30 Temmuz 2012 Pazartesi

"YA KATLİAM YA SÜRGÜN"...

29 Temmuz 2012 günü, neyse ki bir başka "Alevi katliamı"nın tarihi ya da yıldönümü olmadı. Ama olabilirdi. Ramazan davulundan rahatsız olan Alevi ailenin davulcuyla tartışması üzerine yürütülen "tahrik olma" senaryosu, 1993'teki versiyonunda Aziz Nesin'in "Şeytan Ayetleri" konusundaki sözlerinden "tahrik" olanlar çerçevesinde 37 canın yakılmasıyla sonuçlanmıştı. 1978 Aralık'ında ise, "Aleviler içme suyuna zehir karıştırdı" provokasyonu gündeme gelmişti.
Şimdilerde Sünni taassubu ve etnik milliyetçilik çerçevesindeki "kitle saldırganlığı"nı içeren saldırgan hareketleri, "derin devlet" ve "gizli güçler"le açıklamak moda. Elbette bunda "kontrgerilla" faaliyetlerinin bir hayli payı bulunabilir.
Ancak dikkat edin. Toplumun bir kesimi diğer kesimine karşı yıllardır "tahrik" oluyor. Osmanlı'dan Cumhuriyet'e uzanan tarihsel perspektifte, her ne kadar Atatürk, Anadolu'daki zenginliği "yurttaşlık" çerçevesinde bir ulus ve ulus-devlet anlayışına yerleştirmek istediyse de, Cumhuriyet'teki Türklük, Osmanlı'daki "Müslümanlık"ın karşılığı oldu. Lozan zemininde "azınlık" sayılan, 1926 Medeni Kanunu'yla "azınlık" olmaktan çıkartılsalar da, Lozan'dan kaynaklanan "azınlık" haklarını kullanan Ermeni, Rum ve Yahudi yurttaşlarımız "Gayrımüslimler" başlığı altında fiilen Türk sayılmadılar.
Türklük Müslümanlık'la eşitlendi ama Kürtler bu ezberi, Müslüman bir kimliğe sahip bir unsur olmalarına rağmen farklı olduklarını ifade ederek  bozdu. Sünnilik ise yine Osmanlı mirası çerçevesinde, devletin resmi değil ama "fiili baskın mezhebi" olarak, bu sefer Diyanet İşleri Başkanlığı aracılığıyla etkinliğini sürdürdü. Bürokrasi, siyaset ve iş dünyasında, belirleyici bir inanç olarak etkinliğini devam ettirdi.
Aleviler'in Osmanlı'da uğradıkları zulüm, Cumhuriyet'te bu anlamıyla ortaya çıkmadı ancak resmi alana "kimlikleri"yle giremeyen Aleviler, çok partili yaşamda katliamlara uğradılar. 1970'lerde yaşanan sosyal olaylar, Aleviler'in "büyük kentlere" göçlerini hızlandırdı. Anadolu "Alevisiz"liğe sürüklenirken, büyük kentlerde Aleviler seslerini daha çok duyurarak, haklarını gündeme getirdiler. Bunun en somut aracı ise "Cemevi" kavramının toplumsal alanda duyurulması ancak bir türlü "ibadethane" olarak devlete kabul ettirilmemesiyle devam eden bir mücadeleyi ateşledi.
Siyasal İslam'ın "Alevilik"i asimile etme çabası, Sünnileştirme eğilimi, Aleviler'in son süreçte direncini arttırdı. Bu da İslamcılık açısından sert tonu yoğunlaştırdı. Aleviler'i "Cami"ye zorlayan anlayış, aslında yıllardır Alevi köylerine Cami yapma ve imam atama yöntemleriyle görülüyordu.
Malatya Sürgü'de "tahrik" olanların İstiklal Marşı'yla Alevi ailenin evini kuşatma girişimi Sünnilik ve etnik milliyetçilik sarmalıyla bir "yok etme" ve "tahammül edememe" tavrını ete kemiğe büründürmektedir.
Yargıdaki Aleviler'in "tasfiye" edilmesini "kampanya"yla alkışlayan "yandaş medya", yaşanan kabusu tetiklemiştir. Üstelik buna Ordu'daki tasfiyeyi de dahil etmişlerdir.
Alevisiz bir devlet anlayışı, mezhebe dayalı bir siyaseti somutlaştırmaktadır. Tahrik olanlar ise "Aleviler'i katletme ya da sürgün" seçeneğiyle tehdit ederek, "tek tip" bir yaşamı, taşra tutuculuğunu saldırgan bir davranışla yaşama geçirmektedir. İslam'da olmayan bir "toplu yakma" eylemi ne yazık ki gelenek haline getirilmeye çalışılmaktadır. "Kanlı Ramazan" girişimi bu bağlamda tüyler ürpetici olmuştur.
Ortadoğu'da yaşanan etnik ve mezhepsel kargaşada, Laiklik'e dayanan bir yurttaşlık olmayınca, farklılıkları asimile ederek ya da yok ederek bir homojenleştirme riski yüksektir.
Ve varılan nokta vahim yerlere uzanma potansiyeline sahiptir...
AMAN DİKKAT... 

