23 Aralık 2013 Pazartesi

HEGEMONYA'NIN KRİZİ...

İsmet Paşa'nın, toplumsal olayları yorumlamakla ilgili, en veciz uyarılarından birisi, "24 saat beklemek" ile ilgiliydi. Kendisini sağlığında göremesem de, onun ekolünden yetişen bir nefer olarak, bu ilkeyi korumaya hep özen gösterdim. Bir de akademik özen işin içine girince, pek çok dostum, zaman zaman "aşırı temkinli" olmakla beni değerlendirdi. Oysa, birebir araştırma yapmadığım konularda kalem oynatmak, son yılların moda deyimiyle, uzaktan izleyip, "büyük fotoğrafı görmekle" mümkün olabiliyor. Bu dediğimiz de elbette neden-sonuç ilişkilerini irdelemekle, birtakım analizleri realize etmekle mümkün kılınabiliyor. Hiç kuşkusuz, bir blog yazısında, bilimsel bir çalışmayı ortaya koymak mümkün değil. Bununla birlikte, süreci tarihe not etmek ve kısa vadede başka insanlarla görüşlerinizi paylaşmak, teknolojik olanaklarla bir fırsata dönüşüyor.
Ülkemizde 17 Aralık'ta başlayan, "yolsuzluk ve rüşvet operasyonu", pek çok farklı yönden ele alındı. Kimi konuyu, ABD'nin Türkiye-İran arasında, "altın takasına" dayalı, ABD ambargolarını delen ticaretine yönelik dolaylı müdahalesine bağladı, kimi Hükümet-Cemaat ilişkisi açısından fikirler yürüttü, kimi de 2014'teki siyasi hesaplara dayalı yorumlar yaptı.
Aslında altı çizilen tahminlerin, reel politikte, belli karşılıkları vardı. Hatta belki de, herbir başlık, gerçeğin belli bir parçasını ifade ediyordu. Oysa kimse, tüm bu gerçeğe yakın gerekçelere rağmen, içinde bulunduğumuz vahim durumu göremedi. Operasyondan sonra Erdoğan, aynı Gezi olaylarında olduğu gibi, şehir şehir geziyor, mitingler yapıyor. Haziran 2013'te sayın Başbakan, Gezi eylemcilerini, kendi taraftarlarına şikayet ediyordu. Şimdilerde "ironi" konusu olan, evde tutulamayan "milyonlar", artık başka bir benzetmeyle ele alınıyor. Aralık 2013'te ise Başbakan, polis ve savcıları halka şikayet ediyor. Ayrıca, Ilımlı İslam tasarımıyla koşut giden büyük müttefik ABD ve büyükelçisi, bu suçlamalardan payını alıyor. Gezi'de de Batı suçlanmıştı. Meşruiyetin, dış konjonktürde kırılan önemli ayaklarından biri budur.
Bir başka parantezde, iç dinamiklerle konuyu mercek altına aldığımızda, ne de olsa Futbol Cumhuriyeti haline geldiğimize göre, seçmenlerin daha iyi anlayacağı bir dille konuyu ifade edelim. Fenerbahçe, "Şike Operasyonu" sonucunda yapılan yargının, sonuçlarıyla birlikte ortadan kaldırılmasını istiyor. Neden olarak ta, çok önemli bir noktadan hareket ediyor. Bizzat Başbakan, "yargının içinde çete var" diyerek, yargı kararlarının, "güvenilmez" olduğu vurgulamasını yapıyor.
Dikkat edilecek olursa, herhangi bir yargılama sürecinde, hele konunun toplumsal-siyasal etkileri varsa, hukuki değerlendirmeler değil, siyasal vaziyet alışlar, iktidar partisi ya da Gülen Cemaati etkisi üzerinden tahminler yapılıyor.
Bu sadece futbolda değil, Ergenekon, Balyoz dahil, vesayetin kaldırılması zemininde savunulan, toplu davaları akıllara getiriyor. Sözkonusu davalarda, "sabahın 5'inde insanların gözaltına alınması", "medyayla hazırlık soruşturmasındaki gizlilik ilkesinin ihlali", yine "medya yoluyla yargısız infaz" yakınmaları, "sahte deliller" suçlaması, bu sefer, siyasal iktidardan geliyor.
Dönemin popüler ve emrine "zırhlı araba" verilen savcısı, şimdilerde siyasal iktidarın hedefinde...
Ergenekon'da, "Türkiye'nin barsakları temizleniyor" diyen, iktidar yetkilileri ve birtakım kalemşörler şaşkın. Sözde liberaller, Cemaat'le ana muhalefet arasında, kendilerine "yeni adresler" bulma peşinde.
AKP-Gülen Cemaati arasında biten koalisyon, o dönemde, "anciént regime" elitlerini tasfiye ederken, Fuller'in "Yeni Türkiye Cumhuriyeti" kitabı yok satıyordu.
Geldiğimiz noktada, yeni kurulmaya çalışılan hegemonya, tam da kendi yöntemleriyle krize girerken, kendi unsurları arasındaki "iktidar kavgası"yla, "meşruiyet krizine" giriyor.
Bağımsız yargı, hukuk devleti gibi çoğulcu ve çağdaş demokrasinin -olmazsa olmazları- adli kolluk yönetmeliğinde yapılan acele ve kuvvetler ayrılığı ilkesini zedeleyen değişikliklerle bir kez daha yara alırken, soru işaretleri şurada yoğunlaşıyor.
Yıllardan beri devlet içinde "paralel devlet mekanizmaları"nın oluştuğunu reddeden Başbakan, "yargı içinde çete var" diyorsa, bu hegemonyanın tam da meşruiyet göbeğinden yapısal bir kriz içinde olduğunun tespitidir. Peki sade vatandaş, hukuka güvenmeyecek te, nereye güvenecek?
Bu soru, içi boşalan hegemonyanın olduğu kadar, ülkemizin geleceğini ilgilendiren, en temel sorudur... 

