25 Nisan 2014 Cuma

BİRLEŞİK FİLİSTİN?

23 Nisan 2014'te dünya medyasına ilginç bir haber düştü. Filistin'in rakip iki örgütü, " 5 hafta içinde ortak hükümet kurmak", "6 ayda genel seçimlere gitmek" gibi konularda uzlaşarak, Filistin'de yeniden ortak bir yönetim kurmaya karar vermişlerdi.  
(http://www.bbc.com/news/world-middle-east-27128902)
Bu çerçevede 2007'den beri fiilen ayrılmış Filistin, siyasal açıdan yeniden birleşecek, ortak bir yönetime kavuşacaktı. El Fetih-Hamas arasındaki son ortak hükümet ya da başka bir deyimle "milli koalisyon", Suudi Arabistan'ın sponsorluğunda, 2007'nin ilk altı ayında vücut bulmuş, Hamas'ın Gazze'deki siyasal darbesiyle, Filistin Otoritesi'nin Gazze'deki varlığı sona ermişti. Filistin devlet başkanı Abbas'a bağlı sınır muhafızlarının Gazze-Mısır arasındaki Refah sınır kapısından kovulması, Gazze'deki El Fetih bürolarının kapatılması, sözkonusu hamlenin somut göstergeleriydi.
Son Filistin koalisyonunun, Filistin topraklarının "bölünmesi"yle sonuçlanması, yeni hükümet hakkında zihinlere pek iyimser yorumlar getirmiyor. Öte yandan 2006'daki Filistin Otoritesi seçimlerini kazanan Hamas'ın, hukuki varlığını İsrail-Filistin Oslo Barış Görüşmeleri'nden alan Filistin Otoritesi'nin "resmi politikaları"na aykırı olarak, İsrail'i tanımaması, 2006 yazında yaşanan II.Lübnan Savaşı'nda Hizbullah'a destek amacıyla Gazze'den İsrail'i roketlerle vurması, son Hamas hükümetinin düşmesine neden olmuştu. Zira pek çok Hamas milletvekili İsrail tarafından tuuklanmış, Hamas Filistin parlamentosundaki çoğunluğunu kaybetmişti.
Hamas'ın 2007 Haziran'ında gerçekleştirdiği siyasal darbe, sadece "Filistin'in bölünmesi" ile sonuçlanmadı. İsrail, Filistin Otoritesi'ni tanımayan Hamas'ı cezalandırmak amacıyla, Gazze'ye sözkonusu tarihten itibaren "deniz ablukası" uygulamaya başladı. "Mübarek'in Mısır'ı" da, "kara ablukası" ile, İsrail'in politikasını tamamladı.
İsrail'in Mısır yönetimiyle birlikte Gazze'ye uyguladığı abluka ve ambargo, silah kaçakçılığını önlemeye yönelik olarak ilan edildi. Ne var ki, gıda ve ilaç gereksinimlerinin karşılanmasındaki zorluklar, bu bölgede insani bir sorunu ortaya koymaya başladı. Bölgede daha önce "yenilmezlik" avantajına sahip olan İsrail, siyasal açıdan II.Lübnan Savaşı'nda olduğu gibi, Aralık-2008-Ocak 2009'da Gazze'ye yönelik ifa ettiği Dökme Kurşun Operasyonu'nda da başarı sağlayamadı. Çünkü ne Lübnan'da Hizbullah'ın varlığına son verebildi, ne de Gazze'de Hamas yönetimini devirebildi. Askeri anlamda üstünlük sağlamış gözükse de, belirlediği siyasal hedeflere ulaşamadı.
