2015 genel seçimlerine 48 saatten az bir zaman kaldı. Zaten bu yazının devamı, 7 Haziran sonrasında gelecek. Dış politika ağırlıklı değerlendirmelerimin arasında, iç siyasetle ilgili yorumlarımı da zaman zaman ele almaya çalışıyorum.
Türkiye, 1946'dan beri "çok partili seçimleri" uyguluyor. 1950 seçimlerinden itibaren, Türkiye'de "dürüst" ve "adil" seçimler yaşanırken, oylamalarda "yolsuzluk" savları, sistematik açıdan bu kadar gündeme gelmemişti. 2000'li yıllarda, ülkemizde ABD'nin tasarladığı "Ilımlı İslam" projesi, çöken koalisyonların ardından gündeme geldi. Her ne kadar "iç dinamikler" ve "ekonomik kriz", 2002 seçimlerindeki durumu kolaylaştırdıysa da, ABD Türkiye'nin arayışlarından çok, Ortadoğu'daki gereksinimleri üzerinde durdu. Kısacası, Körfez Savaşı ve 11 Eylül 2001 sonrası, artan ABD ve Batı karşıtı akımlara karşı, "piyasa ekonomisi"yle, Batı'nın çıkarlarıyla uyumlu, yüzeysel bir demokrasi görünümünü içeren bir İslamcılık, laboratuvar koşullarında, iç aktörlerle birlikte imal edildi. Şimdilerde "Bipartisan Policy Center"ın "AKP karşıtı raporları"nı Eric Edelman'la birlikte iştahla hazırlayan Morton Abromowitz ve CIA'nin Türkiye eski istasyon şeflerinden, "Yeni Türkiye Cumhuriyeti" kitabının yazarı Graham Fuller, AKP'nin adı geçmeyen "akıl hocaları"ndan oldular. AKP iktidarının bugünlerde sert dille tenkit ettiği ana akım medya ve sözde liberal entelektüeller, bu projeye şiddetle destek verdiler.
2007 seçimlerinden sonra, Çankaya'yı da "fetheden" siyasal İslam, önünde bir engel kalmamaının coşkusuyla, iç siyasi ve toplumsal müttefikleriyle yollarını birer birer ayırdı. 2007'de Çankaya'ya çıkan Abdullah Gül başta olmak üzere, Gülen cemaati, liberal etiketli yazar-çizer takımı, merkez Sağ'dan ödünç alınan eski siyasiler, başka yönlere savruldu. 2007'deki anayasa değişikliğiyle, 12 Eylül anayasası ve Evren'in rüyası tamamlandı. 1982 anayasası, Cumhurbaşkanı'nı sadece devletin başı değil "yürütmenin de başı" yaparken, olağanüstü yetkilerle donatmıştı. Tek kanatlı parlamentoda, Cumhurbaşkanı'nın yürütmenin başı olduğu sistem, 2014'deki Cumhurbaşkanlığı seçimleriyle bir adım daha ilerledi. Halk oyuyla, yürütmenin başına seçilen Cumhurbaşkanı, kurduğu siyasal partinin iktidarında, gücünü yazılı ve yazılı olmayan yetkilerle pekiştirdi.
