9 Ekim 2014 Perşembe

KOBANİ'DE DEĞİŞEN DENGELER...

Kobani'nin IŞİD tarafından işgalinin akabinde, ülkemizde son günlerde 23 kişinin ölümüne yol açan gösterilerle, büyük şehirlerde yaşanan kitlesel protestolarla, 6 ilde sokağa çıkma yasağı ile sonuçlanan kaosla, tam bir panik havası doğdu.    
Aslında konu hep benzer bir sarmalın izdüşümünde kendini tekrarlıyor. Mart 2011'den beri, Suriye'de "gecikmiş Arap Baharı" ile başlayan muhalif ayaklanmalar, Esad'ın yıkılması için Batı'nın tutkulu bir heves göstermesi , Türkiye'nin mülteci göçünün ardından muhalif gruplarla boyutları henüz belirlenemeyen ilişkiler içine girmesi, 6 Ekim 2014'te karşımıza kanlı bir bilançoyu çıkartan, iç ve dış krizle geldi. Türkiye, "0 Sorun" ve "bölgeye liderlik etme" hayallerinden dönerek, kendi sınırları içinde, PKK-IŞİD-Türkiye Hizbullahı gibi grupların çatışmalarına sahne olmak durumunda kaldı. Kobani'nin Kurban Bayramı'nda IŞİD'in eline geçmesi, bir dönüm noktası oldu. Terör örgütü PKK'nın başındaki Öcalan'ın, Kobani'yi bir kritik eşik olarak gündeme getirmesi, IŞİD'i "Ortadoğu'nun JİTEM'i" olarak adlandırması, Kobani düşerse Türkiye'de uzun ve kanlı bir darbeyi ima etmesi, tam da bu konularla iç içe giren, bir mesaj içeriğini işaret etmektedir.
IŞİD'in Kobani saldırısı ve eline geçirmesiyle, sadece Suriye Kürtleri'nin bölgesi  Rojava'daki kantonlar birbirinden ayrılmıyor, aynı zamanda bölgedeki "Kürt koridoru" parçalanıyor, IŞİD ise Suriye-Irak hattında var olan alan derinliğini pekiştiriyor. Siyasal iktidar ise, IŞİD'in saldırılarına göz yummakla, IŞİD'e halen gizlice yardım etmekle ve Kobani'deki Kürt katliamına karşı sessiz kalmakla suçlanıyor.
Türkiye'nin Kürt kökenli yurttaşlarının Kobani sınırına akın etmesi, ülke içinde çeşitli olayların çıkması, bölgedeki tüm çatışma unsurlarının bir "mikro örneği"nin ülke içine taşınması ile koşut bir seyir izlemektedir. Esad'ı düşürme konusundaki ısrarda, Arap Baharı sonrası Mısır, Esad sonrası planlanan Suriye ve AKP'nin iktidarındaki Türkiye ile, deyim yerindeyse bir "İhvan kuşağı" tasarlanıyordu. Oysa bu girişimler, önce Mısır'daki darbe, bu darbeye Suudi Arabistan önderliğindeki Körfez ülkelerinin desteği, Suriye-Irak hattında Sünni Arap kuşağındaki IŞİD'in "daha büyük bir tehdit" olarak görülmesiyle, darmadağın oldu. Üstelik Haziran 2014'te Musul işgaliyle dünyaya adını daha fazla duyuran IŞİD, Türkiye'nin Musul konsolosluğunu basarak ve 49 yurttaşımızı rehin alarak, Türkiye'nin sonbahara kadar, olası manevra alanlarını daralttı. O dönemde bile, başta Suriye'ye giden tırlar olmak üzere, Türkiye'nin rehineleri birer koz olarak kullanıp, IŞİD'e karşı bir koalisyona girmeyeceği yorumları yapıldı. Rehine krizi çözüldükten sonra, hangi pazarlıkların yapıldığı spekülasyonları Batı medyasında oldukça fazla ele alındı. Musul'daki rehine krizini geride bırakan Erdoğan, BM Genel Kurulu'ndaki temaslarının ardından, "IŞİD karşıtı koalisyona" Türkiye'nin katılacağı, hatta olası bir kara operasyonunun ele alınması gereği yorumunu yaptı. ABD'nin Eylül'de IŞİD'e karşı başlattığı hava operasyonları, bütüncül bir stratejinin ilk adımları mıdır? Yoksa ABD bu çerçevede, dünya kamuoyunun bir bakıma gazını mı almaktadır? Çok tartışılsa da, ABD-Barzani işbirliği, en azından Irak'taki Kürt bölgesinin zayıflaması ya da yok olmasını engellemektedir. Öte yandan IŞİD'e karşı "İncirlik olmazsa Erbil'i kullanma seçeneği", ABD'nin bölgedeki harekat alanını genişletmektedir.
