Temsili demokrasilerde seçimlerin işlevi, siyasal açıdan odak olmanın yanısıra, aynı zamanda "kutsanan" bir davranışa dönüşmüştür. Zira siyasal iktidarın kağıt üzerinde seçmenler tarafından belirlendiğine dair kanaat, sistemin devamı açısından esastır. Bu sayede temsili demokrasiler, siyasal-toplumsal zeminde meşruiyet kazanırlar. Seçmenlerin oyları sonucunda ortaya çıkan sonuçlar, tarihsel süreç içinde "irade" diye adlandırılmaya başlanmıştır. Böylece seçim sonucunda oluşan tablo, mutlak krallıklardaki, hükümdarın "irade"si yerini almıştır. Rousseau, "genel irade" olarak adlandırdığı yüzeyde, "seçmen iradesi"ni, ulus-devletteki temel öznenin, yani ulusun iradesi diye nitelendirmiştir.
Türkiye'de 1946'da çok partili sistem geçildiğinden beri, Sağ siyasetler, "milli irade"yi, üçüncü tekil şahıs olarak kutsamışlar, "milli irade"nin yanılmazlığı üzerinde durmuşlardır. Rousseau'nun "yanılmaz genel irade" bakışı, zaman içinde, çok partili yaşamda, otoriter Sağ iktidarların meşruiyet zemini olmuş, söz konusu sivil otoriter Sağ siyasetler, yine bir başka otoriter bakış açısıyla, silahlı darbelerle, askeri müdahalelerle "reset"lenmiştir. Bu çerçevede Türkiye siyasetnin değişmez yazgısı, otoriter sivil ve askeri yönetimler arasında el değiştiren, topluma, halk katmanlarına, çalışan halk kesimlerine kapalı, katılımcılıktan uzak, sandık fetişizmini demokrasi diye yutturan, "dar alanda kısa paslaşmalar"la ifade edilegelmiştir.
Türk siyasal yaşamında bir ilk olarak, eğer kesinleşirse, aynı yıl içinde iki genel seçim yaşanma olasılığı var. Üstelik söylendiği gibi yaşama geçerse, iki seçim arasındaki zaman dilimi 6 ay, -evet sadece 6 ay olacaktır. Komşumuz Yunanistan da bir dönem, seçim zincirine kapılıvermiş, bir biçimde siyasal bir istikrar yüzeyi, bir kaç seçim sonra kazanılmıştı.
Türkiye'de ise 12 Eylül zihniyetinin yarattığı tasarım, ülkenin dinamiklerine ağır zarar verdiği gibi, 2002'den beri süren AKP iktidarı, otoriter Sağ siyasetini, Erdoğan'ın "tek adam" yönetimi algısı bağlamında sürdürüyor. İlginç olan, müstafi hükümetin başbakan yardımcısı Arınç'ın geçen ay yaptığı bir konuşmada olduğu gibi, "sanki hiç seçim olmamış" havası yaratıldı. 7 Haziran'da birinci parti olmasına karşın, tek başına iktidarı kaybeden AKP, Erdoğan'ın vesayetinden kurtulamamakla suçlandı. Bu fotoğrafta, sadece iktidar değil, 12 Eylül anayasasının çarpık siyasal düzeninin de payı var. 1982 anayasasında, cumhurbaşkanı "yürütme"nin başı haline getirildiği için, her ne kadar, 2014'e kadar, meclis ve hükümet üzerinde bu yetkisini kullanmayan cumhurbaşkanları olsa da, hükümet yapılarında bir "başsızlık" potansiyeli doğurdu. 2007'deki referandumla, cumhurbaşkanının "halk oyu"yla seçilmesi, anayasa maddesi haline gelince, "milli irade"nin temsilcisi olduğunu iddia eden cumhurbaşkanlığı modeli, anayasadaki "yürütme"nin başı olma halini, iktidar partisi ve meclis çoğunluğunun da başı olma biçimine dönüştürme noktasına getirdi. Yargı da bu zemine eklenince, demokratik siyasetin yollarında tıkanma emareleri oluştu. 7 Haziran 2015 sonuçlarını beğenmeyen "irade", Kasım 2015'teki "tekrar seçim"le bunu düzeltme mesajını seçmene verdi. Böylece "milli irade"nin herşeyin üstünde olmadığı, siyasal ajandaya göre revize edilebileceği görüldü. Benzer sonuçlar çıkarsa, 2016'da yeni bir seçim olasılığı var mı? Ya da, koalisyon aritmetiği olursa, seçmen "hükümetsizlik" sopasıyla mı yola getirilmeye çalışılıyor? Bunlar aslında çok tehlikeli sorular.
