22 Haziran 2014 Pazar

SURİYAK'TAN AFPAK'A "YENİ ORTADOĞU"

Ortadoğu hakkında yapılan değerlendirmelerde, sözcüğün kendisi bile "Ortadoğulu" olmadığından, kimi zaman, yanlış saptamalar içine girebiliyoruz ya da bize gösterilmek istenen vizyondan bir analiz yapmaya çalışıyoruz.
Irak Şam İslam Devleti (IŞİD)in Musul'u ele geçirmesi ve Türkiye'nin Musul başkonsolosluğunu basması, konsolosluk görevlilerimiz ve şoförlerimiz dahil, 80 kişiyi rehin almasından sonra, nihayet kamuoyu, IŞİD gibi bir örgütün varlığından haberdar oldu.
Stratejik derinsizliğe dayalı politikaların, Türkiye'yi Ortadoğu'da nasıl bir bilinmezliğe sürüklediği, dış faktörlerle birlikte ele alındığında daha iyi anlaşılabilir. Ne var ki, Türkiye'nin de dahil olduğu zeminde, bölgedeki değişimi iyi çözümlemek gerekmektedir.
ABD düşünce kuruluşları ve bizzat ABD yönetimince tanımlanan "Genişletilmiş Ortadoğu" Kuzey Afrika'yı da içine alarak, 2004 Haziran'ındaki G-8 zirvesi ve NATO'nun İstanbul Zirvesi'nde somut bir belgeye dönüşmüş, sözkonusu alanda, ekonominin hızlandırılması, satın alma gücünün yükseltilmesi, okur-yazarlığın arttırılması, kadınların ekonomi ve siyasete girmeleri, küçük ve orta ölçekli işletmelerle, istihdamı yoğunlaştırmak gibi bir dizi önerileri içeren yönleriyle dikkat çekmişti. Zira bölge, enerji zengini olmasına rağmen, tiranlıklar ve arkaik ekonomilerle, dünya kapitalizmi açısından birer "kara delik" haline gelmiş, küresel ekonomiye entegre olamamıştı. 10 yıl önce bu konular ele alınırken, ABD'ye yönelik 11 Eylül 2001 saldırıları, bununla birlikte, 2001 sonbaharında Afganistan'a başlayan NATO müdahalesi ve 2003 Mart'ında bizzat ABD'nin gerçekleştirdiği Irak işgalinin gölgesi, derin etkileri vardı. ABD'deki devlet psikolojisi açısından en fazla rahatsız olunan konu, Ortadoğu'da Batı'ya, özellikle de ABD'ye yönelik nefretin, neredeyse geri döndürülemez hale gelmesiydi. Bu bağlamda, Neo-Con'ların, tek yanlı ve şiddete dayalı siyasalarını da not etmek gerek.
2001 Afganistan ve 2003 Irak işgalleri; 2003'teki BM Arap İnsani Kalkınma Raporu, 2004'te sözünü ettiğim, G-8 zirvesi ve NATO belgeleri haline gelen "Genişletilmiş Ortadoğu ve Kuzey Afrika Projesi" ile birlikte değerlendirildiğinde, ortaya ilginç bir tablo çıkıyor. Bu arada, en önemli kilometre taşlarından biri olarak , 2011'de yaşanan sözde "Arap Baharı"nı da eklemeliyiz. Aslında, 2011'de klasik tiranlıkların yıkılması sürecinde, nihayet, 2001'de RAND mutfaklarında hazırlanan Ilımlı İslam projesinin yaşama geçeceği ümidi depreşmişti. ABD'nin yol verdiği İhvan rejimleriyle, Suriye'deki "gecikmiş Arap Baharı"nın ardından, Türkiye-Mısır-Suriye arasında bir "İhvan kuşağı" oluşacak, Batı da "piyasa ekonomisi,, "güvenli enerji güzergahları" çerçevesinde, biçimsel, otoriter, hibrid ancak adı "demokrasi" olan rejimlere destek verecekti. İsrail ve Suudi Arabistan dahil, bölge aktörleri de ona göre siyasetlerine çeki düzen vereceklerdi.
Aslında son tümce, projedeki temel aksaklığı ifade ediyordu. Körfez rejimleri ve İsrail'e rağmen, zorlama "İhvan kuşağı"nın yaşama şansı zaten yoktu.