9 Ekim 2014'te Rus dışişleri bakanı Lavrov'un "Rejim değişikliği yapmak için terör karşıtı sloganların kullanılması kabul edilemez." sözü, kara harekatı dahil, Rusya'nın olası bir bütünsel operasyona izin vermeyeceği biçiminde yorumlanabilir. Rusya'nın ve İran'ın desteğine sahip Esad'a karşı, Türkiye'nin "tampon bölge" önerisiyle, bilfiil bir askeri harekata girişmesi zor gözüküyor.
Ancak işin sarpa sardığı yer, Türkiye ile Suriye ve kendi Kürtleri'nin arasına çekilen duvardır. Rojava'da PKK'nın uzantısı PYD'nin hükümranlığı, sadece Türkiye'yi değil, Irak Kürdistan Bölgesel Yönetimi başkanı Barzani'yi de rahatsız ediyor. Ne var ki, Rojava ile arasına hendekler kazdıran Barzani, IŞİD'in Musul-Kobani güzergahında, Kürt koridorunu hedeflemesinden sonra, PKK'nın silahlı kolu HPG ve PYD'nin silahlı kanadı YPG ile birlikte IŞİD'e karşı savaşmaya başladı. Dolayısıyla, Suriye'de Esad karşıtı grupları desteklemekle başlayan ve IŞİD'le sonuçlanan Batı'nın bakış açısı ve Türkiye'nin konumu, gelinen zeminde bir hayli karışık bir denkleme dönüştü. AKP iktidarı, hala "Esad karşıtlığı" obsesyonuyla Batılı müttefiklerinin tepkisini çekerken, Batı'nın gündemi "IŞİD karşıtlığı" olarak değişmiş durumda. IŞİD karşıtı koalisyonda yer almayı kabul eden Türkiye'nin, ABD ile "Esad'ı düşürme" pazarlığıyla, Suriye'ye müdahale koşulları öne sürmesi, "değerli yalnızlığı" arttırıyor. Üstelik bu sefer, Körfez ülkeleri, Mısır, hatta Katar da, bu yolculukta, siyasal iktidar ile birlikte davranmıyor.
"Çözüm süreci"ni diline pelesenk eden siyasal iktidar, Kobani'de değişen dengeler ile, var olan yüzeyi kaybetme riskiyle karşı karşıya. Ülkedeki kaos ortamının yoğunlaşması, gittikçe belirsizliği artan 1300 km.'lik Suriye-Irak sınırı, mültecilerle birlikte yaşanan sorunlar ve Ortadoğu'daki farklı terör gruplarının zemin kazanması, eylem potansiyeline ulaşmaları, çok tehlikeli ve provokatif bir durumu işaret ediyor. Bir de bu ortama, "baskı politikaları" ile yaklaşılınca, üniversitelerde ve büyük kentlerin alanlarında, varoşlarında çatışma görüntüleri de eklenince, "yönetemeyen bir siyaset" anlayışı ön plana çıkıyor. Ülkenin ağırlığı azalıyor, demokrasi eksiği, Batı medyasınca, orta gelir tuzağı ile birlikte ele alınıyor.
Yarını kaybetmemek, ülkenin modern birikimine, kurucu değerlerine sahip çıkmak ve en önemlisi yeniden hesap yapmak için zaman pek kalmadı...
Demokrasiye, laik Cumhuriyet'e ve ülkemize sahip çıkmaktan başka çaremiz yok...    

2 Ekim 2014 Perşembe

TEZKEREDEN TEZKEREYE?