26 Temmuz 2012 Perşembe

SURİYE'DEKİ "KÜRT KARTI"...

Türk medyasında olduğu gibi, siyasal iktidar ve yetkililerde de, inanılmaz bir şaşkınlık var. Daha düne kadar, "Esad gidecek, İhvan gelecek" sevincinde olan iktidar sözcülerini, şimdi karamsar bir hal aldı. Zira "Esad sonrası" nihayet "tek bir Suriye"nin kalmayacağı anlaşılmaya başlandı. Bir tarafta Kürtler, bir tarafta Sünni Araplar, bir tarafta Alevi Araplar ve henüz bir işaret alınmasa da belki Dürziler, özerkleşme ya da devletleşme yoluna gidebilir.
Bunun benzeri Irak'ta yaşandı. Şimdilik "kağıt üstünde" "tek bir Irak" varsa da, Sünni Kürtler, Sünni Araplar ve Şii Araplar, ayrışma yolunda bir hayli mesafe aldılar. Sünni Arap-Sünni Kürt kesimleri Batı ve bu arada Türkiye tarafından desteklenirken, Şii Araplar İran tarafından destek alıyor. Bu yüzden de ABD işgali sürecinde "başbakanlığa atanan Maliki", başta ABD olmak üzere, Batı dünyası tarafından "İran yanlısı" olarak gösteriliyor. Ancak 2005 anayasasında bile "Arap dünyasının parçası" olarak belirtilen Irak'ta, en şanslı kesim Kürtler olarak öne çıkıyor. Mevcut anayasada sadece "Kürdistan Bölgesel Yönetimi"ne atıf bulunmakta, Barzani bu bölgenin başkanı olarak artık "uluslararası bir aktör" durumuna gelmektedir.
Suriye'deki kaosun ardından, bu ülkeye "sözde Arap Baharı" kapsamında yapılan değerlendirmeler ve beklentiler geride kaldı. Tunus ve Mısır'da Batı'nın desteklediği "güya seküler" diktatörlüklerin yerini "İhvan rejimi ve potansiyel diktatörlüğü" alması gözlemlenirken, Suriye "paket program"da farklı bir konuma geldi. 16  aydan beri "bir türlü" Esad'ın düşürülememesi, BM Güvenlik Konseyi'nden olası bir müdahaleye meşruiyet kazandıracak yaptırım kararlarına Rusya ve Çin vetosu, "iç savaş" olasılığını yükseltti. Öyle ki, İhvan devrimi beklentisi, "Suriye'deki Kürt yönetimi" endişesiyle yer değiştirmeye başladı. Bir adım ilerisinde, Barzani'nin Suriye Kürtleri'ni uzlaştırması, Barzani peşmergelerinin "yürüyerek" Suriye'deki Kürt bölgesine geçmeleri, hesapları altüst etti. Halbuki Suriye'de "merkezi