Suriye'deki uzayan iç savaşta Esad'ın ayakta kalması, Irak'ta faaliyet gösteren El Nusra ve IŞİD gibi örgütlerin, ülke sınırı tanımadan, geniş alanda faaliyet göstermeleri, sonunda IŞİD'in, Suriye ve Irak'taki geniş coğrafyada, "alan hakimiyeti" ve "devlet düzeni sağladığı", yeni tür yapıları tetikledi. Bu arada Irak'ta, Saddam sonrası, siyaset alanından dışlanan Sünni Araplar açısından oluşan ortamdan dolayı, konuyu bir "Sünni rövanşı" olarak ele alan bazı kalemşörler, işi "Sünni devrimi" olarak adlandırma şaşkınlığına vardırdılar. Ele aldığımız ucube durum başka bir yazının konusu. Yeni gelinen aşamadan dolayı Batılılar, artık Suriye ve Irak'tan değil "Suriyak"tan bahsediyor. IŞİD'i de bu çerçevede öne çıkarıyorlar. (Paul Salem, "ISIS may skip Baghdad and instead  Build a new state: 'Syriaq', The World Post, http://www.huffingtonpost.com/paul-salem/isis-baghdad-syriaq_b_5503697.html)
Öte yandan Hürriyet'te Tolga Tanış ta, Batı'nın artık "Suriyak"ı bir olgu olarak kabullenmeye başladığına işaret ediyor. (Tolga Tanış, Ekmel bey ve Washington, Hürriyet,  http://sosyal.hurriyet.com.tr/Yazar/197/Tolga-Tanis/28051/Ekmel-Bey-ve-Washington)
Afganistan'da 1979'da başlayan ve 1990'ların başında sona eren SSCB işgaline karşı, "Selefi mücahitler"e verilen desteğin başında ABD ve Pakistan geliyordu. Pakistan, Soğuk Savaş döneminde, Türkiye ile birlikte, "Yeşil Kuşak projesi" yüzeyinde, SSCB'yi "çevreleme halkası"nın önemli bir zinciriydi. Zülfikar Ali Butto'yu astıran ve General Evren'le "kardeş" olan  Ziya Ül Hak, dinci siyasetlere verdiği primle, ABD projelerindeki ataklığıyla, "sevilen bir bizim çocuk" idi. Pakistan, Afganistan'daki SSCB işgali ve NATO'nun halen devam eden müdahalesinde , Afganistan'da Peştunlar ve Selefi grupların "yol geçen hanı" oldu, sınır kontrolünü kaybetti. Üstelik Taliban, Afganistan'la birlikte, Pakistan'da da bir politik-sosyal güç haline geldi. Pakistan medreselerinde yetişen Talibanlar, artık Batı gözlüğüyle Afpak bölgesinde ele alınıyor. Devlet özelliklerini kaybeden Pakistan'ın, hep benzemeye çalıştığı Türkiye ise, Suriyak olarak anılan, Ortadoğu'nun "yeni Afganistan'ı"nda, Pakistanlaşma riski içine girmiştir. Mezhepler ve etnik yapılarla atomize olan bölgeyi, daha demokratik değil, dinci-mezhepçi-etnikçi yapıların totaliter eğilimleri esir alıyor.
Genişletilmiş Ortadoğu'da Afpak'tan Suriyak'a uzanan "devletsiz yapılar", bölgesel ve küresel bir kaosun habercisidir.
ABD'nin Türkiye'deki otoriter, hibrid eğilimlere kulak tıkaması, dünya egemenliğini, Pasifik'e kaydırması, Türkiye'de siyasal İslam'ın, hegemon bir alanda, Ağustos'taki cumhurbaşkanlığı seçimleri dahil, siyasal bir  tekel yaratması, topyekün felaket emarelerini içinde barındırmaktadır.
O yüzden, kurucu ilkeler ve evrensel demokrasi arasındaki sentezi ve devlet olma özelliklerimizi kaybetmemeye dikkat...
TEHLİKE BİZZAT KOMŞUMUZ OLDU...

17 Haziran 2014 Salı

ORANTISIZ SEÇİM?

Daha çok çatışmalarda duymaya alıştığımız "orantısız güç" kullanımı kavramı, 10 Ağustos 2014'te ülkemizde ilk kez "sandık" yoluyla gerçekleşecek Cumhurbaşkanlığı seçimi açısından "orantısız seçim sarmalı"na dönüşmüş durumda.
Şöyle ki; Erdoğan'ın olası adaylığında talip olduğu makam, anayasada işaret edilen Cumhurbaşkanlığı makamı değildir. Siyasal söylevlerinde de sıklıkla belirttiği üzere, "fiili durum" yaratarak, partisinin genel merkezini, parlamento grubunu ve kabineyi yönetecek, adeta 4 koltuğu "bir karpuza" sığdıracak bir "tek adam yönetimi"ne talip olunmaktadır. Elbette bunların yanında, yargıyı da içine alan bir "kuvvetler birliği" esasıyla, ülkeyi hibrit olmanın da ötesinde bir otoriterliğe sürükleyen tasarımlar sözkonusudur. Bu çerçevenin ABD'deki "başkanlık" sistemiyle bir ilgisi yoktur. "Check and balance" adı verilen, kurumların birbirini denetlemesi ve dengelemesi üzerine yapılanmış olan ABD sistemi, gerçekleri ve federal yapısıyla kendine özgüdür. Başka bir ülkede uygulanma şansı da yoktur.
