Yılsonu ve yeni yıl değerlendirmelerinin yapıldığı bu günde, 2013'e geçmeden, 2014'le ilgili bir başlık görünce şaşırmış olabilirsiniz. Oysa siyasal-toplumsal anlamda, 2013'te "tek gündem" 2014 yılı olacaktır. Zira 2014'ün Mart ayında "yerel seçimler", Ağustos'unda ise "cumhurbaşkanlığı seçimi" yapılacaktır. Her iki seçim, Türkiye'nin sonraki 10 yılının belirlenmesi açısından yaşamsal bir öneme sahip olacaktır.
Türkiye'de 2002'den beri süren AKP iktidarı, 2007'den sonra, hegemonik özelliklerini daha net yansıtmaya başladı. Bu çerçevede, 2007 cumhurbaşkanlığı seçimi, günümüze kadar, gün geçtikçe "gündelik yaşama" müdahale eden, kendi otoriter yaklaşımını toplumsal yaşama ve siyasal üstyapıya, yargıya nüfuz ettiren bir iktidar yapılanmasının başlangıcı oldu. Sözkonusu zeminde, 2002-2007 yılları, hegemon dönem için adeta bir "hazırlık süreci" idi. Liberal entelijansiyanın desteğinin alındığı, AB başkentlerinin övdüğü, ABD'nin "1 Mart 2003 tezkeresi"ne rağmen, Ilımlı İslam yüzeyinde "stratejik ortaklık" (ki bu doğru değil) boyutunda önem verdiğini hissettirdiği bir ortam yaşandı. Bu zaman zarfında, piyasa ekonomisiyle uyumlu, özgürlükler söylemine değer veren "Müslüman Demokratlar" imajı yaratıldı.
2007'den itibaren ise, 2. seçim zaferinin ardından, Çankaya'daki "engel" sonlanınca, hem yasaların Çankaya barajına takılması aşıldı, hem de yüksek yargıdaki "sıkıntılar, yine liberal entelijansiyanın "yetmez ama eveti"yle 12 Eylül 2010 referandumunda geride bırakıldı. 2007 ve 2010 kilometre taşları atlanınca, 2011'deki 3. seçim zaferi, artık "ucu açık, sonu gelmeyecek" bir hegemonyanın müjdecisi olarak yorumlandı. Bu bağlamda "4+4+4"'le "eğitimin muhafazakarlaştırılması", "kılık-kıyafet" konusunun ilkokullara kadar girmesinin öncüsü oldu. Zaten dikkat edilirse, AKP iki ana konu üzerinde toplumu daha da muhafazakarlaştırıyor ve dönüştürüyor. Bunlardan birincisi "dış politika"dır. Prof.Davutoğlu'nun Ortadoğu'ya yönelik "stratejik derinlik" politikası zemininde "mezhepsel bağlarla Ortadoğu'da ABD ve piyasa ekonomisi ile uyumlu" bölgesel liderlik ve periferi yaratma iddiası ortaya konulmaktadır. İkincisi de gün geçtikçe "milli" olma vasfını kaybeden uygulamalarla, Milli Eğitim Bakanlığı görevini yürüten Ömer Dinçer'le "eğitim" alanında yaşama geçirilmektedir. AKP dış politika ve milli eğitim üzerinden toplumu dönüştürürken, medyadaki "tekelci ve baskı altına alan" yaklaşımı ile, Gramsci'nin işaret ettiği kitle endüstrisi üzerinden hegemon yaklaşımını derinleştirmektedir.
Kitlesel olarak görülen, Ergenekon, Balyoz gibi davalarda kamuoyu vicdanı daha fazla ses çıkartmaya, sorgulamaya başlamışsa, Aralık 2012'de ODTÜ'de öğrenciler bir şeylere "dur" demişse, "mükemmel ve hatasız" giden süreçte, birşeyler aksamaya başlamış demektir.