otorite" çökünce, bu tür gelişmelerin olacağı gün gibi aşikardı. Irak'tan da mı ders alınmamıştı? "Büyük Kürdistan" hayaleti kol gezinirken, İhvan Suriyesi düşleri adeta kabusa dönüşmüştür. Suriye'nin kuzeydoğusunda yer alan Kamışlı-Kobani hattında sıkışan Kürtler'in Akdeniz'e yayılması ve "Büyük Kürdistan"ın Akdeniz'de "çıkış kapısı" bulması artık komplo teorilerini aşan, somut olmasa da "potansiyel bir gerçek " sıfatını kazandırmıştır. Böyle olursa Türkiye, Sünni Araplar dolayısıyla İhvan rejimiyle de sınırdaş olamayacak ancak Hatay-Lübnan arasında yer alan, dar sahil şeridindeki "olası Nusayri devleti" yani "Esad'ın ya da Esad yandaşlarının müstakbel devleti"yle komşu olacaktır?
Sünni kuşağı beklentisiyle yola çıkanlar, Büyük Kürdistan seçeneğiyle muhatap hale gelmişlerdir. Hatay-Hakkari arasındaki -bin kilometreyi- aşan, Türkiye-Suriye, Türkiye-Irak sınırı bir Kürdistan kuşağı haline gelmek üzeredir. Üstelik Türkiye kendi sınırını "düzenli ordusu"yle korurken, karşı taraf "milis-peşmerge" birliklerini içermekte ve devlet kurallarına bağlı olma konumunda değildir. PKK terör örgütü Suriye'de PYD ile organik bağ içindedir. Tıpkı İran'daki PJAK'la olduğu gibi. Barzani bölgesinde ise Kandil çevresinde "terör karargahına" sahiptir. İlk kez PKK ağırlıklı bir siyasal güç, belli bir toprak parçasını yani
Kuzey(doğu) Suriye'yi yönetme durumuna gelmiştir. Terör örgütü "uluslararası bir aktör" gib hareket etmeye çalışmaktadır. Tıpkı Barzani gibi.
Görünen o ki, 2007'de Erdoğan-Bush arasında düzenlenen Beyaz Saray zirvesinden beri, Irak'taki Kürdistan Bölgesel Yönetimi'yle diplomatik ilişkiye geçen, 1200 şirketi bu bölgede faal olan Türkiye, Suriye Kürt bölgesinde PKK ile muhatap olmaktansa, Barzani'nin bu bölgeye nüfuzunu tercih edecektir. Zaman Kürt hareketlerinin lehine gelişiyor.
İhvan ise Suriye çölünde kuracağı Sünni rejime hazırlanıyor. Komşuları ise Suriye Kürtleri ile Suriye Nusayrileri olacak.
Asimetrik muhataplarla ise ülkemizin işi ne yazık ki bir hayli zor olacak...

20 Temmuz 2012 Cuma

SURİYE'YE "İHVAN" REÇETESİ?

