Ortadoğu hakkında yapılan değerlendirmelerde, sözcüğün kendisi bile "Ortadoğulu" olmadığından, kimi zaman, yanlış saptamalar içine girebiliyoruz ya da bize gösterilmek istenen vizyondan bir analiz yapmaya çalışıyoruz.
Irak Şam İslam Devleti (IŞİD)in Musul'u ele geçirmesi ve Türkiye'nin Musul başkonsolosluğunu basması, konsolosluk görevlilerimiz ve şoförlerimiz dahil, 80 kişiyi rehin almasından sonra, nihayet kamuoyu, IŞİD gibi bir örgütün varlığından haberdar oldu.
Stratejik derinsizliğe dayalı politikaların, Türkiye'yi Ortadoğu'da nasıl bir bilinmezliğe sürüklediği, dış faktörlerle birlikte ele alındığında daha iyi anlaşılabilir. Ne var ki, Türkiye'nin de dahil olduğu zeminde, bölgedeki değişimi iyi çözümlemek gerekmektedir.
ABD düşünce kuruluşları ve bizzat ABD yönetimince tanımlanan "Genişletilmiş Ortadoğu" Kuzey Afrika'yı da içine alarak, 2004 Haziran'ındaki G-8 zirvesi ve NATO'nun İstanbul Zirvesi'nde somut bir belgeye dönüşmüş, sözkonusu alanda, ekonominin hızlandırılması, satın alma gücünün yükseltilmesi, okur-yazarlığın arttırılması, kadınların ekonomi ve siyasete girmeleri, küçük ve orta ölçekli işletmelerle, istihdamı yoğunlaştırmak gibi bir dizi önerileri içeren yönleriyle dikkat çekmişti. Zira bölge, enerji zengini olmasına rağmen, tiranlıklar ve arkaik ekonomilerle, dünya kapitalizmi açısından birer "kara delik" haline gelmiş, küresel ekonomiye entegre olamamıştı. 10 yıl önce bu konular ele alınırken, ABD'ye yönelik 11 Eylül 2001 saldırıları, bununla birlikte, 2001 sonbaharında Afganistan'a başlayan NATO müdahalesi ve 2003 Mart'ında bizzat ABD'nin gerçekleştirdiği Irak işgalinin gölgesi, derin etkileri vardı. ABD'deki devlet psikolojisi açısından en fazla rahatsız olunan konu, Ortadoğu'da Batı'ya, özellikle de ABD'ye yönelik nefretin, neredeyse geri döndürülemez hale gelmesiydi. Bu bağlamda, Neo-Con'ların, tek yanlı ve şiddete dayalı siyasalarını da not etmek gerek.
2001 Afganistan ve 2003 Irak işgalleri; 2003'teki BM Arap İnsani Kalkınma Raporu, 2004'te sözünü ettiğim, G-8 zirvesi ve NATO belgeleri haline gelen "Genişletilmiş Ortadoğu ve Kuzey Afrika Projesi" ile birlikte değerlendirildiğinde, ortaya ilginç bir tablo çıkıyor. Bu arada, en önemli kilometre taşlarından biri olarak , 2011'de yaşanan sözde "Arap Baharı"nı da eklemeliyiz. Aslında, 2011'de klasik tiranlıkların yıkılması sürecinde, nihayet, 2001'de RAND mutfaklarında hazırlanan Ilımlı İslam projesinin yaşama geçeceği ümidi depreşmişti. ABD'nin yol verdiği İhvan rejimleriyle, Suriye'deki "gecikmiş Arap Baharı"nın ardından, Türkiye-Mısır-Suriye arasında bir "İhvan kuşağı" oluşacak, Batı da "piyasa ekonomisi,, "güvenli enerji güzergahları" çerçevesinde, biçimsel, otoriter, hibrid ancak adı "demokrasi" olan rejimlere destek verecekti. İsrail ve Suudi Arabistan dahil, bölge aktörleri de ona göre siyasetlerine çeki düzen vereceklerdi.
