24 Mayıs 2013 Cuma

KADEHLER KİME KALKIYOR???

Oysa herşey ne güzel başlamıştı? 3 Kasım 2002'de iktidara gelen AKP, insanların yaşam tarzına dokunmayacaktı. 11 Eylül 2001 saldırıları sonrası, ABD düşünce kuruluşlarında üretilen, El Kaide'nin Batı düşmanı İslam'ına karşı, piyasa ekonomisi ve demokratik rejimle uyumlu Ilımlı İslam iktidara gelmişti. Üstelik "yeni iktidar" AB sürecine sahip çıkıyor, "müzakere tarihi" almak adına, KKTC gerçeğini "Annan Planı"yla gündemden kaldırmayı dahi göze alıyordu. AKP'nin MGK'yı simgesel hale getirmesi, askeri-sivil bürokratik vesayeti kaldırmasının bir örneği olarak görülüyordu. Laiklik zaten zaman içinde "sakıncalı" ve "1930'lu yılların  demode kavramı" olarak rafa kaldırılıyordu. Ama bu "dincileşme" asla değildi? ABD'nin "seküler" anlayışı, ABD muhafazakarlığıyla nasıl uyumluysa, burada da "laikçilik" yerine, "mahçup" bir sekülarizm, adı konmadan uygulanabilirdi. ABD örneğinden, "küçük bir ayrıntı"yla farkı, belli bir mezhebin dinin tamamını tekeli altına alması ve dinsel yaşam tarzını ülkeye dayatmasıydı.
2007 seçimlerinde halbuki ne kadar heyecanlı idiler? Kendi "AK Partileri"nin oyları arttıkça sevinen, CHP'nin başarısızlığına "oh olsun" diyenler, şimdilerde "kafa çekmeye gitmekten" çekindikleri Asmalımescit'te kadehlerini AKP için kaldırıyorlardı.
Hele 12 Eylül 2010'daki "referandum"da, "yetmez ama evet" sloganları altında, "evet"oylarını yine Asmalımescit'te kutlayan malum tayfa, bu sefer kadehlerini, yargı ve bürokratik vesayetin kaldırılmasına kaldırıyorlardı.
2007'deki cumhurbaşkanlığı seçimi ve 2010'daki referandum sonucu, "muhafazakar demokrat" iktidarın, otoriterleşmesini, AB hedeflerini ötelemesini hızlandırırken, bunlar hala "yok efendim, abartmayın, herşey demokratikleşiyor" diyorlardı.
Hele 2007 Haziran'ında başlayan, toplu tutuklamalarla 6. yılını dolduran "malum davalar"ı, demokratikleşme, derin devletin tasfiyesi diye nitelendirken, içeride yatanları "oh olsun" diyerek,utanmazca tenkit ederken, hala şaşkınlık içindeydiler. Hukuk felaketlerini,"olur böyle şeyler, Türkiye'nin bağırsakları temizleniyor,şekle takılmayın" demeleri, affedilir gibi değildi.
2011'de de "kadehler", AKP zaferine kalktı. Bu sefer "Arap Baharı" ve "Suriye savaşı" çığırtkanı oldular.
Ancak gün geldi, "kıbleleri" şaştı. AKP'yi eleştiren kimileri, "cemaat" şemsiyesine sarıldılar.
Alkol yasakları gündeme geldiğinde, artık iş işten çoktan geçmişti. Siyasal iktidar, hegemonik kodlarını, simgeler aracılığıyla ortaya koyduğundan, bu uygulama, artık bitmiş bir sürecin, yaldızlı harflerle ilan edilmesiydi. Artık bazıları da "akil" ismini aldılar. Bilmedikleri dinin, belli bir mezhebinin kalemşörü haline gelirken, PKK'yla "mezhep" dayanışması yaparken, Aleviliğin ve Aleviler'in "düşmanı" haline geldiler?
Bir kısmı hala gelinen aşamadaki otoriterliğe "yok canım" derken, bir kısmı, şaşkınlıklarını yaşam biçimi haline getirdiler.
Tahmin ettiniz herhalde? 2.Cumhuriyetçiler, liberaller ve otoriter iktidarın "organik olmayan", üvey evlatları.
Şimdi aralarında şunu konuşuyorlar. "Batı zaten arkamızda, biz de içkilerimizi Avrupa'da, ABD'de ve dünyanın diğer yerlerinde içeriz, varsın avam içmesin" diyorlar?
Kadehlerini, Batı'nın geniş bulvarlarında, keyifle yudumladıkları şaraplarının etkisiyle, ardından baktıkları "laik cumhuriyet"in tasfiyesine mi kaldırıyorlar?
Tarihin "hiçlik" sütununda yerlerini almaktan hiç mi utanmıyorlar??? 

11 Mayıs 2013 Cumartesi

REYHANLI ATEŞİ...

