29 Haziran 2012 Cuma

ORTADOĞU'DA İHVAN ZAMANI?

2010 sonlarında Tunus'tan başlayarak, 2011'de Mısır, Libya, Yemen gibi ülkelerde rejim ya da lider değişikliğiyle sonuçlanan olaylar, oryantalist bir mantıkla "Arap Baharı" olarak nitelendirilmişti. Bu "bahar" nitelemesi, konuyla ilintili olmasa da, "Prag baharı" nı mı çağrıştırarak iliştirildi? Bilinmez.
Dikkat edilecek olursa, Arap ülkelerindeki "değişim"de asıl damga vuran ülke Mısır oldu. Zira, ABD'nin özellikle Camp David'ten sonra bölgedeki "değişmezleri", Türkiye, İsrail, Suudi Arabistan, Ürdün ve Mısır olarak yapılandı. Aslında Mısır da, Batı savunma konseptinin içinde, 1952'ye kadar yer alıyordu. Ancak Nasır'ın "Hür Subaylar" cuntasıyla, SSCB müttefiki olmuş, 1973'te Sedat'ın liderliğinde SSCB yanlılığı sürse de, 1978 Camp David'le, Batı sistemine Sedat'ın liderliğinde dönmüştü. Nasır'ın 1956 Süveyş Krizi'nde, "politik zafer"ine karşın, askeri başarısızlığı, 1967 savaşında yine İsrail'e karşı yaşanan hüsran, Sedat'ın göreve geldikten sonra Yom Kippur'da "İsrail'le savaş deneyimi ve yenilgisi", sonunda İsrail'i tanımayı içeren ve Mısır'ın 1973'de İsrail işgaline giren Sina Yarımadası'nı "kurtarma" maddelerini içeren Camp David Anlaşması yani Mısır-İsrail barışıyla sonuçlandı.
Sedat'ın İsrail'i ziyaret etmesi, İsrail parlamentosu Knesset'te konuşma yapması, İsrail'i tanıyan "ilk Arap ülkesinin lideri" olması, Sedat'ın İslamcı militanlarca "suikast"e uğramasıyla sonuçlandı. Ancak cuntanın diğer bir sonraki seçeneği Mübarek, İsrail'le başlayan süreci sonlandırmadı, bununla birlikte, iki ülke arasındaki ilişkileri "Soğuk Barış" yüzeyine oturttu.
2011'de Mübarek'in devrilmesi, "Tahrir"le açıklandı. Bu bir yere kadar doğrudur. Ancak rahmetli Attila İlhan'dan esinlenerek, "Hangi Tahrir" sorusunu kurcalamak lazım. Mısır'da Ergin Yıldızoğlu'nun deyimiyle, "çalınan bir devrim" var. 2010'un sonunda Kuzey Afrika ve Doğu Akdeniz'de pekişen olaylarda, ekonomik ve toplumsal krizlere karşın, "yiyecek ekmek bulamayan" kitleler, "kaybedecek birşeylerinin olmaması" refleksiyle harekete geçtiler. Sünni Arap rejimlerinde geleneksel olarak belirginleşen "Ululü Emre itaat" yani "hükümdar zalim olsa da biat ediniz" anlayışı altüst oldu.
Gelgelelim, "çalınan devrim", en örgütlü gücün yani İslamcı İhvan'ın eline geçti. "Tahrir kaçağı" olan örgüt, devrimi sulandırmakla kalmadı, İslamcı iktidarın altyapısını buradan başlayarak kurdu. Ancak İhvan'ın "iktidar ortağı", Mübarek'i "zorunlu emekli" eden Cunta oldu. Tantavi liderliğindeki Cunta, cumhurbaşkanlığı seçim sonuçlarının açıklanmasından önce, parlamento seçimlerini geçersiz saymakla kalmadı, neredeyse "son gün", cumhurbaşkanının yetkilerini tırpanladı, simgesel düzeye indirgedi.
Böylece İhvan-Cunta denklemi bir "zoraki koalisyon"dan öte, "koahibisyon" yani "birlikte yaşama"ya dönüştü. Bunun bir örneği Fransa'da Mitterand-Chirac sürecinde Fransa'da görüldü ama söz konusu örnek "demokratik bir yapıda"ki siyasal rekabeti ifade ediyordu. Ancak Mısır'daki koahibisyon, askeri rejim-İslamcı rejim taraftarlarının birbirini "yok edecek" bir bilek güreşini betimliyor.
Şimdilik Cunta avantajlı. Obama, hala İhvan'la Ortadoğu'da bir "eksen" kurabileceğini düşlüyor. Mısır'ın ABD açısından konumu İsrail'le barışı simgeleyen Camp David sürdüğü sürece devam eder. Bu denklem, eğer İhvan tarafından zorlanırsa, oyundaki kartlar yeniden dağıtılır.
Üstelik Mübarek'in son başbakanı Şefik, İhvan'ın seçilen adayı Mursi'nin %52'lik oyuna karşılık, %48 oy almış, "liberaller"in de desteğini kazanmıştır. Ve "kaybeden blok" ezilmemiş, "kafa kafaya" bir skorun sahibi olmuştur.
İhvan bu anlamda "Cunta" dışında, güçlü bir muhalefet bloğu ile de karşı karşıyadır. O yüzden Ortadoğu'daki İhvan zamanı kısıtlı bir ortamda, Batı'yla ve iç muhalefetle yaşanan gel-gitlerle kaderini belirleyecek ve BAAS'ın yerini ikame etmeye çalışacaktır.   

