. 2005 Irak anayasasına göre, resmi sıfatlara kavuşan Barzani, Kürtler açısından fiilen "devletleşen" ilk lider olarak algılanmaktadır.  
PKK terör örgütü lideri Öcalan'la "İmralı"da yapılan diyalog, PKK'nın "çekilme süreci"nin aksamaya başladığı momentumda, Barzani'nin Diyarbakır ziyareti gerçekleşmiştir. Peki bu çerçevede Barzani, PKK'ya karşı bir koz mudur, yoksa rakip midir? Dile getirdiğimiz soru, bir bakıma indirgemeci bir anlayışı ifade etmektedir. Zira Barzani, zaman zaman ters düştüğü PKK'yı, kendi kontrolündeki Kandil'de barındırmaktadır. Bununla birlikte, PKK ile, İran-Suriye hattında ters düşmektedir. Sözgelimi, Barzani, Suriye'nin Rojava bölgesiyle sınırlarını kapatmıştır. PKK'nın uzantısı kabul edilen PYD'nin Rojava'da ilan ettiği fiili yönetim, biçim olarak Irak Kürdistan Bölgesel Yönetimi'nin "yol haritası"nı andırmaktadır. Ancak Barzani, şimdiye kadar, Türkiye ile ilişkilerinde kimi zaman bir kart, kimi zaman bir unsur olarak ele aldığı PKK-PYD çizgisinin, kendine ait bir bölgeye kavuşmasından rahatsızdır. Kürtler arasındaki "devlet tekeli"ni elinde kaçırma riski, kendisini rahatsız etmektedir.
Türkiye'ye gelişinde, "toplu nikah" ile süslenen "şov algısı", beraberinde, farklı formülleri de akıllara getirmektedir. Barzani, Erdoğan'la Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi ve Diyarbakır Valiliği'ne gitmiştir. İlk ziyaret, bu geziden rahatsız olan PKK-BDP çizgisinin hem içini rahatlatmak, hem de yumuşatmak için bir anlam taşımaktadır. PKK'nın, 2011 Aralık'ta ABD'nin Irak'tan çekildiği süreçten beri, en önemli endişesi, Türkiye-Irak Kürdistan Bölgesel Yönetimi arasındaki bir anlaşmada, dışlanmak, tasfiye edilmek korkusudur.
Bu yüzden zaman zaman terörün yoğunluğunu 2010 ve 2011 yazlarında olduğu gibi arttırmıştır.
Erdoğan'ın Diyarbakır'a gitmeden, "çözüm sürecini taçlandıracağız" mesajı, BDP'li büyükşehir belediyesindeki temaslarla birlikte değerlendirilirse, hala "İmralı" ile "diyalog"un masa üstünde devam ettiği gözlemlenebilir.
1 Mart 2003 tezkeresi TBMM'de reddedildikten sonra, AKP'deki "fireler" hesaplanırken, Barzani'ye yakın 70 AKP milletvekilinin birlikte "hayır" oyu kullandığı spekülasyonları yapılmıştı. Bu elbette Türkiye için yeni bir durumdu. Bir başka ülkede, daha o zaman "bölge" statüsü de kazanmamış, hatta Irak açısından legalize olmamış Barzani'nin, TBMM'de "etkili bir gruba" sahip olduğu imajı rahatsızlık yaratmıştı. Sonra  bu konunun üzerinde çok fazla durulmadı.
Erdoğan, siyasal iktidarı boyunca, çeşitli "Kürt açılımları" gerçekleştirdi. Bugünküne benzer bir tablo, 2005 Ağustos'unda yaşanmış, Başbakan'ın "Diyarbakır çıkarması", bir "çözüm süreci"nin başlangıcı olarak lanse edilmişti. Daha sonra 2009 ilkbaharında, ABD'nin de desteklediği bir başka "açılım" denemesi gerçekleşti. Sonbahar'da "Habur"la gündemden kalktı.
2013'te kamuoyuyla paylaşılan, İmralı adasında PKK terör örgütü lideri Öcalan'la resmileşen diyaloğun ardından ilan edilen "çözüm süreci" ve "demokratikleşme paketi", 2013 sonbaharında, PKK sözcüleri tarafından anons edilen, "çekilmenin durması"yla tıkanıklığa kavuştu.
Kasım 2013'teki "Diyarbakır çıkarması"nda, 2003 tezkere oylamasında üzerinde durulmayan, "Barzani etkisi", şimdi meşru zeminde "Barzani'ye açılım"la mı ortaya konulacak? "Gülen hareketi", AKP ile "asimetrik koalisyon"dan dışlanırken, Barzani mi "asimetrik koalisyon"a dahil olacak? PKK-BDP çizgisi, siyasal ktidar ile Barzani'nin "adı konmamış koalisyonu"na karşı, yerel seçimlerde nasıl bir tavır alacak?