31 Ocak 2009'da Davos'ta Erdoğan'la İsrail cumhurbaşkanı Peres ve moderatör Ignatius arasında yaşanan "one minutes" vakası, Dökme Kurşun Operasyonu'ndan sonra gerçekleşti.
31 Mayıs 2010'da yaşanan ve 9 Türk yurttaşının ölümüyle sonuçlanan Mavi Marmara hadisesi de, İsrail'in Gazze'ye uyguladığı ambargoyu delmek için yapılan sivil inisiyatifler içinde gösterildi. Bununla birlikte, AKP yönetiminin, geminin yola çıkış hazırlıklarından itibaren konuyu siyasal bir propaganda malzemesi haline getirmesi, İHH'nın çeşitli İslamcı örgütlerle, konuyu bir ideolojik bir seferberlik olarak sunması, süreci hayli karışık bir tabloya dönüştürdü.
Siyasal iktidarın, Hamas'a yönelik zafiyeti, Filistin Otoritesi'ni elinde bulunduran El Fetih'le önemli mesafelerin oluşmasını sağladı. Bu arada, 2007'den sonra Suriye-İran çizgisine yaklaşan Hamas, 2011'deki "sözde Arap Baharı" ve 2012'de Mursi liderliğindeki İhvan'ın Mısır'da iktidara gelmesinin ardından, bu çizgiden uzaklaşmaya başladı. Sürgünde Suriye'de yaşayan Hamas lideri Meşal, Suriye'yi 2011'den sonra terketti, Katar'a yerleştiği iddia edildi. 2013'de İhvan'ın Mısır'da askeri darbeyle devrilmesi, Hamas açısından, yeni arayışları ortaya koydu.
Gazze'deki "tek taraflı" yönetiminin, hem Suriye-İran çizgisinden siyasal açıdan uzaklaşması, hem de Suriye'nin içine düştüğü kaos ortamında, destek verme şansının kalmamasıyla, Hamas birtakım manevralar hesaplamaya başladı.
El Fetih'in, İsrail'le yürütülmesi planlanan "barış görüşmeleri"ni bitiren "Hamas'la uzlaşma" yaklaşımı ise İsrail karşısında yeni hamle yapma şansının azalması, İsrail'in Batı Şeria'da, yerleşimciler dahil birtakım konularda geri adım atmamasından kaynaklanmaktadır.
2010'da resmen görev süresi olan Filistin devlet başkanı Abbas, 4 yıldan beri, deyim yerindeyse uzatmaları oynamakta, meşruiyet sorunları yaşamaktadır. El Fetih, Batı Şeria'ya sıkışan siyasal konumuna, açılım getirmeye çalışmakta, Gazze'de de vücut bulmaya gayre etmektedir.
"Bölünmüş Filistin"in "Birleşik Filistin"e dönüşmesinde, kuşkusuz en göze çarpan sorun coğrafi olarak Batı Şeria ve Gazze'nin karasal anlamda birbirinden kopuk olmasıdır. Ancak bundan daha önemli olarak, siyasal ayrımlar, farklı sosyolojik ve ekonomik yapılanmalar, iyimser yorumları azaltmaktadır.
İsrail'le "barış görüşmeleri"ne karşı tavırlar koyan bir siyasal ortakla, olası  bir Filistin "ortak hükümeti", El Fetih'i zayıflatacak, Hamas'ı güçlendirecekir. Hele muhtemel bir İsrail müdahalesi olursa, Hamas, Batı Şeria'da bile El Fetih'i geriletebilir.
Siyasal iktidarın "benimsediği", Filistin uzlaşması, Baı tarafından kuşkuyla karşılanıyor.
2014'ün geriye kalanı, bu konudaki ihtilafların artmasına tanık olacaktır.

