Kobani'nin IŞİD tarafından işgalinin akabinde, ülkemizde son günlerde 23 kişinin ölümüne yol açan gösterilerle, büyük şehirlerde yaşanan kitlesel protestolarla, 6 ilde sokağa çıkma yasağı ile sonuçlanan kaosla, tam bir panik havası doğdu.
Aslında konu hep benzer bir sarmalın izdüşümünde kendini tekrarlıyor. Mart 2011'den beri, Suriye'de "gecikmiş Arap Baharı" ile başlayan muhalif ayaklanmalar, Esad'ın yıkılması için Batı'nın tutkulu bir heves göstermesi , Türkiye'nin mülteci göçünün ardından muhalif gruplarla boyutları henüz belirlenemeyen ilişkiler içine girmesi, 6 Ekim 2014'te karşımıza kanlı bir bilançoyu çıkartan, iç ve dış krizle geldi. Türkiye, "0 Sorun" ve "bölgeye liderlik etme" hayallerinden dönerek, kendi sınırları içinde, PKK-IŞİD-Türkiye Hizbullahı gibi grupların çatışmalarına sahne olmak durumunda kaldı. Kobani'nin Kurban Bayramı'nda IŞİD'in eline geçmesi, bir dönüm noktası oldu. Terör örgütü PKK'nın başındaki Öcalan'ın, Kobani'yi bir kritik eşik olarak gündeme getirmesi, IŞİD'i "Ortadoğu'nun JİTEM'i" olarak adlandırması, Kobani düşerse Türkiye'de uzun ve kanlı bir darbeyi ima etmesi, tam da bu konularla iç içe giren, bir mesaj içeriğini işaret etmektedir.
IŞİD'in Kobani saldırısı ve eline geçirmesiyle, sadece Suriye Kürtleri'nin bölgesi Rojava'daki kantonlar birbirinden ayrılmıyor, aynı zamanda bölgedeki "Kürt koridoru" parçalanıyor, IŞİD ise Suriye-Irak hattında var olan alan derinliğini pekiştiriyor. Siyasal iktidar ise, IŞİD'in saldırılarına göz yummakla, IŞİD'e halen gizlice yardım etmekle ve Kobani'deki Kürt katliamına karşı sessiz kalmakla suçlanıyor.
Türkiye'nin Kürt kökenli yurttaşlarının Kobani sınırına akın etmesi, ülke içinde çeşitli olayların çıkması, bölgedeki tüm çatışma unsurlarının bir "mikro örneği"nin ülke içine taşınması ile koşut bir seyir izlemektedir. Esad'ı düşürme konusundaki ısrarda, Arap Baharı sonrası Mısır, Esad sonrası planlanan Suriye ve AKP'nin iktidarındaki Türkiye ile, deyim yerindeyse bir "İhvan kuşağı" tasarlanıyordu. Oysa bu girişimler, önce Mısır'daki darbe, bu darbeye Suudi Arabistan önderliğindeki Körfez ülkelerinin desteği, Suriye-Irak hattında Sünni Arap kuşağındaki IŞİD'in "daha büyük bir tehdit" olarak görülmesiyle, darmadağın oldu. Üstelik Haziran 2014'te Musul işgaliyle dünyaya adını daha fazla duyuran IŞİD, Türkiye'nin Musul konsolosluğunu basarak ve 49 yurttaşımızı rehin alarak, Türkiye'nin sonbahara kadar, olası manevra alanlarını daralttı. O dönemde bile, başta Suriye'ye giden tırlar olmak üzere, Türkiye'nin rehineleri birer koz olarak kullanıp, IŞİD'e karşı bir koalisyona girmeyeceği yorumları yapıldı. Rehine krizi çözüldükten sonra, hangi pazarlıkların yapıldığı spekülasyonları Batı medyasında oldukça fazla ele alındı. Musul'daki rehine krizini geride bırakan Erdoğan, BM Genel Kurulu'ndaki temaslarının ardından, "IŞİD karşıtı koalisyona" Türkiye'nin katılacağı, hatta olası bir kara operasyonunun ele alınması gereği yorumunu yaptı. ABD'nin Eylül'de IŞİD'e karşı başlattığı hava operasyonları, bütüncül bir stratejinin ilk adımları mıdır? Yoksa ABD bu çerçevede, dünya kamuoyunun bir bakıma gazını mı almaktadır? Çok tartışılsa da, ABD-Barzani işbirliği, en azından Irak'taki Kürt bölgesinin zayıflaması ya da yok olmasını engellemektedir. Öte yandan IŞİD'e karşı "İncirlik olmazsa Erbil'i kullanma seçeneği", ABD'nin bölgedeki harekat alanını genişletmektedir.
