28 Şubat 2014 Cuma

28 ŞUBAT SARMALI...

17 yıl sonra, "28 Şubat Süreci"ni nasıl değerlendirmek lazım? Siyaset biliminde, olgu ve olaylar arasındaki ilişki, bu çerçevede nasıl bir sonuca ulaşıldığı, konunun temelini ifade eder. 28 Şubat 1997'de MGK'da alınan kararlar, 1997-2002 arasında yaşanan siyasal gelişmeler, Türk siyasal yaşamında Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) iktidarını doğurdu. ABD ve AB'ye mesafeli yaklaşan, 28 Şubat'a muhatap kalmış Milli Görüş hareketinden ayrılan, kendi deyimiyle "Milli Görüş" gömleğini çıkaran Erdoğan, AKP'nin kurucusu oldu. 2001'de Rand Corporation'da oluşturulan "Ilımlı İslam" konsepti, "piyasa ekonomisi" ve "biçimsel demokrasi" ile uzlaşan bir İslamcılık tasarımı olarak kaydedildi.
"28 Şubat sonrası" koşullardan doğan AKP, bir nevi yeni bir arayışı, belli bir siyasal geleneği reddedişi ortaya koyuyordu. Bir de, toplumsal konularda, yaşanan bir olayın "kime yaradığı" konusu çok fazla gündeme gelir. Elbette AKP'nin kurucuları bunu hesaplamamışlardı ama "28 Şubat süreci", AKP'nin varoluşunu ve iktidarını sağladı.
AKP'nin otoriter siyaseti, aslında Türk siyasal yaşamının "otoriterliğinin" tekrarlanmasından başka birşey değildi. Bir de elbette Tanıl Bora'nın işaret ettiği üzere, Türk Sağı'nın "milliyetçilik, muhafazakarlık, İslamcılık" hallerinin yeniden üretilmesi gibi kısır bir döngü varlığını sürdürmeye çalışıyordu.
Askeri vesayetin sona erdiği algısı, sivil vesayete, "sandık demokrasisi"ne evrilen bir yüzeyi yarattı.
Siyasal iktidarın daha ilk aylarında ABD'nin 2.Körfez Savaşı hazırlıkları ile karşılaşan AKP, Kasım 2002-Şubat 2003 arasında ABD'nin Türkiye üzerinden Irak'a "kuzey cephesi" açmasına yeşil ışık yakan müzakereleri sürdürdü. Müzakere sonucunda ortaya çıkan tezkere, Türk kamuoyunda büyük bir infial yarattı. MGK'da "tezkere için bağlayıcı" karar alınmaması, Ordu'nun sorumluluğu siyasal iktidara bırakması, CHP grubuyla birlikte, AKP milletvekillerinin 3'te birinin de oylarıyla TBMM'de reddedilmesi sonucunu doğurdu.    TSK 1 Mart 2003'te "reddedilen tezkere"den sorumlu tutuldu. Bu da askeri vesayetin bir daha geri gelmemek üzere sonlanacağı bir dönemin simgesi oldu. Çünkü ABD'nin en hassas olduğu konuda, ordu "gerekeni" yapmamıştı. Ancak şunu da unutmayalım. TSK sadece 1 Mart 2003'ten dolayı diskalifiye edilmedi İktisadi, siyasi, kültürel ve toplumsal açıdan "küresel sisteme" entegre olan Türkiye'de, karar verme süreçlerinde ordunun vesayetine artık gerek kalmadı. Karmaşıklaşan ekonomi-politikte, yeni açılımlara gidecek bir siyasette, farklılaşan taleplere yanıt verilmesine engel teşkil edecek mekanizmalar, "karar verme süreçleri"nden çıkarıldı. Siyasal iktidar, askeri vesayetin sonlanmasında, kendisinin aktör olduğunu hissetti. Halbuki, bir manivela olmaktan öte konumda değildi. Araçsallık, kimi zaman siyaseten özne olmakla birbirine karıştırıldı.
"28 Şubat sonrası" koşullarının yarattığı günümüzün iktidarı, ne zaman ki, uluslararası sistemin ihtiyaçlarına yanıt verememeye başladı, o zaman yıpranma ve düşüş süreci hızlandı.
"28 Şubat süreci"nde, yeni filizlenen siyasal harekete destek veren "sözde liberaller", o zaman da, bu zaman da "otoriterlik"ten şikayetçiler. Zira, siyasal sisteme ılımlı görünümünde de olsa, "İslamcı" odaktan gelen yaklaşım, daha demokratik bir toplum vaat etmedi. Askeri vesayetin otoriterliğini eleştirir, "mağduriyet edebiyatı" yaparken, "kendi otoriterliğini" tabanına seçenek olarak gösterdi.
Demokrasi sadece bir "tramvay" olarak ele alındı. Zaten Ilımlı İslam'dan beklenen de, "biçimsel demokrasi"ye uyum sağlamasıydı.
28 Şubat 1997'de MGK'da "öncelikli tehdit" kabul edilen "irtica" ve bu çerçevede "irticayla mücadelenin" öne çıkması, aslında "daha laik" değil, "ılımlı dinci" yönetimi besleyen bir altyapıyı hazırladı. Siyasal iktidarın, Gülen'le birlikte tasarladığı "hegemonya" artık işlevini kaybeden bir eğimli yola girdi.Gülen hareketi de "daha demokratik" olmaktan ziyade, birlikte sürdürdükleri otoriter-hegemonik yapıdan dışlandığı, iktidardaki "asimetrik ortaklığı" kaybetmekten rahatsız. Bir anlamda, rekabet eden taraflardan hiçbiri demokratik bir toplum seçeneği sunmuyor.
Bu otoriterliklerin siyasal-toplumsal güç mücadelesi, demokratik bir çıkış yoluyla, demokratik seçeneklerin ele alınmasıyla, otoriter unsurların demokratik yollardan elemine edilmesiyle aşılabilir.
2005 ve 2010'daki MGK'larda, asimetrik tehditler ulusal güvenlik tehdidi kabul edilirken, Şubat 2014 MGK'sının bildirisinde, isim verilmeden Gülen hareketine atıfta bulunulduğu yorumları yapılıyor.
Ne değişti?
28 Şubat bir sarmal gibi, farklı siyasal yönetimlerle sürüyor, Türk siyasal yaşamı otoriterlikten kurtulamıyor.
ARTIK DEMOKRASİ ZAMANI...