Temmuz 2015'ten beri, Türkiye'nin IŞİD ve PKK terörüyle eş zamanlı mücadele etmek zorunda kalması, "çözüm süreci"nin rafa kaldırılması, İncirlik üssünün "IŞİD karşıtı" koalisyonun ana hava karargahı haline gelmesi, ABD'nin Ortadoğu'ya dönük askeri hareketlerinde yeni üslerin verilmesi olasılığı, öte yandan hala Türkiye hakkında IŞİD'le ilgili süren suçlamalar??? Bu baş döndürücü diplomatik ortamda, terörün günlük yaşamı tehdit eden kaotik bir hal alması, bugünkü AKP-CHP koalisyon görüşmesinin olumsuz sonuçlanmasıyla, ABD Doları ve Euro'nun tarihi rekorlar kırması, borsadaki ağır kayıplar, Eylül'de küresel ekonomik krizin ülkemizde siyasal istikrarsızlıktan dolayı daha fazla hissedilmesi senaryoları, oldukça baş döndürücü bir tablo çiziyor.
Ekonomide 2015 "kayıp yıl" olarak ilan edilirken, Kasım'da da siyasal aritmetik değişmezse, Erdoğan'ın olası tavrı oldukça merak ediliyor.
"Bekleme odası"na parlamenter sistem değil de, kafalardaki "başkanlık sistemi" girince, 1982 anayasasında zedelenen parlamenter yapının, restorasyonu bir ihtiyaç olarak öne çıkıyor.
Ülkemizde, Haziran-Kasım 2015 arasındaki belirsizlik, ileride tarihte nasıl yazılacak, merak konusu. Herhalde kaotik bir dönem, bir "korku tüneli" metaforuyla anlatılacak.
Ancak en büyük tehlike şuradadır. Seçmen kendi oyunun, siyasal iktidarın belirlenmesinde, dekorasyon bağlamında bile anlam taşımadığına kanaat getirirse, bu sistemin bir meşruiyet krizine girmesi demektir. Bu tür bir ortam, demokratik sisteme duyulan güven ve inancı zedeler, toplumun zihni karışır.
AKP-MHP arasında "yarı zamanlı" rekabet, "yarı zamanlı" dayanışma hali, siyasal spektrumda, riskli bir "Sağ tekel" yarattı. Sosyolojik "Sağ cephe", 1970'lerde de "MC'ler olarak" hatırlardadır. Öte yandan PKK terörünün yoğunlaşmasıyla, HDP'nin "baraj altında" kalacağı ve konuyla ilgili kamuoyu araştırmalarının yayınlanması ve kamuoyu yaratılması hamleleri, siyasette korkunç bir kördöğüşünün işaretlerini vermektedir.
Türkiye'nin demokratik ve Cumhuriyetçi bir Sol seçeneğe ivedilikle gereksinimi vardır. CHP, üzerindeki tarihi sorumluluğu, artık bir oy sıçraması yaparak, yerine getirmek durumundadır.
Aksi halde kayıp olan sadece 2016 olmaz, koskoca bir ülkenin geleceği olur.
Türkiye'de 1946'da çok partili sistem geçildiğinden beri, Sağ siyasetler, "milli irade"yi, üçüncü tekil şahıs olarak kutsamışlar, "milli irade"nin yanılmazlığı üzerinde durmuşlardır. Rousseau'nun "yanılmaz genel irade" bakışı, zaman içinde, çok partili yaşamda, otoriter Sağ iktidarların meşruiyet zemini olmuş, söz konusu sivil otoriter Sağ siyasetler, yine bir başka otoriter bakış açısıyla, silahlı darbelerle, askeri müdahalelerle "reset"lenmiştir. Bu çerçevede Türkiye siyasetnin değişmez yazgısı, otoriter sivil ve askeri yönetimler arasında el değiştiren, topluma, halk katmanlarına, çalışan halk kesimlerine kapalı, katılımcılıktan uzak, sandık fetişizmini demokrasi diye yutturan, "dar alanda kısa paslaşmalar"la ifade edilegelmiştir.
Türk siyasal yaşamında bir ilk olarak, eğer kesinleşirse, aynı yıl içinde iki genel seçim yaşanma olasılığı var. Üstelik söylendiği gibi yaşama geçerse, iki seçim arasındaki zaman dilimi 6 ay, -evet sadece 6 ay olacaktır. Komşumuz Yunanistan da bir dönem, seçim zincirine kapılıvermiş, bir biçimde siyasal bir istikrar yüzeyi, bir kaç seçim sonra kazanılmıştı.