Erdoğan'ın karşısında "aday" olacak kişilerin talip olduğu makam ise parlamenter sistemdeki "Cumhurbaşkanlığı" makamıdır. Simgesel yanı ağır basan, bununla birlikte, 1982 anayasasının çarpık bir biçimde, aynı zamanda "yürütmenin başı" haline getirdiği makam, güçlü atamalar ve veto gibi silahlarıyla, sistem içinde sadece eşgüdüm sağlamamakta, belli bir siyasal-toplumsal ağırlığı da, kendi yaklaşımına göre koyabilmektedir.
Görünen odur ki, Erdoğan, "kuvvetler birliğine" dayalı bir otoriter başkanlık sistemine aday olmakta, karşısındakiler de değindiğim çerçevede "Cumhurbaşkanlığı"na talip olmaktadır.
CHP-MHP'nin "çatı aday" olarak işaret ettiği Prof.Dr.Ekmeleddin İhsanoğlu, daha çok uluslararası kimliğiyle, İslam Konferansı Örgütü'ndeki Genel Sekreterlik göreviyle ve doğduğu, eğitimini aldığı Mısır'la, El Ezher'le, öte yandan Britanya'daki Exeter eğitimiyle dikkat çekmektedir.
Saygın bir uluslararası kimlik elbette önemlidir. Ülkemiz son yıllarda, önemli prestij kayıplarına uğramıştır. Ne var ki, Prof.Dr. İhsanoğlu, CHP yönetiminin, "çatı aday" formülü zemininde, İslami algı çerçevesinde adaylaştırılmıştır. Parti örgütünün düşüncesi, tabanın yaklaşımları göz önüne alınmamış, CHP örgütünün, önüne "son dakika" gelen formüle çok ses çıkartmayacağı öngörülmüştür. Partinin "yeter ki seçilsin" mantığıyla, 30 Mart 2014 yerel seçimlerinde, parti kimliğine bakmadan yaptığı adaylaştırmalar, daha çok bir "platform" görünümünü ortaya koymuştur. Kısacası CHP'nin farklı partilerden destek beklediği "çatı aday"la ilgili, önce kendi tabanı ve örgütünü ikna etmesi gerekmektedir. Ancak bunun için de zaman son derece kısıtlıdır.
İşin bir başka boyutu ise, İhsanoğlu'nun adaylaştırılmasındaki "İslami" çerçevenin, ülkemizde son yıllarda iyice zemine oturtulan, "hegemonya"ya sunduğu hizmettir. Erdoğan'ın ancak İslami duyarlıkları olan bir "aday"la sandıkta yenilebileceği görüşü, hızla okulları neredeyse tamamen "imam-hatipleşen", medyada İslami "oto-sansürün" yaygınlaştığı, yaşam tarzlarının alıştırılarak "dönüştürüldüğü", kurbağanın kısık ateşteki tencerenin içindeki suda yanması gibi bir durumda, mevcut hegemonyaya teslim olmak, "farklı" olmayı ayıp sayan yaklaşımlara ayak uydurmaktır.
Demokrasi, benzeşen unsurlarla değil, farklı adaylar ve partilerle gerçekleşen bir rekabeti yansıtır. Aksi takdirde, neredeyse sadece "iyi bir insan" olmaya indirgenen  adaylaştırma, apolitik, ancak benzer bir unsur olarak, seçimi meşrulaştıran bir çabayı öngörür.
10 Ağustos'taki seçimde, birbirine kişilik olarak olmasa da, kamuoyuna sunulan biçimiyle, benzer dünya görüşleri çerçevesinde yarışacak iki adaydan, kendi partisini konsolide etmiş, partili kimliğiyle "başkanlığa" talip olanın kazanması, kuvvetli bir olasılık olarak masada durmaktadır.
Ezberi bozacak bir yaklaşımın değil, İslamcı iki adayın yarışacağı bir rekabetin, tribünden destekçisi olmak, ileride ne tür hesap hatalarını gündeme getirir?
Tartışma ve siyaseten hesaplaşma zamanıdır...

11 Haziran 2014 Çarşamba

YA BAĞDAT DÜŞERSE?

Ortadoğu'da herhangi bir konuda ele aldığınız yazı, mürekkebi kurumadan, yeni gelişmelerle daha fazla anlam kazanabiliyor ya da kadük hale gelebiliyor. Çok şükür, yazdıklarım çerçevesinde "ben dememiş miydim" reflekslerim güç kazanıyor ancak asıl belirleyicinin bilimsel bakış olduğunun rahatlığıyla, yine mütevazı köşeme çekiliyorum.
