27 Ocak 2014 Pazartesi

YENİ ORTADOĞU'NUN "BATISI"...

Türk medyasında dış politikayı izlemek zordur. Kimi zaman hamaset, kimi zaman da felakete dayalı "algı yönetimi"ne dayalı çabalar, gerçeğin önemli oranda manipüle edildiği bir ortam sağlar. Bu elbette sadece Türkiye açısından ele alınacak bir konu değildir. Günlük yaşam içinde, Batı toplumlarında da insanlar, dış politika sayfalarına, "şöylesine bir göz atarlar", biraz önce değindiğimiz, psikolojik savaşın etkisi altına az ya da çok girerek, koşuşturmaya devam ederler.
Konuya ülkemizden başlamamızın nedeni, son yıllarda dış politikanın fazlaca bir "iç politika malzemesi" yapılması, bu bağlamda özellikle Ortadoğu'ya dayalı haberlerde, "bölgesel bir güç" imajı çizilmesi, hemen her konunun Türkiye'ye yönelik, "komplo teorileri"yle işlenmesi, sonuçta da ya Ortadoğu'ya nüfuz eden bir "neo-emperyal güç" olma, ya da "bölünme" gibi bir sendromun, yeniden üretilmesidir. Dolayısıyla yurttaşlar, genişleme-bölünme hattında gidip gelen, zıt paranoyaların etkisinde, gittikçe toplumsal ruh hali bozulan bir durum sergilemeye mecbur bırakılmaktadırlar.
Suriye konusunda, Mart 2011'de başlayan "iç savaş" ortamında, Batı destekli olası bir askeri müdahale hevesi içinde olanlar, derin bir hayal kırıklığı yaşadılar. Beşşar Esad'ın önümüzdeki Mart'ı gördüğü takdirde 3. yılını dolduracak direnişi, ülkemiz üzerinden muhalif grupların silahlandırılma ve eğitim alma iddiaları, yanıbaşımızda pek çok tartışmayı da beraberinde getirdi. Bir taraftan El Kaide uzantısı El Nusra, bir taraftan muhalif grupların silahlı güçlerinden Özgür Suriye Ordusu (ÖSO)'ya verildiği savlanan destekler, ÖSO-El Nusra, ÖSO-Irak Şam İslam Devleti (IŞİD) çatışmaları derken, ısrarla görmezden gelinen konu, Suriye'nin kuzeyinde oluşan "yeni Kürdistan" gerçeğidir. Türkiye'nin Barzani destekli Suriye Kürt Ulusal Konseyi'ne (SKUK) muhalif gruplar içinde gösterdiği sempati, bir başka Kürt grubun çalışmalarına karşı, "ağırlık unsuru" sağlama gayretini ortaya koymaktadır. SKUK'un merkezi bile Suriye'nin dışında, Irak Kürdistan Bölgesel Yönetimi (KBY)nin başkenti Erbil'dedir.
Oysa Demokratik Birlik Partisi (PYD), Suriye'deki Rojava bölgesinde, fiili bir Kürdistan daha oluşturmuş konumdadır. Tek yanlı olarak, kantonlara dayalı "özerk" yönetimler kurduğunu ilan eden PYD, bir süreci tamamlamak üzeredir. 21 Ocak 2014'de Cizire kantonu özerkliğini ilan ederken, 27 Ocak'ta Kobani kantonu özerkliğini ortaya koymuş, 29 Ocak 2014'te ise Efrin kantonu aynı yolu izleyeceğini duyurmuştur.   (http://www.hurriyet.com.tr/dunya/25666463.asp)
Üç kantonda, "demokratik özerk" bir çerçeve öngörülmüştür. Bu arada Suriye'deki Kürt bölgesinin Rojava olarak anılması, Türk medyasının daha dikkatini yeni çekmiştir. Rojava, Kürtçe'de Batı anlamına gelmektedir. Peki nerenin Batısı? "Büyük Kürdistan"ın Batısı dediğimizde, şimdiye kadar, "hayal" olarak nitelendirilen harita bir bakıma ete kemiğe bürünmektedir. Şimdilik PYD ile Barzani bölgesi arasında siyasal ihtilaflar vardır, üstelik SKUK'un militanları, Barzani bölgesinde eğitim görmüşlerdir. Cenevre 2'de de PYD'nin temsili, SKUK'un girişimleri, Suriye'deki diğer muhalif grupların itirazı ve Türkiye'nin talepleriyle,  bu seferlik engellenmiştir.
PYD, Türkiye'deki terör örgütü PKK'nın siyasal uzantısıdır. Bölücü örgüt Türkiye sınırları içerisinde olmasa da, Suriye'de "Rojava" bölgesinde, siyasal bir varlık (antite)nin, dolaylı olarak sahibi olmuştur. Bu çerçevede, fiilen yönetilen bir toprak parçasının, belirleyicisi haline gelmiştir.
Türkiye'nin içinde, BDP-HDP hattındaki parlamento kanatları, DTK adındaki fiili çatı örgülenmeleri ele alındığında, yeni bir süreçle karşı karşıyayız. Ülke içindeki konumu bir yana bırakılırsa, örgüt Suriye'deki fiili yönetimle adeta bir "dış politika" konusu haline gelmiştir.
Suriye-Irak toprakları, Doğu Akdeniz'den Basra'ya uzanan, gün geçtikçe bölünen, jeopolitik anlamda "Ortadoğu'nun kalbi" sayılacak bir bölgeyi ifade etmektedir. Kürtler, şimdilik yeni antiteler, ulus inşa etme süreçleri yaşarken, Araplar mezhepsel anlamda, radikal akımların temsil edildiği örgütlerin etkinliklerinde, gün geçtikçe kabile, aşiret yapılarına doğru mesafe almaktadırlar. Uluslaşan Kürtler ve parçalı yapılara bölünen Araplar arasında, orta vadede bir "stratejik boşluk" yaşanması olasıdır. Parçalanan Araplar ve bütünleşen Kürtler ikilemi, bir bakıma bölgenin "yeni realitesi" olmaya adaydır.
Türkiye ve İran'ın "yeni realite" karşısında, nasıl bir tavır alacakları, Suudi Arabistan, İsrail ve Mısır'ın yeni konumları, bu sürecin daha iyi anlaşılmasını sağlayacaktır.
Yeni Ortadoğu'nun "Batı'sı", Doğu Akdeniz'de gözükmektedir... 