9 Ekim 2014'te Rus dışişleri bakanı Lavrov'un "Rejim değişikliği yapmak için terör karşıtı sloganların kullanılması kabul edilemez." sözü, kara harekatı dahil, Rusya'nın olası bir bütünsel operasyona izin vermeyeceği biçiminde yorumlanabilir. Rusya'nın ve İran'ın desteğine sahip Esad'a karşı, Türkiye'nin "tampon bölge" önerisiyle, bilfiil bir askeri harekata girişmesi zor gözüküyor.
Ancak işin sarpa sardığı yer, Türkiye ile Suriye ve kendi Kürtleri'nin arasına çekilen duvardır. Rojava'da PKK'nın uzantısı PYD'nin hükümranlığı, sadece Türkiye'yi değil, Irak Kürdistan Bölgesel Yönetimi başkanı Barzani'yi de rahatsız ediyor. Ne var ki, Rojava ile arasına hendekler kazdıran Barzani, IŞİD'in Musul-Kobani güzergahında, Kürt koridorunu hedeflemesinden sonra, PKK'nın silahlı kolu HPG ve PYD'nin silahlı kanadı YPG ile birlikte IŞİD'e karşı savaşmaya başladı. Dolayısıyla, Suriye'de Esad karşıtı grupları desteklemekle başlayan ve IŞİD'le sonuçlanan Batı'nın bakış açısı ve Türkiye'nin konumu, gelinen zeminde bir hayli karışık bir denkleme dönüştü. AKP iktidarı, hala "Esad karşıtlığı" obsesyonuyla Batılı müttefiklerinin tepkisini çekerken, Batı'nın gündemi "IŞİD karşıtlığı" olarak değişmiş durumda. IŞİD karşıtı koalisyonda yer almayı kabul eden Türkiye'nin, ABD ile "Esad'ı düşürme" pazarlığıyla, Suriye'ye müdahale koşulları öne sürmesi, "değerli yalnızlığı" arttırıyor. Üstelik bu sefer, Körfez ülkeleri, Mısır, hatta Katar da, bu yolculukta, siyasal iktidar ile birlikte davranmıyor.
"Çözüm süreci"ni diline pelesenk eden siyasal iktidar, Kobani'de değişen dengeler ile, var olan yüzeyi kaybetme riskiyle karşı karşıya. Ülkedeki kaos ortamının yoğunlaşması, gittikçe belirsizliği artan 1300 km.'lik Suriye-Irak sınırı, mültecilerle birlikte yaşanan sorunlar ve Ortadoğu'daki farklı terör gruplarının zemin kazanması, eylem potansiyeline ulaşmaları, çok tehlikeli ve provokatif bir durumu işaret ediyor. Bir de bu ortama, "baskı politikaları" ile yaklaşılınca, üniversitelerde ve büyük kentlerin alanlarında, varoşlarında çatışma görüntüleri de eklenince, "yönetemeyen bir siyaset" anlayışı ön plana çıkıyor. Ülkenin ağırlığı azalıyor, demokrasi eksiği, Batı medyasınca, orta gelir tuzağı ile birlikte ele alınıyor.
Yarını kaybetmemek, ülkenin modern birikimine, kurucu değerlerine sahip çıkmak ve en önemlisi yeniden hesap yapmak için zaman pek kalmadı...
