Geçenlerde Haaretz gazetesinde çıkan bir haber, Türkiye-İsrail ilişkileri açısından dikkatleri çekti. Gazetenin haberine göre, dışişleri bakanlığı müsteşarı Feridun Sinirlioğlu ile İsrail Dışişleri Bakanlığı genel direktörü Dore Gold, kendi ülkelerinin "ulusal güvenlik danışmanları"ndan habersiz Roma'da bir araya gelmişlerdi. (Haaretz, "In secret meeting, Israel and Turkey renew reconcilation talks", 22.06.2015, http://www.haaretz.com/news/diplomacy-defense/.premium-1.662476)
Bu görüşme, iki ülke ilişkileri açısından bir "uzlaşma" arayışı olarak yorumlandı. Türkiye-İsrail ilişkilerinde, her iki ülkedeki genel seçimlerden sonra diplomatik girişimlerin başlaması hiç te şaşırtıcı olmadı. Zira Erdoğan-Netenyahu eksenindeki "muhafazakar siyaset", seçim sürecinde birbirlerine karşı kullandıkları söylemlerden yararlandıktan sonra, reel politiğin eteklerinde dolaşmaya başladılar. Neden böyle bir metafor kullandım. Çünkü ikili ilişkilerdeki yapısal tahribat, 2010'dan itibaren neredeyse onarılamaz uçlara kaydı. AKP iktidarı ve Likud cephesinin, kendi dış politikaları yüzeyinde, "değerli yalnızlık"a varan siyasetlerinde, kısa zaman içinde büyük bir gelişme beklenmese de, Türkiye açısından bakıldığında, "7 Haziran sonrası"nın siyasal ikliminin çok önemli yansımaları olduğunu kaydetmemiz gerekmektedir. AKP'nin "siyasal İslam" çerçevesinde, Ortadoğu'ya dönük bölgesel vesayet arayışında, Suriye'den Libya'ya, oradan da Mısır'a uzanan, soru işaretlerinin yoğunlaştığı siyasalar, olası bir koalisyonda, kısmen de olsa bir geri çekilme potansiyelini barındırıyor.
Türkiye-İsrail ilişkilerinde, "Mavi Marmara" ipoteğinde tıkalı kalan "dondurulmuş ilişkiler"de, yine bu konuyla bağlantılı koşullar gözler önüne seriliyor. Türkiye, uluslararası sularda İsrailli komandolar tarafından öldürülen 9 yurttaşından sonra, siyasal ilişkileri dondurmuş, ilişkilerin normalleşmesi için 2011 sonbaharında 3 temel koşul öne sürmüştü. Bu koşullar, Mavi Marmara hadisesiyle ilgili BM'deki Palmer Komisyonu'nun kararından sonra ifade edildi. Komisyon, İsrail'in sorumluluğunun yanısıra, Türkiye'nin de sorumlulukları üzerinde durmuştu. Bir önceki dönem TBMM'de CHP milletvekilliği de yapan, AİHM eski yargıcı Rıza Türmen, Cenevre'de yer alan BM İnsan Hakları Komisyonu'nun Türkiye'yi haklı bulan raporuna karşın, AKP hükümetinin Palmer Komisyonu'nun kuruluşuna onay vermesini kuşkuyla karşılayan açıklamalar yapmıştı.
Davutoğlu'nun Dışişleri Bakanı olarak, hiddetle dile getirdiği 3 koşul, 1-özür 2-tazminat 3- Gazze'ye yönelik İsrail'in 'deniz ablukası'nın kaldırılmasını kapsıyordu.
Türkiye, İsrail'e yönelik ekonomik bir ambargo öngörmemiş, siyasal açıdan ise, dile getirilen koşulları dünya kamuoyuna ilan etmişti. Zorluklara karşın, ABD Başkanı Obama'nın İsrail ziyaretinde, İsrail başbakanı Netenyahu, telefonda dönemin başbakanı Erdoğan'dan özür dilemişti. Bu çok önemli bir adımdı. Tazminat konusunda, Türk ve İsrailli heyetler çeşitli fırsatlarda bir araya geldiler. İddia edilen rakamlarda, farklı spekülasyonlar yapıldı. Ne var ki, İsrail açısından temel konu, 'tazminat' değil, Gazze'ye yönelik 'deniz ablukası'ydı.