27 Haziran 2012 Çarşamba

DOĞU SÜTUNU YIKILDI...

"Atatürk öldü. Barış kubbesinin Doğu sütunu yıkıldı. Artık
evrende barışı kimse garanti edemez. Nitekim Avrupalı devlet
adamları; O' nun 1930'da yaptığı uyarı ve tavsiyeleri
dinlememiş ve dünyayı 1939 yılında ikinci büyük savaş
felaketinin içine sürüklemişlerdir. "

SANERWIN Gazetesi


Atatürk'ün aramızdan ayrılmasından sonra, yabancı basında çıkan yorumlardan "en çarpıcı" olanlarından biri buydu. Kasım 1938 itibarıyla "Atatürksüz" kalan dünya politikasında, gerek revizyonist ülkelerin taleplerine karşı uyarıcı, gerekse İngiltere'nin revizyonist cepheyi yatıştırıcı siyasetine karşı tepkili olan, kurucu ve inşacı liderin yokluğu, kaybolan "sağduyunun" sıcak dünya savaşı hakkındaki ikazlarının tarihe mal olması ve sonucu engelleyememesine neden olmuştu.
Bugünse Atatürk'ün kurduğu Cumhuriyet'te komşu Suriye'yle "savaş tamtamları" çalıyor.
"Barış Kubbesi'nin Doğu Sütunu", Atatürk'ün unutturulmaya çalışılan diğer ilkeleri gibi, "Yurtta Barış, Dünyada Barış" anlayışının yıkılmasıyla ayakta kalma şansını yitirmiştir. Türkiye, başka ülkelerin iç işlerine karışmakta, Ortadoğu'daki yoğun "siyaset mesaisi" içinde olanaklarını "suskunluk" çerçevesinde, "örtülü yardımlarla" seferber etmektedir. 
Ve tüm bunları "büyük müttefiki"nin "İran"ı izole etme siyasasının bir parçası olarak yapmakta, Sünni Arap rejimleri ile birlikte, İran'a karşı "Ilımlı Sünni kuşağı"nı yaşama geçirmektedir. Irak ve Suriye'de, bu ülkelerin  "toprak bütünlükleri"nden ziyade, yeni parçacıkların oluşumuna "yatırım" yapılmaktadır.
Kemalizm'in dış politikadan tasfiyesiyle "Yurtta Barış, Dünyada Barış"ın yanısıra, kolonyalizme karşı bir "mazlum uluslar dayanışması" da ne yazık ki kaybedilmiştir. Ortadoğu'da Kemalizm'in tasfiyesi ile "Doğu Sütunu" artık yıkılmıştır. Hem bölge hem de dünya barışı tehdit altındadır. 
O zaman zor günler kapıda demektir. 

26 Haziran 2012 Salı

SURİYE'YLE YENİ DÖNEM...

22 Haziran 2012 tarihi, Türkiye-Suriye ilişkilerinde yeni bir dönemin başlangıcı oldu. Mart 2011'den beri iki ülke ilişkilerinde gerilim yaratan ve Esad rejimini hedef alan "gecikmiş Arap baharı", sonunda Türk uçağının Suriye tarafından düşürülmesiyle "sıcak temas"ı içeren bir düzeye ulaştı.
Sayın başbakanın hafta sonunda askeri yetkililer ve muhalefet liderleriyle yaptığı temaslardan sonra, bugünkü AKP meclis grubunda yaptığı açıklamalarda dikkat çeken hususlar şöyle:
1- Suriye'ye yönelik askeri angajman kuralları değişti. Yani Suriye artık askeri konularda bir "tehdit" olarak algılanacak ve askeri uygulamalar "dost" bir ülkeye yönelik biçimde olmayacak.
2- Hür Suriye Ordusu'na yapılan yardımlar bizzat Erdoğan tarafından ifade edildi. Türkiye artık Suriye muhalefetine verdiği desteği alenen yapacak.
3- Suriye sınırına 26 Haziran (başbakanın konuşma yaptığı gün) yoğun yığınak yapılmaya başlandı.
Bu çerçevede özellikle isim verilmeden Rusya'nın faaliyetlerine de atıf yapıldığı anımsanırsa, Türkiye açısından "zorlu" bir sürecin başladığını görebiliriz.
1957 ve 1998 krizlerinden sonra, 3. kez iki ülke "savaşın eşiğine" gelmiştir.
Bazı medya organlarının değerlendirmesiyle "tarihi konuşma"nın yapıldığı gün, NATO zirvesi, 4. madde gündemiyle Türkiye hakkında toplandı. "Siyasal bağımsızlık", "toprak bütünlüğü" ve "güvenlik" tehdidi duyan NATO üyesi ülkelerin, "danışma çerçevesinde" toplanma talebini öngören 4. madde "kollektif savunma"yı içeren "5. madde" konusunu getirmedi. Bizzat NATO genel sekreteri "5. madde gündeme gelmedi" diyerek, Suriye'ye bir NATO operasyonuna "yeşil ışık" yakmadı.
Batılı başkentlerin "Suriye krizi"nde, Türkiye bölgedeki "tek NATO üyesi" olarak, neredeyse ön plandaki "tek ülke" konumunda kaldı.
Rusya ve Çin'in "askeri desteği"ni, İran'ın müttefik takviyesini hisseden Suriye'nin "krizde geri adım atmaması", Türkiye'nin duyurduğu adımlar açısından ne anlam içerecektir? Göreceğiz.
İsrail ve Suriye gibi, "kağıt üzerinde" hala savaş halinde olan 2 ülkeyle eş zamanlı olarak yaşanan "siyasal gerginlik ve kriz hali", her iki ülkeden beklenen "özür ve tazminat" taleplerinin yerine gelmeyişi, Ortadoğu'da "bölgesel liderliğe" oynadığını vurgulayan AKP iktidarı açısından önemli zafiyetler getirmiştir.
Irak'ta Maliki hükümetinin "düşman devlet" olarak tanımladığı ülkemizin, Kürt yönetimi ve Sünni Araplar'la mesaisi, Suriye konusunda olduğu gibi, Irak'ta da İran'la "siyasal rekabet" yaşadığını göstermektedir.
Suriye konusunda gelinen nokta, Türkiye açısından "savaş riski"ni yoğunlaştırmıştır. Terörün "asimetrik tehdit" olarak neredeyse her gün can aldığı, şehit verdiğimiz bir zeminde, Suriye krizi sadece askeri alanda değil, terörde de kendini gösterme durumundadır.
Suriye'de Hür Suriye Ordusu'yla anlaşmış ve Kuzeydoğu Suriye'de kendi yönetimini kurmaya hazırlanan PKK, Kürdistan Bölgesel Yönetimi'nin kontrolündeki Kandil'de yapılanan söz konusu örgüt, boşluktan yararlanma konumundadır.
Türkiye de "kendisinin olmayan bir savaşa" sürüklenme tehlikesi ile karşı karşıyadır.  