16 Aralık 2013 Pazartesi

İÇTE DE "DEĞERLİ YALNIZLIK"...

MFÖ'nün ünlü parçası nasıl başlıyordu? "Nereden başlasam, nasıl anlatsam..."
Hoş, ünlü şarkı Bodrum'u anlatıyordu, ama meramımız, AKP'nin sadece "dış politika"da değil, "iç politika"da da içine düştüğü "değerli yalnızlık" politikası...
"Değerli yalnızlık", AKP kurmaylarınca uydurulmuş bir başlık. Neden başlık diyorum, zira dış politikada bir kampanyanın adından söz ediyorum.
Fanatik bir FENERBAHÇE taraftarı olarak, Hakan Şükür ismi, rakip takımla anılır diye düşünülebilir. Oysa Şükür, bir spor kulübünden ziyade, Gülen ya da kendi deyimleriyle "hizmet hareketi"ne ait olarak kaydedilebilir.
Şükür'ün AKP'den istifasına neden şaşar insanlar? Muhafazakar tandanslı bir "siyasal parti"yle, İslamcı kodlara sahip bir "hareket"te, özgür iradeden söz etmek ne kadar mümkündür?
O yüzden "özne" Hakan Şükür değildir. Problematik, AKP-Gülen kavgasıdır. AKP, kendi siyasal müttefikleriyle köprüleri atmış, sadece "karizmatik liderliğe" sığınmaya başlamıştır.
AKP, dış politikada yaşadığı "değerli yalnızlığı", artık iç politikada da yaşamaktadır. Bu hikayeyi çok gördük. Yeni bir siyasal döneme hazırlanırken, AKP'nin bölgesel ve küresel dengelerle attığı köprüleri iyi gözlemlemek gerekir.
Objektif koşulları tükenen iktidar, artık küresel kodlara sahip "Gülen hareketi"yle yapısal bir kavganın içine girmiştir.
Gülen hareketi'nden arta kalan, AKP'nin yaşadığı "yalnızlık"tır.
Gülen sonrası oylar ve siyasal destek kime kalacaktır?
Sağ ve Sol'da satranç bunun üzerine oynanacaktır.
Ne var ki, "karizmatik liderlik" ve "hizmet"in rekabeti tam da bu meyanda gerçekleşecektir.
Yeter ki, laik, demokratik ve toplumsal muhalefet buradan ders alsın ve rüzgara kapılmasın... 

12 Aralık 2013 Perşembe

"BALBAY'A ÖZGÜRLÜK..."