Demokrasiye, laik Cumhuriyet'e ve ülkemize sahip çıkmaktan başka çaremiz yok...
Aslında konu hep benzer bir sarmalın izdüşümünde kendini tekrarlıyor. Mart 2011'den beri, Suriye'de "gecikmiş Arap Baharı" ile başlayan muhalif ayaklanmalar, Esad'ın yıkılması için Batı'nın tutkulu bir heves göstermesi , Türkiye'nin mülteci göçünün ardından muhalif gruplarla boyutları henüz belirlenemeyen ilişkiler içine girmesi, 6 Ekim 2014'te karşımıza kanlı bir bilançoyu çıkartan, iç ve dış krizle geldi. Türkiye, "0 Sorun" ve "bölgeye liderlik etme" hayallerinden dönerek, kendi sınırları içinde, PKK-IŞİD-Türkiye Hizbullahı gibi grupların çatışmalarına sahne olmak durumunda kaldı. Kobani'nin Kurban Bayramı'nda IŞİD'in eline geçmesi, bir dönüm noktası oldu. Terör örgütü PKK'nın başındaki Öcalan'ın, Kobani'yi bir kritik eşik olarak gündeme getirmesi, IŞİD'i "Ortadoğu'nun JİTEM'i" olarak adlandırması, Kobani düşerse Türkiye'de uzun ve kanlı bir darbeyi ima etmesi, tam da bu konularla iç içe giren, bir mesaj içeriğini işaret etmektedir.
IŞİD'in Kobani saldırısı ve eline geçirmesiyle, sadece Suriye Kürtleri'nin bölgesi Rojava'daki kantonlar birbirinden ayrılmıyor, aynı zamanda bölgedeki "Kürt koridoru" parçalanıyor, IŞİD ise Suriye-Irak hattında var olan alan derinliğini pekiştiriyor. Siyasal iktidar ise, IŞİD'in saldırılarına göz yummakla, IŞİD'e halen gizlice yardım etmekle ve Kobani'deki Kürt katliamına karşı sessiz kalmakla suçlanıyor.
Türkiye'nin Kürt kökenli yurttaşlarının Kobani sınırına akın etmesi, ülke içinde çeşitli olayların çıkması, bölgedeki tüm çatışma unsurlarının bir "mikro örneği"nin ülke içine taşınması ile koşut bir seyir izlemektedir. Esad'ı düşürme konusundaki ısrarda, Arap Baharı sonrası Mısır, Esad sonrası planlanan Suriye ve AKP'nin iktidarındaki Türkiye ile, deyim yerindeyse bir "İhvan kuşağı" tasarlanıyordu. Oysa bu girişimler, önce Mısır'daki darbe, bu darbeye Suudi Arabistan önderliğindeki Körfez ülkelerinin desteği, Suriye-Irak hattında Sünni Arap kuşağındaki IŞİD'in "daha büyük bir tehdit" olarak görülmesiyle, darmadağın oldu. Üstelik Haziran 2014'te Musul işgaliyle dünyaya adını daha fazla duyuran IŞİD, Türkiye'nin Musul konsolosluğunu basarak ve 49 yurttaşımızı rehin alarak, Türkiye'nin sonbahara kadar, olası manevra alanlarını daralttı. O dönemde bile, başta Suriye'ye giden tırlar olmak üzere, Türkiye'nin rehineleri birer koz olarak kullanıp, IŞİD'e karşı bir koalisyona girmeyeceği yorumları yapıldı. Rehine krizi çözüldükten sonra, hangi pazarlıkların yapıldığı spekülasyonları Batı medyasında oldukça fazla ele alındı. Musul'daki rehine krizini geride bırakan Erdoğan, BM Genel Kurulu'ndaki temaslarının ardından, "IŞİD karşıtı koalisyona" Türkiye'nin katılacağı, hatta olası bir kara operasyonunun ele alınması gereği yorumunu yaptı. ABD'nin Eylül'de IŞİD'e karşı başlattığı hava operasyonları, bütüncül bir stratejinin ilk adımları mıdır? Yoksa ABD bu çerçevede, dünya kamuoyunun bir bakıma gazını mı almaktadır? Çok tartışılsa da, ABD-Barzani işbirliği, en azından Irak'taki Kürt bölgesinin zayıflaması ya da yok olmasını engellemektedir. Öte yandan IŞİD'e karşı "İncirlik olmazsa Erbil'i kullanma seçeneği", ABD'nin bölgedeki harekat alanını genişletmektedir.