26 Ocak 2014 Pazar

HEGEMONYA SONRASI...

Türkiye'de deyim yerindeyse ortalık toz duman. Gerçi bazıları "toza dumana katılanlardan olacağınıza, tozu dumana katın" diyor ama, demokratik siyasete yürekten bağlı bir yurttaş olarak, "denizlerin hırçın değil, sakin olduğu" bir iklimi tercih ederim. Elbette, haksızlık ve baskılara karşı, denizler yeri gelir hırçınlaşır. Ne var ki beklenti, istikrar ve huzurun egemen kılınmasıdır.
Peki neden bir "devlet krizi"nin içindeyiz, paylaşılamayan nedir? İleride bugünkü medya arşivlerine bakan araştırmacılar, Aralık 2013-Ocak 2014 gündeminde, hep "17 Aralık" vurgusuyla karşılacaklar. "17 Aralık", bakan çocuklarını kapsayan, ucu neredeyse siyasal iktidarın bütününe dokunan bir "yolsuzluk dosyası"nın ve "dosyaları"nın, yargı eliyle, kamuoyuna mal olması mıdır? Yoksa, siyasal iktidarın, "dershaneler" konusundaki "reform?" hazırlığına bir yanıt mıdır? Hem dershaneler konusunda, hem de "yolsuzluklar" hakkında, siyasal iktidar, daha düne kadar iç içe olduğu "paralel devlet" olarak nitelendirdiği, "Gülen cemaati"yle  bir hesaplaşma mı yaşamaktadır. "Ne istedilerse verdik" yaklaşımından da anlaşılacağı gibi, yoksa ülkenin bürokratik ve adli kurumları, bizzat iktidar partisinin "yol vermesi" ile bir zamanlar Gülen cemaatine mi verilmiştir? Şimdi çıkarlar çatışınca, siyasal iktidar "paralel devlet" olarak isimlendirdiği Gülen cemaati'ni, devletin kurumlarından "temizlemekte" midir?
Tüm bu sorular, medyatik bir dille, günlük siyasetin coşkulu söylemleriyle ele alınabilir. Hakkında binlerce polemik yaratılabilir. Gelgelelim sorunun temelinde, kesintiye uğrayan bir HEGEMONYA sorunu vardır.
Hegemonya terimini, Gramsci'nin yaklaşımlarına atıfta bulunarak, yeni bir "tarihsel blok" yaratılması hedefi çerçevesinde ele alıyoruz. Bu bağlamda, mevcut siyasal iktidarı, herhangi bir siyasal iktidar olarak ele almak, sistematik bir yanılgıyı beraberinde getirebilir. Siyasal iktidar, Gülen cemaatiyle kurduğu "post-modern ve asimetrik koalisyon" sayesinde, yeni bir "siyasal tarih", yeni bir "siyaset dili", yeni bir "medya", yeni bir  "burjuvazi", yeni bir "yoksullar dünyası", "yeni toplumsal değerler" ve yeni parantezinde sıralayacağımız pek çok başlığı kapsayan yeni bir "toplum" projesi içine girdi.
Tam da bu yüzeyde, Cumhuriyet'in kurucusu Atatürk'e ve Cumhuriyet'in kurucu değerlerine karşı, akademik, medyatik yayınların popülerleştirilmesi, son padişah Vahdettin ve Osmanlı yöneticilerinin "kahramanlaştırılması" konunun tamamını ifade etmiyor. Zira "okyanus ötesi"ndeki mutfaklarda pişirilen Ilımlı İslam siyaseti, "pasif karşı devrim" sürecinde , kültürel alanda, "yararlı salaklar" konumundaki "II.Cumhuriyetçi", "sonradan liberal", "yetmez ama evetçi" entelektüellerle epey yol aldılar. Kamuoyunun kafası karıştırıldı, kurucu değerler, mümkün oldukça gözden düşürülmeye çalışıldı.
