29 Temmuz 2012 günü, neyse ki bir başka "Alevi katliamı"nın tarihi ya da yıldönümü olmadı. Ama olabilirdi. Ramazan davulundan rahatsız olan Alevi ailenin davulcuyla tartışması üzerine yürütülen "tahrik olma" senaryosu, 1993'teki versiyonunda Aziz Nesin'in "Şeytan Ayetleri" konusundaki sözlerinden "tahrik" olanlar çerçevesinde 37 canın yakılmasıyla sonuçlanmıştı. 1978 Aralık'ında ise, "Aleviler içme suyuna zehir karıştırdı" provokasyonu gündeme gelmişti.
Şimdilerde Sünni taassubu ve etnik milliyetçilik çerçevesindeki "kitle saldırganlığı"nı içeren saldırgan hareketleri, "derin devlet" ve "gizli güçler"le açıklamak moda. Elbette bunda "kontrgerilla" faaliyetlerinin bir hayli payı bulunabilir.
Ancak dikkat edin. Toplumun bir kesimi diğer kesimine karşı yıllardır "tahrik" oluyor. Osmanlı'dan Cumhuriyet'e uzanan tarihsel perspektifte, her ne kadar Atatürk, Anadolu'daki zenginliği "yurttaşlık" çerçevesinde bir ulus ve ulus-devlet anlayışına yerleştirmek istediyse de, Cumhuriyet'teki Türklük, Osmanlı'daki "Müslümanlık"ın karşılığı oldu. Lozan zemininde "azınlık" sayılan, 1926 Medeni Kanunu'yla "azınlık" olmaktan çıkartılsalar da, Lozan'dan kaynaklanan "azınlık" haklarını kullanan Ermeni, Rum ve Yahudi yurttaşlarımız "Gayrımüslimler" başlığı altında fiilen Türk sayılmadılar.
Türklük Müslümanlık'la eşitlendi ama Kürtler bu ezberi, Müslüman bir kimliğe sahip bir unsur olmalarına rağmen farklı olduklarını ifade ederek bozdu. Sünnilik ise yine Osmanlı mirası çerçevesinde, devletin resmi değil ama "fiili baskın mezhebi" olarak, bu sefer Diyanet İşleri Başkanlığı aracılığıyla etkinliğini sürdürdü. Bürokrasi, siyaset ve iş dünyasında, belirleyici bir inanç olarak etkinliğini devam ettirdi.
Aleviler'in Osmanlı'da uğradıkları zulüm, Cumhuriyet'te bu anlamıyla ortaya çıkmadı ancak resmi alana "kimlikleri"yle giremeyen Aleviler, çok partili yaşamda katliamlara uğradılar. 1970'lerde yaşanan sosyal olaylar, Aleviler'in "büyük kentlere" göçlerini hızlandırdı. Anadolu "Alevisiz"liğe sürüklenirken, büyük kentlerde Aleviler seslerini daha çok duyurarak, haklarını gündeme getirdiler. Bunun en somut aracı ise "Cemevi" kavramının toplumsal alanda duyurulması ancak bir türlü "ibadethane" olarak devlete kabul ettirilmemesiyle devam eden bir mücadeleyi ateşledi.
Siyasal İslam'ın "Alevilik"i asimile etme çabası, Sünnileştirme eğilimi, Aleviler'in son süreçte direncini arttırdı. Bu da İslamcılık açısından sert tonu yoğunlaştırdı. Aleviler'i "Cami"ye zorlayan anlayış, aslında yıllardır Alevi köylerine Cami yapma ve imam atama yöntemleriyle görülüyordu.
Malatya Sürgü'de "tahrik" olanların İstiklal Marşı'yla Alevi ailenin evini kuşatma girişimi Sünnilik ve etnik milliyetçilik sarmalıyla bir "yok etme" ve "tahammül edememe" tavrını ete kemiğe büründürmektedir.
Yargıdaki Aleviler'in "tasfiye" edilmesini "kampanya"yla alkışlayan "yandaş medya", yaşanan kabusu tetiklemiştir. Üstelik buna Ordu'daki tasfiyeyi de dahil etmişlerdir.
Alevisiz bir devlet anlayışı, mezhebe dayalı bir siyaseti somutlaştırmaktadır. Tahrik olanlar ise "Aleviler'i katletme ya da sürgün" seçeneğiyle tehdit ederek, "tek tip" bir yaşamı, taşra tutuculuğunu saldırgan bir davranışla yaşama geçirmektedir. İslam'da olmayan bir "toplu yakma" eylemi ne yazık ki gelenek haline getirilmeye çalışılmaktadır. "Kanlı Ramazan" girişimi bu bağlamda tüyler ürpetici olmuştur.
