14 Ağustos 2014 Perşembe

ABD'NİN IŞİD OPERASYONU...

9 Ağustos 2014'ten beri süren ABD'nin IŞİD'e yönelik hava operasyonları sürüyor. 14 Ağustos gündemine ise, Sincar bölgesine İngiliz SAS komandolarının indirildiği, (http://www.hurriyet.com.tr/dunya/27004347.asp) kısa zamanda IŞİD bitmese de durdurulduğu, ancak operasyonel harekatın ucunun açık olduğu Beyaz Saray tarafından ifade edildi. (http://www.wsj.com.tr/article/SB10001424052702303996604580083171095004334.html)
Bu bağlamda dikkat edilirse, ABD operasyonları, IŞİD'in Suriye'deki varlığına karşı değil, Irak'taki kazanımlarına karşı gerçekleştirildi. Bunda en önemli itici güç, 2014 Haziran'ında IŞİD'in Musul'u ele geçirmesi, akabinde Irak Kürdistan Bölgesel Yönetimi'ne yönelmesi ve bu bölgenin başkenti Erbil'i hedef alması oldu.
Peki ABD'nin "kırmızı çizgisi" ne idi? Biraz önce ele aldığımız biçimiyle, petrol alanları ve güzergahlarının korunması, Barzani bölgesinin siyasal konumunun sürüdürülmesi olarak yorumlanabilir. Irak'ta Maliki'nin başbakanlığının ABD-İran uzlaşmasıyla sona erdiği bu günlerde, en azından kısa vadede, merkezi Irak yönetimi ile Barzani'nin IŞİD ilerlemesine karşı ortak bir tavır sergilemesi, bölgedeki yeni gelişme olarak göze çarpıyor. ABD'nin Aralık 2011'de çekildiği Irak'a, Ağustos 2014'te dönmesi sözkonusu mu? Bu tür bir analiz, konuyu saptırmak olur. ABD, Irak'tan çekildikten sonra, Kürt bölgesi ve enerji kaynaklarını riske atacak hamlelere karşı askeri reaksiyon gösterirken, Suriye'deki IŞİD varlığına karşı harekete geçecek mi? Tam da bu aşamada, Suriye'de Mart 2011'den beri süren durumu anlamak gerekmektedir. ABD, Esad'ın devrilmesi uğruna, bölgedeki müttefiklerini de harekete geçirerek, IŞİD'in parasal, askeri gereksinimlerinin karşılanmasına göz yumdu. Türkiye sınırının Suriyeli mülteci akınıyla belirsizleştiği aşamada, IŞİD militanlarının Türkiye'de eğitim aldıkları iddiaları, Reyhanlı saldırısında yaşananlar, IŞİD militanlarının Türkiye'de tedavi gördüğü savları nedense 2013'ten sonra daha fazla konuşulmaya başlandı.
Zira ABD yönetimi, kısa vadede Esad'ın "kalıcı" olduğunu görürken, Suriye-Irak derinliğinde Sünni Arap coğrafyasında ilerleyen IŞİD, ABD menfaatlerini zedelemeye başlayınca, önlem alma gereğini hissetti. . Kontrol edilemeyen istikrarsızlık alanı, Doğu Akdeniz'den Basra'ya uzanan bir "devletsiz coğrafya"da, "yaşam alanı" ve "son adım stratejisi" net olmayan bir çerçeveyi ortaya koydu.
ABD, Ağustos 2014 itibarıyla, IŞİD'in daha da ilerlemesini engelleyerek, "dokunulmazları"nı sergiledi. Türkiye ise, kendisi hakkındaki savları azaltan bir "politika değişikliği" ile IŞİD ve Nusra Cephesi'ni "terörist" olarak nitelendirse de, Katar ile birlikte IŞİD'le ilgili suçlamalarda, uluslararası kamuoyunda teşhir direğine asılmaya çalışıldı.
İsrail'in Hamas'a yönelik operasyonunda, Mısır aracılığıyla "ateşkes" denemeleri yapılırken, ABD bölgede şimdilik Suriye hattında hareketsiz kalmakta, Irak'ta ise, IŞİD'in Batı-Orta Irak zeminindeki Sünni Arap yapılanmasına karşı, bir "kontr-mevzi" kurmaya gayret etmektedir.