Yazının başlığı, aynı zamanda Balbay'ın "uzun tutukluluğu"na karşı verilen mücadelenin simgesi, adı haline gelmişti.
9 Aralık 2013 akşamı, CHP İzmir milletvekili, Cumhuriyet gazetesi yazarı Mustafa Balbay, Anayasa Mahkemesi'nin uzun tutukluluk konusunda aldığı karardan sonra, yerel mahkemenin de bu karara uymasıyla tahliye edildi. Ergenekon davasında, Özel Yetkili Mahkeme'nin Ağustos 2013'de verdiği hükümler, kamuoyu vicdanında çok tartışılmış, Mustafa Balbay da, 34 yıl hüküm giymişti. Bununla birlikte, temyize giden karar, Yargıtay'da kesinleşmediğinden, Balbay hala sanık sıfatında ve tutukluluğu neredeyse 5 yılı bulan bir aşamaya gelmişti.
Mustafa Balbay, pozitif enerjisi, gülümseyen yüzüyle, kin ve nefret değil, uzlaşma mesajları verdi. 10 Aralık'ta ise, TBMM'de milletvekili yemini ederek, mesaisine başladı. 14 Aralık'ta ise, seçim bölgesi İzmir'de açılışlara katılacak ve CHP İzmir İl Başkanlığı'nı ziyaret edecek.
2007 Haziran'ında "Ümraniye Soruşturması" olarak gündeme gelen, 2008'de başlayan ve adına dalga denilen, seri ve kitlesel tutuklamalarla kamuoyunun gündemini uzun süre meşgul eden Ergenekon davasının yerel mahkemedeki süreci, 2013'te bittiyse de, Yargıtay aşaması sürüyor.
Sözkonusu davaya koşut olarak, subayların yargılandığı Balyoz Davası da Özel Yetkili Mahkeme aşamasından sonra, Yargıtay'da onandı ve hükümler kesinleşti.
Malum, Ergenekon davasında, sapla saman birbirine karıştı. Akademik dünyadan, gazetecilerden ve subaylardan oluşan sanıklar, birbiriyle bağdaştırıldı. Bavullarda sözde belge taşıyan, sözde gazeteci, şimdi Cemaat-Hükümet geriliminde, siyasal iktidarı tehdit ediyor, elinde yeni bavullar olduğunu ifade ediyor.
Mustafa Balbay da, malum davada, gazeteci kimliği ve aktif kişiliğiyle dikkat çekti. Cezaevi'ndeyken milletvekili seçildi, görevine ancak 2.5 yıl sonra başlayabildi.
Oda TV davasındaki sanıkların (başka davalardan halen tutuklu Hanefi Avcı ve Yalçın Küçük dahil) tahliye kararları, Redhack davasındaki tahliyelerle, yeni bir trendin somutlaştığı gözüküyor.
Kimi bunu yaklaşan yerel seçimler ve Cumhurbaşkanlığı seçimlerine, kimi Gezi sürecine, kimi Cemaat-Hükümet gerilimine, kimi de farklı yaklaşımlara dayandırıyor.
Aslında dile getirdiğimiz yorumlar bile, önemli bir sorunu işaret ediyor. Yargının siyasal iktidar ya da malum Cemaat'in etkisinde olduğu iddiaları ve imaları, ne kadar derin bir "problematik" içinde olduğumuzu gösteriyor.
Türkiye'nin sahip olduğu modernleşme birikimi, içinde yer aldığı Batılı değerler sistemi ve dahil olduğu kurumsal ittifaklar; küresel standartlarda bir piyasa ekonomisi, çoğulcu demokrasi ve bağımsız yargıyı gerektiriyor. Bu bir bakıma çağcıl anlamdaki "ulusal güvenlik parametreleri"dir.
Ne geçmişteki askeri vesayet, ne de günümüzde tartışılan sivil vesayet biçimleri, bu ihtiyaçlara yanıt vermektedir.
Cumhuriyet'in kurucu değerleri ile küresel zemindeki taleplerin çakıştığı nokta, tam da bu dediklerimizi teyit ediyor.
Umarım ki, "Balbay'a özgürlük", hem tartışmalı davaların "yeniden yargılama" ile  kamuoyu vicdanında yer almasına, hem de uzun tutukluluk hallerinin sona ermesine vesile olur.
Tekrar geçmiş olsun sevgili Balbay...

8 Aralık 2013 Pazar

"SAĞ"DAN OY ALMAK?