Türkiye'de ise 12 Eylül zihniyetinin yarattığı tasarım, ülkenin dinamiklerine ağır zarar verdiği gibi, 2002'den beri süren AKP iktidarı, otoriter Sağ siyasetini, Erdoğan'ın "tek adam" yönetimi algısı bağlamında sürdürüyor. İlginç olan, müstafi hükümetin başbakan yardımcısı Arınç'ın geçen ay yaptığı bir konuşmada olduğu gibi, "sanki hiç seçim olmamış" havası yaratıldı. 7 Haziran'da birinci parti olmasına karşın, tek başına iktidarı kaybeden AKP, Erdoğan'ın vesayetinden kurtulamamakla suçlandı. Bu fotoğrafta, sadece iktidar değil, 12 Eylül anayasasının çarpık siyasal düzeninin de payı var. 1982 anayasasında, cumhurbaşkanı "yürütme"nin başı haline getirildiği için, her ne kadar, 2014'e kadar, meclis ve hükümet üzerinde bu yetkisini kullanmayan cumhurbaşkanları olsa da, hükümet yapılarında bir "başsızlık" potansiyeli doğurdu. 2007'deki referandumla, cumhurbaşkanının "halk oyu"yla seçilmesi, anayasa maddesi haline gelince, "milli irade"nin temsilcisi olduğunu iddia eden cumhurbaşkanlığı modeli, anayasadaki "yürütme"nin başı olma halini, iktidar partisi ve meclis çoğunluğunun da başı olma biçimine dönüştürme noktasına getirdi. Yargı da bu zemine eklenince, demokratik siyasetin yollarında tıkanma emareleri oluştu. 7 Haziran 2015 sonuçlarını beğenmeyen "irade", Kasım 2015'teki "tekrar seçim"le bunu düzeltme mesajını seçmene verdi. Böylece "milli irade"nin herşeyin üstünde olmadığı, siyasal ajandaya göre revize edilebileceği görüldü. Benzer sonuçlar çıkarsa, 2016'da yeni bir seçim olasılığı var mı? Ya da, koalisyon aritmetiği olursa, seçmen "hükümetsizlik" sopasıyla mı yola getirilmeye çalışılıyor? Bunlar aslında çok tehlikeli sorular.
Temmuz 2015'ten beri, Türkiye'nin IŞİD ve PKK terörüyle eş zamanlı mücadele etmek zorunda kalması, "çözüm süreci"nin rafa kaldırılması, İncirlik üssünün "IŞİD karşıtı" koalisyonun ana hava karargahı haline gelmesi, ABD'nin Ortadoğu'ya dönük askeri hareketlerinde yeni üslerin verilmesi olasılığı, öte yandan hala Türkiye hakkında IŞİD'le ilgili süren suçlamalar??? Bu baş döndürücü diplomatik ortamda, terörün günlük yaşamı tehdit eden kaotik bir hal alması, bugünkü AKP-CHP koalisyon görüşmesinin olumsuz sonuçlanmasıyla, ABD Doları ve Euro'nun tarihi rekorlar kırması, borsadaki ağır kayıplar, Eylül'de küresel ekonomik krizin ülkemizde siyasal istikrarsızlıktan dolayı daha fazla hissedilmesi senaryoları, oldukça baş döndürücü bir tablo çiziyor.
Ekonomide 2015 "kayıp yıl" olarak ilan edilirken, Kasım'da da siyasal aritmetik değişmezse, Erdoğan'ın olası tavrı oldukça merak ediliyor.
"Bekleme odası"na parlamenter sistem değil de, kafalardaki "başkanlık sistemi" girince, 1982 anayasasında zedelenen parlamenter yapının, restorasyonu bir ihtiyaç olarak öne çıkıyor.
Ülkemizde, Haziran-Kasım 2015 arasındaki belirsizlik, ileride tarihte nasıl yazılacak, merak konusu. Herhalde kaotik bir dönem, bir "korku tüneli" metaforuyla anlatılacak.
Ancak en büyük tehlike şuradadır. Seçmen kendi oyunun, siyasal iktidarın belirlenmesinde, dekorasyon bağlamında bile anlam taşımadığına kanaat getirirse, bu sistemin bir meşruiyet krizine girmesi demektir. Bu tür bir ortam, demokratik sisteme duyulan güven ve inancı zedeler, toplumun zihni karışır.
AKP-MHP arasında "yarı zamanlı" rekabet, "yarı zamanlı" dayanışma hali, siyasal spektrumda, riskli bir "Sağ tekel" yarattı. Sosyolojik "Sağ cephe", 1970'lerde de "MC'ler olarak" hatırlardadır. Öte yandan PKK terörünün yoğunlaşmasıyla, HDP'nin "baraj altında" kalacağı ve konuyla ilgili kamuoyu araştırmalarının yayınlanması ve kamuoyu yaratılması hamleleri, siyasette korkunç bir kördöğüşünün işaretlerini vermektedir.
Türkiye'nin demokratik ve Cumhuriyetçi bir Sol seçeneğe ivedilikle gereksinimi vardır. CHP, üzerindeki tarihi sorumluluğu, artık bir oy sıçraması yaparak, yerine getirmek durumundadır.
Aksi halde kayıp olan sadece 2016 olmaz, koskoca bir ülkenin geleceği olur.