IŞİD'in Türkmen ve Yezidiler'e karşı soykırım denemelerini durdurma adına , ABD "insani felaketleri önleme" konseptine tekrar sarılmakta, 1995'te Bosna, 1999'da Kosova'da NATO kimliğindeki benzer gerekçeli harekatların uzantısını, 2014'te sınırlı bir bakış açısıyla IŞİD'e yöneltmektedir.
Peki Irak'ta şimdilik duran IŞİD, Suriye'de ne yapacaktır? ABD, bölgede yeni operasyonları gündeme getirecek midir? Yoksa ABD, "kırmızı çizgilerinden" uzaklaşan IŞİD'i bölgesel bir realite olarak mı kabul edecektir? Barzani'nin Kürt bölgesi ve peşmergeleri ile, Rojava'daki PYD ve askeri uzantısı YPG, PKK'nin HPG'si, "genişletilmiş Kürdistan"ın takviyeli Kürt ordusu olarak, IŞİD'i ve bölgedeki diğer unsurları geriletecek midir? Büyük Kürdistan ete kemiğe bürünecek midir?
En önemlisi, Suriye'nin kaosuna yatırım yapan bölgedeki ABD müttefikleri, yeni gerçeklere çabuk ayak uydurabilecek midir?
Tüm bu sorularda aranan yanıtlar, ABD'nin IŞİD operasyonunun şifrelerini vermektedir...    

13 Ağustos 2014 Çarşamba

"YENİ AKP" "2001 RUHU"NA KARŞI...

Medyaya yansıyan habere göre, iktidar partisi AKP, Cumhurbaşkanı seçilen genel başkanına, "veda resepsiyonu"na hazırlanıyor. (http://www.hurriyet.com.tr/gundem/26995573.asp)  Sözkonusu toplantının ilginç bir rastlantısal durumu var. Zira, 14 Ağustos 2001, AKP'nin 13. kuruluş yıldönümü. Bir yandan, kurucu genel başkanı ve başbakanını Çankaya'ya seçtirmek, öte yandan kendi içinden 2. defa bir Cumhurbaşkanı çıkartmak, iktidar açısından "çifte kutlama"yı beraberinde getiriyor. Bu bağlamda, AKP açısından ilk kez birtakım tartışmalar gündeme geliyor. Sözgelimi, 28 Ağustos'tan sonra, tekrar partisine döneceğini açıklayan 11.Cumhurbaşkanı Abdullah Gül'ün yeni dönemdeki konumu merak ediliyor. Öte yandan, Arınç ve çevresi tarafından "yeni yetmeler" olarak nitelendirilen, "sonradan olma AKP'li" olarak adlandırılan, Başbakan'ın "yakın çevresi"nin, Gül'e karşı siyasal tavırları irdeleniyor. Partinin olağanüstü kongrresinin, 27 Ağustos'a denk getirilmesinin, Gül'ü "Çankaya sonrası" engelleme girişimi olarak yorumlayanlar da var. Bu zeminde, "yeni AKP'lilerin" adayının da, Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu olduğu söyleniyor. (http://www.cumhuriyet.com.tr/haber/siyaset/105149/AKP_krizinde_3._olasilik.html)
Erdoğan'ın, seçimlere katılma oranıyla koşut olarak, %51.7 ile Çankaya'ya çıkması, "gönlündeki başkanlık ya da yarı başkanlık" hayalini somutlaştırmayı ertelediği gibi, en büyük çelişki de 2015 Haziran seçimlerine giderken görülüyor. "Düşük profilli" genel başkan ve başbakanla, AKP'nin alacağı oyların azalması, parlamentoda 330 milletvekilinin altında kalma olasılığı, başkanlıkla ilgili muhtemel bir "anayasa değişikliği referandumu"nu suya düşürüyor. Bununla birlikte, "yüksek profilli" bir genel başkan ve başbakanla, 330'un üstünde bir sandalye kazanılsa da, bu tablodaki bir siyasi liderin, anayasada başkanlık ya da yarı başkanlığa giden bir değişikliğe izin vermesi olanaksız gözüküyor. Zira bu bir anlamda, siyaseten intihar anlamına geliyor. Konuşulan senaryolar elbette çoğaltılabilir. Ancak siyasal muhalefet açısından en büyük handikap, iktidar içindeki "bölünme ya da çatlamaya" umut bağlanmasıdır. Türkiye'de Sağ'ın "pragmatizm dolu" geçmişinde, yaşanan pek çok siyasal krizin, tahmin edilemeyen uzlaşmalarla sonuçlandığı hatırlardadır.