Ülkemizde siyaset, Batılı terimlerle Türk siyasal yaşamının dinamiklerinin tanımlanması, bu çerçevede, ulusal-küresel yüzeydeki kavram tartışmaları ve kafa karışıklıkları çerçevesinde geçer.
Bir bakıma 1950 genel seçimlerinden itibaren, bir türlü "tek başına iktidara gelemeyen" CHP, buna karşın, iktidara gelmesine rağmen, siyasal yaşama veda eden Sağ partiler gibi bir durumla karşı karşıyayız. Elbette temel soruyu sormak, tam da sözkonusu bağlamda gündeme geliyor. Türkiye'de Sağ'ı ve Sol'u tarif etmek... Merak etmeyin, böylesine devasa bir işe girişmeyeceğim. Ancak şu kadarına yer verelim ki, CHP'de son zamanlarda "Sağ'dan oy almak" başlıklı tartışmalara ve yoğunlukla DSP'den gelen ve CHP'de aktif olan yöneticilere bir ışık tutalım.

Kitabımızın künyesini vererek işe başlayalım:

Frederick W.Frey, The Turkish Political Elite, Massachusetts Institute of Technology, Cambridge, Massachusetts, 1965

Frey, Türk politik elitini analiz ederken, şöyle bir değerlendirme yapıyor. CHP'yi, askeri ve sivil bürokratik elitin (1. elitin) temsil ettiği bir siyasal parti olarak analiz ederken, DP'yi, 1930'lu yıllardaki "devletçilik" politikaları temelinde güçlenen ticari burjuvazi ve köylülük parantezinde ele almıştır. (2. elit). Frey, "2. elitte", köylülüğü değil, ticari burjuvaziyi ön planda ifade etmiştir.
DP ve ardılı olan siyasal partiler, kapitalist gelişme arttıkça, özellikle 1980 sonrası köylülüğü geride bırakırken, küçük ve orta ölçekli ticari burjuvazi, 1960'ların sonundan itibaren Milli Görüş'te, anti-komünizm başlığındaki "Ülkücü Hareket" ise, Orta Anadolu'daki esnaf tabanında ve gençlik içinde örgütlenmiştir.
CHP'deki "Demokratik Sol" hareket ise, TİP'te gelişen, sınıfsal sendikaların destekledği Sosyalist hareket ve AP'de temsil edilen Merkez Sağ arasında, İsmet Paşa'nın deyimiyle "Ortanın Solu" ifadeisyle gündeme gelmiştir.
1970'lerde CHP'nin, MC'de koalisyon yapan Sağ ittifaka karşı, Güçbirliği Cephesi'nde müttefikleri Sosyalist fraksiyonlar olmuştur. Ancak Ecevit, 1977'den sonra, "kimseye diyet borcumuz yok" diyerek, "dışımızdaki Sol" konusunu işlemiştir.
1977'de CHP, Sol'dan vazgeçerek değil, tam tersi "bizim Solculuğumuzun sınırını halk çizer" diyerek, "toprak işleyenin, su kullananın" sözleriyle, birinci parti olmuş, ancak iktidar olamamıştı.(Kıbrıs Barış Harekatı ve Haşhaş ekimi yasağı'na karşı verilen mücadeleyi de unutmadan bir değerlendirme yapmak gerekir.)
1980'lerde CHP'nin kapalı olduğu zamanlarda, Sosyal Demokrasi kavramı, daha kurumsal bir bağlamda ele alınmış, Ecevit, SHP'den ayrı, DSP siyasetiyle, CHP'deki "Demokratik Sol" hareketi, yasaklı olduğu dönemler dahil, devam ettirme iddiasında bulunmuştur.
1992'de "yeniden açılan CHP", Baykal'la "3. bir parti" olarak kurulurken, CHP-SHP birleşmesi, CHP çatısı altında, 1995'te realize edilmiş, ancak hem oylar düşmüş, hem de 1999'da  baraj altında kalınmıştır. İşin ilginç yanı, CHP'nin eski genel başkanı Ecevit ve lideri olduğu DSP, bu seçimlerde "birinci parti" olmuştur.
2002'de ise, CHP'de genel başkanlığa yeniden dönen "Baykal'ın CHP"si "ana muhalefet" olurken, DSP, ancak %1.5 oy alabilmiştir. Sonra da toparlanamamıştır. Baykal da 2010'da malum "kaset skandalı" ile, CHP liderliğini bırakmak zorunda kalmıştır.
CHP, 1970'lerde, varoşlara "Demokratik Sol"la uzanırken, kent merkezindeki oylarını da muhafaza etmiştir. 1980'lerde "kimlik politikası" belli bir ivme kazanırken, 1990'larda "ulusal" mahreçli siyasalar kuvvet kazanmıştır.