İsrail Gazze'ye Haziran 2007'den beri 'deniz ablukası' uygulamaya başladı. Mavi Marmara, bu karardan üç yıl sonra, 'Gazze seferi' yaptı. İsrail'in 'denizden', Mısır'ın 'karadan' uyguladığı ablukanın nedeni, Hamas'ın 1993'teki Oslo süreci bağlamında, 1996'da oluşan Filistin Otoritesi'nden ayrılması, Filistin devlet başkanı Abbas'a bağlı 'sınır muhafızları'nı Gazze-Mısır arasındaki Refah sınır kapısından kovması idi. Hamas böylece, tek taraflı bir yönetim kuruyor, İsrail'le 2006'daki 'ikinci Lübnan savaşı' sırasında olduğu gibi, silahlı mücadeleye giriyordu. Bir yandan da Gazze'de insani ihtiyaçlar açısından gıda ve tıp malzemelerindeki eksiklikler, insani dramların yaşanması, madalyonun diğer yüzüydü. O dönemde Şam'da yaşayan Hamas lideri Meşal, Suriye-İran ekseninde siyaset yapıyor, Suudi Arabistan-Mısır zeminindeki siyasete meydan okuyordu.
Türkiye'nin Mavi Marmara gerekçesiyle, 'abluka'nın konulmasından 4 yıl sonra, 'ablukanın kaldırılması'nı, İsrail'le ilişkileri normalleşme açısından bir koşul haline getirmesi, "işi yokuşa sürmek" ya da Ortadoğu'da "kendisinden özür dilenen lider" olduktan sonra, "Gazze ablukasını kaldırtan Gazze fatihi" ünvanları için mi belirtilmişti? Bunlar elbette birer spekülasyon konusu. Ancak altını çizelim ki, Erdoğan ve Netenyahu, birbirlerine küs girdikleri seçimlerden sonra, yeni arayışlara 'yeşil ışık' yakabilirler. Yine de ihtiyatlı olmak lazım.
Ne var ki, AKP patentli dış politikada türlü manipülasyon ve iddialar son bulmuyor. Seçimlerden hemen sonra İsrail medyasında öne sürülen bir iddiaya göre, Türkiye, Hamas'ın Batı Şeria'daki silahlı eylemlerini yürüten Salih Aruri'yi, bu eylemleri kesmesi için uyarmıştı. Üstelik Aruri, Türkiye'de yaşıyordu. (Haaretz, "Turkey sends message to local Hamas operatives to cut back on anti Israel terror", 10.06.2015 http://www.haaretz.com/news/diplomacy-defense/.premium-1.660431) Bu savlar henüz Türkiye tarafından yalanlanmadı. Ya da sadece bir sav olarak değerlendirilip, göz ardı edilebilir.
Ancak AKP iktidarının Hamas'la gösterdiği siyasal yakınlık, 'ablukasız bir Gazze'den, 'Hamas vesayetinde bir Batı Şeria'ya kadar uzanmaktadır. Abluka, 2011'de Mısır'da yaşanan 'Arap uyanışı'nın ardından, askeri yönetimce 'kara'dan kaldırıldı. Böylece İsrail'in Gazze'ye uyguladığı 'abluka' karadan delinmiş oldu. 2011-2013 arasında, askeri yönetim ve İhvan iktidarı, uyguladıkları politikalarla, Sina yarımadasında, çeşitli İslamcı örgütlerin, militan eğitim merkezine dönüştü. Hatta İsrail bu dönemde, 30 bin askere sahip bir "Güney Birliği" kurdu. 2013'te Sisi'nin İhvan'ı deviren darbesinden sonra, Gazze-Mısır geçişleri kontrol altına alınsa da, Sina'da hala İslamcı militanlar yer alıyor, IŞİD'in Kuzey Afrika'dan dünyaya yayılan "cihatçı" trafiğinde, Libya'daki Derne'den sonra, Sina da önemli bir merkez olarak konumunu sürdürüyor.