Bir başka açıdan ise, AKP'nin eski yöneticilerinden Dengir Mir Mehmet Fırat'ın Rusya'nın Sesi'ne,12 Ağustos'ta verdiği mülakatta ilginç ipuçları yakalanmaktadır. (http://turkish.ruvr.ru/news/2014_08_12/Turkiyeyi-sicak-bir-gundem-bekliyor/ )
AKP'nin siyasal seçeneğinin, AKP'de, "2001 ruhu"na benzer, bir siyasal uzlaşmayla ortaya çıkabileceği, Fırat'ın demecinden anlaşılmaktadır. Fırat konuşmasında, "2001 ruhu" ifadesini kullanmasa da, "yeni bir AKP"nin, AKP'ye alternatif olabileceğini düşünmektedir. "Yeni AKP"yi ise, "merkez" ya da "merkez Sağ" başlıklarıyla tanımlamaktadır.
Kurulduğu yıldan bir sene sonra iktidara gelen, 2002'den beri, 3 genel, 3 yerel seçim, 2 referandum ve 1 Cumhurbaşkanlığı seçimini, sandıkta kazanan AKP, toplamda 9 seçim kazanmıştır. Haziran 2015'te ise, 10 seçim zaferini hedeflemektedir.
Ne var ki, 10. seçimde baraj, 276 değil, 330'dur. Anayasayı değiştrecek güce ulaşamayacak bir AKP, mevcut parlamenter sistemin prosedürleri içinde, Çankaya'daki kurucu, karizmatik lideriyle bir denge kurmaya çalışacak, bundan sonra, partinin içindeki tartışmalara, kamuoyu daha çok kulak kabartacaktır. Bu çerçevede, iki tür "yeni AKP" ihtimali zihinlere gelmektedir. Birincisi, AKP içindeki "yakın çevre"nin, yeni partililerin desteklediği "yeni AKP", diğeri de Fırat'ın ifadesiyle, AKP'nin dışında kurulacak bir "yeni AKP"dir. Bu tartışmalarda, "2001 ruhu"na geri dönüş mü, "yeni AKP" mi derken, arayışlar yine Sağ'ın içinde belirtilmektedir. Tanıl Bora'nın tanımıyla Türk Sağı'nın "üç hali", milliyetçi, muhafazakar ya da İslamcı bir yüzeyde, hepsini kapsayan mı, yoksa ayrıştıran bir çerçevede mi ikame edilecektir?
2007'den sonra hegemonlaşan ve otoriterleşen AKP'ye karşı, "daha ılımlı bir AKP" mi inşa edilmeye çalışılacaktır? Bu arada, 2015 Haziran'da sayıları 72 ile ifade edilen, 3. dönemleri dolan  "eski AKP"liler, "olası küskünler" mi olacak, yoksa "kol kırılıp, yen içinde kalsa da", kırılgan bir meclis grubunun, farklı kliksel yaklaşımların arenası haline mi gelecekler. Bu soruyu bir yere kaydetmek lazım.
Ana muhalefette ise, "Sağ'a açılma" siyaseti, eleştiri konusu olurken, tüm bir siyasal rekabet, Sağ'ın değişik unsurları içinde mi vaziyet alacaktır, yoksa CHP başta olmak üzere tartışmalardan yola çıkarak, Sol seçenek, bu sefer gerçekten ortaya konulacak mıdır? 10 Ağustos 2014'te %9.76 oy alan Demirtaş akla geldiğinde, CHP milletvekili Melda Onur'un ifadesiyle, "Sol'da yeni lider" olarak lanse edilen Demirtaş'ın öncülüğünde, "Sol'da yeni yapılanma", Kürt hareketi ile Sosyalist Sol'un ittifakıyla mı ele alınacaktır?
Tekrar AKP'ye dönersek, Sağ siyasetlere duyulan ilgi, AKP'nin kendi içinde ya da AKP'ye karşı "yeni AKP" rekabetinde bir kısır döngüyü ortaya koymaktadır. AKP'nin AKP'ye karşı "çözüm" olarak algılandığı bu günlerde, 2015 Haziran'ında bir "siyasal değişim"in gerçekleştirilmesinden çok, iktidar ve muhalefette, "parti içi iktidar mücadeleler"in öne çıkacağı bir tablo yaşama geçmektedir.
O yüzden siyasal tahminler, AKP'nin siyasal vesayeti içinde yapılmakta, anlamlandırılmaktadır.
