Türk siyasal yaşamının tarihsel referanslarını yinelemeden, son dönemde yaşanan "politik gerilimi", kullandığım başlık çerçevesinde ele almak, daha geçerli bir yaklaşımı ifade eder diye düşündüm. Malum, demokratik ülkelerde, siyasal rekabet, iktidar ve muhalefet partileri arasında gerçekleşir. Bu çerçevede bireysel haklar, yurttaşlık, sivil toplumun örgütlenmesi, ifade özgürlüğü, medya özgürlüğü, seçme-seçilme hakları ve daha pek çok başlığı ele alabiliriz. "Kuvvetler ayrılığı" ve "yargı bağımsızlığı" da unutmamak gerekir elbet.
Gelgelelim, ülkemizdeki "iktidar denklemi", hegemon bir zeminde biçimlenirken, siyasal İslamcılık'la liberal entelijansiyanın "kısa süren" evliliği, kafaları alt üst eden bir durumu ortaya koydu. Siyasal İslam, liberal entelektüeller aracılığıyla, sözde demokratik yapıyı kurar ve sivil toplumu öne çıkartırken, 2007 sonrası süreçte, demokratik hakların budandığı, hegemon söylemin medya ve yargı eliyle icra edildiği bir tablo yarattı.
Böylece "muhafazakar demokrat" etiketiyle ilmek ilmek dokunan, "askeri vesayet sonrası" diye tanımlanan yapı, "28 Şubat sonrası" refleksiyle tanıtıldı.
Sendikalar, meslek odaları, sivil toplum örgütleri, "muhafazakar" siyasetin vesayetinde kalınca, ortada şöyle bir boşluk oluştu. Yaşamın diyalektik kodları ihmal edilince, Özal döneminin (kategorik farklılıklar olsa da) sorunsalı hortladı. O da "rakipsizlik" oldu. Özal da sıklıkla "alternatifsiziz" derdi. Demokratik yaşamda asla kabul edilemeyecek bir durumu ifade eden "seçeneksiz" ve "rakipsiz" iktidar formülü, ister istemez, otoriter bir siyaseti, tepeden tırnağa realize etmeye başladı.
"İktidar yozlaştırır, mutlak iktidar, mutlak yozlaştırır" sözünün anımsattığı gibi, "seçeneksizlik" siyasal iktidara yaramadı. Gittikçe otoriterleşen ve buyurganlaşan bir "iktidar" algısı, 3 genel seçim, 2 yerel seçim ve 2 referandum zaferleri anımsandığında, sürekli kendini devam ettiren siyasal güç, kendisini Menderes'ten beri Türk Sağı'nın içine düştüğü, "milli irade sarmalı"na kapılmasına neden oldu. Şöyle ki, kendilerini zaman içinde "milli irade" denen soyut kavramın yerine koymaya başlayan "mutlak Sağ iktidarlar", zaman içinde, kendilerini "millet"in yerine koyuyorlar. Bu da, sözkonusu siyasal iktidarlara dönük her tür siyasal karşı duruşun, "millete ve vatana ihanet"le suçlanması sonucunu doğuruyor. Ve artan siyasal gerilim, siyasete birşey kazandırmıyor. Sürekli siyasal krizler ve rejim bunalımları, ana siyasetin ve toplumun gündeminden düşmüyor.
Günümüzde, "sivil toplum"un ve "demokratik muhalefet"in kanallarının tıkalı olduğu süreçte, ilginçtir "muhafazakar demokrat" iktidarın muhalefeti, bir başka İslamcı yapıdan kendini ifade etmeye başladı. Üstelik altı çizilen zemin, bir siyasal parti değil, kendisini "sivil toplum" olarak tanımlayan, Gülen cemaati oldu. Klasik "tarikat" yapılanmasından çok daha geniş, elbette temeli "biat"a dayanan sözkonusu "hareket"in "sivil toplum" olması elbette büyük bir tartışma olsa da, siyasal iktidarın, liberal kesimle biten evliliği, Gülen hareketi için sonlanmadı. Küresel yüzeyde, gerek yurtdışındaki okulları, gerek akademik referanslarıyla kendini dile getiren "hareket", siyasal iktidarla en temel zıtlaşmasını 2010'da yaşadı. İsrail'le yaşanan "Mavi Marmara" krizinden sonra, Gülen, iktidarı eleştirirken, kendisine en yakın kalemlerden Zaman yazarı Hüseyin Gülerce, "Saddamlaşmamak" gerektiğini belirten, sert ifadeler kullandı.