Irak'ta 25 yıla dayanan bir dönem, belirsizlikleri doğurduğu gibi, 1916 Sykes-Picot ve 1920 San Remo Konferansı'nda Batılı güçlerin çizdiği yapay haritaların test edildiği, yerine yenisinin bir türlü ikame edilemediği bir zincirleme kaos ortamını doğurdu. Her iki körfez savaşından sonra, "yeni dünya düzeni"nin geldiğini ülkemize muştulayan! kalemşörler, artık herşeyin farklı olacağını, Fukuyama'nın "tarih bitti" tespitinde olduğu üzere, yeni bir tarih okumasının geliştirilmesi gerektiğini, işaret parmaklarını sallayarak ifade etmişlerdi. 10 Haziran 2014 itibarıyla, Irak ve Ortadoğu'da, Musul'un IŞİD'in eline geçmesiyle "bölge tarihinde" dönüm noktası yaşandığını ileri sürenler, Kerkük'ün batı bölgelerinin ve Bağdat'a 150 km. uzaklıktaki Tıkrit'in IŞİD saldırılarına uğradığını görünce afalladılar. Herkes, karnından konuşarak şunu ima etmeye başladı. "Acaba sıra Bağdat'ta mı?" Ya da başlığımıza konu olan ifadeyle, "Ya Bağdat düşerse..."
Oysa, 1990-1991 sürecinde, "yeni dünya düzeni" zemininde, herşey farklı gösteriliyordu. 2003'teki II.Körfez Savaşı sonrasında ise, ABD'nin Irak'ı konvansiyonel işgaliyle, adeta ABD'li general Macarthur'un Japonya'ya II.Dünya Savaşı sonrası vesayetine gönderme yapılıyordu. Buna göre, 2005 Irak anayasasındaki ifadesiyle, İslami, federal, demokratik bir Irak ortaya çıkıyordu. Bir başka açıdan bakıldığında, İslami sözcüğünün İslamcılık olmadığı, demokrasi ve temel haklara yapılan atıflarla, anayasada ifade edilen tek bölgesel yönetim olan Kürdistan Bölgesel Yönetimi'nin "seküler ve federal bir özerk yönetim" modeliyle, diğer Sünni ve Şii Arap bölgelerle bir "denge oluşturulduğu" yorumlanıyordu.
Mesut Barzani, ("Kurdistan Is a Model for Iraq", The Wall Street Journal, November 12, 2008. http://online.wsj.com/article/SB122645258001119425.html)
Irak'ın ABD patentli anayasasında, yasama-yürütme-yargı erklerine sahip bölgeler, iç egemenliğe sahip olurken, sadece Kürdistan Bölgesel Yönetimi oluşturuluyor, diğer bölgelerin oluşumu, zamana bırakılıyordu. Anayasada, salt çoğunluğu seçim sistemi olarak zorlayan yöntemle, Şii Arap ve Sünni Kürtler'den oluşan bir koalisyon oluşturulurken, Osmanlı dönemi, Britanya'nın manda dönemi, krallık dönemi ve BAAS sürecinde, siyasal elit olan Sünni Araplar, yönetim erklerinden dışlanıyor, "yeni Irak"ta azınlık olmanın kaderiyle baş başa kalıyorlardı? (Deniz Tansi, "Irak Anayasası Üzerinden Büyük Ortadoğu", Jeopolitik, Aralık 2005)
2003 sonrası anımsanacak olursa, direniş ağırlıklı olarak Sünni Arap bölgelerden geldi O zamandan beri işlenen Tıkrit-Ramadi ve Felluce arasındaki "Sünni üçgeni", önceleri Saddam'ın "eski ordusu" ile bağlantılı olarak değerlendirildi. Halbuki zaman içinde, Sünni Arap bölgelerinde, işgale ve diğer unsurlara yönelik artan radikalizm, Vahabi-Selefi anlayışına, El Kaide yapılanmasına olanak sağladı. Siyaseten elde edilemeyen kazanımlar, silah yoluyla ortaya konulmaya başlandı.
Irak İslam Devleti, El Nusra gibi yapılanmalar, "işgal sonrası" dönemde, adını daha çok duyurmaya başladı. Burada iki dönüm noktası vardır. Birincisi Mart 2011'de Suriye'de başlatılan "gecikmiş Arap baharı", diğeri de Aralık 2011'de ABD'nin Irak işgalini resmen bitirmesidir. Bu süreçlerde oluşan siyasal-toplumsal boşluk ve kargaşa ortamı, bu örgütlerin, daha sonraki yapılanmalarında belirleyici oldu. Irak İslam Devleti yapılanması, Suriye'deki "iç savaş"ta da rol alınca, kapsama alanını genişletti ve Irak-Şam İslam Devleti (IŞİD)e dönüştü. IŞİD, El Kaide ile olan bağını kestiği gibi; daha sonra gerek El Nusra, gerekse de Suriye'de ÖSO ile çatışmalara girdi, zaman içinde Suriye-Irak hattında bir "Selefi kuşağı" meydana getirdi. En çok  çatıştığı unsur da, Suriye'de Rojava bölgesindeki Kürt unsurların siyasal örgütü ve PKK'nun siyasal uzantısı PYD oldu. Barzani ile Kürdistan Bölgesel Yönetimi ile de zaman içinde komşu oldu. IŞİD, aralarındaki ihtilafa rağmen, Irak'ta Barzani-Maliki, Suriye'de ise El Nusra, PYD, ÖSO ve diğer unsurlarla ters düştü.
