31 Aralık 2012 Pazartesi

2014'ÜN GÖLGESİNDE TÜRKİYE...

Yılsonu ve yeni yıl değerlendirmelerinin yapıldığı bu günde, 2013'e geçmeden, 2014'le ilgili bir başlık görünce şaşırmış olabilirsiniz. Oysa siyasal-toplumsal anlamda, 2013'te "tek gündem" 2014 yılı olacaktır. Zira 2014'ün Mart ayında "yerel seçimler", Ağustos'unda ise "cumhurbaşkanlığı seçimi" yapılacaktır. Her iki seçim, Türkiye'nin sonraki 10 yılının belirlenmesi açısından yaşamsal bir öneme sahip olacaktır.
Türkiye'de 2002'den beri süren AKP iktidarı, 2007'den sonra, hegemonik özelliklerini daha net yansıtmaya başladı. Bu çerçevede, 2007 cumhurbaşkanlığı seçimi, günümüze kadar, gün geçtikçe "gündelik yaşama" müdahale eden, kendi otoriter yaklaşımını toplumsal yaşama ve siyasal üstyapıya, yargıya nüfuz ettiren bir iktidar yapılanmasının başlangıcı oldu. Sözkonusu zeminde, 2002-2007 yılları, hegemon dönem için adeta bir "hazırlık süreci" idi. Liberal entelijansiyanın desteğinin alındığı, AB başkentlerinin övdüğü, ABD'nin "1 Mart 2003 tezkeresi"ne rağmen, Ilımlı İslam yüzeyinde "stratejik ortaklık" (ki bu doğru değil) boyutunda önem verdiğini hissettirdiği bir ortam yaşandı. Bu zaman zarfında, piyasa ekonomisiyle uyumlu, özgürlükler söylemine değer veren "Müslüman Demokratlar" imajı yaratıldı.
2007'den itibaren ise, 2. seçim zaferinin ardından, Çankaya'daki "engel" sonlanınca, hem yasaların Çankaya barajına takılması aşıldı, hem de yüksek yargıdaki "sıkıntılar, yine liberal entelijansiyanın "yetmez ama eveti"yle 12 Eylül 2010 referandumunda geride bırakıldı. 2007 ve 2010 kilometre taşları atlanınca, 2011'deki 3. seçim zaferi, artık "ucu açık, sonu gelmeyecek" bir hegemonyanın müjdecisi olarak yorumlandı. Bu bağlamda "4+4+4"'le "eğitimin muhafazakarlaştırılması", "kılık-kıyafet" konusunun ilkokullara kadar girmesinin öncüsü oldu. Zaten dikkat edilirse, AKP iki ana konu üzerinde toplumu daha da muhafazakarlaştırıyor ve dönüştürüyor. Bunlardan birincisi "dış politika"dır. Prof.Davutoğlu'nun Ortadoğu'ya yönelik "stratejik derinlik" politikası zemininde "mezhepsel bağlarla Ortadoğu'da ABD ve piyasa ekonomisi ile uyumlu" bölgesel liderlik ve periferi yaratma iddiası ortaya konulmaktadır. İkincisi de gün geçtikçe "milli" olma vasfını kaybeden uygulamalarla, Milli Eğitim Bakanlığı görevini yürüten Ömer Dinçer'le "eğitim" alanında yaşama geçirilmektedir. AKP dış politika ve milli eğitim üzerinden toplumu dönüştürürken, medyadaki "tekelci ve baskı altına alan" yaklaşımı ile, Gramsci'nin işaret ettiği kitle endüstrisi üzerinden hegemon yaklaşımını derinleştirmektedir.
Kitlesel olarak görülen, Ergenekon, Balyoz gibi davalarda kamuoyu vicdanı daha fazla ses çıkartmaya, sorgulamaya başlamışsa, Aralık 2012'de ODTÜ'de öğrenciler bir şeylere "dur" demişse, "mükemmel ve hatasız" giden süreçte, birşeyler aksamaya başlamış demektir.