Aslında işler iyi de gidiyordu? Ta ki, 7 Şubat 2012'ye kadar. MİT müsteşarının, terör örgütüyle yapılan müzakereler öne sürülerek, gözaltına alınması hazırlığı, o dönemde siyasal iktidarın, acil yasal düzenlemeleriyle engellenmiş, ancak "mesaj" da alınmıştı. Zira işin ucu "başbakan"a dokunacak bir soruşturmayı ortaya koyuyordu. .
Cemaat ve siyasal iktidar arasındaki çekişmeyi su yüzüne çıkartan 7 Şubat 2012'nin ardından, neredeyse iki yıl geçti. Bu sefer de 17 Aralık 2013'de başlayan, siyasal iktidara ağır ithamlar içeren "yolsuzluk dava/davaları"nın "şok operasyonlar"la ortaya konması, başbakanın oğluna kadar uzanan "2.dalga" söylentilerinin ayyuka çıkması, 17 Aralık'ta BM ambargosunu zorlayan "altın ihracatı, doğal gaz alımı" senaryoları, yakalanan tırlardan çıkan silahlar ve Suriye'deki çeşitli gruplara yönlendirildiği savları, işi sadece bir iç siyasal çekişmeden çıkarıyor, küresel zeminde yankılanacak başka zincirleme reaksiyonlara kaydırıyor.
Siyasal iktidar ve Gülen cemaatinin 2 yıl önce sonlanmış koalisyonu ve bugün devletin klasik yapısında ağır sarsıntıları ortaya koyan görünümü, bir HEGEMONYA'nın da kesintiye uğradığını gösteriyor.
Bunun en somut göstergesi de, Ergenekon, Balyoz ve Şike davalarında kaydedildiği gibi, alternatif tüm bürokratik ve toplumsal kesimleri sindirecek davaları gören Özel Yetkili Mahkemeleri'n "geçici varlığı"nın da sona erdirilmesini içeren yasal değişiklik girişimlerinin gündeme gelmesi ve "yeniden yargılama" tartışmalarının, kumpas iddialarının bizzat siyasal iktidar tarafından dile getirilmesidir.
Yeni adı altında, Cumhuriyet'ten önceki yapıya atıfta bulunan, modern anlamda devletin yerini, post modern cemaat, kabile, aşiret, etnik yapıların ikamesine vurguda bulunan HEGEMONYA, Cemaat desteği ortadan kaltığı için, yoluna ara vermek durumunda kalmıştır. Siyasal iktidarın İslamcı iç çekirdeği, Cemaat kadar, etkin ve işlevsel değildir. Son zamanda, diğer Sağ siyasetlere göz kırpılmak durumunda kalınmıştır.
Önemli olan "hegemonya sonrası"nın inşa edilmesidir. İşte tam da bu noktada, 3 Kasım 2002 öncesine dönülmemeli, 1990'lar ve 2000'lerden alınan derslerle, 2014 ve sonrası inşa edilmelidir. 1999-2002'deki rolleriyle,  Türkiye'de 3 Kasım 2002 koşullarını oluşturanlara, "yeniden siyaset düzenlemesi" yapma hakkı verilmemelidir. 3 Kasım 2002 öncesi aktif olan, elbette çok değerli siyasetçiler vardır. Ancak bir bölümü, 19 Şubat 2001'deki tavırları ve iktidar partisinin bölünmesindeki işlevleriyle, "perde arkası"ndaki durumlarını devam ettirmekte, yeni dönemin "görünmeyen belirleyicileri"nden olmaya çalışmaktadırlar. Bugünkü siyasal çatışmaya taraf olan yapılardan birine yaslanarak, siyasal iktidarı elde etmek şansı da yoktur. Edilse de DSP'nin 1999 ve 2002 seçim sonuçları karşılaştırıldığınde, ne demek istediğimiz anlaşılabilir.
Hegemonya sonrası, yaşananlardan ders alınarak, Cumhuriyet'in kurucu değerlerine bağlı, laik, demokratik, sosyal bir hukuk devletinin, yaşama geçmesiyle, 21. yüzyılın yeni hedeflerinin, küresel zeminde analiz edilmesiyle inşa edilebilir. Malum kadroların ve hataların tekrarlanmasıyla değil...

23 Ocak 2014 Perşembe

UĞUR MUMCU'YU ÖZLEDİK...

