Türkiye'de deyim yerindeyse ortalık toz duman. Gerçi bazıları "toza dumana katılanlardan olacağınıza, tozu dumana katın" diyor ama, demokratik siyasete yürekten bağlı bir yurttaş olarak, "denizlerin hırçın değil, sakin olduğu" bir iklimi tercih ederim. Elbette, haksızlık ve baskılara karşı, denizler yeri gelir hırçınlaşır. Ne var ki beklenti, istikrar ve huzurun egemen kılınmasıdır.
Peki neden bir "devlet krizi"nin içindeyiz, paylaşılamayan nedir? İleride bugünkü medya arşivlerine bakan araştırmacılar, Aralık 2013-Ocak 2014 gündeminde, hep "17 Aralık" vurgusuyla karşılacaklar. "17 Aralık", bakan çocuklarını kapsayan, ucu neredeyse siyasal iktidarın bütününe dokunan bir "yolsuzluk dosyası"nın ve "dosyaları"nın, yargı eliyle, kamuoyuna mal olması mıdır? Yoksa, siyasal iktidarın, "dershaneler" konusundaki "reform?" hazırlığına bir yanıt mıdır? Hem dershaneler konusunda, hem de "yolsuzluklar" hakkında, siyasal iktidar, daha düne kadar iç içe olduğu "paralel devlet" olarak nitelendirdiği, "Gülen cemaati"yle bir hesaplaşma mı yaşamaktadır. "Ne istedilerse verdik" yaklaşımından da anlaşılacağı gibi, yoksa ülkenin bürokratik ve adli kurumları, bizzat iktidar partisinin "yol vermesi" ile bir zamanlar Gülen cemaatine mi verilmiştir? Şimdi çıkarlar çatışınca, siyasal iktidar "paralel devlet" olarak isimlendirdiği Gülen cemaati'ni, devletin kurumlarından "temizlemekte" midir?
Tüm bu sorular, medyatik bir dille, günlük siyasetin coşkulu söylemleriyle ele alınabilir. Hakkında binlerce polemik yaratılabilir. Gelgelelim sorunun temelinde, kesintiye uğrayan bir HEGEMONYA sorunu vardır.
Hegemonya terimini, Gramsci'nin yaklaşımlarına atıfta bulunarak, yeni bir "tarihsel blok" yaratılması hedefi çerçevesinde ele alıyoruz. Bu bağlamda, mevcut siyasal iktidarı, herhangi bir siyasal iktidar olarak ele almak, sistematik bir yanılgıyı beraberinde getirebilir. Siyasal iktidar, Gülen cemaatiyle kurduğu "post-modern ve asimetrik koalisyon" sayesinde, yeni bir "siyasal tarih", yeni bir "siyaset dili", yeni bir "medya", yeni bir "burjuvazi", yeni bir "yoksullar dünyası", "yeni toplumsal değerler" ve yeni parantezinde sıralayacağımız pek çok başlığı kapsayan yeni bir "toplum" projesi içine girdi.
Tam da bu yüzeyde, Cumhuriyet'in kurucusu Atatürk'e ve Cumhuriyet'in kurucu değerlerine karşı, akademik, medyatik yayınların popülerleştirilmesi, son padişah Vahdettin ve Osmanlı yöneticilerinin "kahramanlaştırılması" konunun tamamını ifade etmiyor. Zira "okyanus ötesi"ndeki mutfaklarda pişirilen Ilımlı İslam siyaseti, "pasif karşı devrim" sürecinde , kültürel alanda, "yararlı salaklar" konumundaki "II.Cumhuriyetçi", "sonradan liberal", "yetmez ama evetçi" entelektüellerle epey yol aldılar. Kamuoyunun kafası karıştırıldı, kurucu değerler, mümkün oldukça gözden düşürülmeye çalışıldı.