2015 genel seçimlerine, böyle bir atmosferde giriyoruz. AKP, "Cumhurbaşkanı'nın gölgesinde bir başbakan"la, "çift başlı" bir seçim kampanyasıyla, 13 yıllık iktidarını sürdürmeye çalışırken, Erdoğan'ın "talep ettiği", anayasal çoğunluktan uzak bir parlamento çoğunluğu ile iktidara hazırlanıyor. Üstelik hedef 400'den 276'lara inmiş durumda, Anayasayı tek başına değiştirecek 367 ve referanduma götürecek 330 sandalyenin altında kalacağı riski, AKP açısından tam bir kabusa dönüşmüş durumda. Hatta hükümeti kurmak için gerekli 276'nın bile bulunamayacağı endişesi var. Böyle olunca, AKP "çift başlı" seçim kampanyasında, HDP'nin meclise girmemesine odaklanan bir gündem üzerinde kaldı. HDP, Ağustos 2014'te Demirtaş'ın adaylığında %9'un üstüne çıkan siyasal performansını, Haziran 2015'te "bağımsızlarla" değil ancak parti olarak seçime girerek pekiştirmeyi amaçladı. Buradaki en büyük engel de, yine Evren'in anayasasının getirdiği "doğa dışı" seçim barajıdır. HDP'nin yer aldığı ve yer almadığı formüllerde hem parlamento aritmetiği hem de Türkiye'nin kaderini değiştirecek bir görünüm sergileniyor. Bu da elbette seçimde HDP oylarının "özgül ağırlığı"nı mevcut niceliksel birikiminin üzerine çıkarıyor. AKP-HDP ikilemine indirgenen seçim kampanyasında, CHP ve MHP'nin konumunu irdelemek gerekiyor. İndirgemeci bir yaklaşımla başa güreşen ilk dört partiden, birincisi ve dördüncüsünün "ikili rekabeti"nin öne çıkarılması, CHP-MHP bandında adeta bir "koridor" etkisi yaratıyor. Oysa bu koridor, daha önce yaşanan seçimler ve güncel yoklamalarda %40'ın üzerindeki bir seçmen potansiyelini barındırıyor. Burada iki partinin siyasal yaklaşımları ya da birbirlerine olan siyasal bakışını kastetmiyorum. Ancak AKP-HDP bandında, %50'yi aşan kümülatife baktığımızda, iki partinin ortak kümesi "Kürt seçmenin oyları".. Kürt seçmenden, AKP-HDP arasında bir siyasal oy paylaşımı yaşanırken, HDP'nin AKP'ye giden Kürt oylarını dönüştürmesi ya da parlamentoya girerek, AKP'nin fazladan 50-60 milletvekili kazanmasını engellemesi gibi bir olasılık öne çıkıyor.
Bir başka açıdan ise belirtilen formüllerde, CHP-MHP bandındaki %40'ı aşan oyların, özellikle CHP seçmenine dönük "HDP" kampanyasıyla eritilmeye çalışılması, bir sonraki seçimde, 2014 Cumhurbaşkanlığı ve 2015 milletvekili genel seçimlerinde "özgül ağırlığı" artan HDP'nin "ana muhalefet olma" savıyla eş zamanlıdır.
AKP, ABD think-tank'lerinde tasarlanan Ilımlı İslam projesiyle iktidara gelir ve Batı medyası, ülke içindeki ana akım medyanın desteğiyle iktidara gelirken, Batı'dan hiç şikayetçi değildi. Ne var ki, içerideki ve dışarıdaki ortaklarıyla yolları ayrılan, yargı, medya ve iş dünyasında, kendi tekelini kuran siyasal iktidar, küresel sistemle, İsrail, Suriye ve Mısır politikaları başta olmak üzere, pek çok konuda ters düştü. Libya'da gemisi batırılan, Suriye'ye içinde İslamcı militan gruplara gittiği iddia edilen ve içinin silahla dolu olduğu savlanan tırların teşhir edildiği, Ortadoğu'da hemen her konuda suçlanan Türkiye, "değerli yalnızlık" ve "tek adam" siyasetiyle karşı karşıya.
Ekonomideki sorunların da yapısal olarak derinleştiği yüzeyde, 8 Haziran sonrası senaryolar, seçimlerde usülsüzlük, Suriye'ye savaş, terörün hortlaması, ekonomik kriz, hükümet bunalımları gibi pek çok risk ve olasılığı barındırıyor.
Hegemon siyaset uygulamaya ve paradigmalaşmaya çalışan İslamcılık, siyasal, toplumsal, ekonomik ve kültürel çerçevede "tarihsel blok" kuracak bir sosyo-ekonomik, sosyo-kültürel zenginliğe sahip değil. Batı'dan destek alamadıkça, kendi içinde, ve ülke dışında komplo teorileriyle dolu, rövanşist ve reaksiyoner bir eklektik sığlığın içinde debeleniyor.
Kendilerinde olmayanı "din dışı" olmakla, "vatan haini" olmakla niteleyen siyasal iktidar, objektif koşulları kaybetti , Söylemlerinde, Ermenilik, Rumluk, Yahudilik, Alevilik, adeta bir aşağılama nedenine dönüşmüş durumda. Bir bakıma kontrolü kaybetmiş gözüküyorlar. Sübjektif koşullar, "ezici seçim zaferi" beklentisiyle ters biçimde sonuçlanırsa, objektif ve sübjektif koşulların çakıştığı zeminde; siyasal, toplumsal ve ekonomik bunalımlar birbirini besler duruma gelir.