Erdoğan malum 2014 Ağustos ayında Çankaya hedefine kitlenmiş durumda. Buraya kadar anlaşılmayan birşey yok. Ancak Erdoğan Çankaya'ya "siyaseten rakipsiz" bir biçimde çıkmak istiyor. Anayasa çalışmalarında "başkanlık" dayatmasının temelinde de bu var. Halbuki beklenen 2014'te Erdoğan Çankaya'ya çıkarken, başka bir AKP'linin başbakan olması ve AKP iktidarının yeni bir liderle devam etmesiydi. Bununla birlikte "Erdoğansız bir AKP"nin, aynı başarıyı göstermeyeceği olasılığı, AKP'li olmayan bir hükümetle, Çankaya'daki Erdoğan'ın çalışmak durumunda kalacağı ve karizmatik liderliğin, Özal ve Demirel gibi, siyasetten gelmesine rağmen "Çankaya ile sınırlanacağı " kaygısını pekiştirmiştir. Ancak AKP'nin "kuvvetler ayrılığı"na dayanan bir başkanlık sistemi değil de "kuvvetler birliği"ne dayanan bir "keyfi sistemi" dayatması, otoriter, hegemon bir anlayışın, "çoğunlukçu otoriterliğin" kalıcı bir biçimde yerleşmesine izin vermesi korkularını uyandırmıştır.
Gülen Cemaati ile Erdoğan'ın "karizmatik liderliği" arasındaki "nikahın düşmesi", özellikle 2014 arefesinde, başka siyasal formüllerin dillendirilmesi spekülasyonlarını da gündeme getirmiştir. Erdoğan'ın "Soldaki versiyonu" arayışları bunun bir parçası mıdır? Zaman içinde göreceğiz. Öte yandan Erdoğan-Gül soğukluğunun, 2014 öncesi "parti içi bir konsensüsle"mi, yoksa "siyasal ayrışmalarla" mü gündeme geleceği belirsizdir.
Muhalefet açısından bakılacak olursa, MHP'nin her fırsatta AKP ile MC'yi andıran bir "yakınlaşma" göstermesi, hegemon iktidara hizmet eden Sağ muhalefet izlenimini ortaya koymaktadır. CHP'nin AKP'ye karşı 10 yılı aşkın muhalefetinde, 2002-2010 arasında Baykal kaptan köşkündeyken, 2010'da Kılıçdaroğlu görevi devralmıştır. Deniz Baykal'ın "kaset skandalı"nın ardından görevi "iradesinin dışında" bırakması, siyasette deprem etkisi yaratmıştır. Kılıçdaroğlu 2010'dan itibaren, önce grup başkan vekilliği , 2009 yerel seçimlerinde de "İstanbul Büyükşehir Belediye Başkan adaylığı" ile gösterdiği "çalışkan kişiliği"ni, 2010 Eylül referandumunda, 2011 genel seçimlerinde de tekrarlamıştır. Buna rağmen CHP'nin oy oranı %26'ları aşamamıştır. AKP'nin CHP'ye yönlendirdiği medya ve liberal muhalefet, yani "muhalefete muhalefet eden" hegemonik ilişkiler, CHP'ye yönelik kampanyaların da öncüsü olmuştur. Zaten Erdoğan, "kuvvetler ayrılığı" ve CHP'den şikayet ederek, bakışını da tekrar sergilemiştir.
Geldiğimiz süreçte tartışılacak nokta, Çankaya seçimlerinde, bugünden bitiren otoriter, vesayetçi anlayışa karşı, laik-demokratik Cumhuriyet'i simgeleyen birisinin seçilebilmesi ortamını oluşturabilmektir. Bunun yolu, öncelikle "yerel seçimler"den geçmektedir. 2014 Mart yerel seçimlerinde alınacak bir hüsran, Erdoğan için Ağustos 2014'te seçim oranları açısından adeta "yeni bir rekor denemesi" anlamına gelmektedir. O yüzden, kısır tartışmalar ve lokal hesapları aşacak, "yeni bir iktidar" formülünü, CHP'nin bünyesinde "kimseyi dışlamadan" ve "kimseyi kazımaya çalışmadan" uygulamaya koyma vaktidir.
