23 Haziran 2015 Salı

ROMA'DAN DOĞU AKDENİZ'E SELAM VAR MI?

Geçenlerde Haaretz gazetesinde çıkan bir haber, Türkiye-İsrail ilişkileri açısından dikkatleri çekti. Gazetenin haberine göre, dışişleri bakanlığı müsteşarı Feridun Sinirlioğlu ile İsrail Dışişleri Bakanlığı genel direktörü Dore Gold, kendi ülkelerinin "ulusal güvenlik danışmanları"ndan habersiz Roma'da bir araya gelmişlerdi. (Haaretz, "In secret meeting, Israel and Turkey renew reconcilation talks", 22.06.2015, http://www.haaretz.com/news/diplomacy-defense/.premium-1.662476)
Bu görüşme, iki ülke ilişkileri açısından bir "uzlaşma" arayışı olarak yorumlandı. Türkiye-İsrail ilişkilerinde, her iki ülkedeki genel seçimlerden sonra diplomatik girişimlerin başlaması hiç te şaşırtıcı olmadı. Zira Erdoğan-Netenyahu eksenindeki "muhafazakar siyaset", seçim sürecinde birbirlerine karşı kullandıkları söylemlerden yararlandıktan sonra, reel politiğin eteklerinde dolaşmaya başladılar. Neden böyle bir metafor kullandım. Çünkü ikili ilişkilerdeki yapısal tahribat, 2010'dan itibaren neredeyse onarılamaz uçlara kaydı. AKP iktidarı ve Likud cephesinin, kendi dış politikaları yüzeyinde, "değerli yalnızlık"a varan siyasetlerinde, kısa zaman içinde büyük bir gelişme beklenmese de, Türkiye açısından bakıldığında, "7 Haziran sonrası"nın siyasal ikliminin çok önemli yansımaları olduğunu kaydetmemiz gerekmektedir. AKP'nin "siyasal İslam" çerçevesinde, Ortadoğu'ya dönük bölgesel vesayet arayışında, Suriye'den Libya'ya, oradan da Mısır'a uzanan, soru işaretlerinin yoğunlaştığı siyasalar, olası bir koalisyonda, kısmen de olsa bir geri çekilme potansiyelini barındırıyor.
Türkiye-İsrail ilişkilerinde, "Mavi Marmara" ipoteğinde tıkalı kalan "dondurulmuş ilişkiler"de, yine bu konuyla bağlantılı koşullar gözler önüne seriliyor. Türkiye, uluslararası sularda İsrailli komandolar tarafından öldürülen 9 yurttaşından sonra, siyasal ilişkileri dondurmuş, ilişkilerin normalleşmesi için 2011 sonbaharında 3 temel koşul öne sürmüştü. Bu koşullar, Mavi Marmara hadisesiyle ilgili BM'deki Palmer Komisyonu'nun kararından sonra ifade edildi. Komisyon, İsrail'in sorumluluğunun yanısıra, Türkiye'nin de sorumlulukları üzerinde durmuştu. Bir önceki dönem TBMM'de CHP milletvekilliği de yapan, AİHM eski yargıcı Rıza Türmen, Cenevre'de yer alan BM İnsan Hakları Komisyonu'nun Türkiye'yi haklı bulan raporuna karşın, AKP hükümetinin Palmer Komisyonu'nun kuruluşuna onay vermesini kuşkuyla karşılayan açıklamalar yapmıştı.
Davutoğlu'nun Dışişleri Bakanı olarak, hiddetle dile getirdiği 3 koşul, 1-özür 2-tazminat 3- Gazze'ye yönelik İsrail'in 'deniz ablukası'nın kaldırılmasını kapsıyordu.
Türkiye, İsrail'e yönelik ekonomik bir ambargo öngörmemiş, siyasal açıdan ise, dile getirilen koşulları dünya kamuoyuna ilan etmişti. Zorluklara karşın, ABD Başkanı Obama'nın İsrail ziyaretinde, İsrail başbakanı Netenyahu, telefonda dönemin başbakanı Erdoğan'dan özür dilemişti. Bu çok önemli bir adımdı. Tazminat konusunda, Türk ve İsrailli heyetler çeşitli fırsatlarda bir araya geldiler. İddia edilen rakamlarda, farklı spekülasyonlar yapıldı. Ne var ki, İsrail açısından temel konu, 'tazminat' değil, Gazze'ye yönelik 'deniz ablukası'ydı.