26 Şubat 2014 Çarşamba

KARADENİZ SAVAŞI!

Çok değil, 6 yıl önce Balkanlar ve Kafkasya'da haritalar bir kez daha çizilmişti. 2008 Mart'ında BM'deki Ahtisaari Raporu'nun ardından, BM'nin herhangi bir organında karar alınmamasına karşın, Kosova bağımsızlığını tek taraflı ilan etmişti. Kosova'nın, Yugoslavya'yı oluşturan Cumhuriyetler'den "kategorik" bir farkı vardı. Federasyonu oluşturan 6 devletten biri değildi. Zira "Yugoslav Federal Anayasası"nda, sadece federe devletlerin anayasaya göre, federasyondan ayrılma hakları vardı. Soğuk Savaş döneminde, bu hak, Yugoslav Kızılordusu'nun da konumundan dolayı fiilen uygulanamıyordu. 1990'ların başındaki durum, Hırvatistan ve Slovenya'nın Batı'nın  desteğiyle "ilk ayrılan devletler" olması, Bosna iç savaşı, yaşanan katliamlar malumdur. Bosna'ya 1995'teki NATO müdahalesi, ardından Holbrooke'ın getirdiği "Dayton Barışı"yla, Bosna-Hersek'in kendisi federasyona dönüşmüştü.
Gelgelelim 1999'da bu sefer Kosova'ya yapılan NATO müdahalesi, farklı bir zemini ortaya koydu. Çünkü Kosova Sırbistan'a bağlı bir "özerk bölge" idi, ve anayasaya göre ayrılma hakkı yoktu. 1999-2008 arasında "NATO antitesi" haline getirilen Kosova, Ahtisaari'nin "ünlü planı"nın ardından, "tek yanlı" bağımsızlık ilanını gerçekleştirdi. Rusya ve Sırbistan, "tek yanlı bağımsızlık" ilanını şiddetle reddederken, ABD, Batılı devletler, bu arada Türkiye Kosova'yı tanıdı.
Bu kararın yansıması 2008'de Kafkasya'dan geldi. 1991'de bağımsızlığa kavuştuktan itibaren SSCB dönemindeki "özerk bölgeleri" Güney Osetya ve Abhazya'da devlet otoritesi olmayan Gürcistan,  fiilen Rusya'nın etkin olduğu iki bölgeye askeri harekat düzenleme girişiminde bulundu. Batı destekli devlet başkanı Saakaşvili'nin kendisi bile Rusya'nın askeri müdahalesinden zor kurtulurken, Rusya Güney Osetya ve Abhazya'daki fiili konumunu kendince resmileştirdi, her iki "özerk bölgeyi", bağımsız devlet olarak tanıdı. ABD, Batı ülkeleri ve Türkiye, bu "tek yanlı bağımsızlık" ilanlarını tanımadı. O dönem, Kosova ile kültürel bağlar "tanıma" konusunda Türkiye açısından gerekçe olarak ileri sürülürken, Abhazya özelinde, Türkiye'nin Kafkas kökenli yurttaşları olduğu çelişki doğurdu. Zira asıl gerekçe kültürel bağlar değil, ABD ve Batı sistemi içindeki konumumuz olmuştur.
Rusya'nın 2008'de Gürcistan'a gerçekleştirdiği "askeri operasyon", "Kafkas Savaşı" olarak adlandırılmıştı. Bu bağlamda Rusya'nın "askeri kararlılığı", hem "özerk bölgeleri" kontrol altına alma, hem de Soğuk Savaş sonrası, kendi "arka bahçesi"nde Atlantik ekseninin yayılmasından duyduğu rahatsızlıktan kaynaklanıyordu. NATO'nun 2008'de gerçekleştirdiği Bükreş Zirvesi'nden beri, Gürcistan ve Ukrayna, NATO Üyelik Eylem Planı (MAP) zemininde, NATO'ya "aday" ülkeler haline getirildiler ve NATO'ya davet edildiler. 5 Ocak 2008'de Gürcistan, gayrı resmi referandumda, %77'lik bir "evet" oyuyla NATO'ya katılma iradesi gösterdi. Prosedür dışı bu davranışa, Rusya Ağustos 2008'de "Kafkas Savaşı"yla yanıt verdi. "Gül devrimi"yle gelen Saakaşvili de 2013'te iktidarı kaybetti.