Uğur Mumcu, 24 Ocak 1993'te, terörün sinsi ve kahpe tuzağıyla, arabasına yerleştirilen C-4 tipi bombanın patlaması sonucunda, aramızdan zorla kopartıldı. Işıklar içinde yatsın.
Suikastte bir ara İran bağlantısı ele alındı. Çeşitli deliller ortaya konuldu. Birtakım komplo teorilerinde, PKK ve çeşitli istihbari bağlar iddia edildi. "Faili meçhul" gösterilen, ancak değişik kanıtların ortaya konulduğu davada, İran üzerinden işleyen bir hat, dikkatlerden kaçmadı.
Tarihin derinliklerine bırakılan suikastin azmettiren ya da azmettirenleri, ayrı bir araştırma konusu.
Peki Uğur Mumcu deyince aklımıza ne geliyor?
- Araştırmacı bir gazeteci.
- Devrimci ve Demokrat.
- Kalpaksız Kuvay-ı Milliyeci.
- Aydınlanmacı
- İdeolojik anlamda, kendi deyimiyle, Kemalizm ve Demokratik Sosyalizm arasındaki tarihi-siyasi bütünlük bir büyük başlık olarak duruyor. Cumhuriyet'in kurucu değerleri ve Demokratik Sosyalizm'in Türkiye topraklarındaki alaşımını, her fırsatta yinelerdi.
- Yolsuzluklara karşı amansız bir mücadele, Beytül Mal'e el sürdürmeyen bir kararlılık.
- Ortadoğu'da halkların birbirini boğazlamasına karşı, sömürücü zihniyetlere meydan okuyan bir tarihsel-güncel duruş.
- Laiklik ilkesine sonuna kadar sahip bir Cumhuriyetçi.
- Kamucu bir ekonomi yanlısı.
- Ulusal kalkınmacı
- İnsanların kardeşliğine inanan bir hümanist.
- Demokratik özgürlüklere sonuna kadar sahip çıkan bir aydın.
- Askeri müdahalelere karşı, bedeller ödeyerek meydan okuyan "sakıncalı piyade".
- Kontrgerilla'ya karşı yüreğini ortaya koyan bir yiğit.
Onun yazdıklarını, hukuk mesleğinden başlayan hukuk devleti anlayışını, gerçekten özgür ve bağımsız, araştırmacı gazeteciliğini, gür sesini özledik.
Bugün yokluğu o kadar hissediliyor ki, yazdıklarını yeniden ve yeniden okumak ve içselleştirmek gerekir.
Daha yarın tükenmedi...
 

14 Ocak 2014 Salı

EL KAİDE SARMALI...

Türk Dış Politikası'nda, "El Kaide Sarmalı" yaşıyoruz. Bir yandan Suriye'deki "iç savaş" çerçevesinde, El Kaide'nin uzantısı El Nusra'ya gittiği savlanan silahlar ve yakalanan "tırlar" konuşulurken, bir yandan da ABD'nin finansal anlamda "kara listeye" aldığı, El Kaide'nin finansörü olarak iddia edilen Yasin El Kadı ve siyasal iktidarla yakın ilişkileri, Türk ve Batı medyasında konuşuluyor.
15-20 Kasım 2003'te İstanbul'u vuran örgüt, dış politikada bir "araç" mı, yoksa boşluktan yararlanan bir spektrumu mu işgal mi ediyor, belli değil..
Türkiye'deki pek çok tartışmada kafalar karışık. Suriye konusundaki geçmiş angajmanlar zihinleri bulandırırken , Irak-Suriye coğrafyasında, Basra'dan Doğu Akdeniz'e uzanan geniş alanda "parça devletler"in oluşması, çok boyutlu bir istikrarsızlığın ortaya çıkması, kronik çatışmaların yaygınlaşması, bölgenin "kalbinin" dağılması olasılıkları parantezinde gündeme geliyor.
Irak Şam İslam Devleti (IŞİD) örgütünün, tam da bu bağlamda, Irak-Suriye hattında, "genişletilmiş bir Sünni İslam emirliği", ya da "hilafet devleti" kurma amacı, göze çarpıyor. İşin ilginç yanı IŞİD, El Kaide uzantısı olmakla birlikte, Suriye'deki El Kaide uzantısı El Nusra'ya operasyon düzenledi, 500'e yakın El Nusra militanı son günlerde hayatını kaybetti. IŞİD neden El Nusra'yı cezalandırdı? Zira El Nusra, başka bir İslamcı ağırlıklı yapıyla, Özgür Suriye Ordusu (ÖSO) ile ateşkes imzalamıştı. IŞİD, El Kaide'nin Afganistan'daki karargahlarından, bizzat Zevahiri'nin aracılığıyla 2013'te "yasaklanması"na rağmen, bu bölgede Zerkavi-Masri-1. ve 2. Bağdadi ile faaliyetlerini sürdürüyor.
Türkiye'de 14 Ocak 2014'te İHH'ya El Kaide bağlantısı zemininde yapılan baskınlar, ilgili polis müdürlerinin derhal işten el çektirilmesi, gözlerin fal taşı gibi açılmasına neden oldu. Sivil toplum temelinde, gerçekten El Kaide'ye yardımlar gidiyor muydu? El Kadı, tüm bu denklemlerin neresinde? İHH'nin "Mavi Marmara"daki rolü anımsandığında, uluslararası alanda, işler karışıyor. Financial Action Task Force (FATF) raporlarında, terörün finansmanı konusunda, "gri" alanda bulunduğumuz anımsanırsa, zannederim "El Kaide sarmalı"nın, ulusal çıkarlarımız, küresel müttefiklik ilişkilerimiz anlamında, nereye gittiği sorusu, vahim bir noktaya doğru gidiyor.
Quo vadis?   