İsrail Gazze'ye Haziran 2007'den beri 'deniz ablukası' uygulamaya başladı. Mavi Marmara, bu karardan üç yıl sonra, 'Gazze seferi' yaptı. İsrail'in 'denizden', Mısır'ın 'karadan' uyguladığı ablukanın nedeni, Hamas'ın 1993'teki Oslo süreci bağlamında, 1996'da oluşan Filistin Otoritesi'nden ayrılması, Filistin devlet başkanı Abbas'a bağlı 'sınır muhafızları'nı Gazze-Mısır arasındaki Refah sınır kapısından kovması idi. Hamas böylece, tek taraflı bir yönetim kuruyor, İsrail'le 2006'daki 'ikinci Lübnan savaşı' sırasında olduğu gibi, silahlı mücadeleye giriyordu. Bir yandan da Gazze'de insani ihtiyaçlar açısından gıda ve tıp malzemelerindeki eksiklikler, insani dramların yaşanması, madalyonun diğer yüzüydü. O dönemde Şam'da yaşayan Hamas lideri Meşal, Suriye-İran ekseninde siyaset yapıyor, Suudi Arabistan-Mısır zeminindeki siyasete meydan okuyordu.
Türkiye'nin Mavi Marmara gerekçesiyle, 'abluka'nın konulmasından 4 yıl sonra, 'ablukanın kaldırılması'nı, İsrail'le ilişkileri normalleşme açısından bir koşul haline getirmesi, "işi yokuşa sürmek" ya da Ortadoğu'da "kendisinden özür dilenen lider" olduktan sonra, "Gazze ablukasını kaldırtan Gazze fatihi" ünvanları için mi belirtilmişti? Bunlar elbette birer spekülasyon konusu. Ancak altını çizelim ki, Erdoğan ve Netenyahu, birbirlerine küs girdikleri seçimlerden sonra, yeni arayışlara 'yeşil ışık' yakabilirler. Yine de ihtiyatlı olmak lazım.
Ne var ki, AKP patentli dış politikada türlü manipülasyon ve iddialar son bulmuyor. Seçimlerden hemen sonra İsrail medyasında öne sürülen bir iddiaya göre, Türkiye, Hamas'ın Batı Şeria'daki silahlı eylemlerini yürüten Salih Aruri'yi, bu eylemleri kesmesi için uyarmıştı. Üstelik Aruri, Türkiye'de yaşıyordu.   (Haaretz, "Turkey sends message to local Hamas operatives to cut back on anti Israel terror", 10.06.2015 http://www.haaretz.com/news/diplomacy-defense/.premium-1.660431) Bu savlar henüz Türkiye tarafından yalanlanmadı. Ya da sadece bir sav olarak değerlendirilip, göz ardı edilebilir.
Ancak AKP iktidarının Hamas'la gösterdiği siyasal yakınlık, 'ablukasız bir Gazze'den, 'Hamas vesayetinde bir Batı Şeria'ya kadar uzanmaktadır. Abluka, 2011'de Mısır'da yaşanan 'Arap uyanışı'nın ardından, askeri yönetimce 'kara'dan kaldırıldı. Böylece İsrail'in Gazze'ye uyguladığı 'abluka' karadan delinmiş oldu. 2011-2013 arasında, askeri yönetim ve İhvan iktidarı, uyguladıkları politikalarla, Sina yarımadasında, çeşitli İslamcı örgütlerin, militan eğitim merkezine dönüştü. Hatta İsrail bu dönemde, 30 bin askere sahip bir "Güney Birliği" kurdu. 2013'te Sisi'nin İhvan'ı deviren darbesinden sonra, Gazze-Mısır geçişleri kontrol altına alınsa da, Sina'da hala İslamcı militanlar yer alıyor, IŞİD'in Kuzey Afrika'dan dünyaya yayılan "cihatçı" trafiğinde, Libya'daki Derne'den sonra, Sina da önemli bir merkez olarak konumunu sürdürüyor.
İsrail doğalgazının Batı piyasalarına ulaştırılması, Mısır'ın 'doğal gazı', Türkiye'nin Doğu Akdeniz'deki 'münhasır ekonomik alanları', Kıbrs sorununun 'barışçı çözümü'; Doğu Akdeniz'de Yunanistan'dan İsrail'e, oradan Mısır'a ve Türkiye'ye uzanan Doğu Akdeniz Barışı beklerken, AKP'nin İhvan-Hamas çizgisindeki İslamcı politikasının tasfiye edilmesinin zamanı geldi mi?  Bekleyip görelim...

