http://www.sosyaldemokratdergi.org/deniz-tansi-yerkurede-muhafazakar-koalisyon/
İçinde yaşadığımız çağ, alışık olmadığımız, bazen de tarihin tekerrürü ya da döngüsüyle açıklamaya çalıştığımız bir kaotik çerçeveyi iç ve dış politikada insanlığa sunmaktadır. Başlıktaki “muhafazakar koalisyon” sözü, belki Napolyon savaşlarından sonra, 1815’teki Metternich Avrupası’nı, “Ancien Régime” yanlılarının, feodal güçlerin koalisyonunu çağrıştırabilir. Oysa günümüzde bir “eski rejim tahkimi”ni konuşmuyoruz. Zira Metternich’in görüşlerinin ağır bastığı Viyana Kongresi, her ne kadar bir önceki rejimi yeniden diriltmeye çalışmışsa da, aslında, hem uluslararası hukukun başlangıcı olmuş hem de ardından 1848 devrimleriyle başlayan yeni devrim dalgaları, dünya siyasetini geri dönülemez değişimlere yönlendirmiştir.
Putin Rusya’sı ölçüt oluşturuyor
Halbuki bugün sözünü ettiğimiz “muhafazakar koalisyon”, aslında ihtiyatlı bir tutuma işaret etmektedir. Bir bakıma “fanatik sağ” hareketler, ya da “faşist dalgalanmalar”dan da söz etmek mümkündür. Ne var ki, 2017 dünyasına baktığımızda, bu tespitlerimizi onaylarcasına, Trump’tan Putin’e uzanan otoriter, silahlı gücü ön plana çıkaran ve bu konumlarıyla da övülen liderler silsilesini görmekteyiz.
İlginç olan, Soğuk Savaş dönemindeki “komünistler Moskova’ya” sözü, “sağcılar Moskova’ya” sözüyle adeta yer değiştirmiştir. Bunun en somut örneklerinden biri, 2017 ilkbaharında Fransa’da cumhurbaşkanı seçimine hazırlanan Le Pen’de görülmüştür. Le Pen CNN’de Christine Amanpour’a verdiği mülakatta, Kırım işgaliyle ilgili bir soruya, “Kırım’ın işgal edilmediğini, zaten Rus olduğunu” belirterek, mevcut uluslararası hukuk kurallarını “Rusya lehine” tanımayan bir tutum ortaya koymuştur. (http://edition.cnn.com/videos/world/2017/02/01/france-intv-amanpour-marine-le-pen-b.cnn) Üstelik Le Pen, seçildiği takdirde, Fransa’nın NATO’dan çıkabileceğini, Fransa’nın AB üyeliğini “referanduma” sunabileceğini işaret etmiştir.
Bir başka ilginçlik şu ki, Trump da NATO’yu sorgulamakta, şimdilik en azından ABD’nin masrafların çoğunu üstlenen durumunun gözden geçirilmesini gündeme getirmektedir. Trump yönetimi, daha birinci ayı dolmadan, Ulusal Güvenlik Danışmanı Michael Flynn’in istifasıyla çalkalanmıştır. İstifaya neden olan da, CIA dinlemesine takılan Flynn-Rusya ilişkileridir. Öte yandan Trump, dışişleri bakanlığına, Exxon’un CEO’luğunu yapan, Rex Tillerson’u getirmiştir. Tillerson CEO’luk döneminde, Exxon’un Rusya’daki yatırımlarını organize etmiş, Putin’le yakın ilişkiler kurmuş, ancak Obama döneminde Rusya’nın Kırım ve Donetsk’teki işgalleri üzerine başlatılan ABD yaptırımları yüzünden, söz konusu yatırımları gerçekleştirememiştir.
Bu bağlamda, Soğuk Savaş döneminde, muhafazakar bir ABD hükümetinin, eski SSCB’ye karşı askeri kompleksi ve düşmanca rekabeti öngören anlayışı yerine; 2017 model muhafazakarlıkta Rusya, Fransız muhafazakarlığından ABD muhafazakarlığına uzanan bir yelpazede, taraftar toplamaktadır. Bunun ne kadar kalıcı olacağı, ayrı bir tartışma konusu olsa da, dünya politikasına ne kadar etki edeceği yakın bir zamanda görülecektir.
Ortadoğu’daki uzantılar
Aslında Türkiye açısından bu “yeni dönemin” yansımaları, Suriye özelinde kendini daha çok hissettirmektedir. Kendisini “muhafazakar demokrat” olarak nitelendiren, diğer siyasal partiler ve ülkelerin “İslamcı”, kimi zaman “ılımlı İslamcı” diye nitelendirdiği, kendi deyimleriyle de Yeni Osmanlıcı olan siyasal iktidar, özellikle 2007 sonrasında, bölgesel vesayeti vurgulayan bir siyaset izlemeye çalışmıştır. Bu, aslında Türkiye için yeni bir şey değildir. Muhafazakar DP, “küçük Amerika”, muhafazakar ANAP, “bölgesel süper güç” derken, Yeni Osmanlı bakışı da bu anlayışın uzantısıdır. Sonuçta, “bölgesel vesayet”, ister istemez büyük güçlerin taşeronluğuyla sonuçlanan, bol hamasetle süslenen, daha çok iç kamuoyuna yönelik bir siyasal çerçeveyle kendini göstermektedir.