Aslında işler iyi de gidiyordu? Ta ki, 7 Şubat 2012'ye kadar. MİT müsteşarının, terör örgütüyle yapılan müzakereler öne sürülerek, gözaltına alınması hazırlığı, o dönemde siyasal iktidarın, acil yasal düzenlemeleriyle engellenmiş, ancak "mesaj" da alınmıştı. Zira işin ucu "başbakan"a dokunacak bir soruşturmayı ortaya koyuyordu. .
Cemaat ve siyasal iktidar arasındaki çekişmeyi su yüzüne çıkartan 7 Şubat 2012'nin ardından, neredeyse iki yıl geçti. Bu sefer de 17 Aralık 2013'de başlayan, siyasal iktidara ağır ithamlar içeren "yolsuzluk dava/davaları"nın "şok operasyonlar"la ortaya konması, başbakanın oğluna kadar uzanan "2.dalga" söylentilerinin ayyuka çıkması, 17 Aralık'ta BM ambargosunu zorlayan "altın ihracatı, doğal gaz alımı" senaryoları, yakalanan tırlardan çıkan silahlar ve Suriye'deki çeşitli gruplara yönlendirildiği savları, işi sadece bir iç siyasal çekişmeden çıkarıyor, küresel zeminde yankılanacak başka zincirleme reaksiyonlara kaydırıyor.
Siyasal iktidar ve Gülen cemaatinin 2 yıl önce sonlanmış koalisyonu ve bugün devletin klasik yapısında ağır sarsıntıları ortaya koyan görünümü, bir HEGEMONYA'nın da kesintiye uğradığını gösteriyor.
Bunun en somut göstergesi de, Ergenekon, Balyoz ve Şike davalarında kaydedildiği gibi, alternatif tüm bürokratik ve toplumsal kesimleri sindirecek davaları gören Özel Yetkili Mahkemeleri'n "geçici varlığı"nın da sona erdirilmesini içeren yasal değişiklik girişimlerinin gündeme gelmesi ve "yeniden yargılama" tartışmalarının, kumpas iddialarının bizzat siyasal iktidar tarafından dile getirilmesidir.
Yeni adı altında, Cumhuriyet'ten önceki yapıya atıfta bulunan, modern anlamda devletin yerini, post modern cemaat, kabile, aşiret, etnik yapıların ikamesine vurguda bulunan HEGEMONYA, Cemaat desteği ortadan kaltığı için, yoluna ara vermek durumunda kalmıştır. Siyasal iktidarın İslamcı iç çekirdeği, Cemaat kadar, etkin ve işlevsel değildir. Son zamanda, diğer Sağ siyasetlere göz kırpılmak durumunda kalınmıştır.
Önemli olan "hegemonya sonrası"nın inşa edilmesidir. İşte tam da bu noktada, 3 Kasım 2002 öncesine dönülmemeli, 1990'lar ve 2000'lerden alınan derslerle, 2014 ve sonrası inşa edilmelidir. 1999-2002'deki rolleriyle, Türkiye'de 3 Kasım 2002 koşullarını oluşturanlara, "yeniden siyaset düzenlemesi" yapma hakkı verilmemelidir. 3 Kasım 2002 öncesi aktif olan, elbette çok değerli siyasetçiler vardır. Ancak bir bölümü, 19 Şubat 2001'deki tavırları ve iktidar partisinin bölünmesindeki işlevleriyle, "perde arkası"ndaki durumlarını devam ettirmekte, yeni dönemin "görünmeyen belirleyicileri"nden olmaya çalışmaktadırlar. Bugünkü siyasal çatışmaya taraf olan yapılardan birine yaslanarak, siyasal iktidarı elde etmek şansı da yoktur. Edilse de DSP'nin 1999 ve 2002 seçim sonuçları karşılaştırıldığınde, ne demek istediğimiz anlaşılabilir.