23 Haziran 2012 Cumartesi

SURİYE İLE "SON TANGO"...

Ajanslara "Türk jeti Suriye tarafından düşürüldü" başlığı düştüğünde, temkinli bir gözle, haberleri incelemeye başladım. Zira yorum medyanın değil bizzat hükümetindi. Ancak yapılan "güvenlik zirveleri" ve olağanüstü hareketliliğe karşın, sert demeçlerden ziyade "itidal" ilk planda göze çarptı. Hem Türkiye, hem de Suriye, var olan gerginliğe rağmen daha soğukkanlı değerlendirmeler yapmayı tercih ettiler.
Bununla birlikte, sürecin henüz tamamlanmadığı anlaşılıyor. Bilindiği gibi Suriye, kendi sınırlarına giren ve kimliği tespit edilmemiş bir uçağı düşürdüğünü açıklamıştı. Bir bakıma "Türk uçağı olduğunu bilmiyorduk" dediler. Sayın cumhurbaşkanı Gül'ün Kayseri'deki açıklaması ise dikkat çekici. Gül, bu çerçevede, uçağın nerede düşürüldüğünün önemini vurguluyor. Eğer Türkiye sınırlarında iken düşürülmüşse, "bunun telafi edilemeyecek" sonuçlarından söz ediyor.
Suriye'de Mart 2011'den beri devam eden "gecikmiş Arap baharı" senaryosunda son günlerde iyice sinirler bozuldu. Birkaç ayda tamamlanan "bahar serileri"ne kıyasla, 16 aydan beri bir türlü "kendi yazına eremeyen" bahar, Rusya, Çin ve İran'ın da katılacağı "büyük Suriye tatbikatı" ile suya düşme tehlikesi ile karşı karşıya kaldı.
Suriye'deki "sorunun çözülmesi" ihalesi, Batı başkentleri ve Sünni Arap rejimleri tarafından Türkiye'ye verilmeye çalışılıyor. Sayın başbakanın zaman zaman "NATO antlaşması 5. maddesi"ni içeren "kollektif savunma"yı öngören çağrısı, birkaç açıdan ele alınabilir. Türkiye'nin Libya'dan sonra NATO'yu Suriye'ye çağırması gibi bir durum olarak ta yorumlanabilir, öte yandan Türkiye'nin "tek taraflı, kendi başına" bir müdahaleden bu tür hamlelerle kaçındığı da anlaşılabilir.
Türkiye, 16 aydan beri süren ve "ölü doğuma" dönüşen, "gecikmiş bahar"da, söylemini sert kullanan bir NATO müttefiki olarak, üzerinde "müdahaleci" bir beklenti yaratılmasından rahatsız olsa da, "mülteci sorunu" karşısında, farklı bir yüzeyde değerlendiriliyor.
Hatay'daki "mülteci kampları"nda, Suriye'de İhvan'ın ağırlıkla yer aldığı rejim muhalifi Hür Suriye Ordusu'nun, sınırdan içeri girerek, eylem yapması iddiaları, Türkiye'yi Suriye konusunda doğrudan "taraf" haline getirdi. Yabancı ajanslarda, Hür Suriye Ordusu'nun CIA tarafından eğitildiği, finansmanın Suudi Arabistan, Katar ve Türkiye tarafından sağladığı savlanıyor.
İhvan ağırlıklı "Yeni Suriye" tasarımı AKP'nin kulağına hoş gelse de, Hür Suriye Ordusu "Yeni Suriye" açısından, son zamanlarda arttırdığı terör saldırılarıyla Türkiye kamuoyunun tepki ve öfkesini çeken PKK ile de siyasal diyaloğunu sürdürüyor. Çünkü PKK'nın konumu Irak'taki Kürdistan Bölgesel Yönetimi'nde olduğu gibi değil. Barzani Irak'ta oluşan "kendi Kürdistanı"nda neredeyse tek hakim ve PKK "misafir". Oysa Suriye'de olası bir bölünmede, Nusayri devleti, İhvan ağırlıklı Sünni Arap devleti olacaksa, kuzeydoğu Suriye'de oluşacak Kürdistan "PKK antitesi" olacak. Nedense bu olasılık hiç tartışılmıyor. Bu açıdan Suriye'deki statükonun bozulmasına verilen destek, bir "PKK yönetimi"yle "komşu olmamız" vakıasıyla bizi karşılaştıracak.
Şam-Lazkiye'de Nusayriler, Suriye Çölü'nde İhvancı Sünni Arap devleti ve kuzeydoğu Suriye'de "PKK güdümünde bir Kürdistan". Bir yandan mezhep savaşı, bir yandan bölücü terörün kendi başına bir "yönetim kurması"???
Umarım Ankara'da hesaplar, tüm  boyutlarıyla iyi yapılıyordur. Zira bu tür olasılıklar hepimizin üstüne "kabus gibi" çöker...  