Ortadoğu'da Körfez Savaşları'ndan sonra ortaya çıkan kaos, ülkemizi yurtdışına asker göndermek, bazen de çok uluslu güce ev sahipliği yapmak gibi seçeneklerle, değişik içeriklerdeki meclis tezkerelerini çıkartmak ya da çıkartmamak durumlarıyla karşı karşıya bıraktı. 1991'deki 1. Körfez Savaşı'ndan sonra, 4 ayda bir TBMM gündemine gelen "Çekiç Güç" uzatma tezkereleri, her seferinde bir tartışma konusu olur, muhalefetteyken eleştiren ya da çekimser kalanlar, iktidarın bir parçası olunca, tezkereye "evet" oyu kullanmak durumunda kalırlardı. Bu bir bakıma, ülkenin ulusal egemenliği ile ilgili, bir turnusol kağıdı olarak nitelendirilir, ancak her seferinde, iktidardakiler değişse de, oylar "evet" olarak çıkardı. Söz konusu tezkerelerle, 1991-2003 arası İncirlik Üssü'nde konuşlanan uluslararası askeri birlik "Çekiç Güç", Türkiye'nin 1. Körfez Savaşı ertesinde, Saddam'ın Kürt gruplara yönelik "intikam hareketi" olasılığı çerçevesinde, 500 bin civarında Kürt mültecinin endişeyle sınırlarına gelmesi ve BM Güvenlik Konseyi'ne başvurusu üzerine yapılandırılmıştı. BM gözetimindeki Çekiç Güç, 36. paralelin üstünde, Saddam ve merkezi Irak hükümetine yasaklanan "uçuşa yasak bölge"nin güvenliğini sağladı. Geçen süre zarfında, Irak'taki Kürt yapılanması, bir antiteye dönüştü, fiili bir yönetim modeli oluştu. 1992'de Kürt parlamentosu kuruldu. O dönemlerde, Irak'ın kuzeyindeki otorite boşluğundan kaynaklanan yüzeyde, PKK terör örgütünün, Türkiye'ye yönelik saldırıları üzerine, defalarca "sınır ötesi harekat" tezkereleri, TBMM tarafından onaylandı. Adı geçen harekatlar, PKK terörüne zarar verse de, yok edemedi. 1999'da Öcalan'ın Türkiye'ye ABD istihbaratının müdahalesi ile teslim edilmesi, PKK'yı pasifleştirmedi, üstelik son gelişmelerle, artık örgüt, siyasal hedeflerini ortaya koymaya başladı. Örgüt lideriyle, Türkiye'nin istihbari ve bürokratik kurumlarının sürdürdüğü müzakereler, artık medya mensuplarının da ziyaretini kolaylaştıracak, siyasal yetkililerin de katılacağı tartışmalar ve "yol haritası"yla, "çözüm süreci" adı altında yasallaşma sürecine dönüştü. PKK terör örgütü sözcüleri, artık "bağımsızlık" hedefinden vazgeçtiklerini, federal bir yapılanma bağlamında, "eşit ortak" olarak, yeni bir anayasal zeminin kurulmasını yüksek sesle dile getirmeye başladılar.
Suriye'de ise 2011'de başlayan "gecikmiş Arap Baharı", Esad iktidarıyla, belli bir süre, son derece yakın ilişkiler devam ettiren siyasal iktidarın, Mısır'daki olaylar, iktidar değişimi derken, Mısır-Suriye-Türkiye çerçevesinde bir "İhvan ekseni" kurma düşüyle, çelişen stratejilere sürüklenmesine neden oldu. Esad'ın aylar içerisinde iktidarının sona ermesini hesaplayan siyasal iktidar, Suriye yönetiminin 3.5 yıldan beri, iktidarını sürdüren, ancak ülkenin tamamına egemen olamayan, bir muhatap haline gelmesi gerçeğiyle karşı karşıya kaldı . Türkiye'ye ülkedeki kaostan dolayı sığınan mülteciler içerisinde, çeşitli örgütlere mensup militanlar ülke içine sızarken, iktidar değişen dengelerde, ağır suçlamalara maruz kaldı. Suriye-Irak haritasında, özellikle Türk konsolosluk görevlilerinin rehine alınmasıyla eş zamanlı olarak, Musul işgaliyle adını öne çıkartan IŞİD, Esad'ın Batı açısından olumsuz özelliğini geride bırakan bir duruma gelmesini sağladı. Kamyonlarla Suriye-Irak hattında şehirleri işgal eden, ağır silahlara sahip olan IŞİD'e karşı, ABD Eylül'de "uluslararası koalisyon" kurulması çağrısı yaptı.
Erdoğan'ın BM Genel Kurulu'nun açılışı vesilesiyle ABD'de yaptığı temaslardan sonra, siyasal iktidarın IŞİD'e karşı tavrında hızlı değişimler görüldü. Önceleri "öfkeli bir grup" olarak tanımlanan IŞID, yetkililerce "terörist" ilan edildi. Bu meyanda 2 Ekim 2014'de, TBMM gündemine bir tezkere geldi.