Kısır döngüyü aşacak bir siyasal dönüşüm, şimdilik siyasal zeminin uzağındadır...  

11 Ağustos 2014 Pazartesi

SİYASETİN SARMALI?

10 Ağustos 2014'te yapılan Cumhurbaşkanlığı Seçimi'nde, YSK'nın resmi olmayan kesin sonuçlarına göre, AKP Genel Başkanı ve Başbakan Erdoğan, Türkiye'nin 12.Cumhurbaşkanı seçildi. 1982'de anayasa oylamasıyla birlikte ve 'tek adayla' yapılan seçimler sayılmazsa, ilk kez  sandık yoluyla Cumhurbaşkanı seçimi gerçekleştirildi.
2007'de '367' kriziyle, Cumhuriyet mitingleri ve "e-muhtıra" eşliğinde, erken genel seçimlere gidilmesi sürecinde, iktidar partisi AKP, seçimlerden sonra yapılan anayasa değişikliği referandumuyla, hem Cumhurbaşkanı'nın görev süresini 7 yıldan 5 yıla indirdi, hem de ikinci kez seçilmesinin önünü açtı.
28 Ağustos 2007'de seçimle yenilenmiş parlamento Gül'ü Cumhurbaşkanı seçerken, 7 yıl sonra yine bir Ağustos ayında seçimlerin yapılacağı biliniyordu. 2002'den beri iktidarda olan AKP, 2003'ten beri başbakanlık görevini sürdüren Erdoğan, 2002-2007 yıllar içerisinde, AB ve IMF çıpalarıyla Türkiye'yi yönetirken, 2007'de Çankaya'nın da kendi siyasal tekeli içine girmesiyle, otoriter ve hegemon eğilimlerini, daha baskın bir biçimde ortaya koymaya başladı. Siyasal iktidar 2002-2014 arasında, 3 genel, 3 yerel, 2 referandum ve 1 Cumhurbaşkanlığı seçimi kazandı. 9 seçim kazanmanın verdiği özgüvenle, Erdoğan'ın Çankaya'daki mesaisinde, fiilen yarı başkanlık ya da başkanlık sistemini yaşama geçireceği tahmin ediliyor. Aslında fiili süreci, resmileştirmek açısından elbette bir 'kapsamlı anayasa değişikliği' planı var. Ne var ki, Erdoğan, seçimleri %51.7 ile 1.turda kazanmış olsa da, Haziran 2015 genel seçimlerinde, anayasal barajın aşılması önünde zorluklar gözüküyor. Zira, 10 Ağustos'ta katılımın düşük olması, miktar açısından çok değişmeyen oyları, oransal olarak arttırdı, bir başka açıdan, katılımın yüksek olacağı bir genel seçimde, sözkonusu oranın düşmesi, tahminler içinde yer alıyor.
Gelelim ana muhalefet cephesine. 2 turlu seçimlerin genel karakteristiği, seçim ittifaklarının 2. tura bırakılması zemininde kendini ifade eder. 1. turda, aday ya da partiler, seçime 'kendileri' olarak girerler. 2. turda, fiilen bir ittifak vücuda gelir. Yıllar önce Fransa'da Chirac'ın 2. turda Sol'dan oy almasının mantığı buna dayanıyordu. Dayanışma ise özellikle Le Pen'in 'Ulusal Cephesi'ne karşı ortaya konuluyordu. Sol seçmen, Cumhuriyet değerleri ve demokratik tepkiyle, oylarını Merkez Sağ'daki Chirac'a vermek durumunda kalmıştı.
Türkiye'de ise, Erdoğan'a karşı, CHP-MHP hattında beliren ittifak, 1. turda ilan edildi. Bu aslında, daha 1. turda yenilgiyi kabullenmek anlamına geliyordu. CHP seçmenine yönelik "tıpış tıpış oy vermeye gidecekler" yorumu, konuyla doğrudan bağlantılı olmasa da, Demirel'in 1991 genel seçimlerindeki "hamsi kavağa çıkar mı" sözünü anımsattı.