Barzani, ABD-Türkiye ile süren müttefikliğini, PKK'nın, PYD ve PJAK uzantılarına karşı koz olarak mı kullanacak?
Siyasal iktidarın "Barzani açılımı"nın en kritik avantajlarından biri, muhafazakar Sünni bir tabana, İslamcı bir söyleme sahip olarak, Barzani etkisini, muhafazakar kitlelerde hissettirmesidir. Böylece "muhafazakar post-modern koalisyon", mesela AKP içindeki MHP kökenlilerin de rahatsız olmayacağı bir formülle ele alınmakta, yaklaşan 3 seçim garanti altına alınmaya çalışılmaktadır.
BDP'nin "yumuşatılması" ise, seçim öncesi "terörün hortlaması"nın önlenmesi ile bağlantılıdır. "Çözüm" ve "paketler" bir başka "bahar"a saklanmakta, Barzani ile petrol anlaşmaları da, "muhafazakar post modern koalisyon" için verimli bir yüzeyi teşkil etmektedir. ABD memnundur, İran ise beklemektedir.
Irak'la "normalleşen ilişkiler" ise, "Barzani açılımı"nı rahatlatmakta, Maliki'nin Batı açısından tamamen kaybedilmesi engellenmektedir.
Sonuç olarak, bölgede oluşan "post-modern" koalisyon, başka ittifaklar ya da siyasal işbirliklerini, federasyon tartışmalarını, küresel ve bölgesel yeni ortakları içine alma potansiyeline sahiptir. Zaman içinde etkileri daha net biçimde görülecektir.

14 Kasım 2013 Perşembe

"AÇILIM FOREVER"...

Ortadoğu'da Soğuk Savaş sonrası değişimler, bir bakıma "devletsiz bir Ortadoğu" tartışmalarını beraberinde getirmişti. ABD'nin 1991 ve 2003 müdahaleleri sonrası, Irak'ta 2005 anayasasına göre oluşan bölgelerin, yasama-yürütme-yargı erklerine sahip olması, merkezi yönetimin gevşek tutulması, aynı ülke içinde birden fazla "silahlı kuvvetin" olması, "bölünme sonrası" mal ayrımı hesapları, petrol paylaşımı senaryoları gündemde epey yer kapladı.
Suriye'de 2011'den beri süren "sözde Bahar" kapsamında da, farklı örgüt ve kimlikler, ülke içinde mevzi sağlamaya, belli yönetim modelleri oluşturmaya başladılar.
Gerek Irak'ta, gerekse de Suriye'de, var olan çözülme süreçleri içinde, belki de tek derli toplu yapılanma örnekleri, Kürt bölgelerinde verilmeye başlandı. 1980-1988 arasındaki İran-Irak savaşında, fiilen otonomilerini kazanan Irak Kürtleri, 1991'deki 1. Körfez Savaşı'ndan sonra, parlamentolarını kurdular, ulusal para birimlerini oluşturdular, kendi gümrüklerini ve nihayetinde Peşmerge birliklerini, yani düzenli ordularını kurdular. 1. Körfez Savaşı sonrası, Türkiye'nin "yoğun mülteci göçüne" karşı talep ettiği önlemler, BM Güvenlik Konseyi tarafından, 36. paralelin üstünü Irak merkezi kuvvetleri için "uçuşa yasak bölge" haline getirirken, güvenliğinin de Türkiye'nin İncirlik üssünde konuşlanan uluslararası "Çekiç Güç" tarafından gerçekleştirilmesi sağlandı. 2003'teki 2. Körfez Savaşı sonrasında ise, 2005 Irak Anayasası'nda "adı konulan" tek bölgesel yönetim, Kürdistan Bölgesel Yönetimi oldu. Bugün Irak Cumhurbaşkanı olan Celal Talabani'nin Kürdistan Yurtseverler Birliği ile Kürdistan Bölgesel Yönetimi Başkanı olan Mesud Barzani'nin, Kürdistan Demokratik Partisi'nin 1990'lardaki "iç savaşı", Türkiye-ABD hattınca engellenmiş, uzlaşma sağlanmıştı. Barzani, Talabani'ye karşı fiilen üstünlük sağlamış durumdadır. Ancak bu bağlamda Barzani-Talabani rekabeti değil, işbirliği ortaya konulmaktadır.
