17 yıl sonra, "28 Şubat Süreci"ni nasıl değerlendirmek lazım? Siyaset biliminde, olgu ve olaylar arasındaki ilişki, bu çerçevede nasıl bir sonuca ulaşıldığı, konunun temelini ifade eder. 28 Şubat 1997'de MGK'da alınan kararlar, 1997-2002 arasında yaşanan siyasal gelişmeler, Türk siyasal yaşamında Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) iktidarını doğurdu. ABD ve AB'ye mesafeli yaklaşan, 28 Şubat'a muhatap kalmış Milli Görüş hareketinden ayrılan, kendi deyimiyle "Milli Görüş" gömleğini çıkaran Erdoğan, AKP'nin kurucusu oldu. 2001'de Rand Corporation'da oluşturulan "Ilımlı İslam" konsepti, "piyasa ekonomisi" ve "biçimsel demokrasi" ile uzlaşan bir İslamcılık tasarımı olarak kaydedildi.
"28 Şubat sonrası" koşullardan doğan AKP, bir nevi yeni bir arayışı, belli bir siyasal geleneği reddedişi ortaya koyuyordu. Bir de, toplumsal konularda, yaşanan bir olayın "kime yaradığı" konusu çok fazla gündeme gelir. Elbette AKP'nin kurucuları bunu hesaplamamışlardı ama "28 Şubat süreci", AKP'nin varoluşunu ve iktidarını sağladı.
AKP'nin otoriter siyaseti, aslında Türk siyasal yaşamının "otoriterliğinin" tekrarlanmasından başka birşey değildi. Bir de elbette Tanıl Bora'nın işaret ettiği üzere, Türk Sağı'nın "milliyetçilik, muhafazakarlık, İslamcılık" hallerinin yeniden üretilmesi gibi kısır bir döngü varlığını sürdürmeye çalışıyordu.
Askeri vesayetin sona erdiği algısı, sivil vesayete, "sandık demokrasisi"ne evrilen bir yüzeyi yarattı.
Siyasal iktidarın daha ilk aylarında ABD'nin 2.Körfez Savaşı hazırlıkları ile karşılaşan AKP, Kasım 2002-Şubat 2003 arasında ABD'nin Türkiye üzerinden Irak'a "kuzey cephesi" açmasına yeşil ışık yakan müzakereleri sürdürdü. Müzakere sonucunda ortaya çıkan tezkere, Türk kamuoyunda büyük bir infial yarattı. MGK'da "tezkere için bağlayıcı" karar alınmaması, Ordu'nun sorumluluğu siyasal iktidara bırakması, CHP grubuyla birlikte, AKP milletvekillerinin 3'te birinin de oylarıyla TBMM'de reddedilmesi sonucunu doğurdu. TSK 1 Mart 2003'te "reddedilen tezkere"den sorumlu tutuldu. Bu da askeri vesayetin bir daha geri gelmemek üzere sonlanacağı bir dönemin simgesi oldu. Çünkü ABD'nin en hassas olduğu konuda, ordu "gerekeni" yapmamıştı. Ancak şunu da unutmayalım. TSK sadece 1 Mart 2003'ten dolayı diskalifiye edilmedi İktisadi, siyasi, kültürel ve toplumsal açıdan "küresel sisteme" entegre olan Türkiye'de, karar verme süreçlerinde ordunun vesayetine artık gerek kalmadı. Karmaşıklaşan ekonomi-politikte, yeni açılımlara gidecek bir siyasette, farklılaşan taleplere yanıt verilmesine engel teşkil edecek mekanizmalar, "karar verme süreçleri"nden çıkarıldı. Siyasal iktidar, askeri vesayetin sonlanmasında, kendisinin aktör olduğunu hissetti. Halbuki, bir manivela olmaktan öte konumda değildi. Araçsallık, kimi zaman siyaseten özne olmakla birbirine karıştırıldı.