Erdoğan malum 2014 Ağustos ayında Çankaya hedefine kitlenmiş durumda. Buraya kadar anlaşılmayan birşey yok. Ancak Erdoğan Çankaya'ya "siyaseten rakipsiz" bir biçimde çıkmak istiyor. Anayasa çalışmalarında "başkanlık" dayatmasının temelinde de bu var. Halbuki beklenen 2014'te Erdoğan Çankaya'ya çıkarken, başka bir AKP'linin başbakan olması ve AKP iktidarının yeni bir liderle devam etmesiydi. Bununla birlikte "Erdoğansız bir AKP"nin, aynı başarıyı göstermeyeceği olasılığı, AKP'li olmayan bir hükümetle, Çankaya'daki Erdoğan'ın çalışmak durumunda kalacağı ve karizmatik liderliğin, Özal ve Demirel gibi, siyasetten gelmesine rağmen "Çankaya ile sınırlanacağı " kaygısını pekiştirmiştir. Ancak AKP'nin "kuvvetler ayrılığı"na dayanan bir başkanlık sistemi değil de "kuvvetler birliği"ne dayanan bir "keyfi sistemi" dayatması, otoriter, hegemon bir anlayışın, "çoğunlukçu otoriterliğin" kalıcı bir biçimde yerleşmesine izin vermesi korkularını uyandırmıştır.
Gülen Cemaati ile Erdoğan'ın "karizmatik liderliği" arasındaki "nikahın düşmesi", özellikle 2014 arefesinde, başka siyasal formüllerin dillendirilmesi spekülasyonlarını da gündeme getirmiştir. Erdoğan'ın "Soldaki versiyonu" arayışları bunun bir parçası mıdır? Zaman içinde göreceğiz. Öte yandan Erdoğan-Gül soğukluğunun, 2014 öncesi "parti içi bir konsensüsle"mi, yoksa "siyasal ayrışmalarla" mü gündeme geleceği belirsizdir.
Muhalefet açısından bakılacak olursa, MHP'nin her fırsatta AKP ile MC'yi andıran bir "yakınlaşma" göstermesi, hegemon iktidara hizmet eden Sağ muhalefet izlenimini ortaya koymaktadır. CHP'nin AKP'ye karşı 10 yılı aşkın muhalefetinde, 2002-2010 arasında Baykal kaptan köşkündeyken, 2010'da Kılıçdaroğlu görevi devralmıştır. Deniz Baykal'ın "kaset skandalı"nın ardından görevi "iradesinin dışında" bırakması, siyasette deprem etkisi yaratmıştır. Kılıçdaroğlu 2010'dan itibaren, önce grup başkan vekilliği , 2009 yerel seçimlerinde de "İstanbul Büyükşehir Belediye Başkan adaylığı" ile gösterdiği "çalışkan kişiliği"ni, 2010 Eylül referandumunda, 2011 genel seçimlerinde de tekrarlamıştır. Buna rağmen CHP'nin oy oranı %26'ları aşamamıştır. AKP'nin CHP'ye yönlendirdiği medya ve liberal muhalefet, yani "muhalefete muhalefet eden" hegemonik ilişkiler, CHP'ye yönelik kampanyaların da öncüsü olmuştur. Zaten Erdoğan, "kuvvetler ayrılığı" ve CHP'den şikayet ederek, bakışını da tekrar sergilemiştir.
Geldiğimiz süreçte tartışılacak nokta, Çankaya seçimlerinde, bugünden bitiren otoriter, vesayetçi anlayışa karşı, laik-demokratik Cumhuriyet'i simgeleyen birisinin seçilebilmesi ortamını oluşturabilmektir. Bunun yolu, öncelikle "yerel seçimler"den geçmektedir. 2014 Mart yerel seçimlerinde alınacak bir hüsran, Erdoğan için Ağustos 2014'te seçim oranları açısından adeta "yeni bir rekor denemesi" anlamına gelmektedir. O yüzden, kısır tartışmalar ve lokal hesapları aşacak, "yeni bir iktidar" formülünü, CHP'nin bünyesinde "kimseyi dışlamadan" ve "kimseyi kazımaya çalışmadan" uygulamaya koyma vaktidir.
Yarınlar geç olmadan, "yavaş yavaş acele etme zamanı"dır.
2013'ün Türkiye'nin "aydınlık yarınları" için bir "geçiş süreci" olmasını dilerim.
İyi yıllar...  