16 Haziran 2012 Cumartesi

GÜLEN NEDEN DÖNMÜYOR?

Erdoğan'ın "Türkçe Olimpiyatları"nda Gülen'e yaptığı "yurda dön" çağrısına olumsuz yanıt geldi. Aslında söz konusu "olimpiyatlar", artık oluşturulmaya çalışılan "yeni paradigmanın" "arenası"na dönüşen, malum stadda yapılırken,bir bakıma AKP-Erdoğan çizgisine karşı "bir meydan okumayı" da içeriyordu.Başbakan bizzat toplantıya katılarak hem "resti gördü", hem de "ezberi bozan" karşı bir hamleyle, gündemi yine kendisi belirledi, yine kendisinden söz ettirdi. Çağrı bir bakıma Erdoğan-Gülen çelişkisine yönelik bir "düzeltme" gibi gözükse de, "Pensilvanya efsanesi"ni sonlandırmak, İstanbul'a AKP'nin himayesindeki yeni bir statüye dönüştürmek gibi taktiksel bir davranışı ifade etti.
Bu çağrıya verilecek yanıt çok önemliydi. Gülen medyasında, yaşanan gerginliklere karşın estirilen "yapay ılımlı rüzgar", Gülen'in "kibar reddi" ile çabuk tükendi.
Gerek Özel Yetkili Mahkemeler (ÖYM), gerek bu mahkemelerde görülen kitlesel davalara iktidarın tepkisi, gerekse emniyet ve yargıdaki atamalarla Gülen kadrolaşmasının sınırlı da olsa budanması, Erdoğan'ın "devlet içinde devlet"ten söz etmesi, aslında içten içe süren "siyasal rekabetin" artık saklanacak boyutunun kalmadığını göstermektedir.
Anayasa Mahkemesi'nin Gül'e "yeniden seçilme" hakkını öngören kararı, medyadaki deyimiyle "7+5" formulü, 2014'e doğru "Cemaat-AKP" geriliminin merkezine "cumhurbaşkanlığı seçimi"nin oturacağını gösteriyor.
"Parlamenter sistemin cumhurbaşkanlığı" ile "başkanlık sisteminin başkanlığı" tartışmasında, Gülen "tek adamlığa" karşı bir mevzide durduğundan, Gül'ün siyasal geleceği önem taşıyor. Bu çerçevede Gülen "dönmeyerek" Erdoğan'ın siyaseten puan kazanmasını engellediği gibi Türkiye'nin henüz kendisi için "tam da güvenli olmadığı" mesajını vererek, Erdoğan'a bir kez daha siyasi destek vermemiş oldu.
"Bu pilav daha çok su kaldırır" ama "Gülen'in dönmeyişi" önemli bir dönüm noktasıdır.
Kimin için mi? Zaman bize gösterecek?  

15 Haziran 2012 Cuma

ÇANKAYA ROTASI NETLEŞTİ...