14 Haziran 2015 Pazar

ORTADOĞU DENGELERİNDE KOALİSYON ARAYIŞI?

7 Haziran 2015 genel seçimleri, Türkiye'de yeni bir arayış başlattı. 2002'den beri süregelen baskın iktidar denklemi içerisinde, koalisyon görmeyen genç kuşaklar, yıllar sonra bu kavramla tanıştı. 12 Eylül 1980 askeri yönetiminin dayattığı zemindeki yeni anayasa, siyasal partiler yasası, kapatılan partiler, siyasal yasaklar, sivil toplum örgütleri ve siyasal partiler arasındaki ilişkileri engelleyen hükümler, sendikaların budanması, yüksek barajlı seçim sistemi ve pek çok düzenleme, eleştirilere hep şu başlıkla yanıt veriyordu. "12 Eylül öncesine dönmek mi istiyorsunuz?" Bu çerçevede, darbe öncesine yapılan göndermelerle, güvenliğin bedelinin, özgürlüklerden vazgeçmek olduğu vurgulanıyordu. 
"Deli gömleği" olarak belirtilen 12 Eylül anayasası ve düzenlemelerini, daha sonra en çok savunanların başında, Özal ve ANAP iktidarları yer aldı. Özal da, 1987'de siyasal yasakların kalması ile ilgili referandumda, seçmenleri "12 Eylül öncesine dönmekle" siyaseten tehdit etmişti. 
12 Eylül'ün "yürütmeyi güçlendiren", "cumhurbaşkanını yürütmenin başına getiren", "cumhurbaşkanının yetkilerini arttıran", yapısal anlamda sistemi kadük haline getiren hükümleri, AKP iktidarlarıyla daha da derinleşti. AKP, "cumhurbaşkanını halka seçtiren" düzenlemeyle, sistemi, Evren'in hayalindeki gibi, başkanlık ya da yarı başkanlığa bir adım daha yaklaştırdıysa da, 10 Ağustos 2014'te Evren'den sonra "halk oyuyla ikinci kez" cumhurbaşkanı seçilen Erdoğan'ın karşısına, 7 Haziran 2015 genel seçimleri çıktı. Özal'ın cumhurbaşkanı seçildiği Ekim 1989'dan, Yılmaz'ın ANAP genel başkanı seçildiği Haziran 1991 kongresine kadar, Akbulut'un başbakanlığı ve ANAP genel başkanlığı sürecinde, ülke fiilen başkanlık-yarı başkanlık sistemine evrilmişti. Mesut Yılmaz'ın kongredeki zaferi ve 1991 erken genel seçimlerinde DYP-SHP koalisyonunun kurulmasıyla, bu dönem sona ermişti. Özal'ın da en büyük hayali başkanlık sistemiydi.
İlginçtir, başkanlık rüyalarının korkulu kabusu hep koalisyonlar oluyor. ABD'deki başkanlık sistemine benzemez bir biçimde, "kuvetler birliğine" dayanan "başkanlık tasarımları", önce parlamento ve hükümetteki siyasal değişimle, "güçler dengesi"ne dönüşüyor. O zaman da otoriter başkanlık arayışı bir başka bahara kalıyor.
Erdoğan'ın "otoriter başkanlık" bakış açısında, Ortadoğu'daki "bölgesel vesayet" arzusunun önemli bir yeri görülmektedir. Menderes'in "küçük Amerika'sı", Özal'ın "bölgesel süper gücü" derken, bugünkü iktidarın temel hırsı, "yeni Osmanlı", "stratejik derinlik", "periferi kurma" gibi başlıklarla devam ettirilmiş ancak fiilen bir mutasyon yaşanmıştır. Bölgesel nüfuz, süper gücün vesayeti altında yaşam bulurken, mevcut siyasal iktidar, Soğuk Savaş sonrasının dengelerini de gözeterek, Rusya-Çin ekseninin de dahil olduğu, farklı angajmanlar arasındaki boşluklardan yararlanarak, bölgesel güç olmaktan, "dünya gücü" olabilecek sıçrama fantezisinin gerçekliğine kitleleri inandırmaya çalışmıştır. Böyle olunca da, hemen her konuda, ABD-Avrupa ve İsrail'in dahil olduğu, "dış komplolar", "üst akıl" değerlendirmeleri ön plana çıkmıştır. Türkiye'nin üyesi olduğu NATO, müttefiki ABD, üye olmaya çalıştığı AB, bölgede ortaklıklarının olduğu S.Arabistan ve Körfez ülkelerini yok sayan, İsrail'i düşmanlaştıran bir dış politika denemesi içinde sarfettiği mesai, deyim yerindeyse, "stratejik anomali" yaratmıştır. 