2009 yerel seçimlerinden beri, muhafazakarlaşan seçmene ulaşma gayreti dikkat çekmektedir. "Çarşafa rozet takma" çabasında da görüldüğü üzere, eklektik yaklaşımlarla "oy kazanma"nın mümkün olmadığı ortadadır. Gramsci'nin hegemonya kavramında görüldüğü gibi, yeni inşa edilen toplumsal yapının kodlarını içselleştirme seçeneği, son derece sakıncalı bir yaklaşımı gözler önüne sermektedir. Aslında muhafazakarlık olarak dile getirilen süreç, gerçek anlamıyla İslamcılaşma'dır. Muhafazakarlık, Batılı bir siyasal terimdir ve yaşananlarla ilgisi yoktur. Sol'un özgürlükçülüğünün, İslamcı hegemonya kodlarını tekrarlayarak, liberter olmayan bir "yapay özgürlükler" söylemine teslim olması, mümkün değildir.
Sol elbette "aydınlanmacı"dır, Fransız devriminde dile getirildiği gibi, "özgürlükçü, eşitlikçi ve kardeşlikçi"dir. Enformasyon toplumunun Sol'unda, değişimlerin yansıtılması kaçınılmazdır. Sosyal Demokrat bir Sol, pazar ekonomisi içinde, sosyal dengeyi sağlayacak yaklaşımları, ortaya koyacaktır. Bunlar da, yeniden keşfedilen şeyler değildir. Daha 1985'te Prof.Dr. Asaf Savaş Akat ve Prof.Dr. Seyfettin Gürsel, DSP programını yazarken, pazar ekonomisiyle, Sosyal Demokrasi'nin, Batı'da yaşanan "barış"ını dile getirmişlerdi. Tekrar tekrar aynı yere dönmeye gerek yok. Pazar ekonomisini "Amerika'yı yeniden keşfeder" gibi gündeme getirmek yersizdir. Zira o "barış" çoktan gerçekleşmiştir.
Günümüzde CHP'den talep edilen "merkez Sağ" ve merkez Sol" parti olmasıdır. Gelişmiş demokrasilerde henüz bunu beceren yoktur. AKP, Sağ seçmenin oyunu almaktadır. Partinin İslamcı kodları, neden "muhafazakar demokrat" olarak lanse edilmiştir. Son derece basittir. Merkez Sağ'dan oy almak için, başarılı bir "kimlik algısı" yaratma operasyonudur. Ancak iktidar partisinin "ideolojik çekirdeği" yerli yerinde durmaktadır.
CHP'nin Sol başlığında temsil ettiği, Sosyal Demokrat/Demokratik Sol kimlikle, Cumhuriyet'i kuran "kurucu değerleri", bir fazlalık değil, partinin "gerçek kimliği"nin açılımıdır. CHP'nin, Sağ'ın "gri" olarak açıklanan (ki bu %26 neye göre, hangi segmentlerde ele alındı) kesiminden "oy alması", Sağ adaylarla değil, CHP'nin sosyolojik örgütlenmesiyle, hedeflediği kesimleri, dönüştürmesiyle mümkün kılınabilir. CHP'nin "değişimi" başkalaşmadan olmalıdır. İslamcı söyleme "ayak uydurulduğu" takdirde, muhalefet olmak dahi, bir başka ütopyaya dönüşebilir. CHP, iktidara gelmeden önce, toplumu dönüştürmek zorundadır. Bugünkü iktidar, dönüştürdüğü toplumsal dokuyu, üstyapıyı ele geçirdikten sonra, eylemli hale getirmiş, ulaşamadığı kesimleri de, bu yolla "terbiye" etmeye başlamıştır.

Bu minvalde, CHP'nin iktidar olma formülünde, malum "cemaatle" işbirliği de iktidar getirmez. Bu nafile bir arayıştır.

(Bkz: http://deniztansi.blogspot.com/2012/05/gulenle-sol-cikmaz-deniz-tansi-chp.html)

CHP, "ideolojik bir total" üzerine değil, (zira kitle partisidir), demokratik ortak payda temelinde, laik bir ulusal yapıyı, pazar ekonomisi içinde, sosyal devlet başlığında, Batılı değerlerle işlemeli, hakim ideolojik kodlara kendini mahkum etmemelidir. Bu bağlamda, Sağ'dan gelen adaylar elbette olabilir ama partinin örgütsel yapısı ve kendi adayları "öz partisinde garip" hale getirilmeden, istisnai olarak gündeme gelmelidir.
Sağ'dan değil, toplumun "tüm mağdurları"ndan oy almak hedeflenmelidir.
Benden söylemesi...