2010'da Timoşenko'ya karşı seçim kazanarak devlet başkanı seçilen Yanukoviç, Rusya yanlısı bir lider olarak biliniyordu. Daha önce başbakanlık ta yapan Yanukoviç, 2004'te de "devlet başkanlığı"nı kazandığını ilan etmiş, ancak diğer aday Yuşçenko'nun "seçimde şaibe" itirazları ile, "Turuncu devrim"e sahne olacak, kitlesel gösterilerle, geri çekilmek durumunda kalmıştı. 2010'da "rövanşı" aldığı algısı yaratan Yanukoviç, otoriter yöntemler uyguladı, rakibi Timoşenko'yu hapse attırdı, yolsuzluk iddialarına maruz kaldı.
Yanukoviç'in 22 Şubat 2014'te kaçmak durumunda kaldığı "yeni devrim" sarmalında, Kasım 2013'te AB ile ticaret anlaşmasını reddetmesi, bu noktadan sonra başlayan kitlesel gösteriler rol oynadı. Rusya'dan geldiği iddia edilen 15 milyar $ da bu iktidarı kurtaramadı.
Katolik ve Ortodoks mezheplerinin, siyasal kimliği belirlemede etkin olduğu ülkede, Batı'daki Katolik nüfus NATO-AB ekseninde bir siyasal tercihi ortaya koyarken, Doğu'daki Ortodoks nüfus hem Rus yanlısı, bir bölümü de etnik olarak Rus. Bu Ruslar'ın bir bölümü, Kırım Tatarları'nın sürülmesinden sonra Kırım'a yerleştirilen Ruslar.
Rusya açısından en stratejik konu,
Kırım'daki donanmasının ana karargahının Karadeniz'de kalıcı olmasıdır. Baltık'ın dışında en etkin olduğu Kırım'daki "ana donanma üssü", Rusya-Ukrayna arasındaki anlaşma ile 2017'ye kadar varlığını sürdürecek. Ne var ki Rusya, 2017 sonrası da, Kırım'dan ayrılmayacağını, resmen ortaya koyuyor. Dolayısıyla Kırım'daki statükonun bozulması Rusya için "kırmızı çizgi" gözükmektedir. 2008'deki Kafkas Savaşı'nın ardından, Güney Osetya ve Abhazya, Rusya tarafından "bağımsız devletler" olarak tanındılar. Gerçekte ise Rusya'nın kontrolünde birer bölgeye dönüştüler.
Ukrayna'da da aynısı olur mu? Kırım'ı da içine alan ve Ortodoks nüfusu barındıran Doğu Ukrayna, sadece Rusya'nın tanıdığı ve fiilen Rusya'nın yönettiği bir bölgeye dönüşür mü? Batı Ukrayna da, Batı sistemine katılır mı?
26 Şubat 2014'te ordusunu "savaş hali" koşullarında, "alarm"a geçiren Rusya'nın, "kırmızı çizgileri"ne sahip çıkacağı, NATO'yu daha fazla içine sokmak istemeyeceği anlaşılıyor. Tarihi bağları itibarıyla, Kırım Tatarları'yla yakın ilişkileri olan Türkiye'nin tercihi, Batı sistemiyle koşut olarak, aynı Gürcistan konusunda olduğu gibi, Ukrayna'nın toprak bütünlüğü olacaktır.
Tüm bu değerlendirmelerin ışığında, Karadeniz'deki koşullar savaş riskini yüksek oranda ifade etmektedir. .

