Türkiye'de siyasal yaşam, nereseyse son 12 yıldan beri, bu iki başlığın etrafında özetleniyor. Siyasal iktidarın, 2002 öncesinde siyasal iktidara gelme koşulları, siyasal istikrarsızlık, ekonomik kriz ve yolsuzluklar zincirinde kıvranan koalisyonların ardından, "mağduriyet-iktidar-istikrar" üçgeninde gelişen bir sarmalla birlikte oluşmuştu. Ne var ki, 2007'den itibaren, "tahrik et ve kenetlen" siyaseti, medyada o çok yazılan "algı operasyonları" ile adeta yeni bir hegemon-otoriter yapının evrimini sağladı.
"Yeni Türkiye" başlığında ifade edilenlerin, aslında Osmanlı'ya dönüşle bir ilgisi yoktu. Çankaya'ya AKP'den bir cumhurbaşkanının seçilmesi, adeta bir "devrim" olarak pazarlanmıştı. Kimileri bunun Cumhuriyet'ten bir rövanş mizanseni olduğunu iddia ediyorlardı. O zaman, 2009'dan itibaren, dışişleri bakanlığını üstlenmiş Davutoğlu'nun deyimiyle, bir "yeni Osmanlı" ya da "Osmanlı'ya dönüş" durumu ile mi karşı karşıyaydık? Sorunun yanıtını Prof.Dr. Nilüfer Göle çok yerinde bir değerlendirmeyle veriyor. Göle, Modern Mahrem isimli bilimsel yapıtıyla, siyasal İslam iktidara gelmeden önce, modernite ve mahremiyetin etkileşimini ele almıştı. Bu bağlamda Göle'nin son röportajına odaklandığımızda, "...Muhafazakârlıktan yola çıkan bir hareket gelenekle bağımızı koparıyor. Gelenekle bir ilişkisi yok artık, sürekli bir yeni arayışı içinde. O yüzden yükselen ülkelere benziyor, Avrupa eski kıtası içindeki yerini köhne buluyor. Dikey kentler, güçlü liderler, aşırı tüketim ve kapitalizmin farklı zaman dilimlerinin yaşandığı ülkeler. Çin, Malezya, Hindistan gibi..." sözleri dikkat çekiyor. (Cansu Çamlıbel, "Erdoğan'ı Unutalım One Minute", Hürriyet, 26 Mayıs 2014, http://www.hurriyet.com.tr/gundem/26486200.asp)
İlginç olan, AKP'nin döneceği bir "ancien régime " yok. Kastettiğimiz "Cumhuriyet'in hangi öncesi" sorusudur. 1922 mi, 1918 mi, 1913 mü, 1908 mi, 1876 mı derken, bu liste uzayıp gider. "Yeni Türkiye" artık, Osmanlı'yı sadece bir tarihsel kurgu argümanı, var olan rejimi yozlaştırma unsuru olarak ele alıp, ancak yenisini koyamama sıkıntısı içindedir.
Sözkonusu paradoksu, İslamcı kesimde çok tepki çeken, Mavi Marmara değerlendirmemde ele almıştım. "Yeni Türkiye"nin en önemli bileşenlerinden biri İsrail karşıtlığı üzerine bir duruşun inşa edilmesidir. Yazımda şunları vurgulamıştım: "Mavi Marmara Gazze’yi fethetmeye değil, Gazze üzerinden İstanbul’u fethetmeye gönderildi." (Deniz Tansi, "Mavi Marmara Neyi Simgeliyor", Hasturktv, 27 Aralık 2010, http://www.hasturktv.com/arsiv/1439.htm)
Türkiye-İsrail yakınlaşmasının ele alındığı, Doğu Akdeniz'deki enerji dengelerinin hatta Kıbrıs sorununun olası çözümünün, Türkiye-İsrail barışına endekslendiği bu günlerde, neden Mavi Marmara'ya baskın yapan İsrail ordusunun genelkurmay başkanı, askeri istihbarat başkanı ve deniz-hava kuvvetleri komutanları konusunda , fiilen uygulanması mümkün olmayan bir "yakalama kararı" alındı. Zira, kitleyi "kenetleme" yollarından en önemlisi, İsrail ve Yahudi karşıtlığı üzerinden sağlanıyor.
2007'deki "367 krizi", "Cumhuriyet mitingleri" ve genel seçimler, ardından 2007 referandumu, 2010'daki "çakma 12 Eylül mağduriyeti" ve referandum, 2013'teki "Gezi olayları", 2014'te "tape mağduriyetleri" ve yerel seçim örneklerinden anlaşılabileceği gibi, her seferinde kutuplaştırılan ortamda, önce "karşıt seçmeni tahrik ederek sokağa dökme", ardından evde tutamadığı kendi seçmenini "kenetleme" üzerine yapılan siyaset, günümüzde Alevi yurttaşlarımız üzerindeki tahriklerle sürüyor.
Bu meyanda, Cumhurbaşkanlığı seçim kampanyasında, Mavi Marmara'daki İsrailli komutanların yakalanması kararı, 2.Gezi söylentileri ve Alevi yurttaşların sokağa dökülmesi, beklenen %60'ı getirecek mi?
Siyasal iktidarın en son isteyeceği şey, siyasal ortamın durulması ve normalleşmesidir.