İsrail doğalgazının Batı piyasalarına ulaştırılması, Mısır'ın 'doğal gazı', Türkiye'nin Doğu Akdeniz'deki 'münhasır ekonomik alanları', Kıbrs sorununun 'barışçı çözümü'; Doğu Akdeniz'de Yunanistan'dan İsrail'e, oradan Mısır'a ve Türkiye'ye uzanan Doğu Akdeniz Barışı beklerken, AKP'nin İhvan-Hamas çizgisindeki İslamcı politikasının tasfiye edilmesinin zamanı geldi mi? Bekleyip görelim...
Bu görüşme, iki ülke ilişkileri açısından bir "uzlaşma" arayışı olarak yorumlandı. Türkiye-İsrail ilişkilerinde, her iki ülkedeki genel seçimlerden sonra diplomatik girişimlerin başlaması hiç te şaşırtıcı olmadı. Zira Erdoğan-Netenyahu eksenindeki "muhafazakar siyaset", seçim sürecinde birbirlerine karşı kullandıkları söylemlerden yararlandıktan sonra, reel politiğin eteklerinde dolaşmaya başladılar. Neden böyle bir metafor kullandım. Çünkü ikili ilişkilerdeki yapısal tahribat, 2010'dan itibaren neredeyse onarılamaz uçlara kaydı. AKP iktidarı ve Likud cephesinin, kendi dış politikaları yüzeyinde, "değerli yalnızlık"a varan siyasetlerinde, kısa zaman içinde büyük bir gelişme beklenmese de, Türkiye açısından bakıldığında, "7 Haziran sonrası"nın siyasal ikliminin çok önemli yansımaları olduğunu kaydetmemiz gerekmektedir. AKP'nin "siyasal İslam" çerçevesinde, Ortadoğu'ya dönük bölgesel vesayet arayışında, Suriye'den Libya'ya, oradan da Mısır'a uzanan, soru işaretlerinin yoğunlaştığı siyasalar, olası bir koalisyonda, kısmen de olsa bir geri çekilme potansiyelini barındırıyor.
Türkiye-İsrail ilişkilerinde, "Mavi Marmara" ipoteğinde tıkalı kalan "dondurulmuş ilişkiler"de, yine bu konuyla bağlantılı koşullar gözler önüne seriliyor. Türkiye, uluslararası sularda İsrailli komandolar tarafından öldürülen 9 yurttaşından sonra, siyasal ilişkileri dondurmuş, ilişkilerin normalleşmesi için 2011 sonbaharında 3 temel koşul öne sürmüştü. Bu koşullar, Mavi Marmara hadisesiyle ilgili BM'deki Palmer Komisyonu'nun kararından sonra ifade edildi. Komisyon, İsrail'in sorumluluğunun yanısıra, Türkiye'nin de sorumlulukları üzerinde durmuştu. Bir önceki dönem TBMM'de CHP milletvekilliği de yapan, AİHM eski yargıcı Rıza Türmen, Cenevre'de yer alan BM İnsan Hakları Komisyonu'nun Türkiye'yi haklı bulan raporuna karşın, AKP hükümetinin Palmer Komisyonu'nun kuruluşuna onay vermesini kuşkuyla karşılayan açıklamalar yapmıştı.
Davutoğlu'nun Dışişleri Bakanı olarak, hiddetle dile getirdiği 3 koşul, 1-özür 2-tazminat 3- Gazze'ye yönelik İsrail'in 'deniz ablukası'nın kaldırılmasını kapsıyordu.
Türkiye, İsrail'e yönelik ekonomik bir ambargo öngörmemiş, siyasal açıdan ise, dile getirilen koşulları dünya kamuoyuna ilan etmişti. Zorluklara karşın, ABD Başkanı Obama'nın İsrail ziyaretinde, İsrail başbakanı Netenyahu, telefonda dönemin başbakanı Erdoğan'dan özür dilemişti. Bu çok önemli bir adımdı. Tazminat konusunda, Türk ve İsrailli heyetler çeşitli fırsatlarda bir araya geldiler. İddia edilen rakamlarda, farklı spekülasyonlar yapıldı. Ne var ki, İsrail açısından temel konu, 'tazminat' değil, Gazze'ye yönelik 'deniz ablukası'ydı.