22 Şubat 2014 Cumartesi

KIBRIS'TA ENERJİ SİYASETİ...

11 Şubat 2014'te Kıbrıs'ta Türk ve Rum liderler, BM Güvenlik Konseyi'nin de onayladığı "ortak metin" aracılığıyla, Kıbrıs'ta "yeniden müzakereler"in başlayacağını dünya kamuoyuna ilan ettiler. 29 Mart 2012'den 22 ay sonra bir araya gelen liderler, yeni dönemle ilgili, kuvvetli mesajlar vermeyi de ihmal etmediler. Konuyu Kıbrıs sorununun, yıllarca süren, bir türlü içinden çıkılamayan girdapları çerçevesinde anlatmayacağım.
Yalnız altı çizilmesi gereken temel çerçeve, "iki toplumlu", "iki bölgeli", "siyasi eşitliğe ve BM Güvenlik Konseyi kararlarına dayalı" bir "Birleşik Kıbrıs federasyonu"nun kayda geçirilmesi, öte yandan kurulacak federasyonun "AB ve BM'ye üye", bununla bağlantılı olarak,  "tek uluslararası kimliğe", "tek vatandaşlığa" ve "tek egemenliğe" sahip bir devletin öngörülmesidir. İki kurucu devletten oluşacak "yeni federasyon"da, "kurucu devletlere" ayrıca vatandaşlık bağı ifade edilmiş, kurucu devletlerin kendi içlerinde yetkilerini kullanacağı ve çözümsüzlük durumunda "Federal Yüksek Mahkeme"nin yetkili olacağı ortaya konulmuştur.
Burada dikkat çeken konu, Türkiye'nin garantörlüğünün "ortak metinde" yer almaması, "tek egemenlik" konusunun KKTC tarafından da kabul edilmesidir. Federasyonda, "iki halk" değil de, "iki toplumun" belirtilmesi, "çift egemenlik"ten, "tek egemenliğe" dönülmesi, garantörlüğün bir başlık olarak yer almaması, Türkiye ve KKTC'nin şimdiye kadarki tutumlarından bir farklılaşma olarak ele alınabilir mi?
Gerçi KKTC Cumhurbaşkanı Eroğlu, "garantörlük" konusunun "ortak metinde" yer almamasının, bir bağlayıcı durum olmadığını, garantörlüğün zaten Kıbrıs'ın "statüsünde" yer aldığını, bunu ayrıca belirtmeye yer olmadığını ve kalıcı antlaşmada yerini koruyacağını beyan etmiştir."Tek egemenlik" konusunda ayrıca bir değerlendirme yapmaması, yazılı metindeki uzlaşmanın "kalıcı" olduğunu ortaya koymaktadır.
Bir başka hamle ise, "çapraz ziyaretlerin", yeniden başlayan müzakerelerdeki "güçlendirici" konumudur. Buna göre 27 Şubat 2014'te KKTC müzakerecisi Kudret Özersay Atina'da, Kıbrıs Rum müzakerecisi Andreas Mavroyannis de Ankara'da temaslarda bulunacak. Medyada Türkiye'nin Rum Kesimi'ni bu ziyaretle "tanıyacağı" savı oldukça kuşkuludur. Kastedilen "de facto" tanıma ise, aynısı KKTC için de Yunanistan açısından geçerlidir.