Barzani açısından, Irak dışında, içinde ülkemizin de bulunduğu diğer üç ülkedeki Kürtler (Suriye ve İran), bir prestij noktası olarak durmaktadır. Bir bakıma Barzani, "petrolünü" diğer Kürtler'le paylaşmazken, kendi bölgesi dışındaki Kürtler'in "hamisi rolünü" oynamaya çalışmaktadır. İlginç bir çerçevede, karşısına rakip olarak PKK terör örgütü çıkmaktadır. PKK, 2011 Aralık tarihini bir "milat" olarak görüyordu. Zira, ABD bu tarihte Irak'tan tamamen çekilince, örgütün bu coğrafyadaki varlığı ne olacaktı? 2007 Kasım'ında, Bush-Erdoğan arasında gerçekleşen Beyaz Saray zirvesi sonrası, Türkiye- Kürdistan Bölgesel Yönetimi arasındaki ilişkiler normalleşmeye, Ankara Bağdat'ın yanısıra, Erbil'le de diplomatik-siyasi ilişkilerini yoğunlaştırmaya başlamıştı. PKK terörü, 2010 ve 2011 yazlarında o yüzden, saldırılarını yoğunlaştırmış, "çekilme öncesi" varlığını "terör" kozuyla anımsatma yolunu seçmişti.
2012'den itibaren, rakibi Barzani'nin kontrolündeki Kandil'den, siyasi içerikli mesajlarını arttıran PKK, Türkiye'de BDP-DTK-İmralı zemininde, siyasallaşmış bir "çözüm süreci" çerçevesini ortaya koymaya başladı. 2013'te  resmileşen "İmralı ile diyalog" başlığı altında, PKK terör örgütünün başı Öcalan'ın kendisi dışında bu "üç merkeze", (BDP-DTK-Kandil)e nüfuz ederek, bir "çekilme takvimi" belirlenmeye, bununla bağlantılı "yeni bir anayasa" önerisi olgunlaştırılmaya çalışıldı.
Terör örgütünün "demokratik konfederalizm", "etnik özerklik" başlığı altındaki önerileri, "çok uluslu anayasa", "ana dilde eğitim", "federatif çözüm" başlıklarına dönüştü.
PKK'nın "üç merkezli" siyasal zeminine, son dönemde, Batı'dan oy alma, "yeni ana muhalefet dizayn" etme başlığında, HDK-HDP yapılanmasının da eklenmesi sözkonusu oldu.
Siyasal iktidarın, seçimler öncesi, "silahların susması", sonra da "çaresine bakarız" eğilimi, artık PKK tarafından "yoğun dikkatle" geri çevriliyor. Örgüt temsilcilerinin "çekilmeyi durdurma" söylemleri, perde arkasındaki pazarlıkta dikkat çeken konular.
Ne var ki artık PKK, Türkiye'de değilse de, Suriye'de bir "teritoryal yönetim alanı" kazanmış durumda. En önemli müttefiklerinden PYD, Rojava olarak adlandırılan, Suriye'nin kuzeydoğusunda kendi meclisini kurdu. Şimdi de hükümet hazırlıkları var. Rojava'daki yapılanmadan en çok rahatsız olanların başında ise, Barzani geliyor.
Tam da böylesine bir tarihsel dönüm noktasında, Başbakan'ın Diyarbakır gezisine, Barzani'nin de katılacağı açıklandı. PKK-PYD hattına karşılık, Türkiye-Barzani arasında bir "muhafazakar blok" oluşturma gayreti gündeme gelir mi, bu Mart 2014 yerel seçimlerine yansır mı?
Barzani ve bölgesinin, ABD tarafından ne kadar "kollandığı" bir kez daha anımsanırsa, şöyle bir tablo ortaya çıkabilir. Mesud Barzani, Kürdistan Bölgesel Yönetimi dışındaki Kürt yapılanmalarında, PKK'nın "çok merkezli" tablolarına karşı, kendisini bir "siyasal çekim merkezi" olarak lanse ederek, ABD-Türkiye yüzeyindeki ittifaklarını, "hamilik pozisyonuyla" güçlendirebilir. Bu da kendisine daha fazla nüfuz sağlar. Türkiye'ye yansıması ise, iktidar partisinin, "Güneydoğu oylarını" garanti alması ve Cumhurbaşkanlığı seçimleri ile milletvekili seçimlerini kazanması formülüyle gündeme gelebilir.
Siyasette "2+2" her zaman dört etmiyor. Başbakan'ın "açılımı taçlandıracağız" dediği, "Barzani'li Diyarbakır" gezisi, bu sefer Barzani'ye "açılım" olarak gündeme gelirse, Öcalan'ın "açılım" beklentisi boşa çıkabilir. Zaten son haberler. Öcalan'ın "4 aylık bir opsiyonu" siyasal iktidara vermesi çerçevesinde dile getiriliyor. Bu da yerel seçimlere denk geliyor.