2011'de Tunus, Mısır, Libya ve Yemen'de yaşanan "sözde Arap Baharı" hareketleri, fiilen İhvan dalgasına dönüştü. Yıllarca ABD destekli diktatörlüklerle yönetilen rejimler, İhvan türü yapılara dönüşür/dönüştürülürken, söz konusu süreç Batı tarafından "özgürlük hareketleri" ve "Arap uyanışı" olarak değerlendirildi. Aslında, Demokrat Obama, yeni muhafazakar Huntington'ın "uygarlıklar çatışması" tezine uygun düşen bir siyasal işbirliği sergiledi. Şöyle ki, İhvan rejimleri, her ne kadar, "serbest seçimler"le gelse de, İslamcı esaslara göre "yeni bir hakikat" inşa ederek, parlamento, siyasal partiler ve tüm bir siyasal alanı İslamcı paradigmaya göre yapılandırmaya başladı. Böylece İslamcı bir yaşam tarzı, devlet eliyle ve güdümüyle, halkların daha henüz siyasal talepleri anlaşılmadan, yeni bir elbise olarak giydirildi.
Ekonomik-sosyal arayışların, devrim altyapısının, bu hareketleri başlatmayan ancak "en örgütlü" İhvan tarafından "çalınması, Batılı olmayan ancak Batıcı bir "Sünni rejimler zincirini" doğurmaya başladı. Tunus'ta Raşid Gannuşi'nin "Ennahda"sı, Mısır'da Mursi'yi cumhurbaşkanı seçtiren "Özgürlük ve Adalet Partisi", İhvan'ın "değişik versiyonları" olarak, "çalınan devrim" süreçlerinin ardından iktidara geldiler. Tunus'ta "laik cumhurbaşkanı ve kurumlar", Mısır'da "cunta" ile siyasal hesaplaşması süren İhvan, Yemen'de "diktatör kaçtıktan" sonra eski rejim sürse de, bu ülkede de "siyasal yaptırımını" güçlendirdi. Libya'da seçimleri kaybetse de, "ikinci parti" olarak, siyasal gücünü sürdürüyor.
Sıra geldi Suriye'ye. Irak'taki BAAS rejimini çökerten ABD ve Batı kampı, şimdi de Suriye'deki "son BAAS rejimi"ni yıkma gayretinde gözüküyor. Unutmayalım ki, her iki ülke de "Arap milliyetçiliği"nin çok güçlü olduğu bir iklime sahiptiler. Bugünkü Irak'ta, Sünni Kürt, Sünni Arap ve Şii Araplar ayrışmaya hazırlanırken, ABD döneminde Irak başbakanlığına atanan Maliki, şimdi Şii