7 Ocak 2014 Salı

DP MİRASI...

7 Ocak 1946, Demokrat Parti (DP)nin kuruluş yıldönümüdür. Türk siyasal yaşamında DP, önemli bir siyasal odak olmasının yanısıra, Cumhuriyet'i kuran CHP'nin dışında, ülkede siyasal iktidara gelen ilk partidir. DP, "çok partili yaşam"a geçme kararına koşut olarak, CHP'nin içinden doğmuş bir partidir. Zaten siyasal geleceği de, diyalektik çerçevede hep CHP ile yaşadığı siyasal rekabete ve çelişkilere dayanmıştır.
DP'nin kuruluşundaki sosyolojik ittifak, Frey'in deyimiyle, 1930'lu yıllardaki "devletçilik" uygulamaları yüzeyinde gelişen ticari burjuvazi ile köylülük arasında olmuştur. (Frederick W.Frey, The Turkish Political Elite, Massachusetts Institute of Technology, Cambridge, Massachusetts, 1965) Frey,  Cumhuriyet'i kuran askeri ve bürokratik elitin (1.Elit)'in CHP'de, karşısındaki sosyolojik ittifakın ise (2.Elit) DP'de temsil edildiğini iddia etmiştir. 
DP'nin sosyolojik tabanında ticari burjuvazi ve köylülüğün buluşması, Avrupa demokrasileriyle karşılaştırıldığında, tutarsız gözükebilir. Ne var ki, sanayi devrimini tamamlamamış, yukarıdan aşağıya burjuvazi geliştirmeye çalışan, ulusal kalkınmacı bir yapıda, var olan sınıfsal temel, ancak bu kadarına izin veriyordu. Ancak DP'de temsil edilen farklı kesimler ve hassasiyetler, Tanıl Bora'nın ifadesiyle "Türk Sağı'nın Üç Hali"nin yani "milliyetçilik, muhafazakarlık ve İslamcılık"ın belli bir denge yüzeyinde "ortak çatı altında" yer almasına sahne olmuştur. 
(Tanıl Bora, Türk Sağı'nın Üç Hali, Birikim Yayınları, İstanbul, 1998) 
Bu birliktelik, 1960'ların sonundaki hızlı kalkınma sürecinde DP'nin devamı niteliğindeki AP'de "Büyük Sağ" ittifakın parçalanmasıyla bozulmuşsa da, 1970'lerin ikinci yarısında Demokratik Sol'da yer alan CHP'ye karşı "Milliyetçi Cephe" adıyla, iki koalisyonda (AP-MSP-MHP) birlikte olmuşlar, 12 Eylül 1980'den sonra ise, sözkonusu 3 parti, diğer siyasal partilerle birlikte kapatılınca, ANAP çatısı altında, "dört eğilim"in "üçü" olarak aynı partide temsil edilmişlerdir. Demirel'in DYP'si, Erbakan'ın RP'si, Türkeş'in MHP'si güçlendikçe, ANAP dağılmıştır. 
1980'lerin ikinci yarısında ANAP-DYP rekabeti yoğunlaşmış, iki parti 2000'lerde çökünce, AKP AP'nin siyasi devamı DYP ile Özal'ın ANAP'ının "seçmen mirası"na kondu, bununla birlikte DP'de temsil edilen milliyetçi-muhafazakar eğilimleri simgesel düzeye indirgeyerek, İslamcı eğilimi merkezine aldı. Zira AKP, 1960'ların sonunda AP'ye karşı "küçük ve orta ölçekli işletmeler"in temsilcisi olarak doğmuş, İslamcı değerlerin oluşturduğu Milli Görüş'ten bir sapmadır. Ancak "yeni ANAP" olamamıştır. 
DP kurulduğunda, ABD tarafından "Türk liberalleri" olarak adlandırılmıştı. Halbuki "üç halde", liberalizm bir kuvvetli unsur olarak yer almadı. Sadece ekonomide "liberalizm" Sağ'ın lugatında yer aldı. DP-AP-DYP-ANAP, ekonomide liberalizmi ön plana çıkardı ancak siyasal-toplumsal-kültürel bağlamda "milliyetçi-muhafazakar-İslamcı" eğilimler gündeme geldi. DP'nin kurucu genel başkanı Celal Bayar, "Atatürk'ün son başbakanı"ydı . En önemli sözlerinden biri, "Atatürk'ü sevmek milli bir ibadettir" idi. 