Aslında son tümce, projedeki temel aksaklığı ifade ediyordu. Körfez rejimleri ve İsrail'e rağmen, zorlama "İhvan kuşağı"nın yaşama şansı zaten yoktu.
Suriye'deki uzayan iç savaşta Esad'ın ayakta kalması, Irak'ta faaliyet gösteren El Nusra ve IŞİD gibi örgütlerin, ülke sınırı tanımadan, geniş alanda faaliyet göstermeleri, sonunda IŞİD'in, Suriye ve Irak'taki geniş coğrafyada, "alan hakimiyeti" ve "devlet düzeni sağladığı", yeni tür yapıları tetikledi. Bu arada Irak'ta, Saddam sonrası, siyaset alanından dışlanan Sünni Araplar açısından oluşan ortamdan dolayı, konuyu bir "Sünni rövanşı" olarak ele alan bazı kalemşörler, işi "Sünni devrimi" olarak adlandırma şaşkınlığına vardırdılar. Ele aldığımız ucube durum başka bir yazının konusu. Yeni gelinen aşamadan dolayı Batılılar, artık Suriye ve Irak'tan değil "Suriyak"tan bahsediyor. IŞİD'i de bu çerçevede öne çıkarıyorlar. (Paul Salem, "ISIS may skip Baghdad and instead Build a new state: 'Syriaq', The World Post, http://www.huffingtonpost.com/paul-salem/isis-baghdad-syriaq_b_5503697.html)
Öte yandan Hürriyet'te Tolga Tanış ta, Batı'nın artık "Suriyak"ı bir olgu olarak kabullenmeye başladığına işaret ediyor. (Tolga Tanış, Ekmel bey ve Washington, Hürriyet, http://sosyal.hurriyet.com.tr/Yazar/197/Tolga-Tanis/28051/Ekmel-Bey-ve-Washington)
Afganistan'da 1979'da başlayan ve 1990'ların başında sona eren SSCB işgaline karşı, "Selefi mücahitler"e verilen desteğin başında ABD ve Pakistan geliyordu. Pakistan, Soğuk Savaş döneminde, Türkiye ile birlikte, "Yeşil Kuşak projesi" yüzeyinde, SSCB'yi "çevreleme halkası"nın önemli bir zinciriydi. Zülfikar Ali Butto'yu astıran ve General Evren'le "kardeş" olan Ziya Ül Hak, dinci siyasetlere verdiği primle, ABD projelerindeki ataklığıyla, "sevilen bir bizim çocuk" idi. Pakistan, Afganistan'daki SSCB işgali ve NATO'nun halen devam eden müdahalesinde , Afganistan'da Peştunlar ve Selefi grupların "yol geçen hanı" oldu, sınır kontrolünü kaybetti. Üstelik Taliban, Afganistan'la birlikte, Pakistan'da da bir politik-sosyal güç haline geldi. Pakistan medreselerinde yetişen Talibanlar, artık Batı gözlüğüyle Afpak bölgesinde ele alınıyor. Devlet özelliklerini kaybeden Pakistan'ın, hep benzemeye çalıştığı Türkiye ise, Suriyak olarak anılan, Ortadoğu'nun "yeni Afganistan'ı"nda, Pakistanlaşma riski içine girmiştir. Mezhepler ve etnik yapılarla atomize olan bölgeyi, daha demokratik değil, dinci-mezhepçi-etnikçi yapıların totaliter eğilimleri esir alıyor.
Genişletilmiş Ortadoğu'da Afpak'tan Suriyak'a uzanan "devletsiz yapılar", bölgesel ve küresel bir kaosun habercisidir.
ABD'nin Türkiye'deki otoriter, hibrid eğilimlere kulak tıkaması, dünya egemenliğini, Pasifik'e kaydırması, Türkiye'de siyasal İslam'ın, hegemon bir alanda, Ağustos'taki cumhurbaşkanlığı seçimleri dahil, siyasal bir tekel yaratması, topyekün felaket emarelerini içinde barındırmaktadır.
O yüzden, kurucu ilkeler ve evrensel demokrasi arasındaki sentezi ve devlet olma özelliklerimizi kaybetmemeye dikkat...