"28 Şubat sonrası" koşullarının yarattığı günümüzün iktidarı, ne zaman ki, uluslararası sistemin ihtiyaçlarına yanıt verememeye başladı, o zaman yıpranma ve düşüş süreci hızlandı.
"28 Şubat süreci"nde, yeni filizlenen siyasal harekete destek veren "sözde liberaller", o zaman da, bu zaman da "otoriterlik"ten şikayetçiler. Zira, siyasal sisteme ılımlı görünümünde de olsa, "İslamcı" odaktan gelen yaklaşım, daha demokratik bir toplum vaat etmedi. Askeri vesayetin otoriterliğini eleştirir, "mağduriyet edebiyatı" yaparken, "kendi otoriterliğini" tabanına seçenek olarak gösterdi.
Demokrasi sadece bir "tramvay" olarak ele alındı. Zaten Ilımlı İslam'dan beklenen de, "biçimsel demokrasi"ye uyum sağlamasıydı.
28 Şubat 1997'de MGK'da "öncelikli tehdit" kabul edilen "irtica" ve bu çerçevede "irticayla mücadelenin" öne çıkması, aslında "daha laik" değil, "ılımlı dinci" yönetimi besleyen bir altyapıyı hazırladı. Siyasal iktidarın, Gülen'le birlikte tasarladığı "hegemonya" artık işlevini kaybeden bir eğimli yola girdi.Gülen hareketi de "daha demokratik" olmaktan ziyade, birlikte sürdürdükleri otoriter-hegemonik yapıdan dışlandığı, iktidardaki "asimetrik ortaklığı" kaybetmekten rahatsız. Bir anlamda, rekabet eden taraflardan hiçbiri demokratik bir toplum seçeneği sunmuyor.
Bu otoriterliklerin siyasal-toplumsal güç mücadelesi, demokratik bir çıkış yoluyla, demokratik seçeneklerin ele alınmasıyla, otoriter unsurların demokratik yollardan elemine edilmesiyle aşılabilir.
2005 ve 2010'daki MGK'larda, asimetrik tehditler ulusal güvenlik tehdidi kabul edilirken, Şubat 2014 MGK'sının bildirisinde, isim verilmeden Gülen hareketine atıfta bulunulduğu yorumları yapılıyor.
Ne değişti?
28 Şubat bir sarmal gibi, farklı siyasal yönetimlerle sürüyor, Türk siyasal yaşamı otoriterlikten kurtulamıyor.
ARTIK DEMOKRASİ ZAMANI...
"28 Şubat sonrası" koşullardan doğan AKP, bir nevi yeni bir arayışı, belli bir siyasal geleneği reddedişi ortaya koyuyordu. Bir de, toplumsal konularda, yaşanan bir olayın "kime yaradığı" konusu çok fazla gündeme gelir. Elbette AKP'nin kurucuları bunu hesaplamamışlardı ama "28 Şubat süreci", AKP'nin varoluşunu ve iktidarını sağladı.
AKP'nin otoriter siyaseti, aslında Türk siyasal yaşamının "otoriterliğinin" tekrarlanmasından başka birşey değildi. Bir de elbette Tanıl Bora'nın işaret ettiği üzere, Türk Sağı'nın "milliyetçilik, muhafazakarlık, İslamcılık" hallerinin yeniden üretilmesi gibi kısır bir döngü varlığını sürdürmeye çalışıyordu.
Askeri vesayetin sona erdiği algısı, sivil vesayete, "sandık demokrasisi"ne evrilen bir yüzeyi yarattı.