Aylardan beri, Çankaya hakkında değişik senaryolar gündeme geliyordu. Zira Anayasa Mahkemesi'nde CHP'nin yaptığı itiraz, 28 Ağustos 2007'de "anayasadaki eski hükümlere" göre parlamento tarafından seçilen, ancak 2007 Ekim'inde yapılan referandumla "statüko değişikliği"ne  muhatap olan Cumhurbaşkanlığı makamının konumunu ilgilendiriyordu. Şöyle ki sayın Gül, 2007 yazında cumhurbaşkanlğına 7 yıllığına seçilmişti ve o zamanki mevcut hükümlere göre sadece 1 dönem görev yapabilirdi. Oysa Ekim referandumunda kabul edilen yeni hükümler, "cumhurbaşkanının halk oyuyla seçilmesi" ve görev süresinin "5+5" olması gibi bir biçimsel değişikliği getiriyordu.
Anayasa Mahkemesi'nin 15 Haziran 2012'de verdiği kararla, bu belirsizlik ortadan kalktı. Çünkü kimi uzmanlarca, Gül'ün 2012 Ağustos'unda, "yeni statüko" gereği, görev süresinin dolacağı ve bir nevi "erken cumhurbaşkanlığı seçimi"nin söz konusu olacağı belirtiliyordu. Bu da 2011 Haziran genel seçimlerindeki siyasal stratejisini , 2014'teki "cumhurbaşkanlığı seçimi" çerçevesinde hedefleyen Erdoğan'ın, "siyasal planları"nın altüst olması ve siyasette taşların "hazırlıksız biçimde" yerinden oynamasını getirecekti. Tüm endişe AKP'nin "Erdoğan'sız" kalması olasılığını barındırıyordu. Zaten Çankaya'da "Erdoğan dönemi"ne atfen getirilen "partili cumhurbaşkanı" formülü, "Özal'sız ANAP" ve "Demirel'siz DYP" deneyimlerinden yola çıkarak, "özene bezene" hazırlanmıştı.
Yüksek mahkeme, Gül'ün görev süresini 7 yıl olarak onaylayarak, Erdoğan'ın "2014 hedefleri"ni rahatlattı. Zaten o yüzden karar "mesai saatleri" içinde yani "borsa kapanmadan" ilan edildi. Bu piyasaları tedirgin eden değil, tam tersi rahatlatan bir karar oldu. Ancak kararın ikinci bölümünde, Gül'ün "ikinci kez" ancak bu sefer 5 yıllığına seçilebileceği hükmü var. "7+5" formülü, bir defalığına,  kağıt üzerinde de olsa gündeme gelmiş oldu. Bu önemli ve kayda değer bir boyutu ifade ediyor.
Teknik olarak Gül de, 2014'te "cumhurbaşkanlığına yeniden aday" olabiliyor. Ancak böylesine bir siyasal davranışın "Erdoğan'a rağmen" olması pek gerçekçi değil. Bununla birlikte, 2014'te Çankaya'ya çıkacak Erdoğan, hangi anayasal formülle görevini yapacaksa, Gül'ün de bir biçimde işlevsel kılınması gerekiyor. Eğer Gül'e "anayasal yollar" kapalı olsaydı, "siyaseten zorunlu emeklilik" gündeme gelecekken, "aday olmama özverisi", şimdiki sisteme göre "başbakanlık", eğer sistem değişirse belki de "güçlü bir dışişleri bakanlığı" seçeneklerini gündeme getirebilir.
Erdoğan'ın Çankaya hedefi ne kadar gerçekçiyse, "Gül'süz bir siyaset" kararının o kadar gerçekçi olmadığı değerlendirilebilir. Yüksek mahkemenin kararı, bir bakıma Gül'e 2014'te "siyasal minderde kalma" şansı bırakmıştır.
Erdoğan-Gül birlikteliği, Gül'ün siyasette kalması ile mümkün kılınabilir. Yoksa, "Gül'süz bir seçenek", AKP'de her ne kadar "partili cumhurbaşkanı" formülleri dillendirilse de "Erdoğan sonrası" gibi bir siyasal boşluk yaratabilir. Böylesine bir gelişmeyi, iki lider de "2023 hedefleri" zemininde istemez. Bir de Gülen faktörü var ki, Gülen ve cemaati de, "tek başına bir Erdoğan"dansa, Erdoğan-Gül ikilisini tercih eder... 

14 Haziran 2012 Perşembe

BİR DAKİKA...

TT Arena, AKP ve Gülen çizgisi açısından önemli bir "jübile toplantısı" oldu. Söz konusu "jübile" AKP için değil ama Gülen'in "koalisyon ortaklığı" zemininde, ilginç bir "jest"le sonlandı. Erdoğan Gülen'i Pensilvanya'dan yani ABD'de ikamet ettiği yerden çağırarak, çok önemli bir hamle yaptı. Şöyle ki, HSYK'nın Özel Yetkili Mahkemeler (ÖYM)'lerin savcıları hakkındaki kararı, henüz değiştirilmeyen ünlü "250. madde öncesi" yargıda Gülen'e önemli bir tasfiye olarak nitelendirilmişti. Bunun akabinde, daha geçenlerde AKP İstanbul İl Kongresi'nin yapıldığı stadda, Gülen'in Türkçe Olimpiyatları'nın düzenlenmesi, AKP'ye karşı  "önemli bir meydan okuyuş" olarak ifade edilmişti. Başbakan bizzat söz konusu toplantıya katılarak, Gülen'i Türkiye'ye davet ederken, artık fetişleştirilmiş Pensilvanya imgesini de somut hale getirmeyi hedefledi. Böylece Pensilvanya'daki "efsane", İstanbul'da bir "din büyüğü" haline getirilebilir miydi?
Sadece yargıda değil, emniyetteki atamalar da ele alındığında, AKP'nin artık Gülen'i de kontrol altında tutma, ABD'nin etkisini sınırlandırma arayışı olarak değerlendirilebilir.
Tam da bu çerçevede, Gülen'e "yeni talipliler" gündeme geliyor. Sağ ve Sol'da bu önemli gücün desteğinin alınması, "iktidar ve ikbal kapısı" olarak görülüyor. Sosyolojik, ekonomi-politik yaklaşımdan uzak bu tür "kolaycı" yaklaşımlar, AKP'ye karşı "gerçekten seçenek" olmaktansa, Temel Reis'in "Ispanak"ı ayarında bir takviye mucizesi ve beklentisinin arayışına giriyorlar.
Halbuki henüz koalisyonları çatlasa da AKP-Gülen ortaklığı sonlanmadı. Evet çelişkiler artıyor, Cemaat medyası AKP'ye yükleniyor ve olası bir "tek adam sistemi"nde "büyülü etkileri"nin kaybolacağını biliyorlar. Ancak koalisyon sonlanmadan arayışlara girenler, ciddi yanılgılar içinde. Zira Cemaat artık bir partiyi ele geçirmektense, "sistemin kurucu unsuru" olmayı tercih ediyor. Bu çerçevede "diğer talipliler" için ancak bir "payandalık rolü" gündeme gelebilir.
Türkçe Olimpiyatları'na gönderdiği mesajda CHP eski genel başkanı Baykal'ın Gülen'e övgü dolu sözleri, CHP İstanbul milletvekili Tunay'ın CHP'lilere adeta meydan okuyarak Gülen sempatisini ifade etmesi, Abant Toplantıları'nda Toprak ve Çakmak gibi parti yöneticilerinin bulunması ve sunum yapmaları, Kuşoğlu'nun Birlik Vakfı'nda konuşma yapması, CHP açısından tabanda karşılığı olmayan bir üstyapı arayışını betimliyor. Partiye "dışarıdan dizayn edilmeye" çalışılan Sarıgül de, "Gülen sevdalıları"ndan?  Sol seçeneği "Çarşaf açılımı"nda arayan kafa karışıklığı, şimdi de Gülen'le bir siyasal kazanım olacağını zannediyor.
Orada BİR DAKİKA... Bizler daha ölmedik...
CHP örgütü ve CHP'liler ayaktalar ve  yaşıyorlar...
Herkes hesabını bu çerçevede yapsın...  