28 Aralık 2012 Cuma

"YENİ ORTADOĞU"DA TÜRKİYE'YE DÜŞEN PAY?

Başlık böyle atılınca, akıllara ister istemez siyasal iktidarın Ortadoğu'ya yönelik, gerek Ilımlı İslam gerekse de Yeni Osmanlıcılık akımlarıyla ifade edilen dış politika bakışı geliyor. Ne var ki söz konusu süreçle bağlantılı ama ısrarla görmezden gelinen bir konu, Türkiye'nin ve bölge ülkelerinin gündemini daha fazla meşgul ediyor ve daha fazla edecek gibi gözüküyor.
Evet, 1992'de dönemin başbakanı Süleyman Demirel ve başbakan yardımcısı Erdal İnönü'nin ifade ettikleri bir olgudan söz ediyorum. Çiçeği burnunda koalisyon ortakları, Diyarbakır'a yaptıkları bir gezide "Kürt realitesini tanıyoruz" demişlerdi. Köprünün altından çok sular aktı hatta akabinde, Özal'ın ölümüyle çalkalanan siyasette,  Demirel Çankaya'ya, İnönü istirahate çekilirken, Tansu Çiller "rastlantılarla" başbakan oldu ve 1993-1996 arasında "derin devlet" uygulamaları, "faili meçhuller" en acımasız yöntemlerle gündeme geldi. 1999'da PKK terör örgütünün başı Öcalan, Ecevit'in başbakanlığındaki Türkiye'ye müttefiki ABD  tarafından teslim edilirken, Ecevit siyasetten ayrıldıktan sonra son yıllarında "Öcalan bize niye teslim edildi, hala anlayamadım" demişti.
2003'teki II. Körfez Savaşı'ndan sonra, Irak'ta Barzani ve Talabani güç kazanırken, PKK da "sözde ateşkesini", Haziran 2004'te bozmuştu. 1999-2004 arasında görünürde olmayan terör, 2004'ten bu yana, boyut değiştirerek etkinliğini arttırdı. Artık PKK siyasal taleplerle sürece girmekte, "etnik özerklik", "konfederasyon", "iki uluslu federasyon" gibi önerileri, hem parlamentodaki siyasal kanadı BDP ile hem de kendi örgüt yöneticileri ile vermeye başladı.
Yalnız konunun eksik kalan çerçevesi, "dış Kürtler" konusudur. I. ve II. Körfez Savaşları ile 1916 Sykes-Picot öncesine dönen (Osmanlı'ya değil elbette:) Irak'ta, 2005 Irak anayasasına göre Kürdistan Bölgesel Yönetimi anayasal bir resmiyet kazandı. 2011 Mart'ında Suriye'de başlayan "sözde bahar" ile Kürtler açısından PYD ile "özerk bir Kürt bölgesi" daha oluştu. Geriye kalan parçalar da Türkiye ve İran'daki tartışmaları işaret etti. 2011 Aralık ayında Irak'tan çekilen ABD ise, "buraların güvenliği"ni, bölgedeki "tek NATO üyesi"ne bıraktı.
Şimdilerde İran yanlısı Irak merkezi hükümetinin başbakanı Maliki yönetimi ile Barzani'nin Kürt bölgesi arasında bir savaş çıkarsa, Türkiye'nin Barzani'ye yardım sözü verdiğinden söz ediliyor? Aslında bu savlardan değil ama ABD müttefiki Türkiye'nin, Irak'taki "tek ABD müttefiki" Barzani ile yakın olmasının doğallığından, 1200 Türk şirketinin buradaki aktifliğinden defalarca söz etmiştim. Tıpkı Esad yanlısı İran ile Suriye'deki muhalif güçlerin yanındaki Türkiye'nin rekabetinde olduğu gibi.
Türkiye-İran rekabeti, Arap Baharı derken, "Kürt realitesi" aradan sıyrılıp çıkıyor. 1881'de  modern Kürt isyanı sayılan Şeyh Ubeydullah isyanınından 130 yıl sonra, "ulus inşa süreci" tamamlanıyor.
28 Aralık 2012 akşamı TV mülakatında Erdoğan, "İmralı'yla görüşmeler sürüyor" dedi.
Herhalde gelinen noktada Yeni Ortadoğu'da Türkiye'ye düşen pay da "Kürt realitesi" oluyor...