Türkiye'nin Suriye'deki iç savaşta "müdahil olma" hevesi, muhalif grupların ülkemizden destek aldığı savları, kişiselleştirilen bir zeminde, "Esad karşıtlığı" ile açıklamaya çalışılırken, daha sonra siyasal iktidar El Nusra ve IŞİD'in her ikisini de "terörist" ilan etmek durumunda kaldı. Trajikomik bir rastlantıyla, Türkiye artık IŞİD'le, Suriye-Irak hattında, uzun bir sınıra sahip, komşu olmuştu.
Artık iş işten geçmişti. Suriye-Irak zemini "Afganistanlaşırken", evlerden ırak, ülkemizin "Pakistanlaşması" riski, yaşanan son süreçlerle ele alındığında, kaygı vericidir. Osmanlı hayaliyle beslenen birtakım siyasalar, Türkiye'nin kendi toprak bütünlüğü ve ulusal birliği açısından, endişe verici durumlara dönüşmüştür. Hatay'dan Hakkari'ye kadar uzanan bir sınırın, düzenli devlet muhataplarını içermemesi, son dönemde Kürt petrolü konusunda Bağdat'ı dışlayan siyasal iktidar açısından da, şapkayı tekrar önüne koyma zamanıdır.
Tekrar başa dönersek, "Bağdat düşerse", Doğu Akdeniz'den Basra'ya uzanan ve "Ortadoğu'nun kalbi" sayılacak coğrafya, Afganistan-Lübnan karışımı bir uzun erimli istikrarsızlık, kaos ve savaşa mahkum olur. Bölgesel istikrarsızlık, küresel istikrarsızlığı tetikler. Hobbes'un söylediği gibi "herkesin herkesle savaşı" gündeme gelir. O zaman da, bu coğrafya kimseye kalmaz.
IŞİD'e karşı, bölgesel-küresel yüzeyde bir seferberlik zamanıdır. 2005 ve 2010'da Milli Güvenlik Siyaset belgesindeki revizyonlarda, Türkiye'nin "öncelikli tehditleri" içerisine giren El Kaide, 15-20 Kasım 2003'te ülkemizi İstanbul'dan vurmuştu. 11 Haziran 2014'te ise Musul konsolosluğumuzu basıp, diplomatlarımızı rehin aldılar. IŞİD Türkiye'ye savaş açtı.
Türkiye'nin ekonomik ve askeri gücü, bölgede istikrar unsuru olacak bir potansiyeli ifade etse de, IŞİD'in açtığı savaş, dikkat çekicidir. Militan bir örgüt, ülkemize savaş açmıştır. Üstelik, bu bağlamda, ülkemizin içinde "bölücü terör" başta olmak üzere, başka yapılanmalar vardır. Mülteci konumundaki Suriyeliler'in bir bölümü, kriminal işlerin içindedir, terör unsurlarını barındırmaktadır.
Ortadoğu'ya yön verme hayalinin bedeli, bir biçimde ortaya çıkmaktadır. Bu süreçte, Bağdat'ı korumak kadar, ileride Şam'ın da düşmesini engellemek gerekir.
Siyasette ebedi dostluklar ve düşmanlıklar olmaz.
Barış, istikrar, demokrasi ve ekonomik kalkınma için "büyük Ortadoğu"ya değil, tüm bölge insanlarının dayanışması ve kardeşliğine gereksinim vardır.
Türkiye'nin "laik-demokratik" modeli, modern ekonomi ve ulus anlayışı, bu ihtiyaçlara 91 yıl önce yanıt vermiştir. Yeter ki ders alınsın, kompleksler bir tarafa bırakılsın.
Yarın çok geç olmasın...

9 Haziran 2014 Pazartesi

ERBİL'DE BULUŞAN YOLLAR...

Ortadoğu'nun kalbi sayılan Irak-Suriye hattında yaşananlar, Basra Körfezi'nden Doğu Akdeniz'e uzanan bir çerçevede, ister istemez enerji politikalarını, her iki ülkedeki belirsizlikten kaynaklanan "yeni devletçikler", "yeni antiteler", "devletlerle yarışan militan örgütler" gerçeğini gündemimize getiriyor. 
Bundan 10 yıl önce, deneyimli gazeteci Seymour Hersh, ilginç  bir makale kaleme almıştı. (Seymour Hersh, “Plan B”, New Yorker, June 06, 2004, , file://A:/The%20New%Yorker.htm.) Hersh'in, ilgili yazısında, İsrail ordusundan emekli olduğu ya da ayrıldığı gösterilen, tecrübeli subayların, Barzani'nin kontrolündeki Kürt bölgesinde, peşmergelere "komando eğitimi" verdikleri, özel operasyonların buradan gerçekleştirildiği, İran'ın tam da bu bölgeden izlendiği hakkında, çok dikkat çeken iddialar vardı. Hersh, peşmergelere özel askeri eğitim veren, İsrail'in seçkin eğitim subaylarının oluşturduğu birliğin adının da Mistaravim olduğunu söylemiş, askeri çıkarların yanısıra, ekonomik ölçekli önemli yatırımların da gerçekleştiğini, hacmin ileride daha da artacağını belirtmişti.
