2010 sonlarında Tunus'tan başlayarak, 2011'de Mısır, Libya, Yemen gibi ülkelerde rejim ya da lider değişikliğiyle sonuçlanan olaylar, oryantalist bir mantıkla "Arap Baharı" olarak nitelendirilmişti. Bu "bahar" nitelemesi, konuyla ilintili olmasa da, "Prag baharı" nı mı çağrıştırarak iliştirildi? Bilinmez.
Dikkat edilecek olursa, Arap ülkelerindeki "değişim"de asıl damga vuran ülke Mısır oldu. Zira, ABD'nin özellikle Camp David'ten sonra bölgedeki "değişmezleri", Türkiye, İsrail, Suudi Arabistan, Ürdün ve Mısır olarak yapılandı. Aslında Mısır da, Batı savunma konseptinin içinde, 1952'ye kadar yer alıyordu. Ancak Nasır'ın "Hür Subaylar" cuntasıyla, SSCB müttefiki olmuş, 1973'te Sedat'ın liderliğinde SSCB yanlılığı sürse de, 1978 Camp David'le, Batı sistemine Sedat'ın liderliğinde dönmüştü. Nasır'ın 1956 Süveyş Krizi'nde, "politik zafer"ine karşın, askeri başarısızlığı, 1967 savaşında yine İsrail'e karşı yaşanan hüsran, Sedat'ın göreve geldikten sonra Yom Kippur'da "İsrail'le savaş deneyimi ve yenilgisi", sonunda İsrail'i tanımayı içeren ve Mısır'ın 1973'de İsrail işgaline giren Sina Yarımadası'nı "kurtarma" maddelerini içeren Camp David Anlaşması yani Mısır-İsrail barışıyla sonuçlandı.
Sedat'ın İsrail'i ziyaret etmesi, İsrail parlamentosu Knesset'te konuşma yapması, İsrail'i tanıyan "ilk Arap ülkesinin lideri" olması, Sedat'ın İslamcı militanlarca "suikast"e uğramasıyla sonuçlandı. Ancak cuntanın diğer bir sonraki seçeneği Mübarek, İsrail'le başlayan süreci sonlandırmadı, bununla birlikte, iki ülke arasındaki ilişkileri "Soğuk Barış" yüzeyine oturttu.
2011'de Mübarek'in devrilmesi, "Tahrir"le açıklandı. Bu bir yere kadar doğrudur. Ancak rahmetli Attila İlhan'dan esinlenerek, "Hangi Tahrir" sorusunu kurcalamak lazım. Mısır'da Ergin Yıldızoğlu'nun deyimiyle, "çalınan bir devrim" var. 2010'un sonunda Kuzey Afrika ve Doğu Akdeniz'de pekişen olaylarda, ekonomik ve toplumsal krizlere karşın, "yiyecek ekmek bulamayan" kitleler, "kaybedecek birşeylerinin olmaması" refleksiyle harekete geçtiler. Sünni Arap rejimlerinde geleneksel olarak belirginleşen "Ululü Emre itaat" yani "hükümdar zalim olsa da biat ediniz" anlayışı altüst oldu.
Gelgelelim, "çalınan devrim", en örgütlü gücün yani İslamcı İhvan'ın eline geçti. "Tahrir kaçağı" olan örgüt, devrimi sulandırmakla kalmadı, İslamcı iktidarın altyapısını buradan başlayarak kurdu. Ancak İhvan'ın "iktidar ortağı", Mübarek'i "zorunlu emekli" eden Cunta oldu. Tantavi liderliğindeki Cunta, cumhurbaşkanlığı seçim sonuçlarının açıklanmasından önce, parlamento seçimlerini geçersiz saymakla kalmadı, neredeyse "son gün", cumhurbaşkanının yetkilerini tırpanladı, simgesel düzeye indirgedi.
Böylece İhvan-Cunta denklemi bir "zoraki koalisyon"dan öte, "koahibisyon" yani "birlikte yaşama"ya dönüştü. Bunun bir örneği Fransa'da Mitterand-Chirac sürecinde Fransa'da görüldü ama söz konusu örnek "demokratik bir yapıda"ki siyasal rekabeti ifade ediyordu. Ancak Mısır'daki koahibisyon, askeri rejim-İslamcı rejim taraftarlarının birbirini "yok edecek" bir bilek güreşini betimliyor.
Şimdilik Cunta avantajlı. Obama, hala İhvan'la Ortadoğu'da bir "eksen" kurabileceğini düşlüyor. Mısır'ın ABD açısından konumu İsrail'le barışı simgeleyen Camp David sürdüğü sürece devam eder. Bu denklem, eğer İhvan tarafından zorlanırsa, oyundaki kartlar yeniden dağıtılır.
Üstelik Mübarek'in son başbakanı Şefik, İhvan'ın seçilen adayı Mursi'nin %52'lik oyuna karşılık, %48 oy almış, "liberaller"in de desteğini kazanmıştır. Ve "kaybeden blok" ezilmemiş, "kafa kafaya" bir skorun sahibi olmuştur.