Özellikle "Suriye politikası", AKP iktidarı için, bir turnusol kağıdına dönüşmüştür. 2010 sonundan başlayarak, 2011'de Ortadoğu'da yoğunlaşan "Arap uyanışı"nı, "İhvan uyanışı" olarak gören AKP, Davutoğlu'nun "stratejik derinlik"e dayanan siyasasıyla, Türkiye-Suriye-Mısır üçgeninde bir "İhvan kuşağı" yaratıp, kendisi de, bu eksenin lideri olmaya soyundu. 2010'da İsrail'le yaşanan "Mavi Marmara krizi" AKP açısından, bölgesel liderlik için önemli bir adımdı. Zira Mısır'da Nasır örneğinde olduğu gibi, "Ortadoğu liderliği"nin yolu, "İsrail karşıtlığı"ndan geçiyordu. Üstelik 9 Türk yurttaşının yaşamını kaybetmesine karşın, yüzlerce ya da binlerce asker kaybedilmeden, sivil anlamda kitlesel kayıplar olmadan, bir "bölgesel liderlik" hayaline kavuşulacaktı.
2012'de ABD'nin Libya büyükelçisinin İslamcı militanlarca öldürülmesi, 2013'te Mısır-İsrail arasında "Camp David dengesi" bağlamındaki "Soğuk Barış"ı bozma emareleri gösteren Mısır'daki İhvan iktidarı ve devlet başkanı Mursi'nin, kendi atadığı komutanlar tarafından askeri darbeyle devrilmesi, siyasal iktidar cephesinde bir "panik havası" yarattı. Bu arada, Suriye'de hala açıklanamayan, çeşitli belgeleri Türkiye ve dünya kamuoyunun gözleri önüne serilen, "kirli savaş", Türkiye sınırlarından Suriye'ye geçen İslamcı militanlar, silah sevkiyatı iddiaları, Esad'ı devirmek adına düzenlenen istihbari faaliyetler, küresel-bölgesel hatta, önemli rezervlerle karşılaştı. IŞİD denilen örgüt, 2014 yazına kadar, Türk kamuoyunun gündemine düşmezken, Musul başkonsolosluğuna yapılan baskınla, konsolosluk görevlileri ve ailelerinin sonbahara uzanan rehinelik hikayaleri, 2014 sonbaharında BM Genel Kurulu esnasında Türkiye'ye dönük uluslararası baskılar, "organize işler"in varlığı kuşkusu doğurdu. Bir yandan Suriye'deki "kanlı ve kirli içsavaş"tan kaçan mülteciler, öte yandan bu savaştan kaçan mülteciler, Türkiye'ye sızan militan örgütlerin hücreleri, denklemi içinden çıkılmaz hale getirdi. Esad'a karşı tutumlarda, "kendi Alevileri"ni söylemsel bazda tenkit eden, "yerli BAAS" sloganıyla CHP'yi hedef alan iktidar, Kobani'deki Kürt direnişiyle, kendi Kürtleri ve HDP ile ters düştü. "Değerli yalnızlık", ülke içinde de, çoğunluk inancı ve mezhebiyle bütünleşen bir agresif-izolasyonist siyasete dönüştü. Suriye ve Irak Kürtleri'nin IŞİD karşıtı direnişi, bölgedeki vesayet arayışlarını, yakın sınır dışında da anlamsız hale getirdi. Nedense tırlarla ilgili iddialar, belgelerle somutlaştıkça, "Bayırbucak Türkmenleri" başlığında savunuldu. 
7 Haziran 2015'te ortaya çıkan parlamento aritmetiğinde, AKP salt çoğunluğu, daha sade deyimiyle, "tek başına iktidarı" kaybetmiş durumda. Son 13 yılda AKP iktidarına atfedilen "dokunulmazlık" ve "imtiyazlı" olma hali, muhalefetin bile içine işlemiş gözüküyor. Libya'dan Suriye-Irak cephesine uzanan coğrafyada, IŞİD'in kurduğu "nüfuz alanı", uluslararası zemindeki türlü savlara karşı bir restorasyon hükümetine gereksinim duyulmaktadır. CHP-MHP-HDP zemininde, "üç benzemezler"in koalisyon ya da azınlık hükümeti kurmalarının zorluğu ortadadır. Ne var ki, siyaset cesaretle yapılan bir hizmet biçimidir. Türkiye seçmeni, yaşanan terör sürecine karşın, HDP'yi "taktiksel oylar"la parlamentoya sokarak, AKP'yi iktidardan düşürmüştür. O zaman, herkes kendi hesaplarını bırakarak, hareket etmek durumundadır. 