Bir başka açıdan ise, seçim sonuçları üzerinden analizler yapılırken, seçimin ihalesinin "yazlıkçı ve boykotçulara" bırakılması, ilk öfkeyle çok tatlı gelebilir. Hatta bir nevi "günah keçisi" bulunarak, bir dahaki seçimlere kadar "parti içi iktidar" korunabilir. Ancak en kritik viraj da tam burada başlar. Kendi seçmeniyle sorunlu, kavgalı bir parti profili çizmek ne kadar akılcıdır? Siyasal partilerin en temel kriterlerinden biri, kendi örgütünü ve seçmenini mobilize edebilmektir. Seçmeni suçlayarak, siyaseten bir çıkış bulunabileceğini ummak, pek akıl karı gözükmemektedir. Parti tabanına "rağmen" bir aday belirlemenin siyasal faturası elbette ağır oldu. Siyasette Ecevit'in "iki artı iki dört etmez" sözünü hatırlayalım. İhsanoğlu'nun aldığı oy, CHP-MHP'nin 30 Mart 2014 yerel seçimleri toplamının altında kaldı. Nedeni ise, siyaset aritmetik toplam değildir. Gerçekten bir 'sinerji' yakalanıyorsa, toplamın üzerinde rakam da, güç te elde edilir. Yoksa, siyaseten durağanlık içine girmek kaçınılmaz olur. Öncelikle, değişime inanan bir siyasal iradenin ete kemiğe bürünmesi gerekir. 'Kaybetmemek' üzerine bir siyasal strateji kurulmaz. Siyaset hep 'kazanmak' üzerine inşa edilir. Önceki dönemlerde benzer hataların yapılması, bugünü haklı kılmaz. Önemli olan, bugün doğruyu yapmak, yanlıştan kendini ayırabilmektir.
HDP adayı Demirtaş'ın Türkiye ortalamasının üzerine çıkan oyu açısından, kısa vadede yorum yapmak, pek isabetli olmayabilir. Ancak Kürt siyasetinin 'sosyalist Sol'la Batı'dan da oy alabilecek bir aşamaya gelmesi, CHP'nin muhalefetteki 'siyasal konumu'nu zorlama olasılığını içermektedir. 2015 ya da sonrası, bu çerçevedeki tartışmalara gebedir.    
Her seçimin bir muhasebesi vardır. Kurultaylar ille de, kısır çekişme anlamına gelmez. CHP'de 'olağan kurultay' takvimi ertelenmiş olsa da, en geç 2015 yazına kadar, bu sürecin tamamlanması gerekmektedir. Parti içi hesaplar, 2015 Haziran'ına dönük olduğu için, seçim öncesi kimse siyasal risk altına girmek istememektedir. Oysa siyaset, bir arz-talep meselesidir. Kendi seçmeniyle sorun yaşayan bir mekanizmanın, başka kulvardaki seçmenlere ulaşmak adına, tabanında erozyon yaşama potansiyeli yüksektir. Siyasetteki sarmal ise, "kutuplaşma ortamında nasıl olsa oylar bize gelir, iktidar iki kişiden birinin oyunu alıyorsa, biz de dört kişiden birinin oyunu alıyoruz" kolaycılığına kapılınabilir. Öte yandan, CHP içindeki 'ulusalcı-yenilikçi' kavgası soyuttur, sokakta karşılığı yoktur. Partinin Atatürk'ten gelen aydınlanmacı çizgisiyle, sosyal demokrasinin evrensel ilkelerinden gelen sentezi, 1976'dan bugüne, DEMOKRATİK SOL'dur. Diğer siyasal fantezilerin, yaşamda karşılığı yoktur. Üstelik 'yenilikçilik' adı altındaki 'mahçup muhafazakarlık', parti tabanından tepki görmektedir. Ulusalcılık adı altında, partinin Sol çizgisine, 'içe kapanmacı' reaksiyon, marjinal partilerin kuyrukçuluğu zemininde kaybolup gitmektedir.
Bu tartışmalar arasında, Türkiye siyasal tıkanıklık içine girmekte, seçenek arayışları ele alınmaktadır.
Oysa, Türkiye'nin sorunları yaşamsaldır, günlük politikaya heba edilemeyecek kadar acildir. Seçimlerde oy kullanmaya gitmeyen seçmenle ilgili, parti yönetimi kamuoyuna gerçekçi değerlendirme ve özeleştiri yapmak zorundadır. Kısa vadede hiç olmazsa, siyasal değerlendirmelerin ele alınacağı, "küçük kurultay" gündeme getirilmelidir. Partide, var olan tabanı küçümseyip, 'yeni taban' yaratma gibi, siyasal mühendisliklerin yeri yoktur. Elbette seçmen tabanı genişlemelidir, ancak Türkiye seçmeninin talepleri, ülkenin durumu üzerine yapılacak çözümlemeler, akademik bir bencillikle, kapalı kapılar arkasında olmamalıdır.