ABD-Rusya arasında, Suriye’de “IŞİD’i bitirmeye” yönelik konsensüs, Esad’ı koltuğunda oturtmaya devam eden mutabakat, siyasal iktidarın, Emevi Cami’nde Sünni İslam dünyasının lideri olarak, “toplu namaz kılma” söylemini boşa çıkarmıştır. Ağustos 2016’dan beri, Fırat Kalkanı harekatıyla, IŞİD karşısında muharip güç olarak mücadele eden, ÖSO’nun yolunu açan Türk Silahlı Kuvvetleri, El Bab sonrasının stratejilerinde tartışılmaktadır. Bizzat, Rakka ve Menbiç’e müdahale edileceği sinyalleri, ABD ve Rusya’yla farklı pazarlıkları gündeme getirmektedir.
Obama’nın son dönemlerinde, Suriye politikasında daha pasifize olan ABD, hem Rakka’ya olası bir müdahaleyi “koalisyon” kurarak hazırlamakta, hem de Türkiye’ye CIA başkanı ve Genelkurmay Başkanı’nı göndererek bir altyapı kurmaktadır. Siyasal iktidara yakın Yeni Şafak gazetesine göre, Rakka’ya iki ayrı güzergah tartışılmaktadır. Birinci yol Tel Abyad üzerinden bir operasyonu işaret etmektedir. Sınırdan 60 km. içeride olan bu güzergah, daha yakın gözükse de, PYD’nin kontrol ettiği bölgeden, ABD yardımyla, “ince bir koridor” oluşturulması ele alınmaktadır. (http://www.yenisafak.com/gundem/2-plan-hazir-2614420 ) Ancak PYD’nin konumuna olan güvensizlik, burada sorun yaratmaktadır. Bir başka açıdan Cerablus’tan oluşturulacak hat, sınırdan 159 km. içeriyi göstermektedir. Burada da, PYD ve IŞİD’le eş zamanlı çatışma riski yüksek gözükmektedir. Rakka, IŞİD’in merkezi durumundadır. Rusya ve ABD, bu hedefe öncelik verirken, Türkiye açısından “PYD koridoru” ve “PYD’nin geriletilmesi”, IŞİD’le birlikte öncelik taşımaktadır.
Muhafazakar koalisyonun kimi yansımaları
Yerkürede oluşan “muhafazakar koalisyon”un ilk sınavı, nasıl bir talihse, Suriye özelinde ve Türkiye ile yaşanacaktır. Bu sefer Kürtler’i tek başına ABD’ye bırakmak istemeyen Rusya, Şubat’ta Moskova’da Kürt Konferansı toplamış, üstelik hazırladıkları Suriye anayasasında Kürtler’e otonomi vermişlerdir. Barzani’yle Türkiye-ABD çizgisi yakınken, PYD konusundaki çelişkiler hem ABD hem de Rusya’yla aynı anda yaşanmaktadır.
İsrail’le yakınlaşma, Batı Şeria’ya “yeni yerleşimler”, Gazze’de yeni çatışmalar, Trump’ın ABD büyükelçiliğini Kudüs’e taşıma kararının gölgesinde olsa da sürmekte, bu sefer muhafazakarlığın dış politikada değişmeyen realizm yüzü görülmekte; çıkarlar ve pragmatizm ağır basmaktadır. Benzer biçimde İsrail’i tanımayan Suudi Arabistan’ın İsrail’le her daim süren işbirliği örneğinde olduğu gibi…
Brexit sonrası, AB dışındaki arayışlarını arttıran Britanya, Soğuk Savaş dönemindeki gibi, zaten profilini çok azaltmadığı ABD ilişkilerini ve stratejik ortaklığını pekiştirmeye çalışmaktadır. Britanya Başbakanı Theresa May’in Türkiye ziyareti de, bu anlamda anlamlı bir zemin teşkil etmektedir.
Muhafazakar koalisyon, yerleşik kurumları, AB’den NATO’ya uzanan zeminde, sarsıcı bir yüzeyde yıpratırken; Rusya’nın Şangay’daki konumu, Kollektif Savunma Örgütü’ndeki liderliği, Bağımsız Devlet Topluluğu’ndaki organizatörlüğü, kurumlarını yıprattığı Batı’ya karşı, yeniden gözden geçirilmelidir…