2 Ekim 2014 tezkeresi, Türkiye'ye Suriye-Irak hattında geniş yetkiler tanıdığı gibi, aynı zamanda yabancı askeri güçlerin de Türkiye'de konuşlanmasına olanak veriyor. Öte yandan iki ülke hattında, Türkiye'nin "tampon bölgeler" ya da "uçuşa yasak bölgeler" kurulmasına olanak veriyor. ABD'li yetkililerin soğuk yaklaştığı "güvenli bölgeler", "cep alanlar", gündeme geliyor. Eylül-Ekim 2014'te, Suriye Kürtleri'nin Rojava bölgesindeki, Kobani kantonuna saldırılarını yoğunlaştıran IŞİD, hem Suriye-Irak coğrafyasında bir bağlantı kurmaya, hem de Kürtler arasındaki geçişkenliğe bir sekte vurmaya çalışıyor. İşte tam da tezkerenin çıkacağı zamanda, Türkiye yine IŞİD'e yardım etmekle suçlanıyor. Bu çerçevede, IŞİD militanlarının Türkiye sınırını ellerini kollarını sallayarak geçmeleri, Kobani'deki Kürt mültecilerin Türkiye'ye "araçla geçişleri"nin yasaklanması, sınırda bekletilmeleri, mayınlı arazideki "sivil ölümleri", bir hayli tartışma konusu oldu. Erdoğan'ın IŞİD'e karşı "kara harekatını" bile gündeme getirdiği aşamada, IŞİD-PKK karşılaştırması yapması, PKK'ya yönelik bu tür bir koalisyonunun kurulmamasına yönelik sitemleri, "çözüm süreci" hakkında adımlar atılırken, pek bir inandırıcılığa sahip olamadı. Hatta burada asıl sıkıntının, IŞİD'e yönelik yeni tutumdan, siyasal iktidarın rahatsızlık duymasıyla açıklandı. Ancak Türkiye'nin uluslararası taahhütleri ağır bastı.
Suriye'ye yönelik suçlamalarda, bu ülkeye giden tırlardaki spekülasyonların önü alınamadı. Hala IŞİD'e yardım gönderildiği savları Batı medyası tarafından dile getiriliyor. Öte yandan, "2 Ekim tezkeresi", 1 Mart 2003 tezkeresinde, siyasal iktidarın 2 Ekim 2014 günkü Cumhuriyet'te belirtildiği üzere acemiliklerini sözde geri bırakan bir tavırla, "önce tezkere, sonra ABD ile anlaşma" taktiği ile gündeme getiriliyor. Böylece Türkiye'nin kendi parlamentosunda kendisine tanıdığı sınırsız haklar, olası bir uzlaşmada törpülenecek. 1 Mart 2003'deki duyarlık, bu sefer toplumsal bazda bir harekete neden olamadı. Zira "IŞİD tehlikesi"nin Türkiye'nin ve Batı'nın büyük metropollerini de hedefleyerek yayılması, Rojava'da PKK'ya yakın PYD'nin, bizzat PKK ve Barzani peşmergelerinin işbirliği, PKK'nın Irak'ta Barzani'ye silahlı desteği, IŞİD'e karşı bir Kürt dayanışmasının oluşması, "tezkere karşıtı bir toplumsal koalisyonu"nun yaygınlaşmasını engelledi. Bununla birlikte HDP tezkereye karşı bir tutum içinde. Zira AKP iktidarının Suriye sınırı içinde kuracağı "güvenli bölgeler" aracılığıyla Kürt hareketini engelleyeceği, IŞİD'e nefes aldıracağı kuşkularını ifade ediyorlar. CHP ise, bu tezkerenin IŞİD'ten çok Esad'a karşı bir savaşta kullanılacağı, Türkiye'nin sonu olmayan bir savaşa gireceği gerekçesiyle "hayır" diyeceğini açıklıyor. MHP ise mutat olduğu üzere, siyasal iktidar sıkışınca yardıma koşuyor. Belki de "çözüm süreci"ni sürdüren iktidarın, bu tezkereyle "Kürt hareketi"ni budayabileceğini düşünüyor? Siyasal iktidar ise, Ortadoğu'ya yönelik Osmanlıcı dış politika, Ilımlı İslam deneyimleri tasfiye olurken, Suriye'de alacağı olası rollerle, hem "fatih" olmaya, hem de Batı ile arasını düzeltmeye çalışıyor.
Bu arada olan da Türkiye'ye oluyor...