DP'nin "efsanevi başbakanı" Menderes, kitlelerle kurduğu bağları, entelektüellerle kuramamış, elinde tuttuğu parlamento çoğunluğunu "milli irade"ye eşitlemiş, otoriter bir yönetime savrulmuştur. Bunda elbette "tek parti CHP"sinden kalan yasal zeminin etkisi vardı. 1924 anayasası "tek parti" koşullarına göre hazırlanmıştı, ayrı bir siyasal partiler yasası yoktu, seçimler "çoğunluk sistemi"ne göre yapılıyordu. Kuvvetler Birliği esası sözkonusuydu.
DP, bu altyapıyı değiştirmedi, bir önceki dönemin muktedir partisi, ana muhalefet CHP, 1958'de toplanan kurultayında yayınladığı, "ilk hedefler beyannamesi"yle, nispi seçim sistemi, radyo özerkliği, basın özgürlüğü, anayasal yargı gibi demokratik reformları öngören bir çerçeve hazırladı. Bu talepler, 1961 anayasasının da temel zemini olmuştu. Ne yazık ki, kuvvetler ayrılığını getiren anayasa, bir askeri müdahale ile gelmişti. 
Başbakan Menderes, Dışişleri Bakanı Zorlu ve Maliye Bakanı Hasan Polatkan'ın, doğal yargıç ilkesine uymayan bir "olağanüstü yargılama" ile mahkum edilmeleri ve  asılmaları, DP'lilerin cezaevlerinde siyasi mahkum olması, siyasal haklarından yoksun bırakılmaları, DP geleneğini, daha demokratikleştirmedi, mağduriyet üzerine bir siyasal inşayı getirdi.
Zannederim mağduriyet, Türk Sağı'nın en başat özelliklerinden biri oldu. Kitlelerle Demirel de, Özal da buluştu, 1990'larda Çiller-Yılmaz ikilisi elinde, DP geleneği var olan zeminini de kaybetti.
1980 sonrası, Sağ'da yaşanan rüzgarlarla birlikte, CHP geleneğinde de yapısal bir değişimin işaretleri görülmeye başlandı. Zaman içinde DP geleneği eridikçe, CHP'de "Sol"dan ziyade, "merkez-liberal" eğilimlerin talep görmesi, göze çarptı.   
Bu bağlamda, Soğuk Savaş sonrası, SHP-CHP geleneğinde, adı konmamış bir "liberalleşme" hamlesi kendisini ortaya koydu. DSP ilk adımı atarak, piyasa ekonomisini kabullendi. SHP'de Baykal'ın muhalefeti, liberal kimlikle algılansa da, CHP'nin "yeniden kuruluşu"nda benimsenen "liberal yaklaşımın" aksine, zaman içinde, partinin geleneksel kurucu değerleri ön plana çıktı. Karayalçın SHP genel başkanıyken, "liberal Sol"dan söz etti. DSP-MHP-ANAP koalisyonunun "bağımsız bakanı" ve daha sonra CHP genel başkan yardımcılığı görevini bir müddet sürdüren Derviş, "sosyal-liberal sentez"i gündeme getirdi.
2010 sonrası CHP'de yönetimde etkin yer alan Prof.Ayata, hazırladığı program taslağında, "sosyal liberalizmi", CHP'nin temel eğilimlerinden biri olarak ele aldı.
Acaba, bugünkü tartışmalarda, "DP mirası"nda, 1950'lerin sonunda DP'den ayrılan ve CHP'ye katılan Hürriyet Partisi ekibinin çizgisi mi, CHP'de bir rol kazanıyor? Prof. Turan Güneş, bu partinin ve sonra CHP'nin etkin bir kurmayı olarak, Ecevit'le birlikte "Ortanın Solu" hareketinde belirleyici olmuştu. 
Soğuk Savaş sonrası, bugünlerde otoriterleşen, kendisini "muhafazakar demokrat" olarak isimlendiren AKP'ye baktıkça, şu soru gündeme geliyor.
DP mirası "muhafazakar"laştıkça, CHP daha mı "liberalleşiyor"? Sol bunun neresinde?
"Kırat"ı reddeden bir Sağ, ne kadar DP mirasına sahip çıkabilecek? Yoksa, yeni bir süvari mi ortaya çıkar?
Bekleyip görmekte fayda var...