İçinde yaşadığımız "medya çağı"nda, yaşanan herhangi bir olay, günlük akışın içinde kayboluyor. Bazen, yaşanan hadisenin durumuna göre, gündemde kalma oranı belki en fazla birkaç günü geçmiyor.
Reyhanlı'da yaşanan "araç bombası" olarak açıklanan, farklı bomba türlerinin de iddia edildiği, ardı ardına yaşanan patlamalarda, şimdiye kadar gelen haberlere göre şimdilik en az 42 kişi yaşamını yitirdi, 100 civarında ise yaralı var.
Ölen her insana ve yurttaşlarımıza Tanrı'dan rahmet, yaralılara acil şifalar dilerim.  
İlk açıklamalara bakalım. Sayın Cumhurbaşkanı, "provokasyonlara dikkat" çekerken, sayın başbakan "çözüm süreci"ni sabote etmeye ve Suriyeli sığınmacıları zanlı göstermeye yönelik bir  saldırı olarak değerlendirme yaptı. Sayın dışişleri bakanı "Türkiye'nin gücünü kimseye test etmeye kalkmasın" sözünü, bilmem kaçıncı kez sarfetti.
Demokrasilerin en temel erdemi, özgüven değil özeleştiridir. Siyasal iktidarın kendisine duyduğu aşırı özgüven,   Suriye konusunu "kişisel mesele" haline getirmesi, Davutoğlu'nun "Ortadoğu'ya düzen veren ülke", "imparatorluk mirası" savları, sonunda Ortadoğu'ya Türkiye düzeni getirmedi ama Türkiye'yi "Ortadoğu"laştırdı.
Türkiye, "Suriye"leşiyor mu, Hatay "Lübnan"laşıyor mu, ancak somut bir gerçek var ki, Türkiye klasik dengelerini ne yazık ki kaybediyor. Sayın başbakan, ABD'de 16 Mayıs'ta Obama'yla gerçekleşeceği zirve öncesi, yabancı medyaya verdiği röportajda, Suriye yönetiminin "kimyasal silah" kullanma iddiasını gündeme getirdi ve ABD öncülüğünde BM Güvenlik Konseyi'nin Suriye'de "uçuşa yasak bölge" kurulması önerisini ortaya koydu.
İçişleri Bakanı Muammer Güler, alel acele yaptığı açıklamada, saldırının sorumlusu olarak, Suriye istihbarat örgütü El Muhaberat'ı gösterirken, asıl demek istediğini sonra ifade etti. "Suriyeli sığınmacılar ve Suriye muhalefeti"nin bir suçu yok diyerek, uygulanan politikayı meşrulaştırmaya çalıştı.
İddiaların doğruluğu ispatlanırsa "nihayet", Suriye'ye savaş açmak için, "şartlar olgunlaşmış" olacak mı? Yurttaşlarımızın Suriyeli sığınmacılara yönelen öfkelerinde, siyasal iktidarın Suriye muhalefetini desteklemesi, çeşitli lojistik yardımlarda bulunması hatta silah desteği savları, elbette öncelikli yer kaplıyor. Suriyeli sığınmacıların, mültecilerin elbette potansiyel suçu yok, bu anlamda da hiçbir toplum kesimi "toptan kuşkulu" ya da "suçlu" ilan edilemez. Bununla birlikte "mülteci" görünümünde kimi Hür Suriye Ordusu mensuplarının, ana muhalefet partisi CHP milletvekillerinin bile girmesine izin verilmeyen bazı kamplarda, "savaş talimi" yapmaları, Suriye'ye silahlı saldırılarda bulunup, sözkonusu kamplara dönmeleri, değindiğimiz öfke patlamasını beslemiştir.    
Yandaş medyanın  Alevi yurttaşlarımızı "yerli BAAS'çılar" diye hedef gösterdiği, buna karşılık Suriye'den gelen bazı Sünni Arap sığınmacıları ve Suriye muhalefetini kendine daha yakın gören zihniyeti, gelinen hezeyanın önemli bir göstergesidir. Hatta "çözüm süreci" bile, Sünni Kürt'lerle "Sünni taassubu ve taşra otoriterliği" yüzeyinde bir "kardeşlik" projesini andırırken, acaba Alevi yurttaşlarımız, yeni sistemin "ötekileri" mi oluyor?
Laik bir politika, içeride ve dışarıda uygulanmayınca, içerden dışarıya bir "mezhep" ekseninin yerleştirilmeye çalışılması, akıl alır gibi değil.
ABD'nin bile El Kaide'nin uzantısı "El Nusra Cephesi"ne, siyasal iktidarın verdiği destek için uyarması, Suriye muhalefetinin içinde aynı zamanda İhvan'ın da geriletilmesini istemesi, ABD'li yetkililerin Esad sonrası Suriye senaryolarında "Sünni hegemonyası" değil de, "çok kimlikli" yapı tasarlamaları, işleri gerçekten de çok karıştırdı.
Tam bu sırada, Esad kuvvetlerinin "kimyasal silah" kulanma konusunun ABD tarafından, "kırmızı çizgi" ilan edilmesi, siyasal iktidarın "kimyasal silah" kullanılma savlarını, gelen Suriyeli sığınmacılar üzerinde tespit senaryoları, Erdoğan'ın ABD gezisi öncesi, "beklenen müdahale" için bir birikim oluşturabilir mi sorusu akıllara geldi.
Reyhanlı'daki saldırıda, siyasal iktidar yetkililerinin ısrarla Suriyeli sığınmacılar ve Suriye muhalefetini koruma kaygısı, dikkate değerdir. Sözkonusu saldırıda "görünmeyen el", Türkiye'yi savaşa sürükleyecek mi?
ABD buna izin verir mi? Hizbullah Türkiye ve İsrail'e eş zamanlı taarruza geçer mi? İran Türkiye'ye karşı sessiz durur mu? Rusya ne yapar?
Soru çok, ama Ortadoğu'da sonsuz bir girdaba girmek üzere olduğumuz kesin?