21 Nisan 2014 Pazartesi

CUMHURBAŞKANLIĞI SEÇİMLERİ...

Yaklaşık 3.5 ay sonra, Türkiye'de ilk kez Cumhurbaşkanı, halk tarafından seçilecek. 2007 baharında "367" denkleminde kilitlenen "cumhurbaşkanlığı seçimleri", Cumhuriyet mitinglerine karşın, 22 Temmuz'da yapılan genel seçimlerin ardından, AKP'nin %47'yle parlamentoda oluşan iktidar çoğunluğunun Abdullah Gül'ü seçmesiyle sonuçlandı. "Cumhurbaşkanı seçememe"nin anayasal zorunluluğu ile gidilen erken seçimde, iktidar partisinin oylarını yükselterek, mevcut konumunu pekiştirmesi, o dönemde oluşan "olağanüstü hava"yı bozdu. Bununla birlikte, seçimden önce alınan referandum kararı sonucu, Ekim 2007'de seçmen, %68.5'luk oy oranı  ile cumhurbaşkanının "halk tarafından", 5 yıllığına ve en fazla iki dönem seçilmesini onayladı.  İlginçtir, 12 Eylül 2010 referandumunda, bu sefer %57.8 ile "anayasa değişiklikleri"ni seçmen kabul etmişti. Sağ'ın "birleşik cephe" oyları, %60 ila %70 bandında değişiyor. Tıpkı, 1980 öncesinde olduğu gibi??
2014 Ağustos'una giderken, artık "rejim krizi"ne yol açan bir "cumhurbaşkanlığı yarışı" yerine, "iktidar partisinin şimdiki cumhurbaşkanı mı tekrar seçilecek, yoksa başbakanı mı cumhurbaşkanı olacak?" sorusu, kamuoyunun gündemini meşgul ediyor.15 Haziran 2012'de Anayasa Mahkemesi'nin parlamento tarafından, 7 yıllığına seçilen Gül'ün, yeni anayasal değişikliklerle, 5 yıllığına "bir kez daha seçilme hakkı" olduğunu tespit etmesi, güncel tartışmalara konu oluyor.
2007'deki "Cumhurbaşkanlığı seçimi", iktidarın otoriter ve hegemonik yönünün ortaya çıkmasını sağlayan bir dönüm noktası olmuştu. Çankaya ve anayasal yargı denetiminin aşıldığı algısı, 2010 referandumundan sonra, verili zemindeki durumu güçlendirmişti. Ne var ki, 7 Şubat 2012'de, MİT müsteşarı Fidan'ın "müzakere süreci"ne binaen, yargı tarafından çağrılması, tutuklanma olasılığı, işin hükümete kadar uzanacağı iddialarıyla, AKP-Gülen arasındaki rekabet su yüzüne çıktı. Sonrası malum, 17 ve 25 Aralık 2013 soruşturmaları, "tapeler" konuşulmaya başlandı. Bu atmosferde, 2 milyon oy kaybı ve 6 puanlık gerilemeye rağmen, iktidar %43'le birinci parti olma konumunu devam ettirdi, seçim gecesi yapılan "balkon konuşması" ile, daha otoriter ve sert bir döneme girileceğinin işareti verildi.
Peki şu soruyu sormayacak mıyız? 10 Ağustos'ta ve 24 Ağustos'ta yapılacak cumhurbaşkanlığı seçiminde, iktidar bu kadar "seçeneksiz" mi ki, konuşulan adaylar, hep iktidar eksenli çıkıyor. Hatta iktidarın potansiyel adaylarından  hangisine oy verilebileceği dile getiriliyor.
Siyasal İslam paradigması, Ortadoğu'da işlevini kaybederken, Türkiye'de, kimi zaman milliyetçi, kimi zaman mezhep temelli, ama mutlaka otoriter bir tonla varlığını pekiştiriyor. Muhalefette, hem şaşkınlık, hem de çaresizlik egemen.
Bir yandan "merkez Sağ"a zorla oturtulmaya çalışılan CHP, bir yandan AKP'ye muhafazakar, CHP'ye ulus-devlet milliyetçisi yüzleriyle muhatap olan MHP, bir yanda da, artık kendince Kürt özerkliğinin peşinde, modern ve seküler bir "bölgesel model" olmaya çalışan BDP.
AKP'nin karşısında, "benzemezler"den oluşan bir muhalefetin varlığı, "AKP ve diğerleri" algısını güçlendiriyor, muhalefet şimdiden "yenilgiyi kabullenmiş" gözüküyor.
Erdoğan'ın sadece "cumhurbaşkanı" seçilmekle yetinmeyeceği görülüyor. Bu bağlamda, çok eleştirdikleri 1982 anayasasının, cumhurbaşkanını yalnız devletin değil aynı zamanda "yürütmenin başı" görmesinde kaynaklanan konumunu, fiili "yarı başkanlık"la dönüştürmek, dar bölgeyle oluşacak parlamentoda getireceği anayasal değişiklikler ile "başkanlık" olarak değiştirmesi hedefi somutlaşıyor.  
"Kuvvetler birliği" ve "güdümlü yargı"ya, "istihbarat vesayeti"ne dayanacak böyle bir bakış, demokrasiyi korkarım unutulmuş bir ütopya konumuna getirecektir.
Peki gerçekten muhalefetin hazırlığı nedir?   

14 Nisan 2014 Pazartesi

SEÇİMDEN SONRA...