Ortadoğu'da yaşanan etnik ve mezhepsel kargaşada, Laiklik'e dayanan bir yurttaşlık olmayınca, farklılıkları asimile ederek ya da yok ederek bir homojenleştirme riski yüksektir.
Ve varılan nokta vahim yerlere uzanma potansiyeline sahiptir...
AMAN DİKKAT...
Şimdilerde Sünni taassubu ve etnik milliyetçilik çerçevesindeki "kitle saldırganlığı"nı içeren saldırgan hareketleri, "derin devlet" ve "gizli güçler"le açıklamak moda. Elbette bunda "kontrgerilla" faaliyetlerinin bir hayli payı bulunabilir.
Ancak dikkat edin. Toplumun bir kesimi diğer kesimine karşı yıllardır "tahrik" oluyor. Osmanlı'dan Cumhuriyet'e uzanan tarihsel perspektifte, her ne kadar Atatürk, Anadolu'daki zenginliği "yurttaşlık" çerçevesinde bir ulus ve ulus-devlet anlayışına yerleştirmek istediyse de, Cumhuriyet'teki Türklük, Osmanlı'daki "Müslümanlık"ın karşılığı oldu. Lozan zemininde "azınlık" sayılan, 1926 Medeni Kanunu'yla "azınlık" olmaktan çıkartılsalar da, Lozan'dan kaynaklanan "azınlık" haklarını kullanan Ermeni, Rum ve Yahudi yurttaşlarımız "Gayrımüslimler" başlığı altında fiilen Türk sayılmadılar.
Türklük Müslümanlık'la eşitlendi ama Kürtler bu ezberi, Müslüman bir kimliğe sahip bir unsur olmalarına rağmen farklı olduklarını ifade ederek bozdu. Sünnilik ise yine Osmanlı mirası çerçevesinde, devletin resmi değil ama "fiili baskın mezhebi" olarak, bu sefer Diyanet İşleri Başkanlığı aracılığıyla etkinliğini sürdürdü. Bürokrasi, siyaset ve iş dünyasında, belirleyici bir inanç olarak etkinliğini devam ettirdi.
Aleviler'in Osmanlı'da uğradıkları zulüm, Cumhuriyet'te bu anlamıyla ortaya çıkmadı ancak resmi alana "kimlikleri"yle giremeyen Aleviler, çok partili yaşamda katliamlara uğradılar. 1970'lerde yaşanan sosyal olaylar, Aleviler'in "büyük kentlere" göçlerini hızlandırdı. Anadolu "Alevisiz"liğe sürüklenirken, büyük kentlerde Aleviler seslerini daha çok duyurarak, haklarını gündeme getirdiler. Bunun en somut aracı ise "Cemevi" kavramının toplumsal alanda duyurulması ancak bir türlü "ibadethane" olarak devlete kabul ettirilmemesiyle devam eden bir mücadeleyi ateşledi.
Siyasal İslam'ın "Alevilik"i asimile etme çabası, Sünnileştirme eğilimi, Aleviler'in son süreçte direncini arttırdı. Bu da İslamcılık açısından sert tonu yoğunlaştırdı. Aleviler'i "Cami"ye zorlayan anlayış, aslında yıllardır Alevi köylerine Cami yapma ve imam atama yöntemleriyle görülüyordu.
Malatya Sürgü'de "tahrik" olanların İstiklal Marşı'yla Alevi ailenin evini kuşatma girişimi Sünnilik ve etnik milliyetçilik sarmalıyla bir "yok etme" ve "tahammül edememe" tavrını ete kemiğe büründürmektedir.
Yargıdaki Aleviler'in "tasfiye" edilmesini "kampanya"yla alkışlayan "yandaş medya", yaşanan kabusu tetiklemiştir. Üstelik buna Ordu'daki tasfiyeyi de dahil etmişlerdir.
Alevisiz bir devlet anlayışı, mezhebe dayalı bir siyaseti somutlaştırmaktadır. Tahrik olanlar ise "Aleviler'i katletme ya da sürgün" seçeneğiyle tehdit ederek, "tek tip" bir yaşamı, taşra tutuculuğunu saldırgan bir davranışla yaşama geçirmektedir. İslam'da olmayan bir "toplu yakma" eylemi ne yazık ki gelenek haline getirilmeye çalışılmaktadır. "Kanlı Ramazan" girişimi bu bağlamda tüyler ürpetici olmuştur.
Ortadoğu'da yaşanan etnik ve mezhepsel kargaşada, Laiklik'e dayanan bir yurttaşlık olmayınca, farklılıkları asimile ederek ya da yok ederek bir homojenleştirme riski yüksektir.
Ve varılan nokta vahim yerlere uzanma potansiyeline sahiptir...
AMAN DİKKAT...