En azından, bölgedeki yaşananlardan dolayı, öne konulacak faturaları hesap ederek, Türkiye'de IŞİD'le "göbek bağı" olmayan, IŞİD'i tasfiye etmeyi öngören, O.Doğu'daki vahim ilişkileri tasfiye edecek bir koalisyon kurulması gerekmektedir. 
Bu çerçevede, "çözüm süreci"nin şimdiye kadar açıklanmayan müzakerelerinin de kamuoyunun önüne saydamlıkla segilenmesi elzemdir. 
Yazdıklarım hayal olarak gelebilir. Ancak durum, hayalden öte, bir "acil durum" sorunudur. Umarım, Ortadoğu daha da mahvolmadan, Türkiye'de demokratik ve ekonomik istikrara dayalı bir hükümet kurulur. Yoksa, siyasal iktidarı meşrulaştıracak her adım, bir kaç aylık kırmızı plaka uğruna, muhalefet açısından, ülkeden ve partilerinden vazgeçmek demektir.  

8 Haziran 2015 Pazartesi

"STRATEJİK TERCİH"LE "STRATEJİK DÜŞÜŞ"...

7 Haziran 2015 genel seçimleri, 2002'den beri ülkemizde süregelen siyasal hegemon zeminde ciddi bir erozyon yarattı. Aslında Ilımlı İslam söylemiyle, laboratuvar koşullarında tasarlanan iktidar partisinin, sınıfsal, küresel ve kültürel açıdan 'tarihsel blok" kurma yeteneğinden uzakta olduğunu, eklektik bir düzlemde kaldığını ifade etmiştim. Bu bağlamda seçim öncesinde ele aldığım son yazıda, sonuçlarla ilgili olasılıkların üzerinde detayıyla durmuştum.
( 2015 Genel Seçimlerinde Stratejik tercih,  http://deniztansi.blogspot.com.tr/2015/06/2015-genel-secimlerinde-stratejik-tercih.html )
Son yazımda, değerlendirmemin devamının seçimin akabinde olacağını duyurmuştum. Bu çerçevede, iki başlık yüzeyinde konuyu ele alacağım.
Birincisi, siyaseten kullandığım "koridor metaforu"yla ilgilidir. Bu çerçevede, CHP-MHP bandındaki siyasal-toplumsal potansiyeli, "koridor" olarak nitelemiştim. Şehirler arası otobüslerde, "pencere yanı" ve "koridor" tercihlerimizi anımsayalım. CHP-MHP "koridor"da, siyaseten sıkışmış bir izlemim verirken, seçimde "pencere kenarı"nda oturanlar, AKP-HDP olarak gözükmektedir. Seçim adeta, iki parti arasında geçmiştir. HDP'nin %13'ü aşan oyları, AKP'nin hegemon söylemine ve iktidarına karşı, sadece Sol çevrelerin değil, yıllardır AKP'ye oy veren "muhafazakar Kürt seçmeni"nin de tepkisini dile getirmektedir. Konu eğer "kimlik"le açıklanırsa, o zaman "dinsel kimlik" konumunu korumakla birlikte, "etnik kimlik" mi ağır bastı denilecektir? Bu bir döngüyü işaret etmektedir.