9 Ekim 2014'te Rus dışişleri bakanı Lavrov'un "Rejim değişikliği yapmak için terör karşıtı sloganların kullanılması kabul edilemez." sözü, kara harekatı dahil, Rusya'nın olası bir bütünsel operasyona izin vermeyeceği biçiminde yorumlanabilir. Rusya'nın ve İran'ın desteğine sahip Esad'a karşı, Türkiye'nin "tampon bölge" önerisiyle, bilfiil bir askeri harekata girişmesi zor gözüküyor.
Ancak işin sarpa sardığı yer, Türkiye ile Suriye ve kendi Kürtleri'nin arasına çekilen duvardır. Rojava'da PKK'nın uzantısı PYD'nin hükümranlığı, sadece Türkiye'yi değil, Irak Kürdistan Bölgesel Yönetimi başkanı Barzani'yi de rahatsız ediyor. Ne var ki, Rojava ile arasına hendekler kazdıran Barzani, IŞİD'in Musul-Kobani güzergahında, Kürt koridorunu hedeflemesinden sonra, PKK'nın silahlı kolu HPG ve PYD'nin silahlı kanadı YPG ile birlikte IŞİD'e karşı savaşmaya başladı. Dolayısıyla, Suriye'de Esad karşıtı grupları desteklemekle başlayan ve IŞİD'le sonuçlanan Batı'nın bakış açısı ve Türkiye'nin konumu, gelinen zeminde bir hayli karışık bir denkleme dönüştü. AKP iktidarı, hala "Esad karşıtlığı" obsesyonuyla Batılı müttefiklerinin tepkisini çekerken, Batı'nın gündemi "IŞİD karşıtlığı" olarak değişmiş durumda. IŞİD karşıtı koalisyonda yer almayı kabul eden Türkiye'nin, ABD ile "Esad'ı düşürme" pazarlığıyla, Suriye'ye müdahale koşulları öne sürmesi, "değerli yalnızlığı" arttırıyor. Üstelik bu sefer, Körfez ülkeleri, Mısır, hatta Katar da, bu yolculukta, siyasal iktidar ile birlikte davranmıyor.
"Çözüm süreci"ni diline pelesenk eden siyasal iktidar, Kobani'de değişen dengeler ile, var olan yüzeyi kaybetme riskiyle karşı karşıya. Ülkedeki kaos ortamının yoğunlaşması, gittikçe belirsizliği artan 1300 km.'lik Suriye-Irak sınırı, mültecilerle birlikte yaşanan sorunlar ve Ortadoğu'daki farklı terör gruplarının zemin kazanması, eylem potansiyeline ulaşmaları, çok tehlikeli ve provokatif bir durumu işaret ediyor. Bir de bu ortama, "baskı politikaları" ile yaklaşılınca, üniversitelerde ve büyük kentlerin alanlarında, varoşlarında çatışma görüntüleri de eklenince, "yönetemeyen bir siyaset" anlayışı ön plana çıkıyor. Ülkenin ağırlığı azalıyor, demokrasi eksiği, Batı medyasınca, orta gelir tuzağı ile birlikte ele alınıyor.
Yarını kaybetmemek, ülkenin modern birikimine, kurucu değerlerine sahip çıkmak ve en önemlisi yeniden hesap yapmak için zaman pek kalmadı...
Demokrasiye, laik Cumhuriyet'e ve ülkemize sahip çıkmaktan başka çaremiz yok...