7 Haziran 2015 genel seçimleri, Türkiye'de yeni bir arayış başlattı. 2002'den beri süregelen baskın iktidar denklemi içerisinde, koalisyon görmeyen genç kuşaklar, yıllar sonra bu kavramla tanıştı. 12 Eylül 1980 askeri yönetiminin dayattığı zemindeki yeni anayasa, siyasal partiler yasası, kapatılan partiler, siyasal yasaklar, sivil toplum örgütleri ve siyasal partiler arasındaki ilişkileri engelleyen hükümler, sendikaların budanması, yüksek barajlı seçim sistemi ve pek çok düzenleme, eleştirilere hep şu başlıkla yanıt veriyordu. "12 Eylül öncesine dönmek mi istiyorsunuz?" Bu çerçevede, darbe öncesine yapılan göndermelerle, güvenliğin bedelinin, özgürlüklerden vazgeçmek olduğu vurgulanıyordu.
"Deli gömleği" olarak belirtilen 12 Eylül anayasası ve düzenlemelerini, daha sonra en çok savunanların başında, Özal ve ANAP iktidarları yer aldı. Özal da, 1987'de siyasal yasakların kalması ile ilgili referandumda, seçmenleri "12 Eylül öncesine dönmekle" siyaseten tehdit etmişti.
12 Eylül'ün "yürütmeyi güçlendiren", "cumhurbaşkanını yürütmenin başına getiren", "cumhurbaşkanının yetkilerini arttıran", yapısal anlamda sistemi kadük haline getiren hükümleri, AKP iktidarlarıyla daha da derinleşti. AKP, "cumhurbaşkanını halka seçtiren" düzenlemeyle, sistemi, Evren'in hayalindeki gibi, başkanlık ya da yarı başkanlığa bir adım daha yaklaştırdıysa da, 10 Ağustos 2014'te Evren'den sonra "halk oyuyla ikinci kez" cumhurbaşkanı seçilen Erdoğan'ın karşısına, 7 Haziran 2015 genel seçimleri çıktı. Özal'ın cumhurbaşkanı seçildiği Ekim 1989'dan, Yılmaz'ın ANAP genel başkanı seçildiği Haziran 1991 kongresine kadar, Akbulut'un başbakanlığı ve ANAP genel başkanlığı sürecinde, ülke fiilen başkanlık-yarı başkanlık sistemine evrilmişti. Mesut Yılmaz'ın kongredeki zaferi ve 1991 erken genel seçimlerinde DYP-SHP koalisyonunun kurulmasıyla, bu dönem sona ermişti. Özal'ın da en büyük hayali başkanlık sistemiydi.
İlginçtir, başkanlık rüyalarının korkulu kabusu hep koalisyonlar oluyor. ABD'deki başkanlık sistemine benzemez bir biçimde, "kuvetler birliğine" dayanan "başkanlık tasarımları", önce parlamento ve hükümetteki siyasal değişimle, "güçler dengesi"ne dönüşüyor. O zaman da otoriter başkanlık arayışı bir başka bahara kalıyor.
Erdoğan'ın "otoriter başkanlık" bakış açısında, Ortadoğu'daki "bölgesel vesayet" arzusunun önemli bir yeri görülmektedir. Menderes'in "küçük Amerika'sı", Özal'ın "bölgesel süper gücü" derken, bugünkü iktidarın temel hırsı, "yeni Osmanlı", "stratejik derinlik", "periferi kurma" gibi başlıklarla devam ettirilmiş ancak fiilen bir mutasyon yaşanmıştır. Bölgesel nüfuz, süper gücün vesayeti altında yaşam bulurken, mevcut siyasal iktidar, Soğuk Savaş sonrasının dengelerini de gözeterek, Rusya-Çin ekseninin de dahil olduğu, farklı angajmanlar arasındaki boşluklardan yararlanarak, bölgesel güç olmaktan, "dünya gücü" olabilecek sıçrama fantezisinin gerçekliğine kitleleri inandırmaya çalışmıştır. Böyle olunca da, hemen her konuda, ABD-Avrupa ve İsrail'in dahil olduğu, "dış komplolar", "üst akıl" değerlendirmeleri ön plana çıkmıştır. Türkiye'nin üyesi olduğu NATO, müttefiki ABD, üye olmaya çalıştığı AB, bölgede ortaklıklarının olduğu S.Arabistan ve Körfez ülkelerini yok sayan, İsrail'i düşmanlaştıran bir dış politika denemesi içinde sarfettiği mesai, deyim yerindeyse, "stratejik anomali" yaratmıştır.