Türkiye-İsrail ilişkileri üzerine önemli akademik çalışmaları bulunan, Tel Aviv Üniversitesi Moşe Dayan Merkezi'nde kıdemli araştırmacı, Prof.Ofra Bengio ise, editörlüğünü yaptığı "Kürt Uyanışı: Bölünmüş Yurtta Ulus İnşası" (Kurdish Awakening: Nation-Building in a Fragmented Homeland) adındaki kitabı yayınlanmadan önce, Jerusalem Post'a dikkat çeken  açıklamalar yaptı. (Ariel Ben Solomon, "Iraqi Kurds close to declaring independence,  06/09/2014 http://www.jpost.com/Middle-East/Iraqi-Kurds-close-to-declaring-independence-355717) Bengio, Irak Kürtleri'nin bağımsızlık ilanına her zamankinden daha fazla yakın olduklarını, petrolü Türkiye üzerinden ihraç etmenin merkezi Irak hükümetine bağımlılıktan Barzani bölgesini kurtaracağına dikkat çekti. Bengio, Güney Sudan örneğinde olduğu gibi, Irak anayasasına göre, Kürdistan Bölgesel Yönetimi olarak adlandırılan, Kürt özerk bölgesinin olası bağımsızlık kararını ilk tanıyacaklardan birinin İsrail olacağını söyledi. 
Peki İsrail'in Kürt bölgesi ve politikasına ilgisi, sadece 2004'ten beri süren bir zaman aralığında mı, yoksa daha yapısal bir politika mı, tam da bu çerçevede dikkat çekiyor? Bengio'nun Middle East Quarterly'de yayınlanan makalesi, İsrail-Kürt ilişkilerine 1950'li yıllardan beri ele alan kapsamlı bir analizi içeriyor. (Ofra Bengio, Surprising ties between Israel and the Kurds, Middle East Quarterly, Summer 2014,   http://www.meforum.org/3838/israel-kurds) İsrail'in kuruluşundan beri Kürt politikasına ilgisi, Arap olmayan bir unsurun daha, Ortadoğu'da rol alması gibi gözükmekle birlikte, 1958'de Irak'ta gerçekleştirilen General Kasım'ın darbesi, bu çerçevede bir dönüm noktası oluyor. Irak Kürtleri'ne verilecek "özerklik" vaadiyle, Irak topraklarına dönen Molla Mustafa Barzani, bu vaatler gerçekleşmeyince, 1960'ların başında, Irak'ta "büyük Kürt ayaklanması"nı başlatıyor. O dönemde, Irak Kürtleri'ne iki ABD müttefiki yardımcı oluyor. Biri İsrail, diğeri de "Şah'ın İran'ı". Türkiye, bölgede NATO üyesi bir ABD müttefiki olarak, Irak Kürtleri'ne destek olmuyor. Aslında SSCB'ye yanaşan Irak yönetimine karşı, Türkiye'den de böyle bir tavır beklenebilirdi. Ancak Türkiye'nin kendi "Kürt sorunu"na olası etkileri, bu tavrı sözkonusu bile etmedi.
Irak Kürtleri, 1975 Cezayir Anlaşması'yla, İran-Irak uzlaşması olunca, ortada kaldılar. Irak merkezi kuvvetleri kendilerine saldırınca, İran sınırına kaçan Kürtler, kapılar kapanınca, bir büyük katliama maruz kaldılar. Tıpkı İran-Irak savaşının ardından, Saddam kuvvetlerinin, 1988'de gerçekleştirdiği Halepçe katliamı gibi. Aldatılmışlık ve konjonktüre yenik düşme, burada da kendini gösterdi.
Bengio'nun ilginç tesbitlerinde, İsrail üst düzey yetkililerinin, İran istihbaratının yardımıyla, 1950'lerden beri, Irak Kürtleri ile temas kurdukları, Barzani ailesi ile İsrail'in yakınlıkları, Molla Barzani'nin İsrail'e gizlice 1968 ve 1973'de gitmesi, oğulları Mesud ve İdris'in de İsrail'i ziyaret ettikleri yer alıyor. 
İsrail'in Barzani'ye ne kadar yakınsa, PKK'ya o kadar mesafeli olduğu, Öcalan'ın anti-semitik ve anti-siyonist söyleminin, özellikle Suriye ile olan ilişkisiyle birlikte değerlendirilmesi gerektiği Bengio tarafından vurgulanyor. PKK'ya karşı Türkiye-İsrail işbirliğinin zirvesi ise, Öcalan'ın yakalanması süreciyle birlikte ortaya konuyor. Bu çerçevede, Soğuk Savaş sonrası yalnızlaşan ve İran'la 1980'lerin başından itibaren yakınlaşan Suriye'nin "iki ABD mütefiki" tarafından izole edilmesi de değerlendirilebilir.