30 Mart 2014'te düzenlenen yerel seçimlerden sonra, çok şey yazılıp çizildi. Özellikle, seçim gecesi ya da akabindeki günlerde bir değerlendirme yapmamaya gayret ettim. Sapla samanın oldukça karıştığı seçim kampanyası sürecinde, yeni birtakım siyasal pozisyonların tanığı olduk.
17 Aralık ve 25 Aralık 2013'te başlatılan yolsuzluk operasyonlarında, aralarında yakınlarda salıverilen bakan çocukları ve şimdilerde Ziraat Bankası yönetim kuruluğu üyeliğine getirilen Halkbank eski genel müdürünün de olduğu kişiler gözaltına alındı.  
Aralık 2013-Mart 2014 arasında internet üzerinden servis edilen "tape"lerle, siyasal iktidarın, gerek yolsuzluklar, gerekse de medyayı manipüle etme çerçevesinde pek çok kayıt yayınlandı.
7 Şubat 2012'de MİT müsteşarının ifadeye çağrılmasıyla su yüzüne çıkan Gülen cemaati ve AKP arasındaki kavga, Mart 2014 yerel seçimlerinde, inanılmaz boyutlara geldi. Asimetrik koalisyon dağıldı. Koalisyonun büyük ortağı AKP, seçimlerdeki performansıyla ayakta kalan taraf olduğunu ortaya koyarken, Gülen cemaatinin, bürokrasi ve yargıdaki uzantıları siyasal iktidar tarafından tasfiye edildi.
Dikkat edilecek olursa, seçimlerdeki koz paylaşımında, AKP-Gülen rekabetini anlatıyoruz. Muhalefet açısından yapılacak analizlerde, CHP "Sağ"da yer alan birtakım adaylarla ve İstanbul'da Sarıgül'le seçimin gidişatını değiştirebileceğini düşündü. Gittikçe muhafazakarlaşan toplumda, "muhafazakar seçmene" hitap eden "transferlerle", oy artırılabileceği hesap edildi. Ancak 1980 sonrasında, halen HP'nin 1983'teki %30.46'lık oy oranına şimdiye kadar ne SHP-CHP çizgisi, ne de DSP ulaşamadı. CHP, 2011 genel seçimlerinde elde ettiği %26'ya yaklaşan oy oranını ancak koruyabildi.
MHP, büyükşehirlerden oy alamamasına karşılık, 2011'deki %13'e yaklaşan oylarını %17'lere taşıdı. BDP-HDP çizgisinin geneldeki oy oranı, toplamda %6'ya ancak yaklaşırken, güneydoğudaki belediye sayısını olduça arttırdı ve "özerk yönetim", "petrolden pay alma" gibi, iddialı yaklaşımları da gündeme getiriyorlar. 
MHP ve BDP'nin, siyasal güçlerini arttırması, önümüzdeki günlerde "çözüm süreci" ve karşıtlığı odaklı bir siyasal tabloyla karşılacağımızı gösteriyor.
AKP'nin otoriter ve hegemon yapısında, Kürt muhalefetiyle "anayasal pazarlıklar" ve "çözüm süreci" başlıklı diyalog sürse de, Gülen cemaatinin "ortaklığı" kaybedilince, "otoriterlik" ağır basmaya, milliyetçi tonlar  yükselmeye başladı. Üstelik, demokratik rejim açısından kaygı veren, "internet yasası", "MİT yasası" derken, şimdi de Anayasa Mahkemesi'nin varlığını sorgulayan, tehlikeli bir bakış açısı pekişmeye başladı. 30 Mart gecesi yapılan "balkon konuşması", Ağustos 2014'te gerçekleştirilecek "cumhurbaşkanlığı seçimi" öncesinde baskının daha da artacağı kaygısını uyandırdı. 30 Mart öncesinde, yayınlanan "tape"lere karşı, kendi tabanını tahkim eden, mağduriyet algısı yaratan iktidar, siyasal açıdan kazançlı çıktı.  
CHP, kendi içinde bir siyasal hesaplaşma yapmayı tercih etmedi. Zira Ağustos'ta cumhurbaşkanlığı seçimi var. Haziran 2015 genel seçimleri öncesinde, olağan kurultay takvimi işletilirse, belki bir siyasal tartışma ortamı doğar. Ne var ki, milletvekili genel seçimleri öncesinde, "adayları belirleyecek" genel merkez yönetimine karşı, vitrinde sınırlı değişiklik talebinin dışında, siyasal bir sürecin işleyeceğini ileri sürmek ham bir hayal olarak gözükmektedir. 
Peki bu seçim neyi değiştirdi diye soracak olursak, herhalde cumhurbaşkanlığı seçiminin bir provası oldu. Endişe verici konu, siyasetteki gerilim ve kutuplaşmanın azalmaması, siyasal iktidarın bu yolla oylarını yükseltme ya da en azından koruma avantajını, yüksek ateşin devamından yana bir tercihle ortaya koymasıdır. 
Suriye politikası hakkında Batı medyasında dile getirilen korkunç savlar, nasıl bir çıkmaz yola girildiğini, "değerli yalnızlık" adı altında, hibrit bir rejimin, yargı engeli de tanımadan kurumsallaştırılmaya çalıştırıldığını gösteriyor. 
Nefret söylemine, şiddete ve gerilime son vermeye, demokrasiye, uzlaşmaya, barışın diline ulaşmaya ihtiyacımız var. 
Yarınlar çok geç olmadan...