16 Aralık 2012 Pazar

"TARAF" SOLCULUĞU...

İbret dolu günler yaşıyoruz. Taraf adındaki gazetenin "görevinin" bittiği, tam da 13 Aralık 2012'de davanın ertelenen "esas hakkındaki mütalaası" yani son aşamasında görüldü. Gazetenin önde gelen yazarları Ahmet Altan, Yasemin Çongar ve Neşe Düzel istifa ettiler. Gerekçe ise kurumsal uyuşmazlıklar... İsmet Paşa'dan gelen bir anımsatmayla: "Hadi canım sen de"...
Aslında ilginç ve tarihsel derslerle dolu sürecin en önemli açıklaması AKP kurmaylarından, başbakan yardımcısı sayın Arınç'tan geldi. "Bitaraf oldukları için bertaraf oldular" dedi. Nereden nereye?
Oysa Taraf, asıl işlevini, bu yazarların eksantrik görüşlerinden değil, Ergenekon ve Balyoz gibi davalarda kendilerine ulaştırılan "çuvallarla" getirdi. Taraf'ın "suç duyuruları", Özel Yetkili Mahkemelerin "iddianamelerine" dönüştü. Bu olaylar, tüm bir kamuoyunun gözleri önünde gerçekleşti.
İşin tuhaf yanı, Taraf'a dayanarak Solculuk yapmaya çalışan "kaybedenler"dir. Türkiye o kadar garip bir ülke ki, Sosyal Demokrasi savı da "sözde liberallere" kaldı. Merkez Sol'da  "Sol kanat" oluşturmaya çalışanlardan bazıları, "liberalleşme"yi Solculukla izah etmeye çalıştılar. Halbuki ifade ettikleri liberalizm de değildi. 12 Eylül 2010 referandumunda Taraf öncülüğünde "yetmez ama evet" diyenler, Solculuk adı altında "Kemalistleri tasfiye edeceğiz" demeye başladılar. Post modern mi desem, şaşkın mı desem, cahil mi desem, artık diyecek söz bulamıyorum.
Taraf'ta hala Ahmet Altan'ın "sözde cesur yazıları"ndan söz edenler artık mahçup bir edayla Zaman'a dönmek durumundalar. Sosyal-liberal bir yaklaşımı Sol, Kemalizm'i Sağ kabul eden konformist yaklaşımlar, Kemalizm ile Sosyal Demokrasi/Demokratik Sol/Demokratik Sosyalizm'in sentezini, tarihsel bağlamda, Türkiye pratiğinde göremediler.
Kemalizm'e karşı olma obsesyonu, bu sözde Solcularımızı AKP'nin kucağına itti. İşin kötüsü artık AKP de işleri bittiği için onları istemiyor. Şimdi nefret ettikleri hala medyada yerel yönetimlerini yerden yere vurdukları CHP'yi ele geçirmeye, liberal sapmalarını Solculuk diye yutturmaya, CHP'nin kuruluş felsefesini inkar ettirmeye çalışacaklar.
Nafile, başka kapıya...

7 Aralık 2012 Cuma

Deniz Tansi: AVAMLIK HALLERİ...

Deniz Tansi: AVAMLIK HALLERİ...: Türkiye sosyolojik açıdan ilginç bir dönüşüm geçiriyor. Aslında modernizmin aşamaları çerçevesinde, sanayileşme süreciyle birlikte, köyden ...

5 Aralık 2012 Çarşamba

YEREL YÖNETİMLERDE SIKIYÖNETİM...