Böylece her seçim öncesi, ya da seçim aralıklarında "açılım" konusu kamuoyunu meşgul edecek. Bu da "açılım forever" demektir...  

3 Kasım 2013 Pazar

3 KASIM GÜNLÜĞÜ...

3 Kasım 2013, takvimlere dikkatle kaydedilmesi gereken bir tarih oldu. Öncelikle, diğer "toplu görülen davalar"a benzer bir biçimde gündeme gelen, 3 Temmuz 2011'le ifade edilen "şike davası"nın, Fenerbahçe Olağanüstü Kongresi'nde "hesaplaşması" yaşandı.
Dönemin Futbol Federasyonu Başkanı M.Ali Aydınlar, 3 Temmuz'da "19 maçta şike varmış" derken, başkanlığa aday olduğu Fenerbahçe Kongresi'nde "şike yok" dedi. Ancak Aziz Yıldırım, 7 bine yaklaşan oylarıyla, Aydınlar 2 bini biraz aşan oylarla bir hayli geride kaldı. Ve "Fenerbahçe'yi ele geçirmeye" çalışan "sistemli çaba" kaybetti. Bu önemli bir derstir. ÖYM'ler aracılığıyla yürütülen "operasyonel davalar" kamuoyu vicdanında bundan sonra artık zor yer bulacaktır.
3 Kasım 2013'te gündemin yoğunluğu içinde, belki de beklediği ilgiyi çok göremeyen bir başka "oylama" yaşandı. CHP Parti Meclisi, Şişli Belediye Başkanı Mustafa Sarıgül'ün, 2005'teki "ihraç" kararını, isteği üzerine kaldırdı ve CHP'ye üyeliğini kabul etti. Böylece, ısrarla son bir yıldan beri kamuoyu gündeminde, merkez medya aracılığıyla dillendirilen "Sarıgül-CHP" birlikteliği gerçekleşti. Burada ilginç olan, Sarıgül'ün CHP'ye yönelik "yol haritası"nda, bir kişinin partiye üye olmasından ziyade, bir "siyasi hareket"in CHP'ye katılması söz konusu oldu. Kastedilen hareket, Türkiye Değişim Hareketi (TDH)dır. Gerçi Sarıgül gelmeden, arkadaşları partide görev aldı; 2011 genel seçimlerinde, CHP meclis grubunda kendi hareketinde kurmaylık yapan  bir emekli büyükelçi aynı zamanda MYK'da "genel başkan yardımcısı" olarak yer alırken, gençlik kollarından gelen, ANAP kökenli bir muhafazakar siyasi de "CHP'li değilim" diyerek, CHP milletvekili oldu.
Kitle iletişim araçlarında dillendirilen "kehanet"te, bir sonraki aşama, Sarıgül'ün CHP'den İstanbul Büyükşehir Belediye Başkan adaylığıdır. Zaten "kurgu" da bunun üzerine yapılandırılmıştır. Peki daha sonraki aşama nedir? Medyada aslında "iki sonraki aşama" da yorumlanmaktadır. Ancak henüz geçilecek "ara aşamalar" vardır. Sarıgül için "iki aşama sonrası" kehaneti, 2004 boyunca Anadolu'daki mitingleriyle gündeme gelmiş, 2005 Ocak'ındaki CHP Olağanüstü Kurultayı'nda Baykal-Sarıgül rekabeti olarak somutlaşmıştır. 2005'te "hedefine ulaşamayan kehanet", 2014 sonrası ele alınacak mıdır? Merakla beklenen İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı kazanılıp, sonra "başbakanlık" hedefine mi "sihirli bir elle" uzanılacaktır?
"Türkiye Birleşik Devletleri" başlığında belirtilen "federalizm", inançlara saygılı laiklik başlığında Ecevit'ten apartılan, dini cemaatlerle yoğrulan "muhafazakar ton", Erdal İnönü ve Turgut Özal'ı birlikte "harmanlayan", "ANAP'ın dört eğilimi" taktikleri, artık kamuoyunun "teşhir direğinde" yer alacaktır.
Kimse kimsenin ağzını zorla kapatıp, "parti disiplini"dir diyerek, aydınlanmacı şair Tevfik Fikret'in dediği, büyük önder Atatürk'ün ustalıkla yorumladığı üzere, "fikri hür, irfanı hür, vicdanı hür" yorumları susturmaya kalkmasın.
Daha söylenecek çok şey var.
Tesadüfe bakın ki, 3 Kasım, aynı zamanda, Adalet ve Kalkınma Partisi'nin iktidara gelişinin 11. yıldönümü...