TEHLİKE BİZZAT KOMŞUMUZ OLDU...
Irak Şam İslam Devleti (IŞİD)in Musul'u ele geçirmesi ve Türkiye'nin Musul başkonsolosluğunu basması, konsolosluk görevlilerimiz ve şoförlerimiz dahil, 80 kişiyi rehin almasından sonra, nihayet kamuoyu, IŞİD gibi bir örgütün varlığından haberdar oldu.
Stratejik derinsizliğe dayalı politikaların, Türkiye'yi Ortadoğu'da nasıl bir bilinmezliğe sürüklediği, dış faktörlerle birlikte ele alındığında daha iyi anlaşılabilir. Ne var ki, Türkiye'nin de dahil olduğu zeminde, bölgedeki değişimi iyi çözümlemek gerekmektedir.
ABD düşünce kuruluşları ve bizzat ABD yönetimince tanımlanan "Genişletilmiş Ortadoğu" Kuzey Afrika'yı da içine alarak, 2004 Haziran'ındaki G-8 zirvesi ve NATO'nun İstanbul Zirvesi'nde somut bir belgeye dönüşmüş, sözkonusu alanda, ekonominin hızlandırılması, satın alma gücünün yükseltilmesi, okur-yazarlığın arttırılması, kadınların ekonomi ve siyasete girmeleri, küçük ve orta ölçekli işletmelerle, istihdamı yoğunlaştırmak gibi bir dizi önerileri içeren yönleriyle dikkat çekmişti. Zira bölge, enerji zengini olmasına rağmen, tiranlıklar ve arkaik ekonomilerle, dünya kapitalizmi açısından birer "kara delik" haline gelmiş, küresel ekonomiye entegre olamamıştı. 10 yıl önce bu konular ele alınırken, ABD'ye yönelik 11 Eylül 2001 saldırıları, bununla birlikte, 2001 sonbaharında Afganistan'a başlayan NATO müdahalesi ve 2003 Mart'ında bizzat ABD'nin gerçekleştirdiği Irak işgalinin gölgesi, derin etkileri vardı. ABD'deki devlet psikolojisi açısından en fazla rahatsız olunan konu, Ortadoğu'da Batı'ya, özellikle de ABD'ye yönelik nefretin, neredeyse geri döndürülemez hale gelmesiydi. Bu bağlamda, Neo-Con'ların, tek yanlı ve şiddete dayalı siyasalarını da not etmek gerek.
2001 Afganistan ve 2003 Irak işgalleri; 2003'teki BM Arap İnsani Kalkınma Raporu, 2004'te sözünü ettiğim, G-8 zirvesi ve NATO belgeleri haline gelen "Genişletilmiş Ortadoğu ve Kuzey Afrika Projesi" ile birlikte değerlendirildiğinde, ortaya ilginç bir tablo çıkıyor. Bu arada, en önemli kilometre taşlarından biri olarak , 2011'de yaşanan sözde "Arap Baharı"nı da eklemeliyiz. Aslında, 2011'de klasik tiranlıkların yıkılması sürecinde, nihayet, 2001'de RAND mutfaklarında hazırlanan Ilımlı İslam projesinin yaşama geçeceği ümidi depreşmişti. ABD'nin yol verdiği İhvan rejimleriyle, Suriye'deki "gecikmiş Arap Baharı"nın ardından, Türkiye-Mısır-Suriye arasında bir "İhvan kuşağı" oluşacak, Batı da "piyasa ekonomisi,, "güvenli enerji güzergahları" çerçevesinde, biçimsel, otoriter, hibrid ancak adı "demokrasi" olan rejimlere destek verecekti. İsrail ve Suudi Arabistan dahil, bölge aktörleri de ona göre siyasetlerine çeki düzen vereceklerdi.
Aslında son tümce, projedeki temel aksaklığı ifade ediyordu. Körfez rejimleri ve İsrail'e rağmen, zorlama "İhvan kuşağı"nın yaşama şansı zaten yoktu.