5 Aralık 2012'de Cumhurbaşkanı Gül tarafından onaylanan "Büyükşehir Yasası", yeni bir siyasal-sosyal yapının inşası olarak değerlendirilmektedir. Kimi çevreler yeni yasal düzenlemeyi, federasyon-yerelleşme hattında ele almaktadır. Aslında yerelleşme ve federasyon terimleri arasında bir orantısal ilişki yoktur. Pekala Türkiye gibi merkezden yönetim esasları çevresinde idari yapıya sahip ülkelerde de, "yerinden yönetim" esasları uygulanmaktadır.
"Ratingi" yüksek komplo teorilerinde, eyaletleşme ve federe yapılar kurma biçiminde ifade edilen gelişmeler aslında tevatürdür. Öncelikle yasal düzenlemede, il genel meclisleri ve il özel idarelerinin büyükşehirlerden kaldırılması ve yetkilerinin büyükşehir belediyelerine devredilmesi; bu bağlamda büyükşehir sınırlarının il sınırı kabul edilmesi kesinlikle bir yerelleşme adımı değildir. Tam tersine, siyasal iktidar, 2014'te öngördüğü "süper başkanlar"la, bir otoriter hiyerarşiyi ortaya koymaktadır. Zira, pek çok denetim mekanizması ortadan kaldırılmakla kalmamakta, yerel yönetimler zayıflatılmakta, ilçe belediyeleri tırpanlanmaktadır. İmar yetkisi fiilen bakanlık ve TOKİ'ye devredilmektedir.
Muhalif  büyükşehir belediyeleri ise, valilere bağlı olan "yatırım izleme komisyonları" ile kıskaç altına alınmaktadır. Sayın başbakanın söz ettiği "valilerin seçimle işbaşına gelmesi" önerisi de, aslında belediye ve vilayeti birleştirmek, devlet mekanizmasını, iktidar partisinin tekeline ve vesayetine bırakmak biçiminde yorumlanmaktadır.
CHP milletvekili ve yöneticisi olan Prof.Dr. Birgül Ayman Güler, 2004'te gündeme getirilen "kamu yönetimi çerçeve tasarısı" üzerine yaptığı değerlendirmelerde, neo-liberalizm ve piyasalaşma üzerinde durmuş, Türk kamu yönetiminin temel zemini olan idari vesayet ve hiyerarşinin budanması riskini gündeme getirmişti.
Yeni düzenlemeyle otoriter, vesayetçi bir "tek adam" sisteminin altyapısı örülmektedir. Küresel piyasalar artık yerel otoritelerle değil, "süper başkanlarla" muhatap olacaklardır. Anıtlar Kurulu'nun yetkileri geriletilmiştir. Güneydoğudaki büyükşehir belediyelerinde "özerklik" gündeme gelir mi? Bu tam anlamıyla bir gündem saptırmadır. Süper başkanlar ve siyasal iktidar, otoriter muhafazakarlığın yüzeyini ete kemiğe büründirmektedir.
2014 yerel seçimleri öncesi bin kusur belediye tarihe karışmış olacaktır. Ve seçimin asıl gündemi de burada kendisini ortaya koymuştur.
Yerelleşme engellenmekte, katıksız bir merkezileşme, "daha fazla yerelleşme" adı altında yaşama geçirilmektedir.
Yeni yapı YEREL YÖNETİMLERDE KALICI BİR SIKIYÖNETİMDİR. Uyanmak dileğiyle...     

1 Aralık 2012 Cumartesi

FİLİSTİN DEVLETİ...