Arap bir lider olarak "İran yanlısı" olarak gösteriliyor. Suriye'de ise yönetime hazırlanan ve 20 Temmuz 2012'de Türkiye'de düzenledikleri bir basın toplantısıyla partileşme kararı alan İhvan, "silahlı kanadı" Hür Süriye Ordusu'yla, tüm Suriye'nin değil ama Sünni Suriyeliler'in iktidarı olmaya hazırlanıyor. 18 Temmuz'da Hür Suriye Ordusu'nun üstlendiği, Suriye savunma bakanının,cumhurbaşkanı danışmanının ve savunma bakanı yardımcısının öldürüldüğü ve içişleri bakanının ağır yaralandığı saldırı, sonradan yalanlansa da, Suriye devlet başkanının Lazkiye'ye kaçtığı, eşinin Rusya'ya sığındığı gibi söylentileri gündeme getirdi. Öte yandan Suriye'nin Irak ve Türkiye sınırının Hür Suriye Ordusu tarafından ele geçirildiği savları, Esad rejiminin sonu geldi izlenimini doğurdu. Esad ve Lazkiye'nin yan yana gelmesi işaret edici bir tercihi ifade ediyor. Zira İhvan Suriyesi'ne teslim olmayacak Nusayriler'in Lazkiye merkezli bir devletleşmeye gidecekleri ağırlıklı olarak konuşuluyor. Suriyeli Kürtler'in de ülkenin kuzeydoğusunda PKK terör örgütünün yöneteceği bir konuma sürüklendikleri hatta şimdiden Kürtler'in "kendi yönetimleri"ni kurdukları somut bir gerçek.
Irak BAAS'ı, Sünni Arap azınlıkla Şii Arap çoğunluğu ve Sünni Kürtler'i yönetirken, Suriye BAAS'ı, Nusayri azınlıkla Sünni Araplar ve Sünni Kürtler'i yönetti. Bugün ise İhvan, Sünni Arap çoğunluğu öne çıkararak, Suudi Arabistan, Katar ve Türkiye aracılığıyla, Sünni kuşağının desteğini alıyor. Bu Lübnan'daki Hizbullah'ın da çökmesi demek...
Suriye İhvanı Sünni İslamcı siyasetiyle İhvan kuşağının "son halkası", "son BAAS rejimi"nin celladı olmaya hazırlanıyor. Ortadoğu'yu Batılı olmayan, Batı'ya hizmet eden ancak demokrasileri imkansız kılan bir İslamcı gelecek bekliyor. Huntington'ın dediği oluyor. Uygarlıklar Çatışması zemininde Ortadoğu, İslamcı bir geleceğe mahkum bırakılıyor. Elbette piyasa ekonomisinden ödün vermeden... 