Peki Kıbrıs konusunda 2004 Annan Planı'ndan sonra, bu kadar "çözüm odaklı" algıyı vurgulayan momentum neyi anlatmaktadır? Bir biçimde "tek egemenliğe", "tek uluslararası kimliğe", "kurucu devletlere" dayalı  "Birleşik Kıbrıs", Annan Planı'nda da yer almıştı. "Ortak metin"de öngörülen "çifte referandum" o zaman da öngörülmüş, sonucunda KKTC seçmeninin %65'inin "evet"i "Birleşik Kıbrıs"ı kurmaya yetmemiş, Rum tarafının %75'inin "ohi"si ile "birleşme" gerçekleşmemiş, ne var ki Rum tarafı 1 Mayıs 2004'te AB üyesi olurken, KKTC "tanınmayan" bir devlet olarak, "AB'nin dışında" kalmıştı. "Evet" diyen taraf, siyasal açıdan "cezalandırılmış"tı.
Rum lider  Nikos Anastasiadis'in Türkiye hakkındaki açıklaması, aslında "yeni sürecin" bir bakıma özetlenmesidir. Anastasiadis, "çözüm Türkiye'nin de çıkarına" derken, Doğu Akdeniz'de henüz keşfedilmemiş, potansiyel "doğal gaz" yataklarını kastetmiştir. Bilindiği üzere, "münhasır ekonomik alanlar" çerçevesinde, Türkiye sadece Kuzey Kıbrıs açıklarında değil, Güney Kıbrıs'ın "güneyinde" de, "doğaz gaz, petrol çıkarma" "ruhsat verme", "arama yapma" hakkı olduğunu ortaya koymakta, gemilerini göndermekte, Rum Kesimi'nden "tek taraflı" ruhsat alan firmaları uyarmaktadır. Müzakere sürecinde, Türkiye'nin "müktesep hakları" yüzeyinde yeni bir girişimde bulunmayacağı, ABD Dışişleri Bakanı Kerry-Türk Dışişleri Bakanı Davutoğlu zirvesinde belirtilmiş midir? Sorunun yanıtı ortaya çıkacaktır. Peki, müzakereler sürerken "Maraş" konusunda bir ödün verileceği taahhüt edilmiş midir? Göreceğiz.
Öte yandan, İsrail'in Yunanistan ve Kıbrıs Rum Kesimi'yle askeri-ekonomik işbirlikleri, olası bir "çözüm"den sonra, Türkiye'yi de kapsayacak mıdır? İsrail'in Hayfa açıklarında Azeri Socar şirketi tarafından çıkarılan "yeni doğal gaz yatakları", Türkiye olmadan, Batı piyasalarına ulaştırılma olanağına sahip midir? Dışişleri Bakanı Davutoğlu tarafından özellikle ifade edilen, "Türkiye-İsrail ilişkileri"nde, "kalıcı çözüm"e "yakın" olunduğu mesajı, iki farklı sürecin arasında, korelasyonel bir ilişki olduğunu mu ortaya koymaktadır? Türkiye'nin İsrail'den "özür" talebi gerçekleştikten sonra, "Mavi Marmara"da yaşamını yitiren Türk yurttaşları için "tazminat" konusunda uzlaşma gerçekleşmek üzeredir. Yalnız üçüncü maddede, İsrail'in çekincesi vardır. Zira madde, "Gazze ablukası"nın kaldırılması hakkındadır ve malum konu Doğu Akdeniz'deki "enerji güvenliği " ile ilgilidir.
Kıbrıs müzakerelerinde başlayan yeni süreç, tam da enerji siyaseti odaklıdır. Ve tüm unsurlar bu kapsamda değerlendirilmelidir. Suriye-İran-Rusya üçgenine karşı, ABD'nin desteklediği Türkiye-İsrail-Yunanistan barışı ve olası bir "federal Kıbrıs" da bu bağlamda  ele alındığında, vurguladığımız "enerji güvenliği"nin ne anlama geldiği daha iyi anlaşılabilir...  