Analizimdeki ikinci başlık ta, tam bu bağlamda gündeme gelmektedir. Seçim öncesinde, mevcut siyasal spektrumda, "oyunu değiştiren" bir siyasal aktöre gereksinim duyulduğunu belirtmiştim. İşte HDP, tam da bu rolü üstlendi. Ülkedeki "ezilmişlerin", "ötekileştirilmişlerin" sesi olma savı, genel başkanı Demirtaş'ın genç, esprili, eleştirel ve öfkeli olmayan yüzü bu arayışa yanıt verdi. Dolayısıyla, siyasette seçenek, "pencere kenarı"ndan çıktı. Pencere kenarındaki simetrik rakip AKP ise, 8 Haziran sabahı, başbakan yardımcısı Akdoğan'ın öfkeli ses tonuyla, "HDP çözüm sürecinin artık ancak filmini yapar" diyerek, hala seçim sonuçlarının ısrarla mesajını almak istemediklerini teyit etti. Buna benzer tavır, AKP Genel Başkanı ve Başbakan Davutoğlu'nun, Balkanlar ve Ortadoğu'ya uzanan, ancak Büyükşehir Belediyesi işçilerinin toplandığı alanda, ayakları Ankara'ya basmayan "zorlama balkon konuşması"nda görüldü. Zannederim, bu konudaki şaşkınlığı en iyi ifade eden, bir başka başbakan yardımcısı ve 3. dönemi dolan Bülent Arınç'ın yüz ifadesine yansıyan duygularıydı. AKP, kendi siyasal lugatında yer almayan, "uzlaşma" ve "barış" sözcüklerine yanaşacak mı? Bu zor görünse de, olası bir erken seçimde, mevcut oyunu korumakta zorlanacağı, hatta "HDP karşıtı" söylemiyle, HDP'ye "Syriza etkisi" yaratacağı görüntüsü, işaret edici olarak durmaktadır.
"Koridor"a gelince... AKP-HDP'nin simetrik rekabetinde, ortak gözüken bakış açısı, ulus-devlete karşı mesafeli bakışlarını, kurucu değerlerle sorunlu olan altyapılarını ortaya koymaktadır. AKP, 2002'de klasik İslamcılık'ı "Milli Görüş gömleğini çıkardık" diyerek aşmış, çöken Merkez Sağ'ın oylarını kendi içine çekmişti. HDP ise terör geçmişine dayanan "siyasal Kürtçülük"ü, 2015 seçiminde "Türkiyelileşerek", Batı'dan, kendilerine oy vermeyen kesimlerden oy alarak, aşmaya başlamış mıdır? Bu soruya yanıt vermek için henüz erken olmakla birlikte, HDP'nin İstanbul ve İzmir'de aldığı oylar, barajı aşmasına önemli bir ivme kazandırmıştır. Bu bağlamda, yurtdışı oylarında da HDP'nin ikinci olduğunu kaydetmekte yarar vardır.
"Koridor"a bür türlü gelemedik ancak "koridor"da oyu yükselen parti MHP, oyunu koruyan parti de CHP'dir. İlk günden "koalisyonlar"a kapıyı kapayan, AKP ve CHP'yi "HDP'yle kategorize eden parti MHP'dir. 2013'te medyaya yansıyan Oslo görüşmeleri ve İmralı müzakereleri ile sadece HDP'yi değil, PKK'yı da kamoyu gündemine getiren, Öcalan'ı "İmralı" ismiyle adeta meşrulaştıran iktidar partisi, şimdi de "HDP karşıtlığı"na odaklanmaktadır. Bu zeminde ise, kaybettiği muhafazakar Kürt oylarını, "milliyetçi Türk oyları"yla telafi edebilmiş midir? Ya da edebilecek midir? Artık çok geç. O kompartman zaten doluydu, şimdi de MHP açısından pekişti. İslamcı, Türkçü ve Kürtçü kimlik partileri yüzeyinde, ulus-devleti kuran, "Atatürk'ün partisi", 1960'larda sosyal demokrat/demokratik sol özellikler kazanan CHP'nin konumu ne olacaktır? "Koridor"da daha da sıkışacak mı, yoksa yeni bir çıkış yakalayacak mı?
Olası erken seçim ve hükümet kurma heyecanı arasında, "küçük olsun benim olsun" arayışıyla araya sıkışan "kurultay takvimi"ndeki öncelikler, "mahalle kongreleri"nde yaşanacak heyecan, ne zaman sokağa yansır ve çözüm "neoliberalizm"de aranmazsa, o zaman bir şeylerden söz edebiliriz.
AKP mevcut tavrını sürdürdükçe, ekonomide ve toplumsal olaylarda gerginlik arttıkça, siyasetin iki kazananı, HDP ve MHP olacaktır. Her iki parti de, var olan siyasal spektrumu alt üst edebilecek bir aşamaya gelebilecektir.
Demedi demeyin...
    
   

5 Haziran 2015 Cuma

2015 GENEL SEÇİMLERİNDE "STRATEJİK TERCİH..."

2015 genel seçimlerine 48 saatten az bir zaman kaldı. Zaten bu yazının devamı, 7 Haziran sonrasında gelecek. Dış politika ağırlıklı değerlendirmelerimin arasında, iç siyasetle ilgili yorumlarımı da zaman zaman ele almaya çalışıyorum.