15 Temmuz 2012 Pazar

ERDOĞAN SONRASI...

Başbakan Erdoğan, "gündemi belirleme" konusunda gerçekten de çok ilginç bir strateji izliyor. 2.5 ay sonraki, AKP Büyük Kongresi için, "Genel başkanlığa 4. ve son kez adayım" demesi, öncelikle 17-18 Temmuz 2012'de Ankara'da yapılacak CHP 34. Olağan Kurultayı'nın "konuşulmasını" azaltmak için bir hamle olarak görülebilir.
Öte yandan, siyaseten "rehavet" sayılan yaz aylarında, her ne kadar "dış politika" gündemi yoğunluğunu koruyorsa da, "iç politikada" önemli bir çıkış yapmak, sonbahara kadar, "adından söz ettirmek" açısından da kayda değer bir görüntüyü ortaya koymaktadır.
Son günlerdeki siyasal ataklarla Erdoğan, Çankaya'ya "MC ittifakı"nın bir yenisini hazırlamak üzeredir. Eski Ülkücü hükümlülerin tahliyesi, Numan Kurtulmuş'un Eylül 2012 Kongresi'nde AKP'de "görev üstlenmeye" hazırlanması, DP eski genel başkanı Süleyman Soylu'nun AKP yolunda ilerlemesi, AKP'yi aşan, Erdoğan'ın liderliğinde bir Sağ Blok tasarımını çağrıştırmaktadır.
Erdoğan, "başkanlık" ya da "yarı başkanlık" konusunda yaptığı sondajlarda henüz istediği reaksiyonları alabilmiş değil. Bununla birlikte, AKP'de "Erdoğan sonrası" sendromunun yaşanmasını istemiyor. Bu yüzden, AKP tüzüğündeki 3. dönem kısıtlamasını, "yeni kadrolar"ın önünü açmak adına kullanıyor. Bir yandan da, "partinin eskileri"nin "hizipleşmesi"ni engellemek istiyor. Zira Çankaya'ya çıktıktan sonra, Özal ve Demirel'in "siyasal yalnızlık" akibetini yaşamak istemiyor.
AKP lideri, "3. dönem kısıtlaması"na uğrama durumunda olanların "bir dönem ara vererek" siyasete devam edebileceklerini söyleyerek, "partideki küskünleri" şimdiden teskin etmeye çalışıyor.
Peki siyaset bu kadar "mühendislik" kaldırır mı? Tüm bu strateji ve planlar, Türk siyasal yaşamının bir "asimetrik denge" üzerinde devamından kaynaklanmaktadır. İktidar partisinin, her bir seçimde "oyunu arttırması", "3. dönemden" sonra, "4. dönemin" de kolaylıkla geleceğini kadro ve tabanına hissettirmektedir. Ancak bu "tatlı rüya"da, "tılsımlı formül" olarak, "Erdoğan'ın karizmatik liderliği" görülmektedir. "Erdoğan sonrası AKP"nin, iktidardan uzaklaşması, " Özalsız ANAP" ve "Demirelsiz DYP" senaryolarını akıllara getirmektedir. İronik olarak, yıllar sonra iki parti "DP çatısı" altında birleşti ama DP'nin esamesi okunuyor mu? Bu ayrı bir konu..
Türk siyasetindeki "asimetrik denge"nin, yani hegemonik iktidar denkleminin "simetrik denge"ye dönüşmesi, CHP'nin AKP'yi sandıkta yenerek, "iktidar olacağı"nın "güçlü bir beklenti" haline gelmesiyle olasıdır. Verili zeminde, bu tür bir siyasal dönüşüm zor gibi gözükse de, "otoriter siyasetin", "demokratik rekabete" evrilmesi açısından yaşamsal bir önem taşımaktadır.
Erdoğan, eğer koşullar bugünkü gibi sürerse, 2014'ten sonra da, AKP'de kendisine "ortak" istememektedir. Yeni kadroların varlığı tamamen bununla bağlantılıdır. Numan Kurtulmuş'un "olası başbakanlığı", AKP kulislerinde reddedilse de, "yeni kadrolar"ın siyasal deneyimsizliği ve parti içindeki "hizipleşme"nin geriletilmesi bağlamında bir değer taşımaktadır.
Anlaşılan odur ki sadece AKP'nin değil, muhalefetin de "Erdoğan sonrası"nı iyi analiz etmesi gerekmektedir. Yoksa AKP iktidarı, Çankaya'daki "müstakbel karizmatik lideri"yle uzun yıllar sürer, asimetrik denge, "tek taraflı" bir siyasal yapılanmayla kaim olur...   