Siyaseten girilen sarmalda, "tek adam" yönetiminin konuşulduğu bu günlerde, gerçekten "değişim"in olup olamayacağı, demokratik ve toplumsal değişimin hangi yüzeyde yakalanacağı ve topluma temel siyasal vaadin ne olacağı anlatılmalıdır.
Siyasette rehavete yer yoktur... 

4 Ağustos 2014 Pazartesi

IŞİD YA DA KUVAY-I İNZİBATİYE...

Ortadoğu dillerini iyi konuşan, örgüt adlarını ezbere bilip, tarihi gelişimlerini bir çırpıda sayıveren uzmanlar; IŞİD'in, "Irak El Kaidesi" olmasından, El Nusra'yla Suriye'deki ayrışmasına, IŞİD'in El Kaide ile bağının kopmasına kadar olan ayrıntıları, bölgedeki deneyimleri ile rahatlıkla anlatabilirler. Hatta, "şuralarda bulunmuştum, bölgeyi iyi bilirim" diyerek, her tür siyasal analize dudak bükerek bakabilir, konuyu kendi tekellerinde bırakmayı düşünebilirler.
Ancak, uzmanların kaprislerini bir tarafa bırakarak, en son Lübnan'a da sıçrayan, Doğu Akdeniz'den Bağdat'a kadar uzanan geniş bir alanda, yeni bir nüfuz alanı kuran IŞİD'in, ne tür bir amaca hizmet ettiğini, gerçekten iyi irdelemek gerekir.
Örgütün, ideolojik kaynağını Selefilik olarak açıklamak, Teymiye'nin hayatını anlatmakla bitmiyor bu iş. Can alıcı soruları cesaretle sormak ve yanıtlamak gerekir.
Düşünebiliyor musunuz, Suriye ve Irak'taki otorite boşluğundan yararlanan örgüt, pek çok yeri, kamyonlarla işgal etti. Ancak buradaki algı operasyonuna kanmamak önemlidir. Zira IŞİD ya da yeni adıyla İD, El Nusra, ÖSO, YPG gibi farklı militan yapılarla, ağır silahlar vasıtasıyla çarpışıyor. Bu çerçevede en kolay sorular nedense unutturuluyor.
1- IŞİD, parayı nereden buluyor?
2- IŞİD, silahı nereden buluyor?
3- IŞİD, insan kaynağını nasıl yaratıyor?
4- IŞİD, çatışma talimlerini nerede, hangi güçlerin aracılığıyla yaptırıyor?
Aslında sorular çok daha fazla üretilebilir. Çeşitli yorumlar gündeme geldiğinde, "devletsiz alanda", petrol kaçakçılığı ve uyuşturucu işlerinden, örgütün gelir kazandığı söyleniyor. Ne var ki, IŞİD'in sahip olduğu avantajlar açısından, sözkonusu  açıklamalar yetersiz kalıyor.
IŞİD, kime lazım? Mevcut kaosun aşılmasından sonra, gerçekte neye hizmet ettiği anlaşılacak. Yalnız, bazı ipuçlarını gerçekten dikkatlice incelemeliyiz. IŞİD için militan devşirmeye en uygun ülkelerden biri hiç kuşkusuz Ürdün olarak gözüküyor. Hatta İsrail, bu zeminde Golan Tepeleri'nden Eliat'a uzanan bir uzun duvarı, Ürdün'le arasına çekmeyi düşündü. IŞİD'e karşı, Ürdün'le işbirliği görüşmeleri yaptı. Ancak IŞİD, Ürdün değil Lübnan'a sıçramayı tercih etti. Gazze'deki Cund-el Ensar yapılanması, El Kaide bağlantılı olmakla birlikte, Gazze'de Hamas'a destek vermeyi tercih etmedi. Hareketsiz kaldı. Zaten yıllar önce de, Hamas'ı "laiklikle" suçlamıştı!
Peki, şimdilik İsrail'e bulaşmayan, Irak-Suriye-Lübnan arasındaki geniş sahada, alan hakimiyeti kuran IŞİD, neye hizmet ediyor? ABD sermayesiyle içli dışlı olan Katar, neden bu örgüte sempatik bakıyor? Türkiye'yle ilgili iddialar, neden bu çerçevede dile getiriliyor? En önemlisi IŞİD, gerçekten de Batı'ya rağmen hareket eden bir İslamcı örgüt mü?