Siyasal iktidarın "otoriter" ve parlamenter düzeni "bekleme odası"na alan yaklaşımı, Cumhurbaşkanlığı makamının siyasal parti liderliğine indirgenmesi, "kuvvetler birliği"ne uzanan bir siyasal atmosfer, oylarla değişebilecek mi? Pazar günü sandığa giderken, tüm bunlar hatırda tutulmalı. (Benim oyumu soruyorsanız, haber değeri yok ama yine CHP)
Türkiye, 1946'dan beri "çok partili seçimleri" uyguluyor. 1950 seçimlerinden itibaren, Türkiye'de "dürüst" ve "adil" seçimler yaşanırken, oylamalarda "yolsuzluk" savları, sistematik açıdan bu kadar gündeme gelmemişti. 2000'li yıllarda, ülkemizde ABD'nin tasarladığı "Ilımlı İslam" projesi, çöken koalisyonların ardından gündeme geldi. Her ne kadar "iç dinamikler" ve "ekonomik kriz", 2002 seçimlerindeki durumu kolaylaştırdıysa da, ABD Türkiye'nin arayışlarından çok, Ortadoğu'daki gereksinimleri üzerinde durdu. Kısacası, Körfez Savaşı ve 11 Eylül 2001 sonrası, artan ABD ve Batı karşıtı akımlara karşı, "piyasa ekonomisi"yle, Batı'nın çıkarlarıyla uyumlu, yüzeysel bir demokrasi görünümünü içeren bir İslamcılık, laboratuvar koşullarında, iç aktörlerle birlikte imal edildi. Şimdilerde "Bipartisan Policy Center"ın "AKP karşıtı raporları"nı Eric Edelman'la birlikte iştahla hazırlayan Morton Abromowitz ve CIA'nin Türkiye eski istasyon şeflerinden, "Yeni Türkiye Cumhuriyeti" kitabının yazarı Graham Fuller, AKP'nin adı geçmeyen "akıl hocaları"ndan oldular. AKP iktidarının bugünlerde sert dille tenkit ettiği ana akım medya ve sözde liberal entelektüeller, bu projeye şiddetle destek verdiler.
2007 seçimlerinden sonra, Çankaya'yı da "fetheden" siyasal İslam, önünde bir engel kalmamaının coşkusuyla, iç siyasi ve toplumsal müttefikleriyle yollarını birer birer ayırdı. 2007'de Çankaya'ya çıkan Abdullah Gül başta olmak üzere, Gülen cemaati, liberal etiketli yazar-çizer takımı, merkez Sağ'dan ödünç alınan eski siyasiler, başka yönlere savruldu. 2007'deki anayasa değişikliğiyle, 12 Eylül anayasası ve Evren'in rüyası tamamlandı. 1982 anayasası, Cumhurbaşkanı'nı sadece devletin başı değil "yürütmenin de başı" yaparken, olağanüstü yetkilerle donatmıştı. Tek kanatlı parlamentoda, Cumhurbaşkanı'nın yürütmenin başı olduğu sistem, 2014'deki Cumhurbaşkanlığı seçimleriyle bir adım daha ilerledi. Halk oyuyla, yürütmenin başına seçilen Cumhurbaşkanı, kurduğu siyasal partinin iktidarında, gücünü yazılı ve yazılı olmayan yetkilerle pekiştirdi.
2015 genel seçimlerine, böyle bir atmosferde giriyoruz. AKP, "Cumhurbaşkanı'nın gölgesinde bir başbakan"la, "çift başlı" bir seçim kampanyasıyla, 13 yıllık iktidarını sürdürmeye çalışırken, Erdoğan'ın "talep ettiği", anayasal çoğunluktan uzak bir parlamento çoğunluğu ile iktidara hazırlanıyor. Üstelik hedef 400'den 276'lara inmiş durumda, Anayasayı tek başına değiştirecek 367 ve referanduma götürecek 330 sandalyenin altında kalacağı riski, AKP açısından tam bir kabusa dönüşmüş durumda. Hatta hükümeti kurmak için gerekli 276'nın bile bulunamayacağı endişesi var. Böyle olunca, AKP "çift başlı" seçim kampanyasında, HDP'nin meclise girmemesine odaklanan bir gündem üzerinde kaldı. HDP, Ağustos 2014'te Demirtaş'ın adaylığında %9'un üstüne çıkan siyasal performansını, Haziran 2015'te "bağımsızlarla" değil ancak parti olarak seçime girerek pekiştirmeyi amaçladı. Buradaki en büyük engel de, yine Evren'in anayasasının getirdiği "doğa dışı" seçim barajıdır. HDP'nin yer aldığı ve yer almadığı formüllerde hem parlamento aritmetiği hem de Türkiye'nin kaderini değiştirecek bir görünüm sergileniyor. Bu da elbette seçimde HDP oylarının "özgül ağırlığı"nı mevcut niceliksel birikiminin üzerine çıkarıyor. AKP-HDP ikilemine indirgenen seçim kampanyasında, CHP ve MHP'nin konumunu irdelemek gerekiyor. İndirgemeci bir yaklaşımla başa güreşen ilk dört partiden, birincisi ve dördüncüsünün "ikili rekabeti"nin öne çıkarılması, CHP-MHP bandında adeta bir "koridor" etkisi yaratıyor. Oysa bu koridor, daha önce yaşanan seçimler ve güncel yoklamalarda %40'ın üzerindeki bir seçmen potansiyelini barındırıyor. Burada iki partinin siyasal yaklaşımları ya da birbirlerine olan siyasal bakışını kastetmiyorum. Ancak AKP-HDP bandında, %50'yi aşan kümülatife baktığımızda, iki partinin ortak kümesi "Kürt seçmenin oyları".. Kürt seçmenden, AKP-HDP arasında bir siyasal oy paylaşımı yaşanırken, HDP'nin AKP'ye giden Kürt oylarını dönüştürmesi ya da parlamentoya girerek, AKP'nin fazladan 50-60 milletvekili kazanmasını engellemesi gibi bir olasılık öne çıkıyor.