20 Şubat 2014 Perşembe

OTORİTERLİK SARMALI...

Türk siyasal yaşamının, dönüp dolaşıp odaklandığı zemin ne yazık ki "otoriterlik" oluyor. Bunu tarihsel yapının yansıması, imparatorluk geçmişi, aile dokusu ve yetiştirilme tarzı ve pek çok etmenle açıklamak mümkündür. Ne var ki, demokrasiyi, sandıktan ibaret sayan, J.J Rousseau'yu andığınızda "o da kim" diyen, ama kendisinin "genel irade" kavramını "millileştirerek", "milli irade" kavramını siyasetin üzerinde bir başka vesayetçi yaklaşımı meşrulaştırmak için kullanan zihniyet, 1950'lerden itibaren "alaturka bir demokrasi"yi, topluma "gerçek demokrasi" imiş gibi sunmaya çalışıyor.
Siyasal sistem onlarca yıl "milli irade" ile gelen ve demokrasi yollarını tıkayan zihniyetle, "millet adına" darbe yapan kurumlarla, ortaya tanımlanması güç bir tablo ortaya koydu. Aşiretler, ağalık yapısında "feodal" vesayetle buluşan, "modern siyasal partilerimiz", "özgür irade"yle oy toplarken, hızlı göçle değişen kentlerde de, "alt kimlik siyaseti" ve Emre Kongar hocanın deyimiyle "yağmacı kültürü" besleyen koşullar, çarpık kentleşme yüzeyinde, "çarpıtılmış demokrasi" gerçeğini gündeme getirdi.
Günümüzde otoriterlik, 2000'lerden itibaren liberal etiketli "yararlı salaklar" sayesinde, "askeri vesayete" son verme savıyla, adım adım kendini yeniden tanımladı. İlginçtir, yıllarca askeri darbelerle devrilen Sağ iktidarlar da, onları deviren askeri yönetimler de temelde otoriterdi. "Yok aslında birbirimizden farkımız" derken, Türkiye'de önemli dönüşümlerde, deyim yerindeyse bir "bayrak değişimi"yle, önemli ekonomik ve anayasal değişimler bu "gidip-gelmelerle" yaşandı.
Askeri vesayetin bitmesi, neden "otoriterliğin sonu değil", derken, vesayetin her türlüsüne karşı çıkmanın, demokrasi açısından bir temel duruş olduğunu algılamamız gerekir. Türkiye siyasetinde sivil ya da askeri dönemlerde değişmeyen "otoriterlik", son yasal uygulamalarla daha da kurumsallaşma yoluna girdi. Bugünkü iktidar, "AB çıpası" ve "IMF çıpası"yla siyasal icraatına başlarken, adı konulmamış bir "ucu açık AB giriş süreci", iki taraf açısından da zımnen kabullenilmiş durumda. İnternet yasasıyla "ifade özgürlüğü"nün kısıtlanması, HSYK yasasıyla, bağımsız yargı ve yargıç güvencesinin fiilen zedelenmesi, MİT yasasıyla, bir "istihbarat ve güvenlik devleti" görüntüsünün ortaya konulması, bunca yıl bir arpa boyu yol gidemediğimizi göstermektedir.
Daha fazla demokrasi derken, AB giriş süreci ve uyum yasalarından söz ederken, 1970 model bir otoriterlikte, siyasal İslam'ın yıpranan uygulamalarıyla buluşmuş durumdayız.
Çözüm ve çıkışın, gerçekten demokrasi olduğunu unutmadan, otoriterlik sarmalından kurtulmak zorundayız. Zira artık demokratik olmak, küresel zeminde, bir sistemsel var oluş sorunu ve gerçekten bir ulusal güvenlik meselesidir...