5 Ocak 2014 Pazar

EL KAİDE DEVLETLERİ?

3 Ocak 2014 gününde medyada karşılaşılan bir haber, gerçekten ilgileri çekti. Irak'ın Felluce kenti, El Kaide bağlantılı Irak-Şam İslam Devleti örgütünün eline geçmişti. Daha doğrusu sözkonusu örgüt, Felluce'de "İslam Emirliği" kurduğunu ilan etmişti. Buna benzer bir oluşum Suriye'de El Nusra kanalıyla yaşama geçiyor. El Nusra, zaman zaman Cilvegözü sınır kapısını ele geçiriyor, kendi denetimi altındaki alanlarda, vahşi uygulamalarla dikkat çekiyor. 5 Ocak 2014 tarihli gazetelerde ise, Suriye'de diğer İslamcı grupların El Nusra'ya karşı harekete geçtiği, El Nusra-Özgür Suriye Ordusu (ÖSO) arasındaki çatışmalarda, sıklıkla sınır kapılarının el değiştirdiği yorumları vardı.
Suriye-Irak toprakları, haritada Doğu Akdeniz'den Basra'ya uzanan bir jeopolitiği işaret ediyor. Gerek enerji kaynakları, gerek enerji güzergahları ve kritik bölgeler bağlamında,  Ortadoğu'nun "kalbi" sayılacak bu zeminde, elbette ilginç hesaplar birbirini kovalıyor. Irak-Şam İslam Devleti, siyasal hedef olarak "Levant"ı gösteriyor. Levant, Lübnan olarak simgelenirse, 2013'ün son günlerinde, bu ülkede Hizbullah'a yönelik "canlı bomba" saldırısını El Kaide bağlantılı yapılanmaların üstlendiğini anımsatalım. Gazze'deki Cund el Ensar örgütünün, El Kaide'nin Doğu Akdeniz'deki diğer uzantısı olduğu anımsanırsa, karşımızda çok boyutlu bir organizasyonun olduğunu görebiliriz.
El Kaide'nin temel stratejisi, devlet mekanizmasının içinin boşaldığı, otoritenin yok olduğu ülkeleri ele geçirme stratejisine odaklanıyor. Afganistan'da "mücahitler" arasındaki "iç savaş"tan sonra, devlet ortadan kalkmış, Taliban, diğer gruplar üzerinde üstünlük sağlamıştı. 11 Eylül 2001'den sonra, Afganistan'a yönelik NATO operasyonu halen sürerken, Taliban, Kabil dışında Afganistan'da hükümranlığını fiilen devam ettirirken, Pakistan'da "devlet"in varlığını tehdit ediyor. ABD, Pakistan'daki "nükleer silahların", El Kaide bağlantılı Taliban'ın eline geçmesinden çekinirken, artık Pakistan devlet olmaktan çok, Afganistan'la birlikte, "Afpak" olarak bir coğrafi alanın parçası olarak analiz ediliyor.
2011'deki NATO operasyonundan sonra, Libya'da El Kaide "parça devletler" kurarken, ABD'nin Kaddafi sonrasındaki  Libya Büyükelçisi'nin öldürülmesi, ABD açısından, İslamcı akımlara "müsamaha"nın sonlandığı bir milat haline gelmişti. Libya'dan Afganistan'a uzanan bir hatta "El Kaide Devletleri"nin ortaya çıkması, Ortadoğu'dan Orta Asya'ya uzanan bir eksende, artık "devlet olanaklarına" sahip bir "El Kaide kuşağı" ile karşı karşıya olduğumuzu gösteriyor.
Mısır'daki askeri darbeden anlaışlacağı gibi, ABD'nin "değil El Kaide", İhvan'a bile tahammülü kalmadı. Böylesine geniş bir alanda, bölgedeki ABD müttefiklerinin El Kaide karşısındaki konumlarını netleştirmeleri gerekiyor.
İran ve ABD'nin eş zamanlı El Kaide'ye vaziyet aldığı bir zeminde, El Kaide ile kim flört ederse, baltayı taşa vurmuş olur. 15-20 Kasım 2003 saldırılarında, İstanbul'da ülkemizi de vuran, 2005 ve 2010 MGK'larında, Milli Güvenlik Siyaset Belgesi'nde "öncelikli tehditlerden biri" kabul edildiği savlanan El Kaide'ye karşı mücadele, zaten kriminal, adli ve istihbari  alanlarda sürüyor. Suriye'de ise, El Kaide'ye karşı "yeni önlemler" almak durumunda kalan Türkiye, Esad'a karşı bir dönem El Nusra'ya yardım etmekle itham ediliyor. Türkiye ise Esad'a karşı olmak konusunda gösterdiği aleni tutumla koşut olarak,  Suriyeli muhalifler çerçevesinde, özellikle 22 Ocak'taki Cenevre 2 öncesi, ÖSO ve Suriye Ulusal Konseyi lehine bir çizgiyi daha fazla öne çıkartıyor. Ne var ki, Batı açısından artık İhvan siyaseti de Suriye için bir çözüm değil. "Esad'lı çözümler" de,  ABD-Rusya ekseninde masada ele alınacak gibi gözüküyor.
Kafalar ve hesaplar karışık, ancak Batı'nın ve bu arada Kafkasya'da El Kaide bağlantılı grupları ortadan kaldıran Rusya'nın, öte yandan Çin'in, El Kaide karşısındaki tutumları net.
Benden hatırlatması...
   