Türkiye, 1946'dan beri "çok partili seçimleri" uyguluyor. 1950 seçimlerinden itibaren, Türkiye'de "dürüst" ve "adil" seçimler yaşanırken, oylamalarda "yolsuzluk" savları, sistematik açıdan bu kadar gündeme gelmemişti. 2000'li yıllarda, ülkemizde ABD'nin tasarladığı "Ilımlı İslam" projesi, çöken koalisyonların ardından gündeme geldi. Her ne kadar "iç dinamikler" ve "ekonomik kriz", 2002 seçimlerindeki durumu kolaylaştırdıysa da, ABD Türkiye'nin arayışlarından çok, Ortadoğu'daki gereksinimleri üzerinde durdu. Kısacası, Körfez Savaşı ve 11 Eylül 2001 sonrası, artan ABD ve Batı karşıtı akımlara karşı, "piyasa ekonomisi"yle, Batı'nın çıkarlarıyla uyumlu, yüzeysel bir demokrasi görünümünü içeren bir İslamcılık, laboratuvar koşullarında, iç aktörlerle birlikte imal edildi. Şimdilerde "Bipartisan Policy Center"ın "AKP karşıtı raporları"nı Eric Edelman'la birlikte iştahla hazırlayan Morton Abromowitz ve CIA'nin Türkiye eski istasyon şeflerinden, "Yeni Türkiye Cumhuriyeti" kitabının yazarı Graham Fuller, AKP'nin adı geçmeyen "akıl hocaları"ndan oldular. AKP iktidarının bugünlerde sert dille tenkit ettiği ana akım medya ve sözde liberal entelektüeller, bu projeye şiddetle destek verdiler.
2007 seçimlerinden sonra, Çankaya'yı da "fetheden" siyasal İslam, önünde bir engel kalmamaının coşkusuyla, iç siyasi ve toplumsal müttefikleriyle yollarını birer birer ayırdı. 2007'de Çankaya'ya çıkan Abdullah Gül başta olmak üzere, Gülen cemaati, liberal etiketli yazar-çizer takımı, merkez Sağ'dan ödünç alınan eski siyasiler, başka yönlere savruldu. 2007'deki anayasa değişikliğiyle, 12 Eylül anayasası ve Evren'in rüyası tamamlandı. 1982 anayasası, Cumhurbaşkanı'nı sadece devletin başı değil "yürütmenin de başı" yaparken, olağanüstü yetkilerle donatmıştı. Tek kanatlı parlamentoda, Cumhurbaşkanı'nın yürütmenin başı olduğu sistem, 2014'deki Cumhurbaşkanlığı seçimleriyle bir adım daha ilerledi. Halk oyuyla, yürütmenin başına seçilen Cumhurbaşkanı, kurduğu siyasal partinin iktidarında, gücünü yazılı ve yazılı olmayan yetkilerle pekiştirdi.
2015 genel seçimlerine, böyle bir atmosferde giriyoruz. AKP, "Cumhurbaşkanı'nın gölgesinde bir başbakan"la, "çift başlı" bir seçim kampanyasıyla, 13 yıllık iktidarını sürdürmeye çalışırken, Erdoğan'ın "talep ettiği", anayasal çoğunluktan uzak bir parlamento çoğunluğu ile iktidara hazırlanıyor. Üstelik hedef 400'den 276'lara inmiş durumda, Anayasayı tek başına değiştirecek 367 ve referanduma götürecek 330 sandalyenin altında kalacağı riski, AKP açısından tam bir kabusa dönüşmüş durumda. Hatta hükümeti kurmak için gerekli 276'nın bile bulunamayacağı endişesi var. Böyle olunca, AKP "çift başlı" seçim kampanyasında, HDP'nin meclise girmemesine odaklanan bir gündem üzerinde kaldı. HDP, Ağustos 2014'te Demirtaş'ın adaylığında %9'un üstüne çıkan siyasal performansını, Haziran 2015'te "bağımsızlarla" değil ancak parti olarak seçime girerek pekiştirmeyi amaçladı. Buradaki en büyük engel de, yine Evren'in anayasasının getirdiği "doğa dışı" seçim barajıdır. HDP'nin yer aldığı ve yer almadığı formüllerde hem parlamento aritmetiği hem de Türkiye'nin kaderini değiştirecek bir görünüm sergileniyor. Bu da elbette seçimde HDP oylarının "özgül ağırlığı"nı mevcut niceliksel birikiminin üzerine çıkarıyor. AKP-HDP ikilemine indirgenen seçim kampanyasında, CHP ve MHP'nin konumunu irdelemek gerekiyor. İndirgemeci bir yaklaşımla başa güreşen ilk dört partiden, birincisi ve dördüncüsünün "ikili rekabeti"nin öne çıkarılması, CHP-MHP bandında adeta bir "koridor" etkisi yaratıyor. Oysa bu koridor, daha önce yaşanan seçimler ve güncel yoklamalarda %40'ın üzerindeki bir seçmen potansiyelini barındırıyor. Burada iki partinin siyasal yaklaşımları ya da birbirlerine olan siyasal bakışını kastetmiyorum. Ancak AKP-HDP bandında, %50'yi aşan kümülatife baktığımızda, iki partinin ortak kümesi "Kürt seçmenin oyları".. Kürt seçmenden, AKP-HDP arasında bir siyasal oy paylaşımı yaşanırken, HDP'nin AKP'ye giden Kürt oylarını dönüştürmesi ya da parlamentoya girerek, AKP'nin fazladan 50-60 milletvekili kazanmasını engellemesi gibi bir olasılık öne çıkıyor.