9 Şubat 2014 Pazar

CHP'DE GELDİĞİMİZ DURUM?

Türkiye siyaseti, "kol kırılır, yen içinde kalır" anlayışını yansıtır. Zira siyasal kültürümüzde, partiler birer "aile" gibi algılanır. Aile içi kararlar, "aile mahremiyeti" içinde değerlendirilir. Dolayısıyla üçüncü kişilerle, yani partili olmayanlarla tartışılması, "aileye ihanet" olarak değerlendirilir.
Bu elbette otoriter ve buyurgan bir siyaset için "altın" değerindedir. Lider ve çevresindeki dar kadroya biat etmek asıldır. Parti örgütleri de, örgüt olmaktan ziyade birer uygulayıcı konumundadırlar.
Ne var ki, Sosyal Demokrat partilerde, bu tür bir anlayışı savunmak olanaksızdır. Burada itiraz edenler, örgütsel işleyişte önceki dönemlerdeki sorunlardan söz edebilirler. Unutmayalım ki, kötü örnek, örnek teşkil etmez.
CHP'deki yerel adayları belirlemede, bir yandan "seçkin dayanışması", bir yandan da "feodal dengeler"in rol oynaması, tüzel kişiliği olmayan TDH'nın telkinleri düşünüldüğünde, gerçekten de kaotik bir duruma gelindiği net bir biçimde gözükmektedir.
Türkiye'de siyaseten tasfiye olan Merkez Sağ'ın temsili CHP'ye verilmeye çalışılmaktadır. Parti'nin 1977'de %42'lere varan oy oranı sadece bir istisna olarak ele alınmakta, CHP'nin eş zamanlı olarak "Sağ" ve "Sol"u ifade etmesi talep edilmektedir.
Siyaseten iktidara gelme yolu, değişimde değil, "başkalaşma"da aranınca, ortaya ibret verici bir tablo çıkmaktadır. 12 Eylül 2010 referandumunda "hayır" oyu veren %42 hedefleneceğine, "muhafazakar" oyların alınabileceği düşü kurulmaktadır.
30 Mart 2014'te iktidara gelmesi düşünülen CHP, bir siyasal partidir. Partilerin program ve tüzükleri vardır, ideolojileriyle birlikte bağlayıcı bir konum arzederler. Her bir adayın, dünya görüşü ne olursa olsun "seçtirilmesi" bakışı, platformdur. Platform ve parti, başka anlamlar ortaya koyarlar.
Siyasal partiler, kendi dünya görüşlerini iktidara getirmek için kurulmuş, siyasal ve kurumsal yapılardır. Biz "siyaset bilimine giriş"te böyle öğretiyoruz. Değiştiyse bilemem?
CHP'de çözüm Cumhuriyet'in kurucu değerleri ve Sosyal Demokrasi'nin evrensel ilkeleri arasındaki tarihi uzlaşmadır. Bu bağlamda da Demokratik Sol bir partidir.
Aday belirleme bir ayrıntı değil, temel bir parti örgütü etkinliğidir.
Biçim içeriğe aykırı olursa, gün gelir içerik te biçime ayak uydurarak, silikleşir, anlamını kaybeder.
Türkiye'nin içinde bulunduğu kritik eşikte CHP iktidarı yaşamsal bir gereklilik iken, bu aşamada parti içi iktidarda etkin olan birtakım grupların, yanlış heveslere kapılması, günlük karmaşalar içinde farklı tercihlerde bulunması, sonradan telafi edilemeyecek sonuçları gündeme getirebilir.
Çok geç olmadan, derlenip toparlanma zamanı???