İsrail Gazze'ye Haziran 2007'den beri 'deniz ablukası' uygulamaya başladı. Mavi Marmara, bu karardan üç yıl sonra, 'Gazze seferi' yaptı. İsrail'in 'denizden', Mısır'ın 'karadan' uyguladığı ablukanın nedeni, Hamas'ın 1993'teki Oslo süreci bağlamında, 1996'da oluşan Filistin Otoritesi'nden ayrılması, Filistin devlet başkanı Abbas'a bağlı 'sınır muhafızları'nı Gazze-Mısır arasındaki Refah sınır kapısından kovması idi. Hamas böylece, tek taraflı bir yönetim kuruyor, İsrail'le 2006'daki 'ikinci Lübnan savaşı' sırasında olduğu gibi, silahlı mücadeleye giriyordu. Bir yandan da Gazze'de insani ihtiyaçlar açısından gıda ve tıp malzemelerindeki eksiklikler, insani dramların yaşanması, madalyonun diğer yüzüydü. O dönemde Şam'da yaşayan Hamas lideri Meşal, Suriye-İran ekseninde siyaset yapıyor, Suudi Arabistan-Mısır zeminindeki siyasete meydan okuyordu.
Türkiye'nin Mavi Marmara gerekçesiyle, 'abluka'nın konulmasından 4 yıl sonra, 'ablukanın kaldırılması'nı, İsrail'le ilişkileri normalleşme açısından bir koşul haline getirmesi, "işi yokuşa sürmek" ya da Ortadoğu'da "kendisinden özür dilenen lider" olduktan sonra, "Gazze ablukasını kaldırtan Gazze fatihi" ünvanları için mi belirtilmişti? Bunlar elbette birer spekülasyon konusu. Ancak altını çizelim ki, Erdoğan ve Netenyahu, birbirlerine küs girdikleri seçimlerden sonra, yeni arayışlara 'yeşil ışık' yakabilirler. Yine de ihtiyatlı olmak lazım.
Ne var ki, AKP patentli dış politikada türlü manipülasyon ve iddialar son bulmuyor. Seçimlerden hemen sonra İsrail medyasında öne sürülen bir iddiaya göre, Türkiye, Hamas'ın Batı Şeria'daki silahlı eylemlerini yürüten Salih Aruri'yi, bu eylemleri kesmesi için uyarmıştı. Üstelik Aruri, Türkiye'de yaşıyordu. (Haaretz, "Turkey sends message to local Hamas operatives to cut back on anti Israel terror", 10.06.2015 http://www.haaretz.com/news/diplomacy-defense/.premium-1.660431) Bu savlar henüz Türkiye tarafından yalanlanmadı. Ya da sadece bir sav olarak değerlendirilip, göz ardı edilebilir.
Ancak AKP iktidarının Hamas'la gösterdiği siyasal yakınlık, 'ablukasız bir Gazze'den, 'Hamas vesayetinde bir Batı Şeria'ya kadar uzanmaktadır. Abluka, 2011'de Mısır'da yaşanan 'Arap uyanışı'nın ardından, askeri yönetimce 'kara'dan kaldırıldı. Böylece İsrail'in Gazze'ye uyguladığı 'abluka' karadan delinmiş oldu. 2011-2013 arasında, askeri yönetim ve İhvan iktidarı, uyguladıkları politikalarla, Sina yarımadasında, çeşitli İslamcı örgütlerin, militan eğitim merkezine dönüştü. Hatta İsrail bu dönemde, 30 bin askere sahip bir "Güney Birliği" kurdu. 2013'te Sisi'nin İhvan'ı deviren darbesinden sonra, Gazze-Mısır geçişleri kontrol altına alınsa da, Sina'da hala İslamcı militanlar yer alıyor, IŞİD'in Kuzey Afrika'dan dünyaya yayılan "cihatçı" trafiğinde, Libya'daki Derne'den sonra, Sina da önemli bir merkez olarak konumunu sürdürüyor.
İsrail doğalgazının Batı piyasalarına ulaştırılması, Mısır'ın 'doğal gazı', Türkiye'nin Doğu Akdeniz'deki 'münhasır ekonomik alanları', Kıbrs sorununun 'barışçı çözümü'; Doğu Akdeniz'de Yunanistan'dan İsrail'e, oradan Mısır'a ve Türkiye'ye uzanan Doğu Akdeniz Barışı beklerken, AKP'nin İhvan-Hamas çizgisindeki İslamcı politikasının tasfiye edilmesinin zamanı geldi mi? Bekleyip görelim...