Suriye'deki uzayan iç savaşta Esad'ın ayakta kalması, Irak'ta faaliyet gösteren El Nusra ve IŞİD gibi örgütlerin, ülke sınırı tanımadan, geniş alanda faaliyet göstermeleri, sonunda IŞİD'in, Suriye ve Irak'taki geniş coğrafyada, "alan hakimiyeti" ve "devlet düzeni sağladığı", yeni tür yapıları tetikledi. Bu arada Irak'ta, Saddam sonrası, siyaset alanından dışlanan Sünni Araplar açısından oluşan ortamdan dolayı, konuyu bir "Sünni rövanşı" olarak ele alan bazı kalemşörler, işi "Sünni devrimi" olarak adlandırma şaşkınlığına vardırdılar. Ele aldığımız ucube durum başka bir yazının konusu. Yeni gelinen aşamadan dolayı Batılılar, artık Suriye ve Irak'tan değil "Suriyak"tan bahsediyor. IŞİD'i de bu çerçevede öne çıkarıyorlar. (Paul Salem, "ISIS may skip Baghdad and instead Build a new state: 'Syriaq', The World Post, http://www.huffingtonpost.com/paul-salem/isis-baghdad-syriaq_b_5503697.html)
Öte yandan Hürriyet'te Tolga Tanış ta, Batı'nın artık "Suriyak"ı bir olgu olarak kabullenmeye başladığına işaret ediyor. (Tolga Tanış, Ekmel bey ve Washington, Hürriyet, http://sosyal.hurriyet.com.tr/Yazar/197/Tolga-Tanis/28051/Ekmel-Bey-ve-Washington)
Afganistan'da 1979'da başlayan ve 1990'ların başında sona eren SSCB işgaline karşı, "Selefi mücahitler"e verilen desteğin başında ABD ve Pakistan geliyordu. Pakistan, Soğuk Savaş döneminde, Türkiye ile birlikte, "Yeşil Kuşak projesi" yüzeyinde, SSCB'yi "çevreleme halkası"nın önemli bir zinciriydi. Zülfikar Ali Butto'yu astıran ve General Evren'le "kardeş" olan Ziya Ül Hak, dinci siyasetlere verdiği primle, ABD projelerindeki ataklığıyla, "sevilen bir bizim çocuk" idi. Pakistan, Afganistan'daki SSCB işgali ve NATO'nun halen devam eden müdahalesinde , Afganistan'da Peştunlar ve Selefi grupların "yol geçen hanı" oldu, sınır kontrolünü kaybetti. Üstelik Taliban, Afganistan'la birlikte, Pakistan'da da bir politik-sosyal güç haline geldi. Pakistan medreselerinde yetişen Talibanlar, artık Batı gözlüğüyle Afpak bölgesinde ele alınıyor. Devlet özelliklerini kaybeden Pakistan'ın, hep benzemeye çalıştığı Türkiye ise, Suriyak olarak anılan, Ortadoğu'nun "yeni Afganistan'ı"nda, Pakistanlaşma riski içine girmiştir. Mezhepler ve etnik yapılarla atomize olan bölgeyi, daha demokratik değil, dinci-mezhepçi-etnikçi yapıların totaliter eğilimleri esir alıyor.
Genişletilmiş Ortadoğu'da Afpak'tan Suriyak'a uzanan "devletsiz yapılar", bölgesel ve küresel bir kaosun habercisidir.
ABD'nin Türkiye'deki otoriter, hibrid eğilimlere kulak tıkaması, dünya egemenliğini, Pasifik'e kaydırması, Türkiye'de siyasal İslam'ın, hegemon bir alanda, Ağustos'taki cumhurbaşkanlığı seçimleri dahil, siyasal bir tekel yaratması, topyekün felaket emarelerini içinde barındırmaktadır.
O yüzden, kurucu ilkeler ve evrensel demokrasi arasındaki sentezi ve devlet olma özelliklerimizi kaybetmemeye dikkat...
TEHLİKE BİZZAT KOMŞUMUZ OLDU...