Bir başka açıdan ise belirtilen formüllerde, CHP-MHP bandındaki %40'ı aşan oyların, özellikle CHP seçmenine dönük "HDP" kampanyasıyla eritilmeye çalışılması, bir sonraki seçimde, 2014 Cumhurbaşkanlığı ve 2015 milletvekili genel seçimlerinde "özgül ağırlığı" artan HDP'nin "ana muhalefet olma" savıyla eş zamanlıdır.
AKP, ABD think-tank'lerinde tasarlanan Ilımlı İslam projesiyle iktidara gelir ve Batı medyası, ülke içindeki ana akım medyanın desteğiyle iktidara gelirken, Batı'dan hiç şikayetçi değildi. Ne var ki, içerideki ve dışarıdaki ortaklarıyla yolları ayrılan, yargı, medya ve iş dünyasında, kendi tekelini kuran siyasal iktidar, küresel sistemle, İsrail, Suriye ve Mısır politikaları başta olmak üzere, pek çok konuda ters düştü. Libya'da gemisi batırılan, Suriye'ye içinde İslamcı militan gruplara gittiği iddia edilen ve içinin silahla dolu olduğu savlanan tırların teşhir edildiği, Ortadoğu'da hemen her konuda suçlanan Türkiye, "değerli yalnızlık" ve "tek adam" siyasetiyle karşı karşıya.
Ekonomideki sorunların da yapısal olarak derinleştiği yüzeyde, 8 Haziran sonrası senaryolar, seçimlerde usülsüzlük, Suriye'ye savaş, terörün hortlaması, ekonomik kriz, hükümet bunalımları gibi pek çok risk ve olasılığı barındırıyor.
Hegemon siyaset uygulamaya ve paradigmalaşmaya çalışan İslamcılık, siyasal, toplumsal, ekonomik ve kültürel çerçevede "tarihsel blok" kuracak bir sosyo-ekonomik, sosyo-kültürel zenginliğe sahip değil. Batı'dan destek alamadıkça, kendi içinde, ve ülke dışında komplo teorileriyle dolu, rövanşist ve reaksiyoner bir eklektik sığlığın içinde debeleniyor.
Kendilerinde olmayanı "din dışı" olmakla, "vatan haini" olmakla niteleyen siyasal iktidar, objektif koşulları kaybetti , Söylemlerinde, Ermenilik, Rumluk, Yahudilik, Alevilik, adeta bir aşağılama nedenine dönüşmüş durumda. Bir bakıma kontrolü kaybetmiş gözüküyorlar. Sübjektif koşullar, "ezici seçim zaferi" beklentisiyle ters biçimde sonuçlanırsa, objektif ve sübjektif koşulların çakıştığı zeminde; siyasal, toplumsal ve ekonomik bunalımlar birbirini besler duruma gelir.
Siyasal iktidarın "otoriter" ve parlamenter düzeni "bekleme odası"na alan yaklaşımı, Cumhurbaşkanlığı makamının siyasal parti liderliğine indirgenmesi, "kuvvetler birliği"ne uzanan bir siyasal atmosfer, oylarla değişebilecek mi? Pazar günü sandığa giderken, tüm bunlar hatırda tutulmalı. (Benim oyumu soruyorsanız, haber değeri yok ama yine CHP)