12 Temmuz 2012 Perşembe

ÇANKAYA'DA MC İTTİFAKI MI?

2014 Ağustos'u yaklaştıkça, "Cumhurbaşkanlığı Seçimi"nin siyasete etkisi gün geçtikçe artıyor. Sadece 12 Temmuz 2012'de yaşanan siyasal gelişmeler bile, ortaya konulan "siyasal strateji"nin parametrelerini daha fazla açığa çıkarıyor.
Belli bir süreden beri medyada, HAS Parti olarak bilinen HSP'nin genel başkanı Prof.Dr. Numan Kurtulmuş'un AKP'ye katılacağı yorumları yapılıyordu. Hatta 2014 sonrası, Kurtulmuş'un "başbakan" olacağı kuvvetle dile getiriliyordu. Başka bir parti liderinin, "genel başkan+başbakan" yapılması formülü, Türk siyasal yaşamında pek alışageldik bir uygulama değil. Gerçi Kurtulmuş ve Erdoğan'ın "Milli Görüş" geleneğinden gelmesi çok önemli bir ortak payda. Öte yandan Kurtulmuş, AKP-SP ayrımında, SP'yi tercih etmekle yetinmemiş, bu partinin genel başkanlığına seçilmiştir. Milli Görüş'ün "son temsilcisi" SP'yi, 2009 yerel seçimlerinde, il genel meclisi oylarını %5'e çıkaran Kurtulmuş, AKP'ye karşı önemli bir odak potansiyelini ortaya koymuştu. Hatta şimdi ters düştüğü, partisinin İstanbul il başkanı Mehmet Bekaroğlu, "otobüs durağında bekleyen başörtülü kıza çamur sıçratan, jip sahibi başörtülü kız" örneğiyle, sorunun sosyo-ekonomik temeline inmiş, AKP'nin "kapitalist sistemi içselleştirmesi, kendi zenginini yaratması" örneğini vermişti. "Mücahitler"in "müteahhit" olması değerlendirmeleri de, AKP-SP ayrımında, sınıfsal zemini vurguluyordu.
Kurtulmuş'un "parlak liderlik" imajına karşın, SP'deki "Erbakan" geleneği tarafından liderlikten uzaklaştırılması, Prof. Erbakan'ın "ölmeden önce" son liderliğini bir kez daha SP kongresinde seçilerek yapması, Kurtulmuş'un Halkın Sesi Partisi (HSP)yi kurması sonucunu verdi.
Ancak Kurtulmuş'un adı, partisinin siyasal rotasından ziyade, AKP'de "Erdoğan sonrası" siyasal senaryolarda geçmeye başladı. Bugüne kadar, Kurtulmuş'un "sessiz"liği tercih ettiği ortamda, 12 Temmuz itibarıyla, Kurtulmuş'un AKP'ye "iltihakı" somut bir noktaya geldi. Erdoğan-Kurtulmuş zirvesi bir bakıma 2014 sonrası "Gül'süz denklemin" ipucu oldu. Bu çerçevede, "başkanlık" sistemi anayasal olarak değişmese de, "yarı-başkanlık" düzenlemeleri yüzeyinde, Erdoğan-Kurtulmuş formülü çok konuşulacaktır.
AKP Manisa milletvekili Selçuk Özdağ'ın yine aynı gün, "Bahçelievler katliamı hükümlüleri hakkında talimatı başbakan verdi" demeci, yargı ve vicdan açısından çok tartışılacak bir konu olmakla birlikte, Özdağ, "12 Eylül sonrasındaki düzenlemelerde Solcular dışarı çıktı, Ülkücüler kaldı" diyerek, aslında Kurtulmuş olayıyla birlikte, bir başka genel stratejiyi ete kemiğe büründürdü. 12 Eylül 2010 referandumundan önce de "eski Ülkücüler"in AKP'nin istediği anayasal değişikliklere destek vermesi, AKP-Eski Ülkücü ittifakı açısından bir mesaj vermeye başladı.
AKP, Sağ'ın "farklı renkleri"ni "tek çatı" altında toplayarak, "büyük stratejisi"ni sahneye koyuyor. Son günlerde AKP'nin gerek Kürt sorunu gerekse de Aleviler'e karşı söylemde, bugünkü değil ama 12 Eylül öncesindeki MHP'ye atıfta bulunması boşuna değil. Orta ve Doğu Anadolu'daki "Sünni taassubu"na dayanan, "etnik Türk milliyetçiliği"ne referans veren AKP, 2014'e doğru "Çankaya'da MC ittifakı" hazırlıyor. Ancak sözkonusu ittifakı başka partilerle değil, kendi içinde somutlaştırmak istiyor. Kimbilir "Cemaat dışarı, eski Ülkücüler içeri" mi olur? Ya da Kurtulmuş ve BBP'nin de katıldığı bir "mozaik" oluşur mu? 1. ve 2.MC, "antikomünizm" zemininde, "liberal, milliyetçi, muhafazakar" otoriter bir altyapıyı yansıtmış, CHP'yi "düşman" bellemişti. 3.MC'de Osmanlı ortak parantezinde demokrasiye karşı bir ortak refleks yükselirken, CHP yine düşman bellendi.
MUHALEFETE DUYURULUR...

1 Temmuz 2012 Pazar

ZANA VE "YOL HARİTASI"...