1 Ocak 2014 Çarşamba

2014: DÖNÜŞÜM ZAMANI

Öncelikle herkesin yeni yılını kutlarım. Takvim esası çerçevesinde yıllar, siyasal-toplumsal açıdan, algısal ve arşivsel önem taşırlar. Herşeyden önce, kategorizasyon şansınız bu bağlamda ortaya çıkar.
Hegemonik iktidarın Türkiye'deki serüveninde, 2013 yılı, adeta bir dönüm noktası oldu. Haziran'da bir ay süren "Gezi olayları", siyasal iktidarın "gündem belirleme işlevi"ni ve "karizmatik liderliğini" sarsarken, 17 Aralık 2013'te başlayan "yolsuzluk soruşturması" ise, ucu nereseyse bakanlara, hatta en üst noktaya kadar vardığı iddia edilen bir zincirin halkası olarak kamuoyuna aksettirildi.
Türkiye dinamik bir ülke. Koalisyonlar ise, siyasal yaşamımızın bir "gerçeği". 2002'den beri yaşanan "tek parti iktidarı" sürecinin, gerçekte bir koalisyon olduğu, tam da 2013'te yaşananlarla ete kemiğe büründü. Gülen Cemaati'yle iktidar partisi arasındaki "asimetrik-post modern" koalisyon çökünce, devletin kurumları arasındaki ihtilaflar, neredeyse ilmek ilmek dokunan bir hegemonyayı, içten parçalamaya başladı. İki İslamcı yapının siyasal rekabeti, bitmekte olan bir koalisyonun birbiriyle kavgalı parçaları, parlamentoda, hükümette, bürokraside, emniyette, yargıda karşılıklı olarak, yapısal bir hesaplaşma içine girdi. Kimileri de buna "devlet krizi" dedi.
Dış politikada Suriye meselesi, 2014'ün ilk gününde, Hatay'da yakalanan "içi silah dolu tırla" bir kez daha dünya kamuoyunun dikkatine çekildi. Türkiye'den Suriye'ye, Soli Özel'in iddiasına göre, sırf Haziran-Kasım 2013 döneminde, 40 tondan fazla silahın, "kaçak" olarak girdiği savlandı. ABD-Rusya arasında, Cenevre 2 görüşmeleri bağlamında ve Suriye'deki "kitle imha silahları"nın tasfiyesi konusundaki uzlaşmaya ters düşen, AKP diplomasisi, Mısır'daki darbe, Çin'den füze alımı gibi konularda da bizzat Türkiye'nin en önemli müttefiki ABD ile zıt noktalarda bulunuyor. Irak'ta Barzani ile yakınlaşmada, Irak merkezi hükümeti ile artan gerginlik, ABD-İran yakınlaşmasını sezememek gibi konular eklendiğinde, soru işaretleri çoğalıyor. İsrail'le "mahçup yakınlaşma" da artık durumu telafi edecek gibi gözükmüyor. Zira söylem hala sert ve Batı kamuoyunda sertlikle kınanıyor.
2014'te iki kritik seçim var. Birincisi 30 Mart 2014'teki yerel seçimler, diğeri ise Ağustos 2014'teki Cumhurbaşkanlığı seçimleri. Ana muhalefet partisi, yelpazenin değişik kesimlerinden siyasileri "adaylaştırarak", şimdilik kulvar dışında görülen "merkez Sağ"ı ve "Sağ'ın değişik renklerini", bir büyük "cephe" içinde, siyasal iktidara karşı birleştirmeye çalışıyor. Büyük bir kumar. Getirisi siyasal iktidar, kaybı siyaseten finaldir. Bu seçim, Ağustos 2014'deki Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin de bir nevi testi olacaktır. Muhalefetin değişik renklerinin desteklediği bir "muhafazakar aday", Çankaya'ya çıkar mı? Altı çizilen durum, Gülen'in de desteğiyle, mevcut cumhurbaşkanı mı olur? Yoksa, siyasal iktidarın dağılması, tüm hesapları altüst ederek, yepyeni siyasileri mi gündeme getirir? Siyasal iktidar, tüm bu aleyhteki unsurları, "yeni bir mağduriyet" için kullanarak, muhalefeti ve Gülen cemaatini, siyaseten tasfiye eder, Erdoğan Çankaya'ya çıkar mı? Aslında son soru bile, siyasal iktidarın karşısındaki siyasal spektrumun ne kadar geniş olduğunu gösteriyor.
Türkiye'de artık beklenen, küresel standartlarda sermaye akışını engellemeyecek bir piyasa ekonomisinin kurumsallaşması, sosyal devletin yerine oturması, hukuk devletinin -gerçekten bağımsız yargıyla- içselleştirilmesi, tüm bunları güvence altına alan laik-çoğulcu bir demokrasinin yerleşmesi ve Türkiye'nin NATO üyeliği, AB giriş süreci, Avrupa Konseyi üyeliğini maksimize eden bir yaklaşımın egemen olmasıdır. Bunun adı normalleşme sürecidir. Türkiye, demokrasinin evrensel ruhuyla   DÖNÜŞÜM ZAMANI'nı başlatmıştır. 2001'de RAND'da oluşturulan ILIMLI etiketli formüller SONA ERMİŞTİR.
Herkes hesabını ona göre yapsın...