Bir başka açıdan ise belirtilen formüllerde, CHP-MHP bandındaki %40'ı aşan oyların, özellikle CHP seçmenine dönük "HDP" kampanyasıyla eritilmeye çalışılması, bir sonraki seçimde, 2014 Cumhurbaşkanlığı ve 2015 milletvekili genel seçimlerinde "özgül ağırlığı" artan HDP'nin "ana muhalefet olma" savıyla eş zamanlıdır.
AKP, ABD think-tank'lerinde tasarlanan Ilımlı İslam projesiyle iktidara gelir ve Batı medyası, ülke içindeki ana akım medyanın desteğiyle iktidara gelirken, Batı'dan hiç şikayetçi değildi. Ne var ki, içerideki ve dışarıdaki ortaklarıyla yolları ayrılan, yargı, medya ve iş dünyasında, kendi tekelini kuran siyasal iktidar, küresel sistemle, İsrail, Suriye ve Mısır politikaları başta olmak üzere, pek çok konuda ters düştü. Libya'da gemisi batırılan, Suriye'ye içinde İslamcı militan gruplara gittiği iddia edilen ve içinin silahla dolu olduğu savlanan tırların teşhir edildiği, Ortadoğu'da hemen her konuda suçlanan Türkiye, "değerli yalnızlık" ve "tek adam" siyasetiyle karşı karşıya.
Ekonomideki sorunların da yapısal olarak derinleştiği yüzeyde, 8 Haziran sonrası senaryolar, seçimlerde usülsüzlük, Suriye'ye savaş, terörün hortlaması, ekonomik kriz, hükümet bunalımları gibi pek çok risk ve olasılığı barındırıyor.
Hegemon siyaset uygulamaya ve paradigmalaşmaya çalışan İslamcılık, siyasal, toplumsal, ekonomik ve kültürel çerçevede "tarihsel blok" kuracak bir sosyo-ekonomik, sosyo-kültürel zenginliğe sahip değil. Batı'dan destek alamadıkça, kendi içinde, ve ülke dışında komplo teorileriyle dolu, rövanşist ve reaksiyoner bir eklektik sığlığın içinde debeleniyor.
Kendilerinde olmayanı "din dışı" olmakla, "vatan haini" olmakla niteleyen siyasal iktidar, objektif koşulları kaybetti , Söylemlerinde, Ermenilik, Rumluk, Yahudilik, Alevilik, adeta bir aşağılama nedenine dönüşmüş durumda. Bir bakıma kontrolü kaybetmiş gözüküyorlar. Sübjektif koşullar, "ezici seçim zaferi" beklentisiyle ters biçimde sonuçlanırsa, objektif ve sübjektif koşulların çakıştığı zeminde; siyasal, toplumsal ve ekonomik bunalımlar birbirini besler duruma gelir.
Siyasal iktidarın "otoriter" ve parlamenter düzeni "bekleme odası"na alan yaklaşımı, Cumhurbaşkanlığı makamının siyasal parti liderliğine indirgenmesi, "kuvvetler birliği"ne uzanan bir siyasal atmosfer, oylarla değişebilecek mi? Pazar günü sandığa giderken, tüm bunlar hatırda tutulmalı. (Benim oyumu soruyorsanız, haber değeri yok ama yine CHP)