90 yıl sonra "hilafet" ilan ettiğini bildiren, bünyesinde pek çok asker kaçağı, çapulcu besleyen IŞİD, bana nedense, Nisan-Haziran 1920 arasında faaliyet gösteren Kuvay-ı İnzibatiye'yi anımsattı. Vahdettin ve Damat Ferit tarafından, Kuvay-ı Milliye'ye karşı kurdurulan 4 bin kişilik sözde orduda, hapishane kaçkınlarından, asker kaçaklarından oluşuyor, İzmit ve Adapazarı'nda pek çok yeri yağmalıyordu. Kuvay-ı İnzibatiye mensuplarının maaşını İngilizler veriyor, kendilerini "Hilafet Ordusu" olarak isimlendiriyorlardı. Başlarında da Anzavur vardı. Bu hain örgüt, Kuvay-ı Milliye tarafından bastırıldı.
IŞİD'in ise karşısında bir Kuvay-ı Milliye yok. Devletsiz bir Ortadoğu var. İşin kötüsü, Ömerli'de talim yapıyorlar, Gaziosmanpaşa'da halka saldırıyorlar, Güngören ve Bağcılar'dan "cihad" seferleri düzenliyor, belediyelerin tahsis ettiği salonlarda, "cihada çağrı" toplantıları yapıyorlar. Suriye çölü ya da Musul'da ararken, IŞİD'i, ne yazık ki, içimizde buluyoruz. Hala IŞİD tarafından rehin alınan  Musul konsolosluğu görevlilerimiz, "seçim öncesi jest"in insafına kalmış durumdalar.
Tüm bunlar değerlendirildiğinde, Esad'ın karşısındaki Sünni Arap çoğunluğu ve Maliki'nin karşısındaki Sünni Arap azınlığının, IŞİD "ortak paydası" altında birleşmesi, acaba İran-Suriye-Hizbullah eksenine karşı, bir "Sünni ekseni" arayışı mı?
İşte o zaman Kuvay-ı İnzibatiye durumu daha belirginleşmiş hale geliyor. Çünkü, kanlı mezhep savaşlarıyla, bölgede Sünni bir otoriter-baskıcı kuşağın oluşması, İran'ın Doğu Akdeniz ve Basra Körfezi üzerindeki emellerinin törpülenmesi, bu bağlamda petro-dolarların yönettiği bir dinci hükümranlığın tesis edilmesi öngörülmektedir.
Bölge ülkelerinin, Batı'nın, hatta Esad'ın bir süre göz yumduğu IŞİD, kalıcı bir düzen kurma sevdasında olsa da, "devletsiz geniş koridora", baskıcı yöntemlerine rağmen uzun vadede egemen olabilecek mi?
Kürtler'le Irak-Suriye hattında çarpışan örgüt, Kürtler-Şii Araplar zemininde, Irak'taki siyasal rekabetin bir parçası gibi gözükse de, Suriye bağlamında Sünni Arap çoğunluğun ÖSO, El Nusra gibi farklı yapılanmalarını tasfiye etme arayışında savaşıyor.
Ele alınan analizler yüzeyinde, IŞİD'in kendisi bir olgu mu, yoksa başka bir "büyük proje"nin "koçbaşı" görevini mi ortaya koyuyor?
Sanırım, denklemin çözülmesi, tam da bu soruya bağlı bir açıklamaya dayalı. Önümüzdeki günlerde "ak koyun, kara koyun" belli olur...

3 Ağustos 2014 Pazar

"BİR BÜYÜK UZLAŞMA" SONRASI...

Şeker Bayramının 1. günü AKP'nin kurucularından, eski genel başkan vekili ve parti sözcüsü Dengir Mir Mehmet Fırat, AKP'den istifa ettiğini duyurduğunda, Cumhurbaşkanlığı seçimi öncesinde önemli bir gelişme olarak kaydedildi. Fırat, sözkonusu basın toplantısı öncesinde de, seçimlerde HDP'nin adayı ve genel başkanı Selahattin Demirtaş'a oy kullanacağını açıklamıştı.