Hegemonya sonrası, yaşananlardan ders alınarak, Cumhuriyet'in kurucu değerlerine bağlı, laik, demokratik, sosyal bir hukuk devletinin, yaşama geçmesiyle, 21. yüzyılın yeni hedeflerinin, küresel zeminde analiz edilmesiyle inşa edilebilir. Malum kadroların ve hataların tekrarlanmasıyla değil...
Peki neden bir "devlet krizi"nin içindeyiz, paylaşılamayan nedir? İleride bugünkü medya arşivlerine bakan araştırmacılar, Aralık 2013-Ocak 2014 gündeminde, hep "17 Aralık" vurgusuyla karşılacaklar. "17 Aralık", bakan çocuklarını kapsayan, ucu neredeyse siyasal iktidarın bütününe dokunan bir "yolsuzluk dosyası"nın ve "dosyaları"nın, yargı eliyle, kamuoyuna mal olması mıdır? Yoksa, siyasal iktidarın, "dershaneler" konusundaki "reform?" hazırlığına bir yanıt mıdır? Hem dershaneler konusunda, hem de "yolsuzluklar" hakkında, siyasal iktidar, daha düne kadar iç içe olduğu "paralel devlet" olarak nitelendirdiği, "Gülen cemaati"yle bir hesaplaşma mı yaşamaktadır. "Ne istedilerse verdik" yaklaşımından da anlaşılacağı gibi, yoksa ülkenin bürokratik ve adli kurumları, bizzat iktidar partisinin "yol vermesi" ile bir zamanlar Gülen cemaatine mi verilmiştir? Şimdi çıkarlar çatışınca, siyasal iktidar "paralel devlet" olarak isimlendirdiği Gülen cemaati'ni, devletin kurumlarından "temizlemekte" midir?
Tüm bu sorular, medyatik bir dille, günlük siyasetin coşkulu söylemleriyle ele alınabilir. Hakkında binlerce polemik yaratılabilir. Gelgelelim sorunun temelinde, kesintiye uğrayan bir HEGEMONYA sorunu vardır.
Hegemonya terimini, Gramsci'nin yaklaşımlarına atıfta bulunarak, yeni bir "tarihsel blok" yaratılması hedefi çerçevesinde ele alıyoruz. Bu bağlamda, mevcut siyasal iktidarı, herhangi bir siyasal iktidar olarak ele almak, sistematik bir yanılgıyı beraberinde getirebilir. Siyasal iktidar, Gülen cemaatiyle kurduğu "post-modern ve asimetrik koalisyon" sayesinde, yeni bir "siyasal tarih", yeni bir "siyaset dili", yeni bir "medya", yeni bir "burjuvazi", yeni bir "yoksullar dünyası", "yeni toplumsal değerler" ve yeni parantezinde sıralayacağımız pek çok başlığı kapsayan yeni bir "toplum" projesi içine girdi.
Tam da bu yüzeyde, Cumhuriyet'in kurucusu Atatürk'e ve Cumhuriyet'in kurucu değerlerine karşı, akademik, medyatik yayınların popülerleştirilmesi, son padişah Vahdettin ve Osmanlı yöneticilerinin "kahramanlaştırılması" konunun tamamını ifade etmiyor. Zira "okyanus ötesi"ndeki mutfaklarda pişirilen Ilımlı İslam siyaseti, "pasif karşı devrim" sürecinde , kültürel alanda, "yararlı salaklar" konumundaki "II.Cumhuriyetçi", "sonradan liberal", "yetmez ama evetçi" entelektüellerle epey yol aldılar. Kamuoyunun kafası karıştırıldı, kurucu değerler, mümkün oldukça gözden düşürülmeye çalışıldı.
Aslında işler iyi de gidiyordu? Ta ki, 7 Şubat 2012'ye kadar. MİT müsteşarının, terör örgütüyle yapılan müzakereler öne sürülerek, gözaltına alınması hazırlığı, o dönemde siyasal iktidarın, acil yasal düzenlemeleriyle engellenmiş, ancak "mesaj" da alınmıştı. Zira işin ucu "başbakan"a dokunacak bir soruşturmayı ortaya koyuyordu. .