Siyasal iktidarın daha ilk aylarında ABD'nin 2.Körfez Savaşı hazırlıkları ile karşılaşan AKP, Kasım 2002-Şubat 2003 arasında ABD'nin Türkiye üzerinden Irak'a "kuzey cephesi" açmasına yeşil ışık yakan müzakereleri sürdürdü. Müzakere sonucunda ortaya çıkan tezkere, Türk kamuoyunda büyük bir infial yarattı. MGK'da "tezkere için bağlayıcı" karar alınmaması, Ordu'nun sorumluluğu siyasal iktidara bırakması, CHP grubuyla birlikte, AKP milletvekillerinin 3'te birinin de oylarıyla TBMM'de reddedilmesi sonucunu doğurdu. TSK 1 Mart 2003'te "reddedilen tezkere"den sorumlu tutuldu. Bu da askeri vesayetin bir daha geri gelmemek üzere sonlanacağı bir dönemin simgesi oldu. Çünkü ABD'nin en hassas olduğu konuda, ordu "gerekeni" yapmamıştı. Ancak şunu da unutmayalım. TSK sadece 1 Mart 2003'ten dolayı diskalifiye edilmedi İktisadi, siyasi, kültürel ve toplumsal açıdan "küresel sisteme" entegre olan Türkiye'de, karar verme süreçlerinde ordunun vesayetine artık gerek kalmadı. Karmaşıklaşan ekonomi-politikte, yeni açılımlara gidecek bir siyasette, farklılaşan taleplere yanıt verilmesine engel teşkil edecek mekanizmalar, "karar verme süreçleri"nden çıkarıldı. Siyasal iktidar, askeri vesayetin sonlanmasında, kendisinin aktör olduğunu hissetti. Halbuki, bir manivela olmaktan öte konumda değildi. Araçsallık, kimi zaman siyaseten özne olmakla birbirine karıştırıldı.
"28 Şubat sonrası" koşullarının yarattığı günümüzün iktidarı, ne zaman ki, uluslararası sistemin ihtiyaçlarına yanıt verememeye başladı, o zaman yıpranma ve düşüş süreci hızlandı.
"28 Şubat süreci"nde, yeni filizlenen siyasal harekete destek veren "sözde liberaller", o zaman da, bu zaman da "otoriterlik"ten şikayetçiler. Zira, siyasal sisteme ılımlı görünümünde de olsa, "İslamcı" odaktan gelen yaklaşım, daha demokratik bir toplum vaat etmedi. Askeri vesayetin otoriterliğini eleştirir, "mağduriyet edebiyatı" yaparken, "kendi otoriterliğini" tabanına seçenek olarak gösterdi.
Demokrasi sadece bir "tramvay" olarak ele alındı. Zaten Ilımlı İslam'dan beklenen de, "biçimsel demokrasi"ye uyum sağlamasıydı.
28 Şubat 1997'de MGK'da "öncelikli tehdit" kabul edilen "irtica" ve bu çerçevede "irticayla mücadelenin" öne çıkması, aslında "daha laik" değil, "ılımlı dinci" yönetimi besleyen bir altyapıyı hazırladı. Siyasal iktidarın, Gülen'le birlikte tasarladığı "hegemonya" artık işlevini kaybeden bir eğimli yola girdi.Gülen hareketi de "daha demokratik" olmaktan ziyade, birlikte sürdürdükleri otoriter-hegemonik yapıdan dışlandığı, iktidardaki "asimetrik ortaklığı" kaybetmekten rahatsız. Bir anlamda, rekabet eden taraflardan hiçbiri demokratik bir toplum seçeneği sunmuyor.
Bu otoriterliklerin siyasal-toplumsal güç mücadelesi, demokratik bir çıkış yoluyla, demokratik seçeneklerin ele alınmasıyla, otoriter unsurların demokratik yollardan elemine edilmesiyle aşılabilir.
2005 ve 2010'daki MGK'larda, asimetrik tehditler ulusal güvenlik tehdidi kabul edilirken, Şubat 2014 MGK'sının bildirisinde, isim verilmeden Gülen hareketine atıfta bulunulduğu yorumları yapılıyor.
Ne değişti?
28 Şubat bir sarmal gibi, farklı siyasal yönetimlerle sürüyor, Türk siyasal yaşamı otoriterlikten kurtulamıyor.
ARTIK DEMOKRASİ ZAMANI...