1 Mayıs 2013 Çarşamba

OTORİTERLİĞİN 1 MAYIS SINAVI?

1 Mayıs İşçi Bayramı kutlu olsun.
Ne yazık ki, 1 Mayıs 2013, daha önce yaşanan benzerlerini tekrar eder bir tarzda, yine kolluk kuvvetlerinin göstericilere orantısız müdahaleleri, İstanbul'un fiili sokağa çıkma yasağına uğraması, yurttaşların anayasal seyahat etme özgürlüğünün engellenmesi, biber gazı ve tazyikli suyla kayda geçti. Önemli bir gösterge olması bağlamında, ana muhalefet partisi CHP kortejinin ve yöneticilerinin de bu şiddetten payını alması dikkat çekti.
Burada vurgulayacağım nokta, 2014'te "başkanlık sistemi"ne geçiş öncesi, otoriterliğin hegemonik bir zeminde yaşama geçmesi değil sadece. Sözkonusu durumla bağlantılı olarak, ısrarla görmezden gelinen bir "liberal-ikinci cumhuriyetçi" çabanın, tarihteki yerini nasıl alacağıyla ilgili bir değerlendirme yapmaya çalışacağım.
Çok değil, bundan bir sene öncesine gidelim. 1 Mayıs 2012'de, kamuoyuna verilen mesaj, siyasal iktidarın, 1 Mayıs'ı "resmi bayram" ilan etmesi ve Taksim'e 1 Mayıs'ı açmasıyla, "ileri demokrasi"nin geldiği nokta, vesayet rejiminin ortadan kalkması vs. gibi çok umutvar sözlerle betimlendi. 12 Eylül 2010'da "yetmez ama evet" propagandası da, siyasal iktidarın "eski mağdur" olarak, demokrasinin önünü açtığı, sivil ve askeri bürokratik vasiliği tasfiye ettiği ile ilgiliydi. Burada elbette "Cumhuriyet"in kurucu değerleri ve bizzat kendisi medyada hedef alındı.
1 Mayıs 2012 sonrasında, Ulusal Bayramlar'ın "ritüelik" niteliklerinin ortadan kaldırılmasının yanısıra, 21 Mart 2013'te Nevruz, "çözüm süreci"nin? etkisiyle, "Apo'nun mesajları"yla Diyarbakır Meydanı'nda kutlandı. Yeni otoriter-hegemonik dönemin üvey evlatları olan "sözde liberal-ikinci cumhuriyetçiler"in bir bölümü "akil adam" olma "mertebesi"ne ulaşırken, 21 Mart'tan 1 Mayıs'a gelemediler, "kuzuların sessizliği"ne gömüldüler.
İktidar milletvekili Bahçekapılı, muhalefet milletvekillerine "Türkiye'de artık sizin gibilere yer yok" derken, BDP'yi istisna olarak bıraktıysa, AKP-BDP eksenli yeni bir siyasal alan mı inşa edilmektedir? İslamcı-Kürtçü bir tahteravalli üzerinden gidildiğinde, Türkiye'deki Kürtler'in PKK-BDP çizgisinden ziyade Hizbullah-Hüdapar çizgisine kayacakları hesabı, "İslam kardeşliği" üzerine bir "çözüm seçeneği"ni gündeme getirir mi? Bu seçenek, "otoriter başkanlık" sistemine, rahatlıkla razı olur mu?
"Nevruz'a evet, 1 Mayıs'a hayır" diyen yaklaşım, Hüdapar'da karşılığını kolaylıkla bulabilir.
"Solsuz bir Türkiye" başlığında, otoriter-muhafazakar bir başkanlık sistemi arayışında, 1 Mayıs ve 1 Mayıs'lara yer yok elbette.
Kimlik siyaseti var, sınıf siyaseti yok bu yüzeyde.
Halbuki, sınıfsal, kimliksel, cinsel, tüm özgürlük arayışlarının temelinde Sol'un özgürlükçü anlayışı ve mücadelesi var.
Demokrasi mücadelesi, tam da 1 Mayıs ikliminde başlayacak.
CHP'nin 1 Mayıs'ta hedef alınması, bir rastlantı değil. Demokrasi mücadelesinin "amiral gemisi" CHP, Cumhuriyet'i korurken, Demokrasi'nin, Sosyal Demokrasi'nin bayrağını yükseltmek durumunda.
1 Mayıs burada bir sonuç değil, başlangıçtır...