13 Haziran 2012 Çarşamba

SOL SEÇENEK ARAYIŞI...

Türkiye'nin siyasal yaşamında "Sol seçenek" gittikçe bir "ütopyaya" dönüşüyor. Bu konuda mensup olduğum CHP'nin tarihsel analizini yapmakla başlamayacağım. Zaten gerek akademik makalelerimde, gerekse de "blog yazılarım"da bu konuda yeterli sayılabilecek değerlendirmelerim var.
Not düştüğüm yüzeyden anlaşılabileceği gibi, kimileri yüzünü ekşitse de, CHP Sol bir iktidar seçeneğinin akla gelen ilk ve en kitlesel yanıtı. Yapısal sorunları başka bir yazıda ele almak mümkün. Peki AKP'nin hegemonik ve otoriter düzeninde, Sol'un sadece CHP değil, Sosyalist Sol'a uzanan yelpazesinde bir umut var mı?
Marksist literatürde "lumpen" sayılan kesimlerin, "çarpık kentleşme" içerisinde, "Araf"ta kalan kültürel ve ekonomik arayışlarını, "avamlık" çerçevesinde agresif bir biçemle ortaya koymaları, Sol'u "değişim"den ziyade, "statüko"yu korumaya yöneltti. Aslında korunması talep edilen statüko, kentleşme ve kentsel değerler zemininde belirtildi. CHP'nin ve "Sol devrimci fraksiyonlar"ın katkısıyla oluşan "kent çeperlerindeki gecekondular", Sol'un değil, Siyasal İslam'ın "oy deposu" oldu. Zira varoşlar olarak anılan "kent çeperleri", sınıfsal bir bağlamda değil, "lumpen" bir refleksle, kendi "mülkünü" oluşturma hevesiyle motive olmuştu. 12 Eylül 1980 sonrası Sol siyasetlerin üzerinden "silindir geçince", oportünizm özellikle "kimlik siyaseti"yle kendisini ortaya koydu. Varoşlar, alt kimlik dayanışması temelinde etnik, mezhepsel ve dinci akımların "oy kaynağı"na dönüştü.
Sol tasfiye edilirken, feodalite kentin içinde, "toprak patronajı"nda değil, ancak kentin yağmalanmasında "dayanışma" ile kendini ifade etti. Hazine arazilerinin "kaçak yapılaşma" ile ele geçirilmesi, günümüzde Siyasal İslam vitrininde kent merkezinin diz çöktürülmesi gayretine dönüştü.
Reaksiyoner anlayışın bakışında Sol artık statükocu, İslamcılık ve etnikçilik "değişimci" idi.
Günümüzde Sol varoşlara "Sol ve sosyalist sloganlarla" değil, "çarşaf açılımı" ile ulaşmaya çalışıyor. Bu da varılan noktanın "çaresizliği" ve "Sol seçeneğin" içinin boşaltıldığını gösteriyor. Böylesine bir ortamda "yeniden inşa edilmeye çalışılan" kent merkezinde Sol'un konumu nedir? Düşünmek lazım...