8 Haziran 2014'te "Türk bayrağının PKK terör örgütü yandaşları tarafından indirilmesi", bu olaydan önce haftalardır PKK tarafından kapatılan kara yolları, kimlik kontrolleri ile meşgul olan kamuoyunun gündemi, biraz önce ele aldığımız konuların dışında bir zeminde savruluyor. Zira, Barzani'nin Kürt politikası ile, PKK'nın ülkemizde, Suriye'de ve İran'da ortaya koyduğu politika birbirinden oldukça farklı. 2007'ye kadar, Barzani'ye mesafeli olan Türkiye, 2014'te Kürt petrolünü, Irak merkezi hükümetine sormadan, anlaşmalarla, dış piyasaya sürecek kadar, ilişkilerini ilerletti. İlginç olan, Kürt petrolünün, Dörtyol üzerinden İsrail'e satıldığı tesbitleri yapıldı.
Türkiye-İsrail-Irak Kürdistan Bölgesel Yönetimi'nin Erbil'de yolları buluşur ve ABD ekseninde bir diplomasi yürütürken, PKK, 2010 ve 2011'de yaptığı gibi, terörün dozunu arttırarak, bölgesel işbirliğinin nimetlerinden dışlanmak istemiyor. Türkiye'ye Barzani'yle işbirliği ya da konfederal bağlar, askeri işbirlikleri önerilirken, PKK "federasyon" adı altında sürece ortak olmak istiyor. Seçim zamanlarına rast gelen "çatışmasızlık" dönemlerinden sonra, statükonun değişmediğini gözlemliyor, Ağustos 2014'teki Cumhurbaşkanlığı seçimi öncesi, siyasal iktidardan kalıcı bir taviz koparmak istiyor.
Barzani ise, PKK'nın uzantısı PYD'nin Suriye'de oluşturduğu Rojava kantonlarına karşı hendekler kazıyor, ileride bir "büyük Kürdistan" olursa, bunun federal değil, "üniter" olmasını planlıyor. Üstelik olası bağımsızlıkta en çok Türkiye'ye ve İsrail'e gereksinimi var. Bununla birlikte, PKK'nın Kandil'deki terör karargahını "ne olur, ne olmaz" diye Türkiye'ye karşı koz olarak elinde tutuyor, Maliki'ye karşı, Türkiye kozunu kullanıyor. İsrail'in Azerbaycan'a kadar uzanan diplomatik manevra alanında, İran'ın çevrelenmesinde, petrol ticaretinde Barzani bölgesi, stratejik konum arzediyor.
Yazının başlığına bakarak komplo teorileri bekleyenler, Barzani konusunda Türkiye ve İsrail'in ortak konumlarını gördükçe, hayal kırıklığına uğrayabilirler. Oysa ki, benzer tutumlar, iki ülke için Suriye politikasında da var. Bengio'nun dediği gibi, ABD vize vermeden, Barzani bölgesinin "bağımsızlığı" şimdilik beklemede. İsrail gibi, Türkiye de, ABD'nin olumlu işaretiyle, ilk tanıyanlardan biri olur mu?   

3 Haziran 2014 Salı

OBAMA'NIN GÜVENLİK BUNALIMI?

Cumhuriyet gazetesinin duayen dış politika yazarlarından Özgen Acar'ın, Obama'nın West Point askeri akademisinde yaptığı konuşma hakkındaki değerlendirmesi, Türkiye'yle ilgili çağrışımlar açısından ele alınsa da, bir bütün olarak bakıldığında, Demokrat Partili başkanın, dış politika anlayışını bir kez daha gözler önüne serdi.
Acar, Obama'nın özellikle şu sözlerini alıntıladı: “Yeni yüzyıl, tiranlığı (diktatörlüğü) sona erdirmedi. Küremizi çevreleyen başkentlerde -ne yazık ki Amerika’nın bazı ortakları da dahil- sivil toplum üzerinde baskılar var. Yolsuzluk kanseri; pek çok hükümetler ile yandaşlarını zenginleştirdi ve uzak köylerden tutun, geleneksel alanlara kadar vatandaşları öfkelendiriyor.” (Özgen Acar, Obama Gözden Çıkardı, Cumhuriyet, 3/6/2014, http://www.cumhuriyet.com.tr/koseyazisi/78415/Obama_Gozden_Cikardi_.html )
Acar, ABD'nin tiranlık ve yolsuzluk sarmalındaki "müttefikleri" kategorisinde Türkiye'nin de dahil olduğunu söylüyor. Türkiye açısından farklı tartışmaları da getirecek bu durumun yanısıra, konuşmanın tümündeki izlenimler, karşımıza ülkemizi de aşan bir tablo olduğunu gösteriyor. 