Yarınlar geç olmadan, "yavaş yavaş acele etme zamanı"dır.
2013'ün Türkiye'nin "aydınlık yarınları" için bir "geçiş süreci" olmasını dilerim.
İyi yıllar...
Türkiye'de 2002'den beri süren AKP iktidarı, 2007'den sonra, hegemonik özelliklerini daha net yansıtmaya başladı. Bu çerçevede, 2007 cumhurbaşkanlığı seçimi, günümüze kadar, gün geçtikçe "gündelik yaşama" müdahale eden, kendi otoriter yaklaşımını toplumsal yaşama ve siyasal üstyapıya, yargıya nüfuz ettiren bir iktidar yapılanmasının başlangıcı oldu. Sözkonusu zeminde, 2002-2007 yılları, hegemon dönem için adeta bir "hazırlık süreci" idi. Liberal entelijansiyanın desteğinin alındığı, AB başkentlerinin övdüğü, ABD'nin "1 Mart 2003 tezkeresi"ne rağmen, Ilımlı İslam yüzeyinde "stratejik ortaklık" (ki bu doğru değil) boyutunda önem verdiğini hissettirdiği bir ortam yaşandı. Bu zaman zarfında, piyasa ekonomisiyle uyumlu, özgürlükler söylemine değer veren "Müslüman Demokratlar" imajı yaratıldı.
2007'den itibaren ise, 2. seçim zaferinin ardından, Çankaya'daki "engel" sonlanınca, hem yasaların Çankaya barajına takılması aşıldı, hem de yüksek yargıdaki "sıkıntılar, yine liberal entelijansiyanın "yetmez ama eveti"yle 12 Eylül 2010 referandumunda geride bırakıldı. 2007 ve 2010 kilometre taşları atlanınca, 2011'deki 3. seçim zaferi, artık "ucu açık, sonu gelmeyecek" bir hegemonyanın müjdecisi olarak yorumlandı. Bu bağlamda "4+4+4"'le "eğitimin muhafazakarlaştırılması", "kılık-kıyafet" konusunun ilkokullara kadar girmesinin öncüsü oldu. Zaten dikkat edilirse, AKP iki ana konu üzerinde toplumu daha da muhafazakarlaştırıyor ve dönüştürüyor. Bunlardan birincisi "dış politika"dır. Prof.Davutoğlu'nun Ortadoğu'ya yönelik "stratejik derinlik" politikası zemininde "mezhepsel bağlarla Ortadoğu'da ABD ve piyasa ekonomisi ile uyumlu" bölgesel liderlik ve periferi yaratma iddiası ortaya konulmaktadır. İkincisi de gün geçtikçe "milli" olma vasfını kaybeden uygulamalarla, Milli Eğitim Bakanlığı görevini yürüten Ömer Dinçer'le "eğitim" alanında yaşama geçirilmektedir. AKP dış politika ve milli eğitim üzerinden toplumu dönüştürürken, medyadaki "tekelci ve baskı altına alan" yaklaşımı ile, Gramsci'nin işaret ettiği kitle endüstrisi üzerinden hegemon yaklaşımını derinleştirmektedir.
Kitlesel olarak görülen, Ergenekon, Balyoz gibi davalarda kamuoyu vicdanı daha fazla ses çıkartmaya, sorgulamaya başlamışsa, Aralık 2012'de ODTÜ'de öğrenciler bir şeylere "dur" demişse, "mükemmel ve hatasız" giden süreçte, birşeyler aksamaya başlamış demektir.