Güncel tartışmalar içinde, Erdoğan'ın başbakan olarak katıldığı, 2004'teki MGK bildirisinde, "Nurculuk faaliyetleri"nin mercek altına alındığı kararı iddiası, "belge"siyle malum gazateci "taraf"ından yayınlanınca, tartışma büyüdü. Çelişkilerin daha yapısal olduğu ortaya konulmaya başlandı. Kavga, özellikle "dershaneler" cephesinden çok sert geçiyor. Kimi süreci Şubat 2012'de MİT müsteşarı hakkındaki "dava girişimi"ne bağlıyor.
Konunun temelinde şu var. AKP-Gülen cemaati arasındaki koalisyon, bir "post-modern" koalisyondu. Zira taraflardan birisi bir siyasal parti, diğeri de kendisini farklı ifadelerle tanımlayan İslamcı bir hareketti. Her ne kadar "İslamcılık" ortak bir payda olarak görülse de, iktidar, "karizmatik liderliğe" güvenerek, Gülen hareketinin bürokrasi ve yargıdaki gücünü tırpanlamaya başladı. MİT müsteşarı üzerinden yürüyen tartışmada, "son hedefin" başbakan olduğu söylendi. Gülen hareketi, küresel uyumunu sürdürürken, siyasal iktidarın "değerli yalnızlık" içine girmesi, aradaki temel zıtlıkları arttırdı.
Bozulan koalisyon, bir "post-modern" koalisyondur. İki türdeş yapının değil, farklı işlevlere sahip oluşumların birlikteliği, "güç savaşı"ndan dağılma noktasına gelmiştir. Demokratik seçeneksizliğin kronikleştiği çerçevede, muhalefet te ancak böyle bir zeminden çıkıyor. Bununla birlikte, hegemon yapının, ortak dili muhafazakarlıkta birleşen bir siyasal rekabetin, inşa edilen "yeni toplumsal" dokuyu parçalayacağı beklentisi boşunadır.
Demokratik muhalefet ortaya çıkmadıkça, cumhurbaşkanlığı rekabeti dahil, yaşanan tüm siyasal tartışmalar, mevcut siyasal iklimin yansımaları olarak kalacaktır. Üslup ne kadar ağır olursa olsun...
Gelgelelim, ülkemizdeki "iktidar denklemi", hegemon bir zeminde biçimlenirken, siyasal İslamcılık'la liberal entelijansiyanın "kısa süren" evliliği, kafaları alt üst eden bir durumu ortaya koydu. Siyasal İslam, liberal entelektüeller aracılığıyla, sözde demokratik yapıyı kurar ve sivil toplumu öne çıkartırken, 2007 sonrası süreçte, demokratik hakların budandığı, hegemon söylemin medya ve yargı eliyle icra edildiği bir tablo yarattı.
Böylece "muhafazakar demokrat" etiketiyle ilmek ilmek dokunan, "askeri vesayet sonrası" diye tanımlanan yapı, "28 Şubat sonrası" refleksiyle tanıtıldı.
Sendikalar, meslek odaları, sivil toplum örgütleri, "muhafazakar" siyasetin vesayetinde kalınca, ortada şöyle bir boşluk oluştu. Yaşamın diyalektik kodları ihmal edilince, Özal döneminin (kategorik farklılıklar olsa da) sorunsalı hortladı. O da "rakipsizlik" oldu. Özal da sıklıkla "alternatifsiziz" derdi. Demokratik yaşamda asla kabul edilemeyecek bir durumu ifade eden "seçeneksiz" ve "rakipsiz" iktidar formülü, ister istemez, otoriter bir siyaseti, tepeden tırnağa realize etmeye başladı.