(Transcript of President Obama's Commencement Address at the West Point, The New York Times, May 28, 2014,  http://www.nytimes.com/2014/05/29/us/politics/transcript-of-president-obamas-commencement-address-at-west-point.html?_r=0 )
Obama, ABD'ye yaşamsal bir tehdit gelmediği sürece, askeri seçeneğe başvurmayı düşünmediğini ifade ederken, ABD'nin ekonomik ve askeri olarak, hala en büyük ve yönlendirici güç olduğunu iddia ediyor. Suriye dahil, pek çok krizde, ABD'nin direkt müdahale yerine, muhaliflere yardım yapmasının doğru olduğunu belirtiyor. Buradan yola çıkarak, Irak, Ürdün, Türkiye gibi ülkelerdeki "mülteci krizi"ne finansal yardım yapmayı taahhüt ediyor. Nijerya'daki Boko Haram'a yönelik bir askeri müdahaleyi değil, Nijerya hükümetine askeri ve ekonomik yardım yapmanın tercih edileceğini söylüyor.   
Obama, ABD'ye doğrudan yönelmeyen ancak dünya güvenliğini tehdit eden konularda, müttefik ülkelerle "kollektif güvenlik" anlayışının ve ortak risk almanın öne çıkması gereğini vurguluyor. NATO'nun Libya müdahalesi, Fransa'nın Mali operasyonlarına verilen desteği gündeme getiriyor. 
ABD Başkanı, NATO, Dünya Bankası, IMF gibi kuruluşların, değişik açılardan ABD'nin dünyadaki yükümlülüklerini azalttığını ortaya koyuyor.
Bu çerçeveden bakıldığında, ABD'nin izolasyonizmi değil, dost ve müttefiklerle, değerlere bağlı bir dış politikayı tercih ettiğini, uluslararası hukuka ağırlık verdiklerini anlatıyor. Demokrat başkan Wilson'ın, uluslararası ilişkiler literatürüne kazandırdığı, liberal ekolün dünya politikasına, değerler ve kurumlar bağlamında bakış açısını özetleyen, idealizmi özellikle öne çıkarıyor.
Altı çizilen zeminde, tam bir liberal başkanın konuşması olarak ele alınabilir. Obama, Rusya'nın Ukrayna'daki Kırım oldu-bittisine askeri karşılık verilemese de, Doğu Avrupa'daki NATO müttefiklerinin askeri açıdan güçlendirildiği, IMF'nin ekonomik yaptırımlarıyla, Rusya'nın uluslararası toplumda "yalnızlaştırıldığını" yorumluyor. Aynı tavırla, uluslararası toplumun baskısıyla, İran'ın "nükleer silah" yapamadığını dile getiriyor.
Obama, "tek yanlılık" konusundaki hassasiyeti, uluslararası toplumla, değerlerle çizilen bir dış politikayı gündeme getiren, ideolojik bir konuşma.
ABD Başkanı, yeni bir Soğuk Savaş öngörmüyor.ABD için en önemli tehdidi, Rusya'nın Ukrayna'daki oldu-bittilerinin değil, terörizm olarak nitelendiriyor. Kontr-terör çalışmaları için, ABD Kongresi'nden 5 milyar $'lık bir fon talebi çağrısında bulunuyor, bu fonun teröre karşı eğitim ve önlemler kapsamında ele alıyor. Siber savaş ve saldırılara önem verildiğini ve bu tehditlere daha da fazla odaklanılması gerektiğini öne sürüyor. 
Obama, demokrasilerin ABD ulusal güvenliği açısından önemini dile getirirken, Ortadoğu'ya atfen, seçimlerin daha çok uygulandığını savlıyor.
Dünya devi olmanın nimetlerini sıralarken, demokrasi, hukuk devleti kavramlarını ulusal güvenlik yüzeyinde ele alırken, bazı müttefiklerindeki tiranlık ve yolsuzluk değerlendirmesi göze çarpsa da, Obama yönetiminin dış politikada müdahil olmama tavrı, bir kez daha pekişiyor. İşte bu bağlamda Brzezinski'nin uyarısı dikkat çekiyor. Brzezinski, Obama'nın West Point'teki konuşmasında teröre odaklansa da, post-hegemonik dönemin artan, daha kompleks tehditlerine ve olası kaosuna yer vermediğini vurguluyor. Ünlü uzmanın uyarısında, şu başlık önemli. ABD hegemonyası gerçekten bitiyorsa, acaba lidersiz dünya düzeni, kaosa mı savruluyor? Yeni bir "güçler dengesi", dünya düzenini sağlayan kurumların içinin boşalmasıyla, dengesiz bir dengeyi mi barındırıyor? Obama'yla birlikte, ABD dünya liderliğini bırakmaya mı hazırlanıyor? Sivil toplumu öne çıkaran Obama, bir hayal dünyasında mı yaşıyor? Obama'nın değerleri, kendi güvenlik bunalımına mı dönüşüyor?
Kasım 2014'te ABD Kongre ara seçimleri ve Kasım 2016'da ABD'de başkanlık seçimleri var.
O zamana kadar, zaman doldurma seansları, yine bazı müttefikleri için söz konusu olabilir...