Özellikle "Suriye politikası", AKP iktidarı için, bir turnusol kağıdına dönüşmüştür. 2010 sonundan başlayarak, 2011'de Ortadoğu'da yoğunlaşan "Arap uyanışı"nı, "İhvan uyanışı" olarak gören AKP, Davutoğlu'nun "stratejik derinlik"e dayanan siyasasıyla, Türkiye-Suriye-Mısır üçgeninde bir "İhvan kuşağı" yaratıp, kendisi de, bu eksenin lideri olmaya soyundu. 2010'da İsrail'le yaşanan "Mavi Marmara krizi" AKP açısından, bölgesel liderlik için önemli bir adımdı. Zira Mısır'da Nasır örneğinde olduğu gibi, "Ortadoğu liderliği"nin yolu, "İsrail karşıtlığı"ndan geçiyordu. Üstelik 9 Türk yurttaşının yaşamını kaybetmesine karşın, yüzlerce ya da binlerce asker kaybedilmeden, sivil anlamda kitlesel kayıplar olmadan, bir "bölgesel liderlik" hayaline kavuşulacaktı.
2012'de ABD'nin Libya büyükelçisinin İslamcı militanlarca öldürülmesi, 2013'te Mısır-İsrail arasında "Camp David dengesi" bağlamındaki "Soğuk Barış"ı bozma emareleri gösteren Mısır'daki İhvan iktidarı ve devlet başkanı Mursi'nin, kendi atadığı komutanlar tarafından askeri darbeyle devrilmesi, siyasal iktidar cephesinde bir "panik havası" yarattı. Bu arada, Suriye'de hala açıklanamayan, çeşitli belgeleri Türkiye ve dünya kamuoyunun gözleri önüne serilen, "kirli savaş", Türkiye sınırlarından Suriye'ye geçen İslamcı militanlar, silah sevkiyatı iddiaları, Esad'ı devirmek adına düzenlenen istihbari faaliyetler, küresel-bölgesel hatta, önemli rezervlerle karşılaştı. IŞİD denilen örgüt, 2014 yazına kadar, Türk kamuoyunun gündemine düşmezken, Musul başkonsolosluğuna yapılan baskınla, konsolosluk görevlileri ve ailelerinin sonbahara uzanan rehinelik hikayaleri, 2014 sonbaharında BM Genel Kurulu esnasında Türkiye'ye dönük uluslararası baskılar, "organize işler"in varlığı kuşkusu doğurdu. Bir yandan Suriye'deki "kanlı ve kirli içsavaş"tan kaçan mülteciler, öte yandan bu savaştan kaçan mülteciler, Türkiye'ye sızan militan örgütlerin hücreleri, denklemi içinden çıkılmaz hale getirdi. Esad'a karşı tutumlarda, "kendi Alevileri"ni söylemsel bazda tenkit eden, "yerli BAAS" sloganıyla CHP'yi hedef alan iktidar, Kobani'deki Kürt direnişiyle, kendi Kürtleri ve HDP ile ters düştü. "Değerli yalnızlık", ülke içinde de, çoğunluk inancı ve mezhebiyle bütünleşen bir agresif-izolasyonist siyasete dönüştü. Suriye ve Irak Kürtleri'nin IŞİD karşıtı direnişi, bölgedeki vesayet arayışlarını, yakın sınır dışında da anlamsız hale getirdi. Nedense tırlarla ilgili iddialar, belgelerle somutlaştıkça, "Bayırbucak Türkmenleri" başlığında savunuldu.
7 Haziran 2015'te ortaya çıkan parlamento aritmetiğinde, AKP salt çoğunluğu, daha sade deyimiyle, "tek başına iktidarı" kaybetmiş durumda. Son 13 yılda AKP iktidarına atfedilen "dokunulmazlık" ve "imtiyazlı" olma hali, muhalefetin bile içine işlemiş gözüküyor. Libya'dan Suriye-Irak cephesine uzanan coğrafyada, IŞİD'in kurduğu "nüfuz alanı", uluslararası zemindeki türlü savlara karşı bir restorasyon hükümetine gereksinim duyulmaktadır. CHP-MHP-HDP zemininde, "üç benzemezler"in koalisyon ya da azınlık hükümeti kurmalarının zorluğu ortadadır. Ne var ki, siyaset cesaretle yapılan bir hizmet biçimidir. Türkiye seçmeni, yaşanan terör sürecine karşın, HDP'yi "taktiksel oylar"la parlamentoya sokarak, AKP'yi iktidardan düşürmüştür. O zaman, herkes kendi hesaplarını bırakarak, hareket etmek durumundadır.
En azından, bölgedeki yaşananlardan dolayı, öne konulacak faturaları hesap ederek, Türkiye'de IŞİD'le "göbek bağı" olmayan, IŞİD'i tasfiye etmeyi öngören, O.Doğu'daki vahim ilişkileri tasfiye edecek bir koalisyon kurulması gerekmektedir.
Bu çerçevede, "çözüm süreci"nin şimdiye kadar açıklanmayan müzakerelerinin de kamuoyunun önüne saydamlıkla segilenmesi elzemdir.
Yazdıklarım hayal olarak gelebilir. Ancak durum, hayalden öte, bir "acil durum" sorunudur. Umarım, Ortadoğu daha da mahvolmadan, Türkiye'de demokratik ve ekonomik istikrara dayalı bir hükümet kurulur. Yoksa, siyasal iktidarı meşrulaştıracak her adım, bir kaç aylık kırmızı plaka uğruna, muhalefet açısından, ülkeden ve partilerinden vazgeçmek demektir.