Fırat'ı herhangi bir siyasal figür olarak ele almamak lazım. Demokrat Partili bir aileden gelen Fırat, muhafazakar Kürt hareketinin ses getiren bir siyasetçisi olarak dikkat çekmiş, 2000'de Fazilet Partisi'nden Cumhurbaşkanı adayı olarak gösterilmişti.
AKP'nin kuruluşunda yer alan, işaret edici bir unsurdu. Parti yönetiminde her zaman ön plandaydı. Peki AKP'den neden ayrıldı, neden Demirtaş'a oy kullanma iradesi gösterdi?
Aslında, eskilerin deyimiyle, "cari siyasette", kazanan ya da güçlü olanın algı yönetimine teslim olmamak, büyük fotoğrafı görmek gerekmektedir. Erdoğan'ın "seçim kazanması"na yönelik tasarlanan, 2014 Cumhurbaşkanlığı Seçimleri, 2007 Ekim'inde düzenlenen referandumla hazırlanmıştı.
Fırat, Bugün gazetesine verdiği demeçte,  ( http://gundem.bugun.com.tr/akan-kanda-payimiz-var-haberi/1209727 ), AKP'nin bugünkü yapısına varmasında, 2008 tarihini, bir dönüm noktası olarak değerlendiriyor. Bir yandan, Ergenekon'u "masum" görmediğini söylüyor, bir yandan da, Cemaat'i Emniyet'e, "asker ve MİT"e karşı, bizzat siyasal iktidarın yerleştirdiğini, başbakanı uyarmasına karşın, "bizimle aynı Kıble'de olanlardan zarar gelmez" dediğini söylüyor. Fırat, son süreçte, bir "genel af" ile, PKK ve 17 Aralık yolsuzluklarının üstünün örtüleceğini kaydediyor. Deneyimli siyasetçi, Erdoğan'ın seçimlerde "1.tur"da seçilmesi durumunda, "otoriter yapı"nın daha da sertleşeceğini ifade ediyor.
Peki Fırat neden bu noktaya geldi? Neden milat 2008? Fırat'ın 2001'de AKP'nin kuruluşunda yer aldığı fotoğraf, "bir büyük uzlaşma"ydı. Her ne kadar "Milli Görüş" gömleği çıkarılmış olsa da, siyasal İslam'ın kurucu çekirdek olduğu AKP, "28 Şubat sonrası", farklı mağduriyetler üzerinde yapılanan, bir nevi ittifakı temsil ediyordu. Bir yandan mağdur İslamcılar, mağdur muhafazakar Kürtler, bir yandan da "sonradan olma liberaller", ortak zeminde buluşuyordu. Elbette en önemli itici güçlerden biri de "Gülen hareketi" idi. Hareket'in iç ve dış bağlantıları, Fuller'in "Yeni Türkiye Cumhuriyeti" formülasyonu, zaman içinde AKP'yi, "Erdoğan-Gülen" koalisyonuna dönüştürdü. Askeri vesayete karşı olma ortak parantezinde yer alanlar, yeni bir hegemonyanın inşacıları konumuna geldiler.
AKP-Gülen koalisyonunun "Yeni Türkiye Cumhuriyeti", kurdukları hegemonyanın içinde sallanırken, ülkenin içinde bulunduğu durum, Ortadoğu'ya dönük politikasıyla, genetiği değiştirilmiş bir organizma halini alıyor. Ömerli'de talim yapan, Gaziosmanpaşa'da 2 Ağustos gecesi HDP bürolarına saldırı yapan IŞİD, Bağcılar ve Güngören'den "cihad turları" düzenliyor, devletten izinli "cihad toplantıları" yapıyor. Suriye ve Irak Kürtler'i IŞİD'e karşı birleşirken, IŞİD Türkiye'de Kürtler'e karşı hesaplarını, sokak hareketleri ve silahlı yöntemlerle gerçekleştirmeye çalışıyor. İç kargaşa yaratmaya, Ortadoğu'nun tüm hesaplarını, ülkemize ithal etmeye gayret ediyor.
Artık gerçekten bir "büyük uzlaşma"ya gereksinim var. "Tek adam", "yalnız adam"a dönüşürken, "hegemonya sonrası", Cumhuriyet değerlerine, demokrasiye, laikliğe, insan haklarına, piyasa ekonomisi ve sosyal devlete dayanan, kimlikleri yurttaşlık zemininde asimile etmeden, farklılıklarla zenginleşmeye olanak veren, Batı sistemi içinde bir "büyük barışa" ihtiyaç var.
İş işten geçmeden...