İhvan bu anlamda "Cunta" dışında, güçlü bir muhalefet bloğu ile de karşı karşıyadır. O yüzden Ortadoğu'daki İhvan zamanı kısıtlı bir ortamda, Batı'yla ve iç muhalefetle yaşanan gel-gitlerle kaderini belirleyecek ve BAAS'ın yerini ikame etmeye çalışacaktır.
Dikkat edilecek olursa, Arap ülkelerindeki "değişim"de asıl damga vuran ülke Mısır oldu. Zira, ABD'nin özellikle Camp David'ten sonra bölgedeki "değişmezleri", Türkiye, İsrail, Suudi Arabistan, Ürdün ve Mısır olarak yapılandı. Aslında Mısır da, Batı savunma konseptinin içinde, 1952'ye kadar yer alıyordu. Ancak Nasır'ın "Hür Subaylar" cuntasıyla, SSCB müttefiki olmuş, 1973'te Sedat'ın liderliğinde SSCB yanlılığı sürse de, 1978 Camp David'le, Batı sistemine Sedat'ın liderliğinde dönmüştü. Nasır'ın 1956 Süveyş Krizi'nde, "politik zafer"ine karşın, askeri başarısızlığı, 1967 savaşında yine İsrail'e karşı yaşanan hüsran, Sedat'ın göreve geldikten sonra Yom Kippur'da "İsrail'le savaş deneyimi ve yenilgisi", sonunda İsrail'i tanımayı içeren ve Mısır'ın 1973'de İsrail işgaline giren Sina Yarımadası'nı "kurtarma" maddelerini içeren Camp David Anlaşması yani Mısır-İsrail barışıyla sonuçlandı.
Sedat'ın İsrail'i ziyaret etmesi, İsrail parlamentosu Knesset'te konuşma yapması, İsrail'i tanıyan "ilk Arap ülkesinin lideri" olması, Sedat'ın İslamcı militanlarca "suikast"e uğramasıyla sonuçlandı. Ancak cuntanın diğer bir sonraki seçeneği Mübarek, İsrail'le başlayan süreci sonlandırmadı, bununla birlikte, iki ülke arasındaki ilişkileri "Soğuk Barış" yüzeyine oturttu.
2011'de Mübarek'in devrilmesi, "Tahrir"le açıklandı. Bu bir yere kadar doğrudur. Ancak rahmetli Attila İlhan'dan esinlenerek, "Hangi Tahrir" sorusunu kurcalamak lazım. Mısır'da Ergin Yıldızoğlu'nun deyimiyle, "çalınan bir devrim" var. 2010'un sonunda Kuzey Afrika ve Doğu Akdeniz'de pekişen olaylarda, ekonomik ve toplumsal krizlere karşın, "yiyecek ekmek bulamayan" kitleler, "kaybedecek birşeylerinin olmaması" refleksiyle harekete geçtiler. Sünni Arap rejimlerinde geleneksel olarak belirginleşen "Ululü Emre itaat" yani "hükümdar zalim olsa da biat ediniz" anlayışı altüst oldu.
Gelgelelim, "çalınan devrim", en örgütlü gücün yani İslamcı İhvan'ın eline geçti. "Tahrir kaçağı" olan örgüt, devrimi sulandırmakla kalmadı, İslamcı iktidarın altyapısını buradan başlayarak kurdu. Ancak İhvan'ın "iktidar ortağı", Mübarek'i "zorunlu emekli" eden Cunta oldu. Tantavi liderliğindeki Cunta, cumhurbaşkanlığı seçim sonuçlarının açıklanmasından önce, parlamento seçimlerini geçersiz saymakla kalmadı, neredeyse "son gün", cumhurbaşkanının yetkilerini tırpanladı, simgesel düzeye indirgedi.
Böylece İhvan-Cunta denklemi bir "zoraki koalisyon"dan öte, "koahibisyon" yani "birlikte yaşama"ya dönüştü. Bunun bir örneği Fransa'da Mitterand-Chirac sürecinde Fransa'da görüldü ama söz konusu örnek "demokratik bir yapıda"ki siyasal rekabeti ifade ediyordu. Ancak Mısır'daki koahibisyon, askeri rejim-İslamcı rejim taraftarlarının birbirini "yok edecek" bir bilek güreşini betimliyor.
Şimdilik Cunta avantajlı. Obama, hala İhvan'la Ortadoğu'da bir "eksen" kurabileceğini düşlüyor. Mısır'ın ABD açısından konumu İsrail'le barışı simgeleyen Camp David sürdüğü sürece devam eder. Bu denklem, eğer İhvan tarafından zorlanırsa, oyundaki kartlar yeniden dağıtılır.
Üstelik Mübarek'in son başbakanı Şefik, İhvan'ın seçilen adayı Mursi'nin %52'lik oyuna karşılık, %48 oy almış, "liberaller"in de desteğini kazanmıştır. Ve "kaybeden blok" ezilmemiş, "kafa kafaya" bir skorun sahibi olmuştur.
İhvan bu anlamda "Cunta" dışında, güçlü bir muhalefet bloğu ile de karşı karşıyadır. O yüzden Ortadoğu'daki İhvan zamanı kısıtlı bir ortamda, Batı'yla ve iç muhalefetle yaşanan gel-gitlerle kaderini belirleyecek ve BAAS'ın yerini ikame etmeye çalışacaktır.