"İktidar yozlaştırır, mutlak iktidar, mutlak yozlaştırır" sözünün anımsattığı gibi, "seçeneksizlik" siyasal iktidara yaramadı. Gittikçe otoriterleşen ve buyurganlaşan bir "iktidar" algısı, 3 genel seçim, 2 yerel seçim ve 2 referandum zaferleri anımsandığında, sürekli kendini devam ettiren siyasal güç, kendisini Menderes'ten beri Türk Sağı'nın içine düştüğü, "milli irade sarmalı"na kapılmasına neden oldu. Şöyle ki, kendilerini zaman içinde "milli irade" denen soyut kavramın yerine koymaya başlayan "mutlak Sağ iktidarlar", zaman içinde, kendilerini "millet"in yerine koyuyorlar. Bu da, sözkonusu siyasal iktidarlara dönük her tür siyasal karşı duruşun, "millete ve vatana ihanet"le suçlanması sonucunu doğuruyor. Ve artan siyasal gerilim, siyasete birşey kazandırmıyor. Sürekli siyasal krizler ve rejim bunalımları, ana siyasetin ve toplumun gündeminden düşmüyor.
Günümüzde, "sivil toplum"un ve "demokratik muhalefet"in kanallarının tıkalı olduğu süreçte, ilginçtir "muhafazakar demokrat" iktidarın muhalefeti, bir başka İslamcı yapıdan kendini ifade etmeye başladı. Üstelik altı çizilen zemin, bir siyasal parti değil, kendisini "sivil toplum" olarak tanımlayan, Gülen cemaati oldu. Klasik "tarikat" yapılanmasından çok daha geniş, elbette temeli "biat"a dayanan sözkonusu "hareket"in "sivil toplum" olması elbette büyük bir tartışma olsa da, siyasal iktidarın, liberal kesimle biten evliliği, Gülen hareketi için sonlanmadı. Küresel yüzeyde, gerek yurtdışındaki okulları, gerek akademik referanslarıyla kendini dile getiren "hareket", siyasal iktidarla en temel zıtlaşmasını 2010'da yaşadı. İsrail'le yaşanan "Mavi Marmara" krizinden sonra, Gülen, iktidarı eleştirirken, kendisine en yakın kalemlerden Zaman yazarı Hüseyin Gülerce, "Saddamlaşmamak" gerektiğini belirten, sert ifadeler kullandı.
Güncel tartışmalar içinde, Erdoğan'ın başbakan olarak katıldığı, 2004'teki MGK bildirisinde, "Nurculuk faaliyetleri"nin mercek altına alındığı kararı iddiası, "belge"siyle malum gazateci "taraf"ından yayınlanınca, tartışma büyüdü. Çelişkilerin daha yapısal olduğu ortaya konulmaya başlandı. Kavga, özellikle "dershaneler" cephesinden çok sert geçiyor. Kimi süreci Şubat 2012'de MİT müsteşarı hakkındaki "dava girişimi"ne bağlıyor.
Konunun temelinde şu var. AKP-Gülen cemaati arasındaki koalisyon, bir "post-modern" koalisyondu. Zira taraflardan birisi bir siyasal parti, diğeri de kendisini farklı ifadelerle tanımlayan İslamcı bir hareketti. Her ne kadar "İslamcılık" ortak bir payda olarak görülse de, iktidar, "karizmatik liderliğe" güvenerek, Gülen hareketinin bürokrasi ve yargıdaki gücünü tırpanlamaya başladı. MİT müsteşarı üzerinden yürüyen tartışmada, "son hedefin" başbakan olduğu söylendi. Gülen hareketi, küresel uyumunu sürdürürken, siyasal iktidarın "değerli yalnızlık" içine girmesi, aradaki temel zıtlıkları arttırdı.
Bozulan koalisyon, bir "post-modern" koalisyondur. İki türdeş yapının değil, farklı işlevlere sahip oluşumların birlikteliği, "güç savaşı"ndan dağılma noktasına gelmiştir. Demokratik seçeneksizliğin kronikleştiği çerçevede, muhalefet te ancak böyle bir zeminden çıkıyor. Bununla birlikte, hegemon yapının, ortak dili muhafazakarlıkta birleşen bir siyasal rekabetin, inşa edilen "yeni toplumsal" dokuyu parçalayacağı beklentisi boşunadır.
Demokratik muhalefet ortaya çıkmadıkça, cumhurbaşkanlığı rekabeti dahil, yaşanan tüm siyasal tartışmalar, mevcut siyasal iklimin yansımaları olarak kalacaktır. Üslup ne kadar ağır olursa olsun...