8 Şubat 2014 Cumartesi

SİSTEM DIŞI KALMAK...

Ülkemizde gündemi izlemek epey zor. Bir türlü anlamını bilmedikleri "algı yönetimi" konusu, öylesine rotasız ve anlamsız kullanılıyor ki, "enformasyon kirliliği" ve yarattığı kaos, gerçekten neler olup bittiği konusunda Türk kamuoyunun hakikatleri öğrenmesini zorlaştırıyor.

Aylardan beri Türkiye'nin "gri" alanda bulunduğu bir sorun var. OECD bünyesinde Türkiye'nin de üye olduğu Financial Action Task Force (Finansal Eylem Görev Gücü), çeşitli zirvelerinde Türkiye'nin terörizmin finansı konusunda, "gri" alanda olduğunu ilan ediyor, Türkiye'nin üyeliğinin askıya alınması gündeme geliyor, ancak konu yalnızca "diplomasi" ya da "ekonomi" sayfalarında, uzmanlık görüşü çerçevesinde dile getiriliyor.(http://www.fatf-gafi.org/documents/documents/outcomesofthefatfplenary20-22february2013.html)

ABD Hazine Bakanlığı'nın "terörizmin finansmanı" ve "desteklenmesi" konusundaki açıklamalarda, Türkiye'yi de ele alması, bir "flaş haber" başlığı olmaktan öteye gidemiyor. Oysa, Hazine Bakanlığı açıklamasında çok ağır ifadeler var. Gözlerini anti-semitizm bürümüş birtakım kesimler, David Cohen'in "etnik kimliği" zeminindeki değerlendirmelerle, "komplo teorisi" aramaktan kurtulamıyor, sadece "düğmeye basıldı" türünden yorumlarda bulunuyorlar.

Standart and Poors'un Türkiye'nin "notunu" düşürmesi de uluslararası komployla açıklanınca, tüm dünyayı "düşman", kendimizi de "düşmanlarla sarılı" bir paranoya algılamasını tekrarlamış oluyoruz.
(http://www.bloomberg.com/news/2014-02-07/turkey-outlook-cut-by-s-p-citing-hard-landing-risk.html)

Her bir konu başlığı, kendi içinde binlerce riski barındırıyor. Türkiye'de siyasal iktidar, kendi söyleminin esiri durumuna gelerek, hükümet ettiği devletin kaderini, yalnız kendisine bağlayarak, ülkenin içinde bulunduğu "değerler sistemi"ni yadsıyan, finansal sistemi yok sayan bir "tavır" içinde, kendi tabanını konsolide etmeye çalışıyor. 17 Aralık 2013'ten beri devam eden "yolsuzluk soruştırmaları"nda, emniyet ve yargı güçlerinin işten el çektirilmesi, sürekli yeni görevden alma ve atamaların sürmesi, en son da, "internet yasası" bağlamında, "ifade özgürlüğü"nin kısıtlanması kararları, yine Batı'daki demokratik sistemden, AB sürecinden kopmak, demokrasiyi araçsallaştırıp, hibrit bir rejimi, otoriter bir siyaseti ve toplumsal yaşamı dikte etmek anlamına geliyor.

12 Şubat 2014'teki FATF zirvesinde terörün finansmanı konusunda "kara listeye" alınma tehlikesi yaşayan Türkiye, (http://www.fatf-gafi.org/documents/news/fatf-plenary-feb-2014.html), ABD Hazine Bakanlığı tarafından İran bağlantılı konularda soru işaretleriyle ele alınmaya devam ediyor.
(http://www.bbc.co.uk/news/world-middle-east-21361798)

Sistemin dışında kalmak, çok stratejik bir karardır.
Sadece öfkeyle açıklanamaz.
Tekrar aynı soru zihinlere geliyor. Türkiye nereye???