Türkiye sosyolojik açıdan ilginç bir dönüşüm geçiriyor. Aslında modernizmin aşamaları çerçevesinde, sanayileşme süreciyle birlikte, köyden kente göç artar ve gelen nüfus belli süreçlerde farklı "topluluklar" oluştursalar da, bir kısmı proleterleşir, fırsat bulan ikinci kuşak "küçük burjuvalaşmaya" çalışır. Ancak en bilinmez ve denetlenemez olanı "lumpen"lerdir. Belli bir işte çalışma alışkanlığı olmayan, vasıfsız emek, net bir çerçevede sınıfsal taleplerden çok, oportünizmin girdabı içinde kalır.
1858 Arazi Kanunnamesi ile toprakta "özel mülkiyet"le tanışmış Anadolu halkı, ancak yüz yıl sonra, büyük kentlere "kitlesel göç"e başlamıştır. İstanbul, 1950'lerden beri geometrik açıdan yoğunlaşan bir nüfus hareketliliğine sahne olmaktadır.
Bunun nedeni yapısaldır. Zira sanayileşme 1950'lerde ülkemizde hızlanmaya başlamış,1930'lardaki ilk sanayileşme hamlesinden sonra 1950'ler, 60'lar, 70'ler, 80'ler ve günümüze dek süren bir dalgalanma bugünlere kadar gelmiştir.
Gelen nüfusun bir bölümü kente entegre olmuşsa da kentin çevresi dediğimiz varoşlar, "alternatif kültürleri"ni yaratarak, kent kültürünü yadsımışlardır. Kılık kıyafetten, dinlenen müziğe, yaşam tarzına, din ve ibadete bakış açısına kadar, kentten farklı olmakla kalmayıp, kente düşman, kentsel değerlere karşı kindar ve öfkeli nesiller yetişmiştir.
Modernizmin tersine gelişiminde ilginç olan konu, artık gelen nüfusun köylü de olmaması, hatta köylülüğü, yeterli oranda "muhafazakar" olmamakla suçlamasıdır.
1858'den kalan arazi düzenlemeleriyle, "hazine arazisi" kavramı, Emre Kongar hocanın deyimiyle "yağma kültürü"nü yaratmış ve meşrulaştırmıştır. Sayısız aflarla, kent ve belediye olanaklarından yararlanan, mülk sahibi olan kesimler, yoksulluk mağduriyeti bitse de, "kin" alacağı sonlanmamıştır.
Bu anlayış, sanata, bilime, çağdaş değerlere ve yaşama karşı bir rövanşist altyapıyı ifade etmektedir. Siyasal alandaki "tahammülsüzlük" rövanş gününün tam anlamıyla tamamlanması hırsını ortaya koymaktadır.
Artık gün avamlığın günüdür. Ve kentsel-çağdaş tüm değerler, avamlığın teşhir direğinde durmaktadır. Bu kapsamdaki herkes tasfiye edileceği "gün"ünü beklemektedir.
1858 Arazi Kanunnamesi ile toprakta "özel mülkiyet"le tanışmış Anadolu halkı, ancak yüz yıl sonra, büyük kentlere "kitlesel göç"e başlamıştır. İstanbul, 1950'lerden beri geometrik açıdan yoğunlaşan bir nüfus hareketliliğine sahne olmaktadır.
Bunun nedeni yapısaldır. Zira sanayileşme 1950'lerde ülkemizde hızlanmaya başlamış,1930'lardaki ilk sanayileşme hamlesinden sonra 1950'ler, 60'lar, 70'ler, 80'ler ve günümüze dek süren bir dalgalanma bugünlere kadar gelmiştir.
Gelen nüfusun bir bölümü kente entegre olmuşsa da kentin çevresi dediğimiz varoşlar, "alternatif kültürleri"ni yaratarak, kent kültürünü yadsımışlardır. Kılık kıyafetten, dinlenen müziğe, yaşam tarzına, din ve ibadete bakış açısına kadar, kentten farklı olmakla kalmayıp, kente düşman, kentsel değerlere karşı kindar ve öfkeli nesiller yetişmiştir.
Modernizmin tersine gelişiminde ilginç olan konu, artık gelen nüfusun köylü de olmaması, hatta köylülüğü, yeterli oranda "muhafazakar" olmamakla suçlamasıdır.
1858'den kalan arazi düzenlemeleriyle, "hazine arazisi" kavramı, Emre Kongar hocanın deyimiyle "yağma kültürü"nü yaratmış ve meşrulaştırmıştır. Sayısız aflarla, kent ve belediye olanaklarından yararlanan, mülk sahibi olan kesimler, yoksulluk mağduriyeti bitse de, "kin" alacağı sonlanmamıştır.
Bu anlayış, sanata, bilime, çağdaş değerlere ve yaşama karşı bir rövanşist altyapıyı ifade etmektedir. Siyasal alandaki "tahammülsüzlük" rövanş gününün tam anlamıyla tamamlanması hırsını ortaya koymaktadır.
Artık gün avamlığın günüdür. Ve kentsel-çağdaş tüm değerler, avamlığın teşhir direğinde durmaktadır. Bu kapsamdaki herkes tasfiye edileceği "gün"ünü beklemektedir.