Cemaat ve siyasal iktidar arasındaki çekişmeyi su yüzüne çıkartan 7 Şubat 2012'nin ardından, neredeyse iki yıl geçti. Bu sefer de 17 Aralık 2013'de başlayan, siyasal iktidara ağır ithamlar içeren "yolsuzluk dava/davaları"nın "şok operasyonlar"la ortaya konması, başbakanın oğluna kadar uzanan "2.dalga" söylentilerinin ayyuka çıkması, 17 Aralık'ta BM ambargosunu zorlayan "altın ihracatı, doğal gaz alımı" senaryoları, yakalanan tırlardan çıkan silahlar ve Suriye'deki çeşitli gruplara yönlendirildiği savları, işi sadece bir iç siyasal çekişmeden çıkarıyor, küresel zeminde yankılanacak başka zincirleme reaksiyonlara kaydırıyor.
Siyasal iktidar ve Gülen cemaatinin 2 yıl önce sonlanmış koalisyonu ve bugün devletin klasik yapısında ağır sarsıntıları ortaya koyan görünümü, bir HEGEMONYA'nın da kesintiye uğradığını gösteriyor.
Bunun en somut göstergesi de, Ergenekon, Balyoz ve Şike davalarında kaydedildiği gibi, alternatif tüm bürokratik ve toplumsal kesimleri sindirecek davaları gören Özel Yetkili Mahkemeleri'n "geçici varlığı"nın da sona erdirilmesini içeren yasal değişiklik girişimlerinin gündeme gelmesi ve "yeniden yargılama" tartışmalarının, kumpas iddialarının bizzat siyasal iktidar tarafından dile getirilmesidir.
Yeni adı altında, Cumhuriyet'ten önceki yapıya atıfta bulunan, modern anlamda devletin yerini, post modern cemaat, kabile, aşiret, etnik yapıların ikamesine vurguda bulunan HEGEMONYA, Cemaat desteği ortadan kaltığı için, yoluna ara vermek durumunda kalmıştır. Siyasal iktidarın İslamcı iç çekirdeği, Cemaat kadar, etkin ve işlevsel değildir. Son zamanda, diğer Sağ siyasetlere göz kırpılmak durumunda kalınmıştır.
Önemli olan "hegemonya sonrası"nın inşa edilmesidir. İşte tam da bu noktada, 3 Kasım 2002 öncesine dönülmemeli, 1990'lar ve 2000'lerden alınan derslerle, 2014 ve sonrası inşa edilmelidir. 1999-2002'deki rolleriyle, Türkiye'de 3 Kasım 2002 koşullarını oluşturanlara, "yeniden siyaset düzenlemesi" yapma hakkı verilmemelidir. 3 Kasım 2002 öncesi aktif olan, elbette çok değerli siyasetçiler vardır. Ancak bir bölümü, 19 Şubat 2001'deki tavırları ve iktidar partisinin bölünmesindeki işlevleriyle, "perde arkası"ndaki durumlarını devam ettirmekte, yeni dönemin "görünmeyen belirleyicileri"nden olmaya çalışmaktadırlar. Bugünkü siyasal çatışmaya taraf olan yapılardan birine yaslanarak, siyasal iktidarı elde etmek şansı da yoktur. Edilse de DSP'nin 1999 ve 2002 seçim sonuçları karşılaştırıldığınde, ne demek istediğimiz anlaşılabilir.
Hegemonya sonrası, yaşananlardan ders alınarak, Cumhuriyet'in kurucu değerlerine bağlı, laik, demokratik, sosyal bir hukuk devletinin, yaşama geçmesiyle, 21. yüzyılın yeni hedeflerinin, küresel zeminde analiz edilmesiyle inşa edilebilir. Malum kadroların ve hataların tekrarlanmasıyla değil...