10 Haziran 2012 Pazar

12 HAZİRAN TABLOSU:DURAĞANLIK

Demokratik siyasette aslolan seçimlerdir. Bu çerçevede özellikle genel seçimler, seçmenin temel tercihlerinde bir yenilenme, yıpranan siyasetin tazelenmesi ve yeni bir başlangıçtır.
Türkiye'de son üç genel seçim AKP'nin "seçim zaferleri"yle sonuçlandı. %34'den başlayan iktidar partisi, oylarını önce %47'ye sonra da %50 oranına çıkardı. Son bir yılda yapılan kamuoyu yoklamaları, siyasal tablo açısından statik bir görünüm ortaya çıkarıyor. İktidar partisi ve ana muhalefetin oyları, aradaki "oransal denge" değişmiyor. Diğer muhalefet partisinin de siyasal konumu, oy oranı açısından sabit kalıyor.
AKP-CHP-MHP bu zeminde temel siyasal aktörler olarak gözükse de, BDP, "bağımsız vekilleri" ile, siyasetin ezberini bozuyor, bölgesel siyasal gücünü parlamentoya bir şekilde aksettiriyor.
Peki TBMM'de siyasal partilerin "meclis grup toplantılarının yapıldığı gün" olan Salı'yı kasteden, "Salı toplantıları gerginliği" ile ifade edilen ortam kime yarıyor? Elbette iktidar partisine. Gergin siyaset, bu gerginliği siyasal yöntem olarak uygulayan AKP'ye yarıyor.
Sadece bu mu? Son bir yılda değişen siyasal manzarada, gerginlik alt başlıkları bir hayli fazla. "Kürtaj" ve "sezaryen" konuları daha çok taze olanı. "4+4+4" ile ifade edilen, 8 yıllık kesintisiz temel eğitimi bölen, kız öğrencileri "erken evliliğe", erkek öğrencileri "çıraklığa" yönelten, devlet okullarını sistemli olarak "yer yokluğundan" "imam hatiplere"dönüştüren sürece ne demeli?
Siyasal iktidarın uzlaşma aramadan "tek yanlı" yaptığı temel değişikliklerin yanısıra, yeni anayasa için TBMM'de kurulan komisyonu hiçe sayan; "başkanlık", "yarı başkanlık", en son da "partili cumhurbaşkanı" önerilerine ne diyeceğiz?
Öte yandan "tutuklu vekiller" konusunda, TBMM'deki diğer siyasal partilerin uzlaşmasına sırt çeviren AKP tavrını nasıl değerlendirmeliyiz?
Bir başka açıdan Gülen cemaatiyle kurulmuş asimetrik koalisyonun çatırdaması da, siyasal iktidarın kendisini "en güçlü" hissettiği an "en tedirgin" olduğu ve "tek adamlık" sistemine yönelmeye çalıştığı bir "can havlini" simgeliyor.
Tüm bunlara karşın siyasal barometre son bir yıldan beri durdu. Evet yanlış okumadınız, DURDU. Siyaset ekonomistlerin deyimiyle, üzerinde yaşadığı gergin ve polemiksel ortama karşın resesyona girdi. Durağan siyasetten kasıt, otoriterleşme eğilimi artan siyasal iktidarın oyları yerini koruyor, hatta hafif bir artış eğiliminde. Muhalefet partilerinin oylarında "artış eğilimi" gözlemlenmiyor. Durağanlaşan ekonomiyi, durağan siyaset bütünlüyor.
Genel seçimler, artık mevcut siyasal tablonun kendini devam ettirdiği, neredeyse rutin bir işleme dönüşüyor. AKP, 2014 yerel (eğer tarihini değişmezse), 2014 cumhurbaşkanlığı (anayasa mahkemesi ters bir karar vermezse) ve 2015 genel seçimleri konusunda eli rahat gözükse de, liderini partiden koparmadan bir "cumhurbaşkanlığı formülü" peşinde.
Böylesine bir yüzeyde depolitizasyon artıyor, siyasal aktörler figüranlaşma yoluna giriyor.
Siyasal tablonun değişme olasılığı gözükmez ve seçimler bu noktada "heyecan"ını kaybederse, hegemon siyaset varlığını pekiştirir. Durağanlık beraberinde siyaseti tıkar. 12 Haziran'ın birinci yılında "Batı yakasında yeni birşey yok"... 

8 Haziran 2012 Cuma

ÇATIRDAYAN KOALİSYON...

Otoriter sistem yerine en çok oturduğunu hissettiği anda, önemli bir siyasal rekabetin içinde kendisini buluverdi. AKP-Gülen Cemaati (hizmet) arasındaki asimetrik koalisyon çatırdadıkça, siyasetin acımasız kuralı işlemeye başlıyor. Emniyet bürokrasisi ve yargıdaki atamaların, kendisini hizmet olarak nitelendiren Cemaat'e yönelik bir "tasfiye" hareketi olarak değerlendirilmesi, Erdoğan'ın özellikle MİT soruşturmasında bizzat kendisinin "hedef" alındığını söylemesi, genelkurmay eski başkanının tutukluluk halini ve toplu tutuklamaları eleştirmesi, Gülen'i en çok öven Arınç'ın RTÜK'ü tenkit etmesi, bir ortaklığın tasfiye halinde olduğunu gösteriyor.
Cumhurbaşkanlığı seçimi üzerindeki anayasal değişiklik hazırlıkları, başkanlık ya da yarı başkanlık seçimi önerileri, "tek adamlık" olasılığı, "hizmet" yapılanmasını rahatsız etmeye başladı. Bu çelişkilerden bir siyasal dönüşüm çıkar mı? Çok erken. Zira seçenek olarak yükselen bir siyasal muhalefet henüz kaydedilmiyor. Kastımız bir siyasal iktidar değişikliği ihtimalinin ufukta görünmediğidir. Ancak bununla birlikte, Parti-Cemaat koalisyonun yapısal bir krize sürüklenmesi, siyasal alanda önemli bir zafiyeti ortaya çkarmaya başladı.
Cemaat'in sadece AKP'yle değil, liberaller ile de yeni bir noktaya sürüklendiği, AKP'ye karşı en azından bir bölümüyle beraber "dolaylı bir muhalefete" giriştiği de kaydedilebiliyor...
Henüz koalisyon tam olarak sonlanmasa da, yaşanan süreçte, "Cemaatsiz bir AKP" varsayımı, Erdoğan'ın "parti liderliği, cumhurbaşkanlığı ve hükümet başkanlığını" tekelinde toplaması iddiaları, Cemaat'in yargı ve bürokrasideki yapılanmasının konsolide olma durumu, ilginç bir siyasal düğümü ortaya koyuyor.
ABD'de bazı Cemaat okulları hakkındaki soruşturma, AKP-Obama ittifakının üzerine yükselen misyon, şimdilik Cemaat'in elindeki gücü tamamen kaybetmese de gerileyeceğini gösteriyor. Ama unutulmamalıdır ki, Cumhurbaşkanlığı seçimi ve anayasal değişiklik konularında, koalisyon ortakları "karşı karşıya" gelebilir. 