Erdoğan malum 2014 Ağustos ayında Çankaya hedefine kitlenmiş durumda. Buraya kadar anlaşılmayan birşey yok. Ancak Erdoğan Çankaya'ya "siyaseten rakipsiz" bir biçimde çıkmak istiyor. Anayasa çalışmalarında "başkanlık" dayatmasının temelinde de bu var. Halbuki beklenen 2014'te Erdoğan Çankaya'ya çıkarken, başka bir AKP'linin başbakan olması ve AKP iktidarının yeni bir liderle devam etmesiydi. Bununla birlikte "Erdoğansız bir AKP"nin, aynı başarıyı göstermeyeceği olasılığı, AKP'li olmayan bir hükümetle, Çankaya'daki Erdoğan'ın çalışmak durumunda kalacağı ve karizmatik liderliğin, Özal ve Demirel gibi, siyasetten gelmesine rağmen "Çankaya ile sınırlanacağı " kaygısını pekiştirmiştir. Ancak AKP'nin "kuvvetler ayrılığı"na dayanan bir başkanlık sistemi değil de "kuvvetler birliği"ne dayanan bir "keyfi sistemi" dayatması, otoriter, hegemon bir anlayışın, "çoğunlukçu otoriterliğin" kalıcı bir biçimde yerleşmesine izin vermesi korkularını uyandırmıştır.
Gülen Cemaati ile Erdoğan'ın "karizmatik liderliği" arasındaki "nikahın düşmesi", özellikle 2014 arefesinde, başka siyasal formüllerin dillendirilmesi spekülasyonlarını da gündeme getirmiştir. Erdoğan'ın "Soldaki versiyonu" arayışları bunun bir parçası mıdır? Zaman içinde göreceğiz. Öte yandan Erdoğan-Gül soğukluğunun, 2014 öncesi "parti içi bir konsensüsle"mi, yoksa "siyasal ayrışmalarla" mü gündeme geleceği belirsizdir.
Muhalefet açısından bakılacak olursa, MHP'nin her fırsatta AKP ile MC'yi andıran bir "yakınlaşma" göstermesi, hegemon iktidara hizmet eden Sağ muhalefet izlenimini ortaya koymaktadır. CHP'nin AKP'ye karşı 10 yılı aşkın muhalefetinde, 2002-2010 arasında Baykal kaptan köşkündeyken, 2010'da Kılıçdaroğlu görevi devralmıştır. Deniz Baykal'ın "kaset skandalı"nın ardından görevi "iradesinin dışında" bırakması, siyasette deprem etkisi yaratmıştır. Kılıçdaroğlu 2010'dan itibaren, önce grup başkan vekilliği , 2009 yerel seçimlerinde de "İstanbul Büyükşehir Belediye Başkan adaylığı" ile gösterdiği "çalışkan kişiliği"ni, 2010 Eylül referandumunda, 2011 genel seçimlerinde de tekrarlamıştır. Buna rağmen CHP'nin oy oranı %26'ları aşamamıştır. AKP'nin CHP'ye yönlendirdiği medya ve liberal muhalefet, yani "muhalefete muhalefet eden" hegemonik ilişkiler, CHP'ye yönelik kampanyaların da öncüsü olmuştur. Zaten Erdoğan, "kuvvetler ayrılığı" ve CHP'den şikayet ederek, bakışını da tekrar sergilemiştir.
Geldiğimiz süreçte tartışılacak nokta, Çankaya seçimlerinde, bugünden bitiren otoriter, vesayetçi anlayışa karşı, laik-demokratik Cumhuriyet'i simgeleyen birisinin seçilebilmesi ortamını oluşturabilmektir. Bunun yolu, öncelikle "yerel seçimler"den geçmektedir. 2014 Mart yerel seçimlerinde alınacak bir hüsran, Erdoğan için Ağustos 2014'te seçim oranları açısından adeta "yeni bir rekor denemesi" anlamına gelmektedir. O yüzden, kısır tartışmalar ve lokal hesapları aşacak, "yeni bir iktidar" formülünü, CHP'nin bünyesinde "kimseyi dışlamadan" ve "kimseyi kazımaya çalışmadan" uygulamaya koyma vaktidir.
Yarınlar geç olmadan, "yavaş yavaş acele etme zamanı"dır.
2013'ün Türkiye'nin "aydınlık yarınları" için bir "geçiş süreci" olmasını dilerim.
İyi yıllar...