Bu tabir bir özlemi ifade etmekle birlikte, teknik bir terimi de dile getiriyor. Zira 29 Kasım 1947’de BM Genel Kurulu’nda kabul edilen 181 sayılı karar göre, Britanya Filistin mandasını terk etmeden önce bu bölgede “iki devletli çözüm” olarak nitelenen bir “taksim planı” ortaya koymuş, ve terk edeceği bölgede bir Arap ve bir Yahudi devleti öngörmüştü. O zaman Araplar, şiddetle söz konusu karara muhalefet etmiş, “hayır” oyu kullanmış ve tek bir Filistin devletinden yana tavır almışlardı.
            1948’de İsrail, 181 sayılı karara dayanarak, Britanya mandası sona erer ermez bağımsızlığını ilan ederken, Arap ülkeleri bir Filistin-Arap devleti kurdurmaktansa, İsrail’le savaşta kazandıkları toprakları, ilhak etmeyi tercih ettiler. Batı Şeria Ürdün’ün, Gazze Mısır’ın eline geçti. Ta ki 1967’ye kadar. 6 Gün Savaşı’ndan sonra, İsrail’in Ürdün’den aldığı Batı Şeria, Mısır’dan aldığı Gazze ve Suriye’den aldığı Golan Tepeleri, BM Güvenlik Konseyi’nin 242 sayılı kararına göre “işgal altında topraklar” olarak nitelendirildi. Golan’ın Suriye toprağı olduğu belliydi, Batı Şeria ve Gazze ise, 1967’den sonra yeni bir vasıf kazandı. Mısır ve Ürdün, kurulacak bir Filistin devleti karşılığında, bu topraklarda hak iddia etmeyeceklerini açıklarken, inisiyatif FKÖ’ye geçti. FKÖ İsrail’e göre 1960’lardan 1990’lara kadar “terörist”sayılırken, 1993 Oslo Süreci ile FKÖ-İsrail karşılıklı olarak birbirini tanıdı ve 1996’da Filistin Otoritesi “özerk” olarak kuruldu. 15 Kasım 1988’de Cezayir’de sürgünde toplanan Filistin Ulusal Konseyi, FKÖ’nün yasama olarak, Filistin Devleti’ni ilan etmiş, Türkiye dahil pek çok ülke tarafından da tanınmıştı. Tarihi olarak ta 181 sayılı kararı 41 yıl sonra kabul ettiyse de artık çok geçti ve hiç olmazsa 1967 sınırları elde edilmeye çalışılıyordu.
1996’da kurulan Filistin Otoritesi, 2000’de başlayan II.İntifada ve 2004’te Arafat’ın ölümüyle sarsıldı. 2005’te göreve seçilen Mahmut Abbas ise şu anda devlet başkanlığında “kaçıncı uzatmaları” oynuyor. 2006’da iktidara gelen Hamas, FKÖ’nün ve onun en büyük bileşeni El Fetih’in kurucu iradesinin dışına çıkan bir anlayışın sahibi, İslamcı bir örgüttü. Nitekim, II. Lübnan Savaşı sırasında Hizbullah’a destek için roketler atan Hamas’ın milletvekilleri tutuklanınca, İslamcı  örgüt Filistin parlamentosunda çoğunluğunu kaybetti ve ulusal birlik hükümetinden sonra 2007 Haziran’ında yaptığı darbeyle Gazze’de ayrı bir yönetim kurdu. 2007-2011 arasında Mısır da, karadan İsrail’in Gazze ablukasına katıldı, 2008 Aralık-2009 Ocak Dökme Kurşun Operasyonu’nda İsrail-Hamas çatıştı. “One minutes”, “Mavi Marmara” derken, AKP İsrail politikasında “şov”a girişti ama etkisiz eleman oldu.
Geldik 29 Kasım 2012’ye. Bu karar Filistin’de “kapsamlı ve kalıcı” bir barış olmadıkça, bir değer kazanmaz. Hamas’ın Gazze’sine hakim olamayan bir Filistin yönetimi ciddiye alınmaz. İsrail’in hemen yanıt olarak Maaleh Adumim ile Doğu Kudüs arasında, Batı Şeria’nın fiilen kuzeyden-güneye bölünmesine yol açacak, 3000 yerleşimi içeren “E-1 Koridoru”na yeniden başlama kararı (2009’da durdurmuştu) işlerin hiç te kolay olmayacağını gösteriyor.     
            İsrail ve Hamas arasında sıkışan Filistin Devleti’nin işi çok zor gözüküyor…