5 Haziran 2012 Salı

LİBERALLERİN HAZİN ÖYKÜSÜ...

Son günlerde "liberal" etiketli elitlerden ardı ardına siyasal iktidar aleyhinde demeçleri okuyunca , öncelikle  2010'da yazdığım "Liberal Faşizmin Siyasal İslam Serüveni" başlıklı yazımı tekrar yayınlayacaktım.  http://www.hasturktv.com/arsiv/597.htm.
Ancak "ben demiştim" kolaycılığına düşmeden, "liberaller" adıyla Türk siyasal-toplumsal yaşamında "nam salan" yazar-çizer takımının geldiği noktayı "ibretle" bir kez daha gündeme getirmek istedim.
Sözkonusu "sayısı az etkisi fazla" mini topluluğun, bugünlerde moralleri bozuk.. Bir kısmı şaşkınlık, bir kısmı kızgınlık, bir kısmı aldatılmışlık, az bir kısmı da mahçubiyet içinde. Ancak "mahçubiyet" pek fazla yok. Zira mahçup olmak yani utanmak bir erdemdir. Son seçimlerde bile, Asmalımescit'te şimdi yasaklanan içki masalarında, seçim sonuçları geldikçe, "Oh CHP'ye iyi oluyor" diyen bu zevat, iştahla alkışladıkları "toplu tutuklama" yöntemlerini içeren iddianamelerin yeni versiyonlarında kendi adlarını görünce hüsrana uğradılar. Kimi tutuklandıklarında, "Oh iyi oluyor" dedikleri Kemalistler gibi henüz tutuklanmasalar da, sanık olmanın dışında, çalıştıkları gazeteler ya da TV'lerden kovuldular.
Oysa böyle mi olacaktı? Kemalizm, bürokratik ve askeri vesayetin ideolojisiydi? Vesayet tasfiye edilince, Siyasal İslam'dan "sivil demokrasi" çıkacaktı. Cumhuriyet'in kurucu değerlerini, NATO doktrinlerindeki "askeri darbelerin ideolojisi" olarak sunma kolaycılığı, rahmetli Ecevit'in deyimiyle "modacı aydınlar"ın takıntısı haline geldi.
"1968 kuşağı" olma ortak parantezi, bol diplomalı, bol maceralı bu arkadaşlara "dokunulmazlık" sağlamıştı. Ne o zaman marksisttiler, ne şimdi liberaller. Zaten partisi olmayan bir düşünce akımı olur mu? Hem de liberalizm gibi ciddi bir ideoloji, bu tür bir konjonktürel sapmaya izin verir mi?
Türkiye aydınlanmasına yani Kemalizm'e burun kıvıran, Siyasal İslam'la koalisyon yaptığını zanneden halbuki araçsal bir nitelik taşımaktan öteye geçemeyenler, post-modernizme teslim oldular. Bu çerçevede "küresel muhafazakarlığın gönüllü payandası" oldular. Ne var ki Siyasal İslam'ın "sonradan liberaller"le işleri bitti. Halbuki kendileri, Gramsci'nin tarif ettiği yeni paradigmanın "organik aydınları" olacaklarını düşlemişlerdi.
Yeni düzenin "yanaşmaları" olduklarını kavrarken, dışlandıklarını anladılar. Otoriter rejimin akıl hocalığına kaş kaldırarak ve aşağılayarak yön vermeye çalıştıkları "avamlığın" hücumlarına kendileri de uğrayınca son vermek zorunda kaldılar. Her din kutsaldır. Ancak din siyasete alet edilince, ortaya başka birşey çıkıyor. Siyasal İslam total bir ideoloji olarak, tuvalet yapma usülünden, cinsel ilişki yöntemleri ve yemek yeme biçimine kadar, yaşamın her alanına karışan ve bu karışmadan rahatsız olmayan tam tersi rahatsız olandan rahatsız olan bir tahammülsüzlüğü gücü tamamen eline geçirince, kendi toplumunu yaratma konusunda ilerleyince ve siyasal üst yapıyı tamamlayınca ortaya koydu. Totalden demokrasi çıkmıyordu. Liberaller afalladı. Bir bakıma engin tarih bilgilerini, obsesif körlükleriyle unutmuşlardı...
Ama iş işten geçti. Hazin öykünün sonunda, uğraştıkları Kemalistler'le benzer bir kaderi yaşayabilirler...