Bağımsız milletvekili Leyla Zana'nın sayın başbakanla 30 Haziran 2012'de yaptığı görüşme, gündemde önemli bir yer kapladı. Aslında bir süredir Zana, Hürriyet'e verdiği özel demeçlerinde de belirttiği üzere, Erdoğan'ı "Kürt sorunu"nun çözülmesinde "kilit" olarak değerlendirdi. Bir yandan kendi deyimiyle hiçbir silahlı mücadelenin sonsuza kadar süremeyeceğini, gözyaşı ve kanın durması gerektiğini, sorunu çözecek kişinin de "başbakan" olduğunu eş zamanlı olarak formüle eden bir söylem geliştirdi.
Zana'ya BDP-PKK çizgisinden eleştirel bir bakışın geliştiği çok ta gerçekçi gözükmüyor. Kendi davası açısından "bedel" ödemeyi göze almış bir siyasetçinin, birden 180 derece değiştiğini söylemek, hiç inandırıcı değil. Özellikle kağıt üzerinde "temsil" konumu olmayan bir siyasinin Erdoğan'la "müzakere" etmesi daha kolay. Ancak Erdoğan, Zana'yla görüşmesinin ardından "iyimser" olmakla birlikte, basın mensuplarından kendisine yönelen, bir sonraki görüşmenin olup olmayacağı sorusuna, "hayır" dedi. 
Zana'nın 1 Temmuz 2012'deki basın toplantısında ifade ettiği ana konu başlıklarında, özellikle PKK örgütünün başındaki Öcalan'a "ev hapsi" konusu dikkat çekti. Aslında bu vurgulanan, "görüşme" özetinden ziyade, Zana'nın son günlerde geliştirdiği görüşlerin bir dökümüydü. Erdoğan-Zana görüşmesi, "görüşmek" üzere yapılan bir sohbetti. Ve "terörle mücadele"de şahin görülen bir önceki dönemin içişleri bakanı ve şimdiki başbakan yardımcısı Beşir Atalay'ın "görüşmede bulunması" haber değeri taşıyordu.
Leyla Zana, "Öcalan'a ev hapsi" dışında, "ana dilde eğitim", "Kürtler'in anayasal konuma kavuşması" gibi taleplerini, "ayrılıkçı" bir yüzeyde değil de, "birlik" çerçevesinde ortaya koydu. Böylece "anayasal yapının", "üniter devletin" değiştiği, en önemlisi "PKK'nın siyasallaştığı" bir "yol haritası"nın izleri görüldü.
ABD'nin 2011 Aralık'ında Irak'tan çekilmesinden sonra, "PKK'nın yol haritası" netleşti.
Şöyle ki:
1- Irak'ta Barzani liderliğindeki özerk Kürdistan Bölgesel Yönetimi'nin AKP iktidarıyla anlaşmasına karşın; PKK'nın yeni dönemde yeterli güvenceleri alarak "silahsızlanması" ve "siyasallaşması".
2- Bu konuyla koşut olarak, anayasada üniter yapının değiştirilmesi, "Kürtler"in "ayrı halk" olarak kabul edilmesi, "PKK militanları ve yöneticileri"ne "genel af" ilan edilmesi ve siyasal haklarına kavuşmaları.
3- Öcalan'ı siyasi sürece dahil edecek bir geçiş süreci. Bu bağlamda, "önce ev hapsi, ikinci aşamada "af", üçüncü aşamada "medeni ve siyasi haklarına kavuşması".
Daha başka maddeler de eklemek mümkündür. İktidar ve ana muhalefetin son dönemde aslında tartıştıkları konular, kamuoyuna açıklanmayan ama herkesin bildiği bu "yol haritası"nın zamanlaması ve içeriğinin sürece yayılmasıdır.
Suriye karışıklığı, PKK'ya hayal ettiği yönetimi, yani Kuzeydoğu Suriye topraklarını bahşetmek üzeredir. Üstelik gerek Esad yönetimi, gerekse de İhvancı Hür Suriye Ordusu, "özerklik" kavramı altında, PKK'ya bir "yönetim modeli" hazırlamak durumundadırlar.
Kandil-Diyarbakır-Ankara-İmralı dörtgeni çerçevesinde ortaya konulan Kürt ayrılıkçı hareketi, şimdi de Suriye'de Kamışlı bölgesini, bir özerk yönetim bölgesi ve "kalıcı üssü" haline getirmek üzeredir. Terör örgütü, Irak'ta "misafir, Suriye'de ise "ev sahibi" konumundadır. Türkiye'de ise "ortak" olma ve "özerklik" kazanma sevdasındadır.
Peki Türkiye siyaseti, iktidarı ve muhalefetiyle bu "yol haritası"nın neresindedir? Asıl soru buradadır. Günlük siyasi polemiklere aldanıp, konuyu karıştırmayalım...