O yüzden, şunu söyleyeyim, tahrik olmamak ve siyasal iktidarın hitap ettiği kesimlerin kenetlenmemesini sağlamak önemlidir.
Bu elbette demokratik hak arama özgürlüğümüzün rafa kaldırılması anlamına gelmez.
Ancak tahrik aşağıdan değil, yukarıdan geliyor.
Benden söylemesi...
"Yeni Türkiye" başlığında ifade edilenlerin, aslında Osmanlı'ya dönüşle bir ilgisi yoktu. Çankaya'ya AKP'den bir cumhurbaşkanının seçilmesi, adeta bir "devrim" olarak pazarlanmıştı. Kimileri bunun Cumhuriyet'ten bir rövanş mizanseni olduğunu iddia ediyorlardı. O zaman, 2009'dan itibaren, dışişleri bakanlığını üstlenmiş Davutoğlu'nun deyimiyle, bir "yeni Osmanlı" ya da "Osmanlı'ya dönüş" durumu ile mi karşı karşıyaydık? Sorunun yanıtını Prof.Dr. Nilüfer Göle çok yerinde bir değerlendirmeyle veriyor. Göle, Modern Mahrem isimli bilimsel yapıtıyla, siyasal İslam iktidara gelmeden önce, modernite ve mahremiyetin etkileşimini ele almıştı. Bu bağlamda Göle'nin son röportajına odaklandığımızda, "...Muhafazakârlıktan yola çıkan bir hareket gelenekle bağımızı koparıyor. Gelenekle bir ilişkisi yok artık, sürekli bir yeni arayışı içinde. O yüzden yükselen ülkelere benziyor, Avrupa eski kıtası içindeki yerini köhne buluyor. Dikey kentler, güçlü liderler, aşırı tüketim ve kapitalizmin farklı zaman dilimlerinin yaşandığı ülkeler. Çin, Malezya, Hindistan gibi..." sözleri dikkat çekiyor. (Cansu Çamlıbel, "Erdoğan'ı Unutalım One Minute", Hürriyet, 26 Mayıs 2014, http://www.hurriyet.com.tr/gundem/26486200.asp)
İlginç olan, AKP'nin döneceği bir "ancien régime " yok. Kastettiğimiz "Cumhuriyet'in hangi öncesi" sorusudur. 1922 mi, 1918 mi, 1913 mü, 1908 mi, 1876 mı derken, bu liste uzayıp gider. "Yeni Türkiye" artık, Osmanlı'yı sadece bir tarihsel kurgu argümanı, var olan rejimi yozlaştırma unsuru olarak ele alıp, ancak yenisini koyamama sıkıntısı içindedir.
Sözkonusu paradoksu, İslamcı kesimde çok tepki çeken, Mavi Marmara değerlendirmemde ele almıştım. "Yeni Türkiye"nin en önemli bileşenlerinden biri İsrail karşıtlığı üzerine bir duruşun inşa edilmesidir. Yazımda şunları vurgulamıştım: "Mavi Marmara Gazze’yi fethetmeye değil, Gazze üzerinden İstanbul’u fethetmeye gönderildi." (Deniz Tansi, "Mavi Marmara Neyi Simgeliyor", Hasturktv, 27 Aralık 2010, http://www.hasturktv.com/arsiv/1439.htm)
Türkiye-İsrail yakınlaşmasının ele alındığı, Doğu Akdeniz'deki enerji dengelerinin hatta Kıbrıs sorununun olası çözümünün, Türkiye-İsrail barışına endekslendiği bu günlerde, neden Mavi Marmara'ya baskın yapan İsrail ordusunun genelkurmay başkanı, askeri istihbarat başkanı ve deniz-hava kuvvetleri komutanları konusunda , fiilen uygulanması mümkün olmayan bir "yakalama kararı" alındı. Zira, kitleyi "kenetleme" yollarından en önemlisi, İsrail ve Yahudi karşıtlığı üzerinden sağlanıyor.
2007'deki "367 krizi", "Cumhuriyet mitingleri" ve genel seçimler, ardından 2007 referandumu, 2010'daki "çakma 12 Eylül mağduriyeti" ve referandum, 2013'teki "Gezi olayları", 2014'te "tape mağduriyetleri" ve yerel seçim örneklerinden anlaşılabileceği gibi, her seferinde kutuplaştırılan ortamda, önce "karşıt seçmeni tahrik ederek sokağa dökme", ardından evde tutamadığı kendi seçmenini "kenetleme" üzerine yapılan siyaset, günümüzde Alevi yurttaşlarımız üzerindeki tahriklerle sürüyor.
Bu meyanda, Cumhurbaşkanlığı seçim kampanyasında, Mavi Marmara'daki İsrailli komutanların yakalanması kararı, 2.Gezi söylentileri ve Alevi yurttaşların sokağa dökülmesi, beklenen %60'ı getirecek mi?
Siyasal iktidarın en son isteyeceği şey, siyasal ortamın durulması ve normalleşmesidir.
O yüzden, şunu söyleyeyim, tahrik olmamak ve siyasal iktidarın hitap ettiği kesimlerin kenetlenmemesini sağlamak önemlidir.
Bu elbette demokratik hak arama özgürlüğümüzün rafa kaldırılması anlamına gelmez.
Ancak tahrik aşağıdan değil, yukarıdan geliyor.
Benden söylemesi...